9 Mayıs 2020 Cumartesi

Gölgeler ve parlak ışıklar altında insanın durumu

Koreli filozof Byung-Chul Han, Güzeli Kurtarmak adlı kitabında estetik, sanat ve güzel kavramlarını detaylıca işlemiş ve gerçek bir sanat eserinin en önemli noktasının, kendisini sır olarak temsil etmesi olduğunu belirtmiş, sanat eseri için “son kertede, örtünün asli bir unsur olduğu bu nesne başka türlü kavranamaz” demiştir. Yine başka bir Doğulu yazar Tanizaki, geçtiğimiz yılın Mart ayında Jaguar Kitap’tan yayımlanan Gölgeye Övgü adlı eserinde, gölge kavramının ve bildiğimiz manasıyla somut gölgenin Japonlar ve Avrupalılar için ne anlamlara geldiğini, neleri etkilediğini, insanın tasavvur dünyasında ne gibi gerçekler ortaya çıkarabileceğini on altı deneme boyunca irdelemeye çalışmıştır. Gölge kavramının Japon milleti için öneminden, gölgenin şehirlerde, evlerde hatta tiyatrolarda ve eski Japon kültüründe ne şekilde kullanıldığından bahsetmiş, bunun insan ruhunda ne gibi olumlu değişimler yaptığını, bazen son derece ciddi bazense daha komik mevzular üzerinden incelemiştir. “Hüzünlü, kırılgan, ölmekte olan güneş ışınları mutlak bir sükûnete dalsın diye duvarlarımızı soluk renkli bırakıyoruz” diyen Tanizaki, gölge ve parlak ışıklar altındaki insanın durumunu ayrı ayrı değerlendirmiştir.

Tanizaki Batı ve Doğu insanının gölge ve parlaklık kavramlarına niçin ayrı manalar verdiğini incelerken aslında psikolojik ve sosyolojik tespitler de yapıyor. Sadece estetik üzerinden değerlendirmeleri olsa da genel anlamda Batı ve Doğu toplumlarının (Doğu’dan kasıt daha çok Japonya ve biraz Çin) gölge ve karanlık hakkındaki tutumlarından hayata bakışlarıyla ilgili çıkarımlar yapıyor. Yazara göre Doğu toplumları elindekiyle yetinmeyi bilir. Şartlara göre hareket eder ve elinde olmayan şey için gereksiz bir hırs bürümez gözünü. İslami bir yönü de vardır bunun. Neredeyse ne gelirse Allah’tan, biz elimizdekiyle başımızın çaresine bakmalıyız, der Tanizaki. Bu da bu kitabın yazıldığı zamanlarda iki dünya savaşı arasında olan Avrupa hakkında söylenecek doğrulardan biridir:

Bana göre biz Doğulular, içinde bulunduğumuz şartlardan hoşnut olmayı amaçlayıp elimizdekilerle mutlu olduğumuz için karanlıktan şikâyet etmek yerine bunun bir çaresi olmadığını kabullenip ışık azsa azdır der, karanlık üzerine düşüncelere gömülür ve karanlığın içindeki doğal güzelliği keşfederiz. Ancak yenilikçi Batılı yetinmeyip elindekini iyileştirmekte kararlıdır her zaman. Mumdan gaz lambasına, gaz lambasından elektrik ışığına daha aydınlık bir ışık arayışı asla bitmiyor, en önemsiz gölgeyi bile yok etmek adına hiçbir zahmetten kaçınmıyor.

Tanizaki bu sözleriyle bana yine Byung-Chul Han’ın dilimize çevrilen son kitabı Eros’un Istırabı’ndan bir parça hatırlattı. Han kısaca, modern insanın ya da modern toplumun, hayatın içinden negatifliği yani birbirinden farklılığı kaldırdığını, herkesi aynı hizaya çektiğini söyler. Şeffaflık Toplumu adlı eserinde ise tüm bunlara paralel olarak sır ve karanlığın hayranlık uyandırdığını belirtir. Tanizaki’nin denemelerinde genel olarak değinmek istediği de tam olarak budur aslında. Karanlık ve gölge insan ruhuna uygun olandır. Parlak ışık bizi rahatsız eder ve fıtratımız dışındadır.

Tanizaki karanlık ve parlaklık, beyaz ve gölge arasındaki ilişkiyi incelerken dünya üzerinde toplumsal sorun oluşturmuş birçok şeye de değinmeye çalışır. Bunlardan biri de insanların rengidir. Sarı ırk, beyaz ırk, siyahîler olarak adlandıracağımız bu durumu da eskiden beyaz ırkın, renkli ırkları kabul etmemesinin ardındaki psikolojiyi de anlayabiliyoruz diyerek açıklamaya çalışır. Tanizaki’ye göre hassas beyazlar, farklı tendeki kişilerin sosyal buluşmalarda yaydıkları gölgeden rahatsız olurlar. Bunu da, Amerikan İç Savaşı döneminde sadece zencilere eziyet edilmediği, aynı zamanda melezlere, melezlerin çocuklarına ve hatta melez ve beyazların çocuklarına da eziyet edildiği örneğini vererek kanıtlamaya çalışır. Biraz zorlama bir yorum gibi görünse de durumun iç yüzünü anlamaya çalıştığımızda, yine buradan Han’ın, farklılıkların yok edilmeye çalışılması tabirine yaklaşıyoruz.

Kitap bir bütün oluşturabilecek şekilde başlıyor ancak denemeler ilerledikçe Tanizaki’nin daha dağınık bir konu skalasını tercih ettiğini görüyoruz. Gölge kavramını elden bırakmıyor yazar fakat bu gölge kavramını temel alarak yeri geliyor geleneksel Japon ev mimarisini yeri geliyor modern ve eski Japon tuvaletlerini yeri geliyor mum ışığında yemek yenen bir restoranı inceliyor ve bu konular üzerinden çıkarımlar yapıyor. Ayrıca ara ara da olsa Batı ve Japon kültürleri arasında değerlendirmeler yaparak Japon kültürünün Batı’dan etkilenmesini eleştiriyor:

Batılı sıralı adımlarla ilerleyebildi ancak biz daha üstün bir medeniyetle karşılaşıp ona teslim olduk ve aynı zamanda binlerce yıldır izini sürdüğümüz yoldan ayrılmak durumunda kaldık. Kanımca bunun yarattığı yanlış adımlar ve güçlükler çoktur.

Tanizaki aslında Japon kültürünün ve geleneğinin Batı karşısında üstünlüğünü gölge kavramı üzerinden vermeye çabalıyor ancak bir taraftan da karşılaştıkları medeniyetin kendi medeniyetlerinden üstün olduğunu kabul ediyor. Bu durumu Tanizaki’nin 1923’teki büyük depreme kadar Batılı bir tarzda yaşamını sürdürerek yazmasına bağlıyorum. Herhalde o taraflardan bir şeyler kalmış olmalı. Ayrıca yazar savunduğu şeylerin karşısında yer alan modern hayatın getirilerini de tam olarak reddedemiyor. Yaşam olarak değil, fikrî olarak. Bir arada kalmışlık hissediliyor yazdıklarında. Ne diyelim, şairin dediği gibi belki de asfaltta yürürken asfaltı eleştirme hakkını kullanmak istiyor. Zaten bunun açıklamasını da kitabının son paragrafında okurla paylaşmış:

Çağımızın imtiyazlarının farkındayım ve onlara müteşekkirim. Ne kadar şikâyet edersek edelim, Japonya Batı’yı takip etmeyi seçti ve artık bu yolda cesurca ilerleyip biz yaşlıları geride bırakmaktan başka çaresi yok. Tenimiz olduğu renkte kaldığı sürece verdiğimiz kaybın çaresinin olmadığını kabullenmek zorundayız. Bütün bunları yazmamın sebebi, muhtemelen edebiyatta ve sanatta, hâlâ kurtarılacak bir şeyler olduğunu düşünüyor olmam. En azından edebiyat için kaybettiğimiz bu gölgeler dünyasını tekrar hatırlatmak isterim. Edebiyat denen kutsal yerin saçaklarını kalın ve böylece duvarlarını gölgeli yapıp apaçık gözüken şeyleri gölgeye saklamak, gereksiz süslemeleri ise söküp atmak istiyorum. Bu her yerde yapılsın demiyorum ama en azından biri böyle olsa yeter. Nasıl olurdu acaba, ışıkları söndürüp onlar olmadan etrafın neye benzediğini görmek…

Kitabın sonunda Thomas J. Harper’ın bir sonsözü bulunuyor. Bu sonsözde okurlar hem kitap hakkında Harper’in fikirlerini okuyup kendi düşünceleriyle bir harman yapabilecek hem de Tanizaki hakkında birkaç bilgi daha öğrenebilecektir.

Gölgeye Övgü Japonca aslı yerine İngilizceden çevrilmesine rağmen Didem Kizen çok başarılı bir iş çıkarmış ve neredeyse araya bir üçüncü dil girmediğine okuru inandırmış. Yazarın da romanlarından bildiğimiz gibi dili yalın ve üslûbu son derece sade ancak bu seferlik buna çeviri de ekstra katkı sağlamış.

Tanizaki büyük bir yazar. Hatta kimilerince en büyük modern Japon yazar (bence bu unvan Soseki’ye ait ancak bu Tanizaki’nin büyük yazar olduğu gerçeğini değiştirmez). Sadece kurgu eserleriyle değil onu bir de denemeleriyle tanımak isteyenler için Gölgeye Övgü’nün okunması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü Tanizaki biz’e çok uzak değil.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

8 Mayıs 2020 Cuma

Bana neden korktuğunu söyle, sana başından ne geçmiş olduğunu söyleyeyim

"Öyle bir tahtta oturur ki çocukluğumuz
Tüm unsurlardan fazladır iktidarı."
- William Wordsworth

"Eğer can sıkıntısı geleceğe inanma alışkanlı­ğımızı kırmanın yollarından biriyse, o zaman korku da, geleceği sürdürmenin yollarından biridir" diyor Adam Phillips, Dehşetler ve Uzmanlar'da. Bizdeki havf ve reca arasında yaşama gerekliliğini çağrıştıran bir cümle. Çocuklar, özellikle de yeni doğanlar insana kadim kanunları hiç zorlamadan, halleriyle hatırlatıyorlar. Hem bu dünyanın geçiciliğini hem de her şeye rağmen yaşamanın o mutlak sevincine olan ihtiyacımızı bazen cıvıldayıp, bazen de ağlayıp meşk usulü öğretiyorlar anneye, babaya. Yine kitapta, "çocuk hüsrana tahammül etmeyi, yetişkin ise etmemeyi öğrenmek zorundadır" diye yazıyor Britanyalı psikiyatrist. Güçlü olmak ve başkasına da güç vermek mecburiyetini hep olduğu gibi edebiyatın sağladığı kuvvetle aktarıyor. Tam şu zamanlarda, bana iyi geliyor Adam Phillips. Okuduğum her kitabının iyi geldiğini ve çok ufuk açıcı olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.

Sadece çocuk psikolojisine ve gelişimine dair bir kitap değil elbette Dehşetler ve Uzmanlar. Otoriteler, semptomlar, korkular, rüyalar, cinsiyetler ve zihinler başlıklarıyla hem psikanalist adaylarına meselelere nasıl bakmaları gerektiği konusunda yeni açılar kazandırıyor hem de her şeyin ille de, net bir biçimde çocuklukta yattığına 'sopa sallamadan' işaret ediyor.

Psikanalisti 'muhalif seslere kulak kabartan kişi' olarak tanımlıyor Phillips. Onun en büyük riski, bu seslere kulak kabartmamak ve hastaya -danışana- tepeden bakmak. Burada günümüzün her yerden fışkıran uzmanlarına da bir işaret var. Çünkü uzmanlar, insanların nasıl yaşamaları gerektiğine dair bilgileri özümsemiş, tecrübe sahibi, 'her şeyi bilen' kılıfına bürünüyorlar. Psikanalistler de bu kılıf(lar)a bürünme riski taşıyor. Şurası konuya açıklık getirmesi açısından önemli: "Psikanalist ve hastası denilegelen kişinin ortak bir projesi vardır. Yani psikanalist kendisine "İyi bir analist olabiliyor muyum?" (Yeterince sıra dışı mıyım? Yeterince ortodoks muyum? Doğru sözü söyledim mi?") diye sormak yerine "Ben ne tür bir insan olmak istiyorum?" diye sormalıdır. İlk soruya cevap verecek yığınla insan bulunabilir. İkinci sorunun ise, dehşetleri olabilir ama uzmanları yoktur."

Adam Phillips, iflah olmaz bir Freud'cu. Tabir çok kesin gözükebilir ancak o birçok şey için bilimin ve insanlığın Freud'a borçlu olduğunu düşünüyor. Haklı olduğu tarafları var elbette ve bunları söylerken gayet sakin, bilge bir üslup kullanıyor. Böylece okuyucu Freud'dan soğumuyor. Phillips kendi görüşlerini ifade ederken de çocukla ebeveyn arasındaki ilişkinin ne kadar önemli olduğunu birçok farklı kapıdan aralıyor, ışık tutuyor. Işık tuttuğu yerin ne kadar karanlık olduğu herkesin malumu. Burada yaptığı psikanaliz tanımı, okuyucunun kitabı nasıl okuması gerektiğine dair de önemli bir bilinç kazandırıyor: "Psikanaliz, tanımı gereği, hiç var olmamış, sözcükleri aşan bir şeyi değil, kaybedilenleri kazandırır."

Çocuğun ve dolayısıyla insanın, 'ebeveynine doğru inanma'ya olan ihtiyacı konusunda Phillips; çocukların sadece onların otoritelerini ve kendilerine sundukları bakımı veri olarak kabul ettiklerini söylüyor. Burada üzerinde durulması gereken konu neden inanıldığı, inanmaya itenin ne olduğu. "Freud'un bize gösterdiği gibi, inanç arzuyu evcilleştirir. Uzmanlar bizi, en iyi hallerini görebileceğimiz yerde tutarlar" diyor Phillips. Freud'un bilinçdışı tanımının her ne kadar düşüncelerimizde kaybolduğumuzu öne sürse de insanların psikanalize nerede ve kim olduklarını bulmak için geldiklerini söylüyor. Yani Freud'a itiraz ettiği, ayrıldığı noktalar da yok değil elbette.

Rachel Wetzsteon, "Acının herhangi bir şeye bağlı olduğunu söyleyen kural nedir?" diye soruyor Kaçış Kıssaları'nda. Acı içinde sır barındırır, hatta neredeyse sırdan ibarettir. İnsan acılarını olduğu gibi sırlarını da kolay kolay kimseye açamaz. "İnsanlar sır saklayamaz hale geldiklerinde psikanalize giderler ya da konuşacak birini seçerler" diyor Adam Phillips. Dilin kuvvetleri. Özgürce konuşmanın tehlikeleri ve faydaları. Hepsi iç içe. Dünyayla gerçek bir temas kurmak isteyen insanın dünya ile arasına mesafe koymasını öneren Maurice Blanchot haklı. Bu mesafe biraz da delilik barındırıyor. Çünkü İngiliz edebiyatının 'çılgın' yazarlarından Gilbert Keith Chesterton öyle diyor: Deli, mantığını yitirmiş kişi değildir. Deli, mantığından başka her şeyini yitirmiş kişidir. Mantık devre dışı kaldığında özgürce, hisli biçimde konuşmak mümkün. Bazen en büyük dehşeti barındıran mantık oluyor. Başımıza uzman kesiliyor. Bu durumda kalp devre dışı kalıyor ve zamanla insan nerede olduğunu bulamıyor, hatırlamıyor. İşte tam da buralarda kaygı ve korku meselesi yatıyor.

"Kaygı, korkuya karşı bir savunma, neden korktuğumuzu bilmeyi reddetmektir" diyen Phillips'e göre savunmacı çocuklarda egonun işlevi, korkuyu kaygıya dönüştürmek. Tedavi edilmesi gereken de bu. Çünkü korkusunu kaygıya dönüştüren çocuğun bunu yapmaktaki amacı korkuyu nesnesinden ayırmak. Halbuki korkunun nesnesi bulunduğunda, yani kaygılar korkulara dönüştüğünde psikanalitik yorum yapılmış, çocuk yüzleşmiş ve dolayısıyla tedavi yönünden büyük bir gelişim imkânı yakalamış oluyor. Ve zaten: "Büyümek bir travmadır ve bin bir biçimiyle travma, psikanalizin temel konusu, hammaddesidir."

Freud'a göre korku, kılık değiştirmiş de olsa geçmişle yüzleşme, istemsiz bir kendini bilme ifadesidir. Sartra'a göre ise kendini bilmek bir tür kötü niyettir. Korkunun kötü bir duygu olduğu bu kadar bariz bir biçimde ortadayken, ardında yatan iyileşmeye dair imkân da bir o kadar ortada. Kaygı, insanın kendi kendinden bir şeyler gizlemesinin yoludur Phillips'e göre. Korkunun öznesi, geçmişteki gelecektir. Korku anında hayali gelecek ile geçmiş hoşnutsuzluklar birleşir: Bana neden korktuğunu söyle, sana başından ne geçmiş olduğunu söyleyeyim. Freud için de kaygı bir kez devreye girdi mi geriye kalan bütün duyguları yutar. Gerçekliğin kaybı.

Dehşetler ve Uzmanlar, bizleri sürekli dışarıda bırakmaya çabalayan uzmanlara, dehşetin avukatlarına bir itiraz kitabı. Dehşeti önce biz bilelim ve önce kendimizin uzmanı olalım diye. Tüm bu farkındalığı yakalarken yazarın "asla şu ya da bu değiliz, daima bir derlemeyiz" cümlesini aklımızdan çıkarmayalım. Çünkü "iş rutinlere geldiğinde hepimiz birer sofuyuz" ama "ne dediğinizi bildiğinizi sanırsınız sonra bir dil sürçmesi veya kelime oyunu sayesinde başka bir şey söylemekte olduğunuz çıkar ortaya. Çok fazla tanım yapmak, çok fazla şeyi dışarıda bırakmaktır."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

25 Nisan 2020 Cumartesi

Yaşamayı umursamayanlar, hep boşlukla yüzleşenler

“Gece benim ardımda
Taşıdım kara gençliğimi dağların damarında
Hep döşümde yaratkan, patlayıcı bir kimya
Beynimde hep manalı bir uçurum.”
- İsmet Özel, Yaşamak Umrumdadır

Davranış problemi veya kötü bir alışkanlığı/bağımlılığı olan bir insandan o bağımlı olduğu maddeyi veya davranışı alırsak, yerine bir şey koymamız, oradaki boşluğu daha yararlı bir şeyle, en azından zararsız bir şeyle doldurmamız gerekir. Bağımlılığın en temel kurallarından biridir bu. Çünkü hayat/doğa boşluk kabul etmez, psikoloji de boşluk kabul etmez. Peki, ya bu boşluk bir hissedişse ve zihnimizdeyse…

Modern insanın boşlukta olma duygusu aslında çok eski değil. Teknolojinin gelişmenin ötesinde bir atılım göstermesi, alım gücünün artması, bireyselleşme vb. neticesinde belli bir daireye hapsolan bireyin psikolojik açıdan çok sağlam olması, olmamasından daha düşük bir ihtimal. Artık kazanılan gelirin belli bir miktarının psikolog veya psikiyatrlara gitmesi, okullarda görülen ruhsal hastalıkların ve farklılıkların artması bu durumun başlıca emarelerinden. Üstelik iyi bir maaş, mutlu bir çevre/aile de bu psikolojik iyi olma halini veya boşlukta olma hissini engelleyemeyebiliyor. Mânâ, yaşama amacı gibi şeyler olmadığında boşluk başka şeylerle doldurulmaya çalışılıyor veya doldurulamıyor. Her ikisinde de ortaya bir problem çıkıyor.

Viktor Frankl ünlü eseri İnsanın Anlam Arayışı’nda ‘hayata mânâ/anlam verme’ konusunu detaylıca işlemişti. Kısaca özetleyecek olursak, Nazilerin toplama kampında sağ kalanların, o zor şartlara dayananların hemen hepsinin hayatta belli bir amacı olan insanlar olduklarını, çok basit sebeplerden ölenlerin ise hiçbir amaçlarının olmadığını ve boşlukta olduklarını keşfetmişti. Yazar da bu toplama kampındaydı ve en yakından gözlemlemişti bu kişileri. Zaten kurucusu olduğu logoterapi de bu kampların bir ürünüydü.

Behçet Çelik işte böyle bir kahraman oluşturuyor Dünyanın Uğultusu adlı romanında. Tam anlamıyla boşlukta ve kitaptaki karakterlerden biri olan Aynur’un deyimiyle tam anlamıyla ‘yaşamasız’. Bir nevi Oğuz Atay’ın meşhur tutunamayan kahramanları gibi:

…Bu farklıydı ama: Öncekilerde eksikliğini duyduğu, kimi zaman kendini onlara çok yakın hissetmiş de olsa, dışarıdaki biri, bir yer ya da topluluktu. Bu kez çok içeriden bir yerden bir şeyler kopup düşmüş gibiydi –ne olduğunu, ne zaman, nerede düşürdüğünü bilmediği.

Bir Selim Işık havası da seziliyor Dünyanın Uğultusu’nun başkahramanı Ahmet’te. Fakat Ahmet’in bu ‘yaşamasız’lığı, tutunamaması doğuştan gelir gibi değil. Çalıştığı yerden ekonomik sebepler dolayısıyla çıkarıldıktan sonra zaten ruhunda olan dertler bir bir akın ediyor ve yeni dertler ekleniyor zihnine. Eski sevgilisi Özlem, çay bahçesinde tanıştığı ve kitabın en gizemli kahramanı Ayla, bir miting yürüyüşünde karşılaştığı ve üniversiteden arkadaşı Buket’in kardeşi Aynur… Hepsi Ahmet’in etrafında, sanki Ahmet’in ne kadar boşlukta ve savunmasız olduğunu haykırır gibi davranıyor ona. Bazen ortaya çıkarak bazen basit bir el hareketiyle bazen de tamamen ortadan kaybolarak, onu günlerce aramayarak Ahmet’in bütün boşluğunu yüzüne yüzüne vurup Ahmet’in kendini iyi bir sorgudan geçirmesine sebep oluyorlar.

Cioran, Türkçeye Burukluk olarak çevrilen kitabında “İnsanlarla düşüp kalktıkça düşüncelerimiz kararır ve bunları aydınlığa kavuşturmak için yalnızlığımıza döndüğümüzde, düşürdükleri gölgeyi buluruz” der. Ahmet’in kitap boyunca ve kitabın zaman olarak geçtiği birkaç ay boyunca yaşadığı tam da budur aslında. Gerek Ayla’nın gerek Aynur’un hatta kısmi de olsa eski sevgilisi Özlem’in Ahmet üzerindeki etkisi, hem onlarlayken hem de onlardan sonra devam eder. Ahmet aslında tam bir girdaptadır. Sürekli olduğu yerde döner döner döner ve buna da bir çare üretemez. Çünkü hayatındaki kadınların gölgesi üzerindedir. Onu sar(s)mıştır.

Behçet Çelik romanını üç karakter üzerine kurar. Bunların merkezinde başkahraman Ahmet vardır ancak romanın yan karakterleri de kitaba etki ederler. Aynur’un annesi, Ahmet’in bazı arkadaşları, Ayla’nın yanındakiler de Ahmet’in psikolojisi üzerinde etkili olabilecek karakterlerdir.

Yazar kitabı hâkim bakış açısıyla kurgulamıştır. Her şeyi görür bu sayede hem yazar hem de okuyucu. Sadece yaşananlar değil kahramanların iç konuşmalarını ve düşüncelerini de (Ayla hariç) öğreniriz. Felsefi ve psikoloji yönü de ağır basan bir kitap olduğu için, bu iç konuşmalarda sık sık sorgulamalar okuruz. Özellikle bu sorgulamalar bizi gene kahraman(lar)ın boşluk duygusuna ve bundan yola çıkarak toplumsal bir psikoloji okumasına getirir:

Birden ayıkıverdi. İnsanlar sadece para kazanmak için iş güç sahibi olmuyordu. Başka boşlukları da dolduruyordu çalışmak. Bunun içten içe farkında oldukları için düşük aşa, sömürülmeye ses etmiyorlardı. Boşluk dolsun da nasıl dolarsa dolsun.

Bazı yazarlar boşluk duygusunu deneme, felsefe veya roman türündeki kitaplarında işlemişlerdir. Örneğin Simone Weil bu duyguya daha mistik bir havada yaklaşırken yukarıda kendisinden bir alıntı da paylaştığım Cioran daha ironik ve nihilist bir tarzda yaklaşır. Behçet Çelik’in de yaklaşımı Cioran’la benzeşir. Başkahraman Ahmet’in genel ruhsal durumu değişken olmakla birlikte kötümser ve nihilist bir düşünceye yakındır. Tamamlanamamışlıklar da Ahmet’in psikolojisinde etkilidir.

Üç karakterin de hayatının bir bölümüne ve zaman zaman geçmişine ışık tutan Behçet Çelik’in bu romanı bence bir devam kitabını hak ediyor. Çünkü karakterlerin hikâyesi yarım kalmış/bırakılmış. Böylesi daha mı iyi daha mı kötü, buna her okuyan kendine göre bir yanıt verecektir.

Sade bir üslûbu, yalın bir dili var kitabın. Fakat kitabın her yerinde aynı şekilde akmıyor roman. Genel anlamda akıcı ancak bazı yerlerde bunun dozu değişiyor. Diyaloglar açısından bunu söyleyebiliriz. Özellikle Ahmet’in iç konuşmalarında ise biraz daha yavaşlıyor kitabın okunması.

2009 yılında Kanat Kitap’tan, 2011’de ise Can Yayınları’ndan yayımlanmıştı Dünyanın Uğultusu. Son olarak ise içinde bulunduğumuz yılın Kasım ayında İletişim Yayınları’ndan yayımlandı. 17 bölüm ve 275 sayfadan oluşuyor Çelik’in eseri.

Yusuf Atılgan’ın büyük eseri Aylak Adam’da başkahraman C. kitabın sonunda her şeyi bırakmış bir şekilde, umutsuz bir havada kimseye ‘ondan’ bahsetmeyeceğini, nasıl olsa anlamayacaklarını ifade ediyordu. Ahmet’in de ruh hâlini zaman zaman C.’ye benzetmek mümkün bu kitapta. Çünkü Ahmet’e göre de “filmlerde, belgesellerde gördüğü, içerisinde, çevresinde arıların vızıldayıp durduğu kovanlara benzemiyordu dünya – uğulduyordu.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

23 Nisan 2020 Perşembe

İstanbul'a özlem, erguvana hasret


Rahmetli Âkif Emre ağabeyi çok severdim. Vefat ettiği gün bir fotoğraf paylaşılmıştı. Masasında yarım kalan bir çay ve poğaça, kalp krizi... Onun gündemin nabzına irfân nazarıyla bakarak yazdığı yazılar hep bana örnek teşkil etmiştir. Hâlâ da ediyor zira Büyüyenay Yayınları tüm kitaplarını basıyor, yazılarını derliyor.

İstanbul'u Yeniden Düşünmek ve Erguvanname kitabında Âkif Emre'nin İstanbul'a dair yazdıkları bir araya getirilmiş. Kitabın sonunda erguvan üzerine düşünceleri de var. Bu bölüme giriş sayfasında kendi el yazısıyla yazdığı Erguvanname başlığı, onun ileride böyle bir kitap düşlediğini de gösteriyor. Yazıların toplamına baktığımızda, kendi çektiği fotoğraflarla beraber İstanbul'da yaşayıp İstanbul'u özlediğimiz şu günlerde Âkif Emre hem kitaba seçilen isim gibi yeniden düşündürüyor hem de önemli bakış açıları kazandırıyor. Her zaman yaptığı gibi... Âşıklar herhalde bu yüzden ölmüyor. Onlar hakikatin adamları. Yazdıkları ve söyledikleri, bu dünyadan gittiklerinden sonra da yankı buluyor. Ne mutlu. Bu vesileyle de rahmet olsun. Yolu Edirnekapı'ya düşenler ağabeyi bulsunlar, Mehmet Akif Ersoy'un hemen karşı sağ çaprazında. Çok sevdiği İstanbul'un koynunda.

"Geleceği inşa edebilmek için tavır ve tercihlerimizin tarihini bilmek zorundayız" der Turgut Cansever. Âkif Emre de hemen kitabın başından, yani İstanbul'a dair yazmaya başladığı metinlerden anlaşıldığı gibi bu bakış açısını kavramış, yaşadığı şehirdeki mimarî gelişmelere bir tavır ve tercihler bütünü nazarıyla bakmış. Böyle bakınca da insanların daha güzel bir çevrede, ölçüyü esas alarak yaşama imkânına kavuşmaları için kaleminin eleştiri yönünü sivriltmiş. Son derece haklı olan bu eleştirilerde anlaşılıyor ki yazar, değişimin fikirsizliğini ve köksüzlüğünü hemen fark edenlerden. 2005 yılında yazdığı metinden bir paragraf şöyle:

"İstanbul'u kötü bir New York kopyasına indirgeyerek rant ekonomisinin kollarına teslim etmek isteyen, tarihi ve kültürel aidiyetinden sıyırarak seküler bir kimlik kazandırmayı amaçlayan ideolojik gayretlere karşı İstanbul bu muhafazakar zihniyetle savunulamaz. Tarihten intikam almak isteyen bir anlayışla sözüm ona modern şehircilik yapılmıştır. Yeryüzünde İstanbul kadar tecavüze uğramış hiçbir şehir yoktur. İstanbul adeta, bir milletin kültürel olarak kendi kendini sömürgeleştirmesinin göstergesi haline gelmiştir."

İnsanlara her ne kadar faydalanma imkânı verilse de toprak, tıpkı yeryüzünün her karışı gibi Allah'ın mülküdür. Bunu bilen bir Müslümanın keyfî tutumlar ve bir takım dünyevî kaygılar için yaşadığı şehirlerin, mahallelerin kadim değerlerini hırpalamaması, o değerlerle asla oynamaması gerekir. Nitekim Bursa'nın hâli ortadadır. Osmanlı'ya başkentlik yapmış ve seyyahlardan şehir bilimcilere, mimarlardan siyasîlere kadar yerli-yabancı herkesi kendine hayran bırakmış olan Bursa, tabiri caizse talan edilmiş bir görünümdedir. Bursa ovasına saplanmış beton hançerler zevksizliğin olduğu kadar bilgisizliğin de göstergesidir. İşte bu 'değişim'den İstanbul da nasibi almıştır. Zannedilmesin ki son yirmi yılda olup bitmiştir her şey. İstanbul ne hikmetse yine muhafazakârlığıyla takdir görmüş bir parti ve onun temsilcileri tarafından kadim değerlerinden koparılmıştır. Adnan Menderes ve Demokrat Parti öncülüğündeki 'yıkıp geçme' faaliyetleri Amerika ziyaretlerinde hayran hayran baktığı gökdelenlerle İstanbul'u da donatma hayalini kuran Turgut Özal'la devam etmiş, 2000'li yıllardan sonra da AKP eliyle nihayete ulaşmıştır. Şimdi birkaç yıl arayla Âkif Emre'den okuyalım:

"Sayfaları tarumar edilmiş metinlere benzedi İstanbul. İstanbul, fizik planda yazıları silinen bir kitap. Metinlerini okuyamadığımız elimizdeki kitabın sadece sayfa numaraları var." (1997)

"İstanbul'un bir 'dünya kenti' olmasını önermek İstanbul'un Müslüman kimliğini reddetmeyi içeren bir siyasal projenin sözcülüğüne soyunmaktır. Dünya kenti İstanbul, farklı kültürleri, dinlerin zenginliklerini yaşatan Müslüman İstanbul'a rağmen arkaik kültürlerin müzesi, ölü bir İstanbul projesidir. 'Dünya kenti İstanbul', İslam ve hatta Türk kimliğinden arındırılmış bir İstanbul önermesidir." (2005)

"Hesaplaşılması gereken; Ayasofya'nın, Sultanahmet'in kubbesine hançer gibi saplanan görüntü kadar bu görüntüye sebep olan insan tipi, siyaset anlayışı ve medeniyet, şehir-medine tasavvurundan yoksun/yabancılaşan zihniyet olmalı." (2011)

İstanbul'un eski zamanlarından yola çıkarak evleri, hatta o evleri oluşturan yapı malzemelerini, erguvanı ve erguvan mevsimini, erguvana en çok yakışan ahşabı ve havuzu da yorumluyor yeniden Âkif Emre. Ona göre eski İstanbul evlerinin en temel özelliği tabiatla uyum içinde olması. Bu da güzelliği ve ölçüyü belirginleştiriyor ve ortaya tevazu çıkıyor. İnsanı en çok şaşırtan ve hayret ettiren yapılarda bile bir tevazu bulunuyor. Burada malzeme de kendini ortaya koyuyor. Çünkü ahşap; belirli bir ömrü olan, bütün ömrü boyunca doğal kalan, kullanıldığı yıllar içinde yenilenebilen ve dolayısıyla onu kullananları bir şeylere mecbur eden, zorunlu kılan tarafı olmayan, rehin almayan, ferahlık ve huzur saçan bir malzeme. "Büyük yangınlarla kül olmamışsa bile, değişen zamana uyum gösterecek kabiliyette ya da fanilikteydi." diyor Âkif Emre ahşap için. Tıpkı erguvan gibi: "Bir fanilik hafızası olarak erguvan her an solmaya mahkum renkleriyle ebedi ve ezeli güzelliği hatırlatır."

İnsanın doğadan ve şehirden elini eteğini çektiğinde nelerin değiştiğini birkaç haftada gördük. Demek ki yeniden düşünmeliyiz. İstanbul'u, erguvanı, güzeli, iyiyi...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Yalnızlığın paradoksu

Rahmet ve özlemle andığım babam 12 Eylül döneminde yaktığı kitaplardan bahsederken hayıflanırdı. Altın yaldızlı olanların yanarken kağıdın yanıp yaldızların kor hâlde harf harf dökülüşünü anlattığı esnada o anı yaşar gibi olurdu. Kitapları saklamayıp yaktığı için kendine kızar, bir yere gömebilirdim derdi. Elbette sıkıyönetimin saldığı korku terörü yaptırmıştı bunu fakat asıl ilginç olan evinde silah olmayan insanların kitapla yakalanmaktan bu denli korkmasıydı. Dünyadaki diğer örneklerinde olduğu gibi darbe yönetimlerinin evlerde silahla birlikte aradığı şey kitaptır. Silahla kitabın bu bahiste bir araya gelmesi ironik olduğu kadar manidar. Zira kitabı silah kadar tehlikeli gören zihniyet tarih boyu varolmuştur. Anlaşılan o ki olmaya da devam edecek. Tarihsel süreçte bu zihniyetin tezahürü istisnasız dünyanın her yerinde görülmüştür. İskenderiye Kütüphanesi’ni yok eden barbarlık bir zaman sonra Bağdat’ı yakılan kitapların dumanıyla boğmuştur. Ortaçağ Avrupa’sında Kilise kılığıyla kitaba yapılan düşmanlığın kılıfı modern zamanlarda ideolojik saplantılar olmuştur.

Kültürel iktidarı da elinde bulundurmak isteyen siyasal iktidarın kitapla arasının iyi olmaması tuhaf bir durum. Silahla mücadelenin iktidar açısından makul gerekçeleri ileri sürülebilir fakat kitaba düşmanlığın çok daha derin anlamları olmalı. Birçok eserde bu konu farklı açılardan ele alınıyor fakat, sanıyorum, hiçbirinde 451 Fahrenheit’ta olduğu kadar nahif işlenmemiştir. İktidar toplumun kitapla ilişkisini kesmek için kitap yakma ekipleri oluşturmuştur. İstihbari faaliyetler neticesinde fiziki olarak kitap bulunduranlar cezalandırılmaktadır. Tabi kitaplar da... Karşı tarafta kitapları ezberleyerek bu sorunu aşmaya çalışan küçük bir grup vardır. Mesaj açıktır; insanların sahip olduğu fiziki kitaplar yok edilebilir fakat zihinlere girilmesini engellemek mümkündür.

Kitap medeniyete işaret eden bir kültür göstergesidir ve müdahale edilmesi toplumun kültür dünyasını dizayn etmeye yöneliktir. Çek yazar Bohumil Hrabal (1914-1997) otobiyografik eseri Gürültülü Yalnızlık’ta kitaplardan yola çıkarak modern paradigmanın hayatı nasıl yıkıma uğrattığını anlatıyor. Hrabal, yirminci yüzyılın ilk yarısının zorlu koşullarında Avrupa’da ‘biriken’ toplumsal psikolojiyi haritalandırıyor. İki büyük savaşın neden olduğu maddi-manevi yıkımla birlikte teknolojik gelişmelerin meydana getirdiği mekanik tahakkümün hayatı kuşatarak insanları nasıl harcadığına dikkat çekiyor. İktidarların bunda etkisi tartışılmazdır elbette. Notos Kitap’tan çıkan yüz on sekiz sayfalık roman Elif Göktepe tarafından tercüme edilmiş. Tercümenin yetkinliği bir yana Göktepe’nin ara ara kullanılmamaktan üzeri tozlanmış kelimeleri seçmesi zihinde hoş bir tat bırakıyor.

Bohumil Hrabal zorlu geçen hayatından kesitlerle oluşturduğu kurguya özgün bir üslup katarak edebi eserlerde kullanılabilecek bir çok tekniğe yer vermiş. Metafor, analoji, aforizma, sembolizm, atıf, alıntı, sürrealizm, fantastik anlatı… Yalnız Hrabal’ın sürreal-fantastik anlatısının son derece soft olduğunu söylemek gerekiyor. Onun üslubu Latin Amerika Edebiyatında gördüğümüz saldırgan-mitolojik dilden çok uzak. Hrabal sürreal-fantastik anlatısını oluştururken içinde yaşadığı toplumun kültürel varlığından faydalanıyor. Alıntı ve atıfların çokluğu bir yandan düşünceyi derinleştirirken bir yandan da farklı kaynaklara yönlendiriyor. Metinde olaylar ve düşünceler arasında kopukluk varmış gibi görünen geçişler yazarın üslubunun bir parçası olarak değerlendirilmeli. Buna neden olan şey için (tam olmasa da) ‘bilinçakışı’ tekniğine yakın iç ses anlatısı diyebiliriz.

Çekya’nın başkenti Prag’da geçen roman İkinci Dünya Savaşı dönemi ve sonrasındaki süreci konu ediniyor. İşi presçilik olan roman kahramanı hurdaya ayrılmış kâğıtların geri dönüşüme gönderilmeden önce preslenerek balyalar hâline getirildiği bir işyerinde çalışmaktadır. Büyük bir aşkla yaptığı işine olan sevgisini preslediği balyaların etrafını reprodüksiyonlarla süsleyerek gösterir. Hatta daha da ileri giderek her balyaya felsefe tarihinin önde gelen düşünürlerinin eserlerini sıkıştırır. Ağır bir işte çalışan sıradan bir işçi değil de sanatını icra eden bir sanatçı gibidir. Yaşadığı yoksun, yalnız hayata ve çalıştığı bodrum katındaki kötü şartlara inat kitaplardan bir dünya kurar kendine. Kitaplara olan ilgisi boş yer bırakmayacak duruma getirir evini. Kitapların fazlalığı zaman zaman korkularının nedeni olsa da hayata bakışını onlar şekillendirir. Ona göre her şey zıddıyla var olabilmektedir ve dünya hayatı hep aynı şeye varan döngüsel bir bütündür. Yaşamın özü karşıtlıkların egemenliğidir.

Kitabın ana temalarından biri ekonomi diyebiliriz. Anlatılanlar günümüzdeki refah seviyesinin henüz oluşmadığı dönemlerde Avrupa’daki çalışma hayatını yansıtıyor. Eski yöntemlerin yavaş yavaş terk edilmeye başlandığı zamanlarda iş dünyasındaki teknik gelişmeler ve duygulardan soyutlanmış profesyonelleşmeyle ilgili detaylarda bugünün küreselleşmesinin ipuçlarını görmek mümkün. Romanın satır aralarında işçi haklarının gözetilmediği zaman sanayinin ne kadar acımasız olduğu görülüyor.

Gürültülü Yalnızlık’ta birçok konuyu işleyen Hrabal sosyal ve kültürel yapıyı yansıtarak seçkinler arasında yer alamayan toplumun alt katmanlarının görmezden gelinişinin altını çiziyor. Teolojik açıdan çoğunlukla Hıristiyanlık olmak üzere Yahudilik ile ilgili eleştirel söylemlerde bulunurken tarihsel açıdan Antik Yunan’ı yücelten sözleri dikkat çekiyor. Ahlak kavramını filozoflardan yaptığı alıntı ve onlara yaptığı atıflarla yeniden yorumluyor. Ayrıca Hitler dönemi ve uygulamalarına bir parantez açmak gerekebilir. Faşizan Nazi politikalarıyla sadece Yahudilerin değil çingenelerin de hedef alındığını belirtiyor.

Kâğıt presçiliği de dâhil hayatını farklı işlerde çalışarak kazanmış olan yazar bir anlamda yaşadıklarını aktarıyor. Önceleri emek yoğun işlerde çalışan Bohumil Hrabal’ın biyografisinde kitaplarını ellili yaşlarında yayınlamaya başladığı görülüyor. Kitabın sonunda yer alan yazarla ilgili değerlendirmede ise genç yaştan beri yazdığı fakat yayınlama girişiminde bulunmadığı ancak dostlarının baskısıyla yayınlamaya razı olduğu belirtiliyor. Bu anlatılanlardan Hrabal’ın kendisi için yazdığı ve baskılara dayanamayarak yayınladığı anlaşılıyor. Buna rağmen sansür uygulamalarına takılması oldukça ilginç bir detay. Kitaplarının 1970-76 ve 1982-85 yılları arasında iki kez yasaklandığı görülüyor. Birey ve toplum açısından kitabın önemine dikkat çeken eserlere iktidarın sansür uygulaması oldukça manidar gözüküyor.

Hrabal romanın kurgusunu kitaplarla ilişkilendirerek oluşturuyor. Eserin otobiyografik yanını da dikkate alırsak yazarın öznel görüşlerini aktardığını söyleyebiliriz. Bunlar arasında okumanın inceliği, gerçek okurluk, kitap kültürü gibi başlıklar bulunuyor. Yazarın yaptığı değerlendirmeleri yaşam ve kitap olgularını anlamsal açıdan buluşturmaya çalışmak olarak özetleyebiliriz. Aslında Hrabal’ın bütün yaptığının varlık/ varoluş sorgulaması olduğunu söylemek en doğrusu olabilir. Preslenmiş kitaplar yasaklara dikkat çeken bir mesaj olarak değerlendirilebilir. Söz konusu yasaklar kültürü preslemektedir aslında. Her balyada insan preslenmekte, hayat ve canlılık yıkıma uğratılmaktadır. Romanın, yazarın ‘her şeyin aynı yere döndüğü’ düşüncesine de atıf olarak yorumlanabilecek ‘sıradışı’ sonucu açısından kendi bedeniyle kültürel preslenme arasında bağ kurduğunu söyleyebiliriz.

İsmi bir paradoksu işaret eden roman insan için yalnızlığın mümkün olup olmadığını sorgulatıyor. İnsan dış dünyadan kendini soyutlamış da olsa yaşanmışlıklarını ve içindeki dünyadayı yok sayamaz. Özellikle içinde yaşadığımız (post)modern zamanlarda bu mümkün değildir. Dolayısıyla yalnız kalamamak konusunda iç seslerinin gürültüsü bile yeterlidir. Romana daha yakışacak bir ifadeyle söylersek; yaşam aslında birikmiş yalnızlığın ortaya çıkardığı rahatsız edici bir gürültüden başka bir şey değildir.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

20 Nisan 2020 Pazartesi

Yazarlık endişeleri, yazarlık korkuları

İçinde yaşadığımız bu günler, keskin bir virajda olduğumuzu idrak etmemizi sağlar mı bilinmez... Okura sunulan Dikkat Yazar Var adlı demir leblebi eserle tanışmamız korona günlerine tevafuk etti. Bu tevafuktan mülhem yazar Jurek Becker’in, yıllar evvelinden işaret ettiği ve bugün içinde olduğumuz travmanın sebebi olarak gösterdiği insan dramı ile başlayalım: “Bizden sonra kimsenin gelmeyeceğini düşünmek”!

Kitap, global olarak da marka olmuş Alman yazarların okuyucu ile buluşma üssü olan Goethe Üniversitesi’ndeki üç konuşmadan derlenmekte. Birçok marka yazarı konuk eden kürsü, Çağdaş Alman edebiyatının canının yongası Frankfurt Dersleri’nde bu kez Jurek Becker’i ağırlamakta. 1989 yılında gerçekleşen işte bu konuşmalar, felsefe çevirilerinin filozof çevirmeni Ahmet Sarı ve Şehbander Çoraklı tarafından bir kez daha Türkçeye kazandırıldı. Ketebe Yayınları’nın Ex-libris serisi olarak başlattığı kitaplardan biri olarak masamıza ve hayatımıza lütfetti.

Becker, 1937’de Polonya’da doğar ve çocukluğu toplama kamplarında geçer. Liseden sonra felsefe eğitimi görür ki bu meselelere evrensel yaklaşmaktaki becerisini açıklamaktadır. 1960’tan 1977’ye kadar Doğu Berlin’de serbest yazar olarak yaşar. Birkaç farklı ülke üniversitesinde fahri profesörlük yaparak geçirdiği yılların ardından 1989’da Frankfurt Goethe Üniversitesi’nde şiir dalında doçentlik alır.

Dikkat Yazar Var, edebiyatın sadece okur için olan gerçek veya olası sonuçlarından değil yazar için de olası sonuçlarından bahseder. Yazarın karşılaştığı ve toplumun kendisine dikte ettiği sansürü yazarken hem etkileyici hem de çoğumuzun üzerine düşündüğü yazarlık endişelerinden bahseder. Ben hürriyet yazıyorum kendi gökyüzümden ama senin gökyüzünde kuşlar parmaklıklar ardındaysa retorik bir saçmalıktan başka ne kalır ki aklında... Bu endişelerle yazdıklarının aslında sadece kendi evreninde anlamlı kalabildiği korkusunu, hangi yazar edinmedi ki? Ya da hangi gerçek yazar edinmedi ki?

Kuralları zedeleyen; dili, içerisinde ne var acaba diye hunharca hırpalayan yazarlardan çok hoşlanan Becker, bir marangoza insanın duyduğu ihtiyacın efektif olarak yazara duyulmamasının altındaki sebebi, yazarların yazma sebeplerinin kişiselliğine de bağlıyor. Haklı olması üzerinde daha yüksek bir oranla ihtimal verirsek, hoşa gitmek veya farklı olmaktan daha fazla derinliği olanlar bugün edebiyatta Dostoyevski oldular. Becker bu kaliteyi, “söyleyecekleri olmak”, söylemeden ölmek istememek üzerine toparlıyor denilebilir.

Yine de anlatısında buram buram endişe okunur. Getto’dan çıkan korkunun, hayatı boyunca, Frankfurt Dersleri’nin konuşmacısı olduğunda dahi peşini bırakmadığının hissedildiğini üzülerek de olsa söylemek zorundayız. Bu yüzden Becker’in bu üç metni, yukarıda bahsettiğimiz bütün içerikleri taşısa da Nazi Almanyası’nda yaşanan dehşetin ve acının hikâyesini farklı bir boyutta anlatır satır aralarında. O dönem, Becker’in kendi tabiriyle aşağılanarak yaşamak veya aşağılanarak ölmek arasında seçim yapma özgürlüğünden başka özgürlük barındırmamıştır.

Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com

19 Nisan 2020 Pazar

Beklemek, aramanın öz kardeşidir

"Sabırsızlığını terbiye et. Burada sana ancak beklemek yardım edebilir."
- Jung, Kırmızı Kitap

Arayış, kişisel derinleşme, ruhun derinliklerine inme romanları her zaman sevilir, zaman geçtikçe yine okunur. Siddhartha'nın tüm dünya okurlarında olduğu gibi Türk okurunda da bu kadar sevilmesinin sebebi, 'şark insanı' olduğu için mi? Bu soru burada durmasın ve biz 'şark insanı'nın aksine beklemeden bir cevap arayalım.

Alef dizisinde bir replik geçti. Eski eserler memuru "şark oturup beklemenin yeridir" dedi ki bu söz Ahmet Hamdi Tanpınar'a aittir. Sufi ve şarkiyat metinlerinde de sıkça karşılaşılan bir ifadedir, elhak doğrudur. Bizde beklemek esastır. Beklemeden olmaz. 20. yüzyılın büyük metafizikçisi olarak görülen Frithjof Schuon mesela "Batı yalanların üzerinde yaşar, doğu hakikatin üzerinde uyur" der. Elhak o da doğrudur. Schuon tasavvufla buluşup kendini bulmuş bir Basel'lidir. Ama bunun için uzun yıllar resim, şiir gibi sanatlarla aramıştır aradığını, yani beklemiştir. Velhasıl, bu toprakların eski(mez) dervişlerinden Sadettin Ökten pek güzelini söyler: "Allah'tan başka her şey ağırlıktır. Nasip varsa o yükü alır gider üzerinden. Nasip yoksa da eyvallah deyip bekleyeceksin."

Siddhartha'yı sadece arayış romanı olarak görmemek lâzım o hâlde. Bir bekleyiş romanıdır aynı zamanda. Yazarı -bilhassa yabancı yazarlar arasında her zaman ilk sırayı verdiğim- Hermann Hesse de bir 'bekleyiş ustası'dır. Çünkü o da başka bir 'bekleyiş ustası'ndan kuvvetti yettiği kadar istifade etmeye çalışmıştır. Kimdir o? Jung'tur elbette. Miguel Serrano'nun "Carl Gustav Jung ve Hermann Hesse: İki Dostun Hatıraları" kitabı bu anlamda oldukça önemli. Gönül isterdi ki bu kitap daha uzun olsun, daha detaylı. Her şeye rağmen Hesse'nin Jung'tan alabildiklerini yazdığı romanların içinden çekip çıkarmak da bir hayli keyifli, lezzetli. Şimdi yeniden romana dönebiliriz.

"Kendi kalbine kulak veriyor, onun nasıl yorgun ve üzgün çalıştığını duyuyor, bir ses işitmeyi bekliyordu" Siddhartha. Sonra, "yüreğinde bir şeyin ölüp gittiğini duydu, bir boşluk hissetti, önünde bir haz, bir amaç göremez oldu. Düşüncelere dalmış, oturup bekledi. Bunu, bu tek şeyi ırmaktan öğrenmişti: Beklemek, sabretmek, kulak verip dinlemek.". Kendisine ne iş yapabileceği sorulduğunda da ona öğretilenleri, ama öğrenirken de sahiden insanı insan yaptığı için sevdiği, bir görev olarak değil gerçekten de kendisini geliştirdiğine inandığı üç şeyi cevap olarak sundu: Oruç tutmak, beklemek, düşünmek. Bilge olarak gördüğü kişilerden aldığı birer mirastı bunlar, dolayısıyla tek servetiydi. Üstelik Siddhartha, bu servetini yok etmeye de hiç niyetli değildi. Govinda ile yolları ayrıldığında vazgeçmedi, Kalama ile karşılaştığında da. Çünkü her ikisi de nefsine galebe çalması için birer imkândı. Zaman zaman kullandı bu imkânı, zaman zaman nefsine yenik düştü. Öğrendi ki günahtan bütünüyle kurtulmak mümkün değildi. Her ne olursa olsun güzel ahlakı korumak ve iyilikte bulunmak, iyi bir insan olmak gerekiyordu. Bunu yaparken insan hata yapabilirdi, günah işleyebilirdi. Yine de insanlığından hiçbir şey yitirmemesi gerekiyordu, insan kalması gerekiyordu. Tüm bunları kendine bir yol olarak seçmiş, benimsemişti: "İnsanların büyük çoğunluğu Kamala, düşen bir yaprak gibidir, kapılıp gider rüzgârın önüne, havada süzülür, dönüp durur, sağa sola yalpalar vurarak iner yere. Pek az kişi de vardır, yıldızlara benzer, izleyecekleri yolu kendi içlerinde taşırlar."

Siddhartha, bir Brahman'ın oğlu olarak tanımaya başladı 'yolda olma'yı. Sonra Samana'lara katılıp yol içinde başka bir yol aradı. Ulu kişi olan Gotama ile karşılaşıp onun öğretilerini benimsememesi, kavramlardan kurtulma isteyişine bir işaretti Siddhartha'nın. Matematikle uğraşmak istemiyordu, rutini sevmiyordu. Kalbini titretecek olan temel kuvveti, aşkı hissetmedikçe yapılacak her ne olursa olsun boşa olduğunu, kişiye bir şey kazandırmayacağını öğrendi. Kamala öğretti ona aşkın ne olduğunu. Bu öğrenimi esnasında nefsini bir kez daha tanımış oldu Siddhartha. Bir kez boyun eğince nefsin ne kadar tehlikeli bir şey olabileceğini keşfetti Kamala'nın bedeninde. Dünya nimetleri olarak kabul edilen şeylerin insanı insanlığından çıkarabileceğine inancı tamdı. Peşinden koştuğu soruyu, o yüce hakikati hiç aklından çıkarmak istemedi. Tam çıkaracak gibi olduğunda doğa hatırlattı ona. Irmak hatırlattı, bir kayıkçı hatırlattı, oğlu olduğunu görür görmez anladığı Küçük Siddhartha anlattı. Kalp her şeydi: "Kalbi nerede çarpabilirdi insanın kendi Ben'inden, kendi özünden, herkesin kendi içinde taşıdığı o yok edilmezden başka? Neredeydi bu Ben, bu öz? Et değil bu, kemik değildi, düşünme değil, bilinç değildi, böyle diyordu bilgelerin bilgeleri."

"Sana ne söyleyebilirim ki saygıdeğer kişi? Aramaktan bulma fırsatını bir türlü yakalayamayacağını mı?" sorusu, kitabın içindeki sayısız güzel sorudan biri. Belki de en güzeli. Sürekli aramanın peşine düşünce bulmanın sadece maddi bir netice olacağını söylüyor sanki. İnsan bulunca aradığını, sessizliğe gömülmeli. Bu sessizliğin ikram ettiği bilgeliği kavramalı. Demek ki insan bulunca başa dönüyor. Yeniden beklemeye koyuluyor. O halde evet, beklemek aramanın öz kardeşidir.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf