3 Aralık 2020 Perşembe

İnsan, var olmak için mücadele etmelidir

İhtiyarlık, bir imtihan ve yüzleşmedir. İnsan geçmişiyle, yaptıkları ve yapamadıklarıyla yüzleşmek zorundadır. Bu yüzleşmede hayatın içinde kendini konumlandırdığı yeri koruyup koruyamadığının da imtihanını verir. Tıpkı sürü lideri olan alfanın kendi liderliğine baş kaldıran gençlerle ölümcül bir savaşa girmesi gibi yaşlanan insan da kendi gerçekliğini savunmak için kendisiyle alay etmeye başlayan insanlara karşı amansız bir mücadeleye girer. Şöyle bir farkla ki bu sefer mücadele kendi kendisiyledir. Gücünü, kudretini, zekâsını ve saygınlığını koruduğunu önce kendine kanıtlamalıdır. Böylece “yaşlı kurt” payesini alabilir ve ihtiyarlığını onurlu bir şekilde yaşayabilir. Aksi takdirde bir köşeye atılmış “sünepe” muamele görmekten kendini kurtaramaz. 

Santiago, yaşlı bir denizcidir. Gençliğinde güçlü bir adamdır. Bilek güreşinde istediği herkesi yenebileceğini ve en zor avlardan alnının akıyla çıkarak maharetini herkese kanıtlamıştır. Her insan gibi hayata dair zevkleri ve uğraşları vardır ama ihtiyarlık bu zevkleri yavaş yavaş elinden almıştır. Hatta neredeyse üç aydır denizden eli boş dönmektedir. Ernest Hemingway, Yaşlı Adam ve Deniz'de Santiago’nun kendini kanıtlayışını ve bir devrin kaçınılmaz sonunu gözler önüne seriyor. Hikâyedeki Santiago, bizzat “insan”ın kendisiyken okyanus hayatın bütün zorluklarını ve hayatta kalmak için vermek zorunda olduğumuz mücadeleyi simgeliyor. Küçük çocuk Santiago’nun en önemli motivasyon kaynağı olmasına rağmen o da ailevi nedenlerden ötürü Santiago’nun yanından ayrılıyor.

Yaşlı adam, seksen dört günün sonunda belki de son kez balığa çıkarken hayatı boyunca kazandığı ve onu o yapan bütün hünerini ortaya koyarak insanlar arasında hak ettiği yeri yeniden kazanmaya kararlıdır. Kendisiyle alay eden diğer balıkçıları umursamadan sadece hedefine odaklanır ve gidebileceği kadar uzağa gidip herkesin saygı duyacağı büyüklükte bir balık yakalayacaktır. Bu iş için inancından başka pek bir hazırlığı da yoktur. Beklediği büyük balık oltasına yakalanana kadar da bunları dert etmez. Ne zaman ki balıkla baş başa kalır, işte o zaman 'keşke'ler devreye girer. İnsan da tıpkı bu hikâyede olduğu gibi hakikatin yumruğunu yemeden nelerden pişman olması gerektiğini düşünmez. Hakikat ancak bir silkelenmeden sonra idrak edilir. İşte yaşlı adam bu silkelenmenin ardından balığı yakalamak ve kıyıya götürmek uğruna hayatını ortaya koyar.

Yaşlı adamın tecrübesi sayesinde balığı yakalayıp teknesine bağlasa da hesaba katması gereken başka bir gerçek daha vardır. Köpek balıkları kanın kokusu alıp balıkçının peşine düşerler. Elinde bulunan sınırlı silahı kullanarak ilk gelenleri püskürtmesine rağmen köpek balıkları akın akın gelmeye devam eder ve nihayet kıyıya vardığında elinde balığın sivri burnu ve kafası kalır. Yaşlı adam kendini kanıtlamış ve insanların saygısını kazanmıştır ama yaşlanmış olduğunu, yalnız başına bir şeyleri başaramayacağını da kabul etmiştir artık. Yazar, Santiago’ya saygı duymakla beraber hayatın gerçekliğini galip ilan etmiştir.

Yaşlı adam, denizde kaldığı üç gün boyunca hayatını sorgular ve günahlarıyla yüzleşir. Hayatın anlamını ve hayatı boyunca yaptığı seçimleri sorgular. Sanki hayatının -en azından onu Denizci Santiago olarak hayatın içinde var eden gerçeğin- sonuna geldiğinin farkına varmış gibi kendi varlığına ve geçmişine bir anlam arayışı içindedir. Geceleri kıyıdan gelen ışıklar onu devam eden hayata dair düşünmeye sevk ediyor. Kıyıdan uzaklaştıkça sanki yavaş yavaş hayattan da uzaklaşıyor yaşlı adam. Bu noktada kendi kendine ve oltanın ucuna konan kuşla konuşmaya başlıyor. Kuşla konuşmak ona hata yaptırıyor ve bu hata pahalıya patlıyor. Eskiden iyi bir Amerikan futbolu izleyicisi iken artık maç sonuçlarını bile günler sonra öğrenebiliyor. Bütün bunlar yaşlı adamın hayatın dışına itilmeye başladığının göstergeleri.

İnsan, var olmak için mücadele etmelidir. Mücadele azmini yitirdiği an köşesine çekilmekten ve başka insanların insafına güvenmekten başka yapacağı bir şey kalmaz. Yaşlı adam bize bu mücadele azmini gösteriyor. Küçük çocuk, yaşlı adamı hayata bağlayan en önemli unsur olarak görünüyor. Genç ve güçlüyken biriktirdiğimiz dostluklar ve sergilediğimiz onurlu davranışlar hayat mücadelesinin sonuna geldiğimizde karşılık bulurlar.

Erhan Çamurcu
twitter.com/erhancmrc

2 Aralık 2020 Çarşamba

Unutmak istiyorsan, önce hatırlayacaksın

"Heyhat, hepimiz unutmayı becerecek kadar şanslı değiliz."
- Nermin Yıldırım, Unutma Dersleri

Bak Feribe,

Er ya da geç hepimizin bir şekilde unutmak için başvuracağı yöntemleri, başaramazsak, hatırlamamaya gayret edeceği dertleri olacak. Dertleri, anıları, aklın ve aşkın işveleri, cilveleri, bereket ki arkasından gelecek hüsranları olacak. Unutmaya çabalayacağız, biliyorsun. Akıl-kalp-vicdan koalisyonuyla girişeceğimiz bu çabanın neticesinde yaşamımız türbülansa girecek, şöyle bir sarsılacağız. Yetmezse, olur da içimizin kuyruğu dik ordusu seferden mağlup dönerse -ki bu hep böyledir, yeni bir yol bizi bekliyor olacak: unutmak için hatırlamak!

Bundan dört asır önce, insanlığın onuru ve haysiyetine uygun olarak kımıldayan Shakespeare’i hatırla, Feribe. Atinalı Timon’da, ufak bir güç karşısında eğilip bükülenler adına “onurdur benim için,” demişti, “dövüşmek kötü devletlerle.” Hatırlıyorsun, değil mi? İçimizde koca bir kenti öldürecek kuraklık taşıyoruz, Feribe. Ama olsun, herkes ölür, iyiler bile. İçimiz kuraksa, farklı coğrafyalarda benzer şekilde kırılıyorsak eğer kötülerle dövüşmek onurdur bizim için de. Bu yüzden Feribe, bu yüzden, unutacağız. Herkes gibi, bütün mağluplar gibi eve döneceğiz. Aklı incitmeden, yıkım ve felaketimizi de alarak döneceğiz. Unutacağız, Feribe, önce hatırlayacak, sonra bir güzel unutacağız. Neleri unutmuyor ki insan.

İlk kez unuttuğumda on sekiz yaşımdaydım, Feribe.

Sen bu hallere düşecek adam mıydın, dediğimde tam da o hallerdeydim. Bahtıma her şeyin kırılganı düşmüştü diyordun, haklısın, kuşku çağımda ben de öyleydim. Gökten yere yağmur olarak insem havada kururdum. Güneş olsam üşür, şahken şahbaz olurdum. Diyebilirim ki Feribe, duygular benden değil, ben duygularımdan oluşuyordum. Ama ne oldu, her şey geçip gittiğinde yanımda yine kendim kaldı, Feribe. Üzerime oturan bir kıyafet gibi sarmamıştı beni hayatımdan çıkardıklarım. Unutmak zorundaydım ve unutmak ortada bir hezimeti ikiye üleşmek gerektiğinde tek başına onu üstlenmek gibiydi. On sekizimde, yirmi ikimde, yirmi beş ve yirmi sekizimde Feribe, beni de arkamdan vurdular, ama edebimle öldüm. Sen de öleceksin. Ölmeden önce bir güzel öleceksin. Kaybolan yıllarımızın hesabını yan masadan ödemiyorlar, Feribe!

Kendinden öte kaçacak bir yerin yok, Feribe.

Bir kitap okumuştum. Babaya Mektup'ta, Kafka’nın kitabı, dünya haritasının üzerine boylu boyunca uzanan bir baba vardı. Yüzleşmekten ziyade, yüzleşmek zorunda olduğunu bilmeyen bir babaydı. Mümkündür, belki de bize Oedipus kompleksini hatırlatıyordu, yine de hatırlattığı ilk şey kaçacak bir yerin olmadığıydı. Çünkü oğlu kaçmak, bir mümkünü bir başka imkânsızlıkla doldurmaya çalışmak istiyordu. Ama nereye kaçacaktı, Feribe? Haritada yer mi kalmıştı. Dahası, tut ki kendinden kaçtın, içindeki harita kadar değil misin? Belki de uzandığı hudutlar kadardır babanın da kaçışı. Ne baba kendinden ne de oğul babadan kaçabilir, Feribe. “Etkin bir unutma,” der Deleuze, “belleğin kuvvetinden daha yeğdir.” Öyledir, Feribe.

Tahammül, o intihar ve neredeyse ölecek olan duygu. Ölmesin isteriz ama, bazen de ölsün isteriz. Durmak, dayanmak, kabullenişin adı ya tahammül, bu değil söylediğim, Feribe, bu hiç değil. İnsanı alıp yalnızca dünyanın üzücü tarafına oturtan Nietzsche’yi belki de yalnızca burada tasvip etmiyorum. Kendisine yuva yapan ve oradan ayrılmayan herkesten, her şeyden uzaklaştım, Feribe. Uzak durdum. Yüklerinden kurtulamadığından, artık kendisi de koca bir yükten farksızdır oradakiler. Oysa toprağı darbeleyen, yeni yollar arayan, kazan, ilerleyen, kaçış formülasyonunu yeni başlangıçlar üzerine kuran köstebeği ben de onurlu bulurum. Ölümden kaçış yok, değil mi Feribe? Bilirim, yok, fakat ölümün hızına müdahale edebiliriz. Şekliyle oynamalar, arsızlıklar veya onurlu dokunuşlar yapabiliriz. Bu yüzden Feribe, her şey durulduğunda acısı dinmeyen o yumruk büyüklüğündekini kurtarmak, şakaklarının arasına yerleşen kıvrımlı saksıyı çalıştırmak, içine çiçekler ekmek zorundasın. Bağlanmak, toplumsal bir sıkıntıdır, Feribe!

Dinle Feribe,

Ayağa kalkacaksın. İçinden yükselen bir sesle, hem de kendinden başkasına benzemeyen bir sesle, olanı biteni itiraf edeceksin. Hatırlayacaksın, Feribe! Unutmak istiyorsan, önce hatırlayacaksın. Denedin, biliyorum fakat derslerine, unutma derslerine daha sıkı sarılacaksın. 21 Aralık yetişkinlik hayatının hissedilen en uzun gecesi diyenler halt etmiş, evet, çünkü doğru bir unutma, doğru bir hatırlamanın evladıdır Feribe. 21 Aralık değil, ayağa kalkınca, 21 Haziranı kutlayacağız, Feribe!

Hüseyin Hakan
twitter.com/huseyinhakann

1 Aralık 2020 Salı

Asırlardır dertlere derman olan mânâ eri: Şâbân-ı Velî

"Her marîz-i cehl olana şerbet-i irfân verir
Çaresizler derdine dermân imiş Şâbân Dede."

- Kastamonulu Mahvî Efendi

Ömer el-Halvetî’ye nisbet edilen Halvetiyye, İslâm dünyasının en geniş tasavvuf mekteplerinden biridir. Rûşeniyye (kurucusu Dede Ömer Rûşenî, ö. 892/1487), Cemâliyye (kurucusu Cemâl-i Halvetî, ö. 899/1494), Ahmediyye (kurucusu Yiğitbaşı Ahmed Şemseddin, ö. 910/1504) ve Şemsiyye (kurucusu Şemseddin Sivâsî, ö. 1006/1597) isminde dört ana kola ayrıldığı gibi bu kollardan farklı kollara ve dolayısıyla da çeşitli şubelere doğru genişlemiştir. Bir misal vermek gerekirse, Nûreddin Cerrâhî'ye nisbet edilen Cerrâhiyye yolu, Halvetiyye'nin Ramazâniyye kolunun bir şubesidir. Halvetiyye'nin yaygın kollarından biri de Şâbâniyye'dir ve kurucusu da adından anlaşılacağı gibi Şâbân-ı Velî'dir.


Kastamonu’nun Taşköprü ilçesinde dünyaya gelen hazret, Anadolu'yu mayalayan beş büyük velîden biridir. Bu velîleri muhakkak zikredelim: Ebu'l Hasan Harakânî, Hacı Bektâş-ı Velî, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Hacı Bayrâm-ı VelîŞâbân-ı Velî. Bu yazıda ele alacağımız kitabın müellifi, bir önceki yazımızdaki zât-ı muhteremdir ki kendisi Şâbân-ı Velî Dergâhı’nın beşinci postnişini olan Ömer Fuâdî'dir. Menâkıb-ı Şeyh Şa‘bân-ı Velî adına sahip olan bu kitap beş bölüme sahiptir. İlk bölümde gerçek velînin kim olduğunun bilinmesi, gerçek velîlerin tamamının olağanüstü kerâmet göstermelerinin gerekip gerekmediği konusu ele alınıyor. İkinci bölümde Şâbân-ı Velî'nin silsileri yer alıyor. Üçüncü bölümde Kastamonu Şâbân Efendi Camii yakınlarında kabri bulunan Seyyid Sünnetî Efendi'nin menkıbeleri bulunuyor. Kitabın adını oluşturan dördüncü bölüm "Kutbu'l-Aktâb, Yüce Şeyh, İnsanların ve Cinlerin Mürşidi, Cenâb-ı Şeyh Şâbân Efendi Hazretlerinin Kıymetli Menkubeleri ve Yüksek Kerâmetlerine Dairdir" başlığına sahip. Son bölüm ise menkıbe okumayı seven herkes için bir hayli zengin. Bu bölümde Şâbân Efendi'den sonra irşâd için posta geçen dört halifesinin menkıbeleri yer alıyor. Bu halifelerin isimleri şöyle: Osman Efendi, Hayreddin Efendi, Abdülbâkî Efendi, Muhyiddin Efendi. Müellif Ömer Fuâdî malumunuz olduğu gibi Muhyiddin Efendi'den sonra posta geçen muhterem. Dolayısıyla elimizdeki metnin, o dönemin tasavvufî iklimini harikulade biçimde anlattığını söyleyebiliriz.

Annesini ve babasını küçük yaşta kaybeden Şâbân-ı Velî, memleketi Kastamonu'da tefsir ve hadis dersleri okuyup, okutma icazeti aldıktan sonra İstanbul'a gider. Burada on yıla yakın bir süre boyunca yine ilimle meşgul olur; Kur’ân-ı Kerîm, tefsir ve hadis üzerine çalışmaya devam eder. Gönlüne "hakikat mertebelerini tekmil etmenin ilahi cezbesi" düşer ve "bunca öğrendiği ilmin aslı ve maksadı olan ledünnî ilim ve tasavvufa da tâlib" olur. Durumunu İstanbul'da bulunan bazı şeyh efendilere açar fakat bir netice alamaz. Ömer Fuâdî bu durumu "Allah indinde kendisini irşâd etmeye tayin edilmiş sultana iletilmesi için Allah bu şeyhleri onun irşâdından men etti ve hiçbirinde feyz ve teselli bulamadı" şeklinde açıklıyor. Hayret makamında gezinirken kendisine manen "asıl vatanınıza, sılanıza dönün" tembihi gelir. Henüz İstanbul'dayken, "memleketime dönerken Hayreddin Efendi'ye uğrayıp hâlimi arz edeyim" diye düşünür. Hikmet-i Hûda, arkadaşlarıyla birlikteyken yol onları Hayreddin Efendi'ye çıkarır. Şâbân Efendi o an mürşidini bulduğuna inanır. Ariflere, ehillere ve sâliklere malumdur ki bu iş böyledir. Mekan ve zaman önemsizleşir, onca yıl kalbin üzerine çöküveren kirler, paslar, tozlar kalkıverir, aşk çıkar meydana ve teslimiyet gerçekleşir. Nitekim Şâbân Efendi de bu vakitten sonra on iki yıl boyunca Hayreddin Tokâdî Efendi'ye hizmet eder. Sülûkunun sonunda Kastamonu'ya hilâfetle gönderilir. Sonrasındaki bir menkıbe için Fuâdî'den okuyalım:

"Ana baba bir kardeşimiz olam Yaycı Hacı Mehmed Dede rivâyet eder ki Şâbân Efendi Bolu'dan Kastamonu'ya gelirlerken Çağa isimli kasabaya uğrayıp burada bir müddet mücâhede yapmak niyeti ile Bey Mescidi'nde erbaîne niyet ettiler. Orada birkaç gün geçirdiler. Bu sırada kasaba halkı kendisini sevdi ve her konuşma kabiliyeti olana konuşmayı verip hikmetle söyleyen Kâdir Hâkim'in ilhamıyla bir kişi gelip kendisine "Sofu Dede, sen bir fakirsin. Sana geçinmek için bir sebep lazım. Yalnızlığı da seviyorsan gel sana çobanlık verelim. Hayvanlarımızı güt" dedi. Hz. Aziz onlara "Kardeşler, ben hayvanları Allah'ın emri ile güdüyorum. Öyle ki kurda aldırmayayım" diye işaret yollu cevap verdi."

Ömer Fuâdî, menkıbeleri aktarırken sülûkunu tamamlamış bir derviş ve nihayet postnişin olarak menkıbeleri okuyan herkese çeşitli uyarılarda bulunur. Bu uyarılar tasavvufî yolculuğun nasıl bereketli olacağına ve kulların kemâle nasıl erişebileceğine dairdir. Edeb ve nefsle mücadele, onun en çok üzerinde durduğu konulardır. Bazıları şöyledir:

"Ululardan ve kâmillerden utanmak ve korkmak gerekir. Çünkü âlemin kutbu olan kâmiller Allah'ın fiil ve sıfatlarını gerçekten bilirler. Onlar zâtın tecellîsine erme kuvvetleri nedeniyle feyzlerini bizzat Allah'tan alırlar ve kuvvetleri rabbânî kuvvettir."

"Azizlerin nefes ve duâları zâyi olmaz, etkisi yeri gelince ortaya çıkar, bu nedenle azizlerin nutkuna ve nefesine lâyık ve yakın olmak gerektir."

"Bir tâlib, sâdık ve istikamet sahibi, âlim ve gayret ehli olur da kendisi bir kâmil mürşid, âlim ve ârif-i billah bir aziz bulup ona tam bir teslimiyetle irşâd olursa, zâhir ve bâtını mâmur olur. Böyle kimseler balı yağa katarlar. Bunlar nur üzerine nur olurlar ve kâmiller zümresine girerler. Hem zâhir hem de bâtın ilimlerini bildiklerinden dolayı bunlar iki kanatlıdırlar. Bu kuvvetle yüce makamlara uçarlar ve güneş gibi her şeye faydaları ve ışıkları dokunur."

"Dervişte istek, himmet, yolda olmaya kasıt ve azim olmadan sırf şeyhin çokça dikkat ve himmet etmesi asla hiçbir fayda vermez.  Eğer sırf himmet ve cezbe ile irşâd olsaydı peygamberler dünya üzerinde bir tane kâfir ve münâfık bırakmazlar hepsini Müslüman ederlerdi. Kerem ehli ârifler ve yüce şeyhler olan aziz mürşid-i kâmiller ise dünya üzerinde bir tane inkârcı ve câhil koymayıp hepsini derviş ve irfân sahibi kimseler yaparlardı. Teveccühsüz, teslimsiz, sıdk ve mücâhedesiz hâl ve kemâl ele girmez."

Kastamonu'ya geldikten sonra Cemal Ağa Camii'nde inzivaya çekilen, bir süre sonra sırlı kimselerin teklifiyle Seyyid Sünnetî Mescidi'nde dönüp orada birçok defa erbain çıkaran Şâbân Efendi, mescidin şehrin dışında olması sebebiyle bazı dervişlerin onu Honsalar Camii’ne davet ricasını kabul eder. Buraya geldikten kısa bir süre sonra da Şâbân-ı Velî adıyla Kastamonu ve civarından bütün Anadolu'ya gönlündeki ilhamı, irfanı akıtır. Kerametleri dilden dile dolaşır. Gerek karada gerekse denizde başı sıkışan, Allah'a onun adıyla birlikte yakarır.

Şâbân-ı Veli ömrünün son yedi senesini halvet ve riyazet ile geçirir, dergâhından dışarı çıkmaz. Menkıbelerde yazılanlara göre onun çoğu zaman namazlarını tayy-i mekan ve tayy-i zaman tasarruflarıyla Kâbe'de kıldıkları söylenir. Hediye kabul etmeyi sevmemesi, bir takım sırlarının ifşa edilmesinden asla hoşnut olmaması, şeriat ve hakikat âdâbından taviz vermemesi bazı diğer özellikleridir. Vefat ettiği güne dair insanı son derece duygulandıran anılar, hatıralar, menkıbeler var. Kitapta ayrıca büyük velî Bâyezîd-i Bistâmî ve Hacı Bayram-ı Velî sultanın vefat ettikleri günlere dair de menkıbeler var. Hepsini buraya da alalım ki aşk ile üçünü de anmış olalım.

"Hz. Aziz'in âsitânesi yakınında kazılan nûr içindeki kabirlerine defnedilmesine başlanıldığında Allah'ı zikreden zâkirlerin yüksek sesle ve güzel bir biçimde yaptıkları zikirleri ve aşk hâli kendilerini kaplamış âşık dervişlerin hây hû sesleri, ayrılık ateşinden yanan kalplerin âhlarından oluşan siyah duman, Hz. Aziz'in Allah katında makbûl olan cenâze namazı ve namazı kılan insanların duâ ve niyâzı gibi Arş'â çıktı. Hz. Aziz'in mübârek nâşı nurlu kabirlerine varmadan ve tabutu sal ağacından indirilmeden "Gerçek evliyâdır" diyerek bereketlenmek kastıyla halk sal ağacını parçaladılar ve can pâresi ile yağmaladılar. Daha mübârek bedenleri tabutun üstünde olduğu için tabutları bi parça yere doğru meyletti. Bunun hakkında "Zahm-ı sînemden okun pârelerin hep alma / dursun ilâhî sürsün hele bir pâre meded" diyerek sevgilinin okunun parçası gibi mübârek tabutlarının parçasını sînelerindeki yaraya çâre olması için bağırlarına bastılar. Daha önce anlattığımız gasil suyu ve hasırlarının parçasında olduğu gibi bu parçaları da canları gibi sakladılar. Bunların Hudâ'nın hikmeti ve evliyânın kerâmeti ile nice hastalıklara şifâ ve dertlere derman olduğu gerçekleşmiştir ve meşhurdur."

"Bâyezîd-i Bistâmî vefat ettiği gece Ebû Mûsa manasında Arş'ı taşıdığını gördü. Uyandığında bu rüyanın tabiri konusunda şaşkınlığa düştü. Hikmet-i İlahi ile aklına bu rüyanın tabirini Bâyezîd-i Bistâmî'ye sormak geldi. Bistâm'a geldiğinde Bâyezîd'in vefat etmiş olduğunu gördü. Cenazeye katılan Ebû Mûsa, halkın cenazeyi taşıma rağbeti ve izdihamdan dolayı Bâyezîd'in tabutunu tutamadı. Sonunda tabutun altına girip başı ile tabutu taşıdı. Ebû Mûsa dedi ki: Bâyezîd-i Bistâmî bana tabutun içinden seslendi ve "Rüyanda gördüğün Arş benim ki şu an başının üstünde taşıyorsun" dedi. Ebû Mûsa'nın anlattıkları ile bilindi ki Şâbân-ı Velî gibi büyüklerin cenâzesini taşımak Allah'ın arşını taşımak gibi faziletlidir."

"Hacı Bayram-ı Velî vefat ettiği gün çiftçinin biri Ankara'ya, saban demiri yaptırmaya geldi. Çarşıya varınca gördü ki dükkânlarda kimse yok. Meğer herkes Hacı Bayram-ı Velî'nin cenaze namazını kılmaya gitmiş. Çiftçi de saban demirini kuşağına koydu ve Hacı Bayram'ın cenaze namazına katıldı. Namazdan sonra saban demirini yaptırmak için demirciye gitti. Demirci demiri ocağa koydu ve bir müddet ısınmasını bekledi. Çok vakit geçmesine rağmen demirin ısınmadığını gördüler. Bunun üzerine şaşırdılar ve kadı ile müftüye durumu bildirdiler. Bu hâlin hikmetini açıklama konusunda kadı ve müftü de aciz kaldı. En sonunda Hacı Bayram Sultan'ın halifelerinden leddünî ilim sahibi ve "...Tarafımızdan ona bir ilim öğrettik" ayetine mazhar olan Hızır Peygamber'in sıfatında olan bir kıymetli şahsa durumu bildirdiler. O aziz de çiftçiye "Saban demirini nereye götürdün?" diye sordu. Çiftçi de demir yanındayken Hacı Bayram-ı Velî'nin cenâze namazına katıldığını söyledi. Bunun üzerine o hâl ehli kıymetli şahıs da bu karışık işi çözdü ve "Bu durum tertemiz bir inançla Hacı Bayram-ı Velî'nin cenaze namazını kılan kimsenin, onun hürmetine cehennem ateşinde yanmayacağına işarettir" dedi."

Zaman; bunalımın, huzursuzluğun, paniğin, sıkıntının baş rol oynadığı bir zaman. Huzursuzluğun ve diğer tüm olumsuz duyguların kaynağı dünyanın bitmeyen işleridir esasında. Çünkü dünyanın işleri 'akleden kalb'i gölgeler. Erenler öyle buyurmuş: Huzursuzsan, huzurda değilsindir... Menkıbe okumak bu anlamda çok kıymetlidir, kişiyi huzursuzluktan çekip çıkarır, dünyanın işlerini hiç değilse bir süreliğine durdurur. Esas derdin ne olması gerektiğine dair hatırlatmalar yapar, kişiyi silkeler. Kişi de zaten o dertle hoşluk bulur: "Senün ‘ışkun beni bende alupdur / ne şîrîn derd bu dermândan içerü."

Mevlâmız, Şâbân-ı Velî'nin ve diğer tüm büyük velîlerin hürmetine bizlerin manevi derecelerini yükseltsin. Lütfuyla bizleri kemâl ile rızıklandırsın. Daha nice gerçek eri tanımayı ve onların hayatlarındaki ahlâk, edeb, inanç çizgisini yaşamayı nasip eylesin. Amin.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

29 Kasım 2020 Pazar

Dervişin yol azığı: aşk, samimiyet, tevekkül

"Tâ güm neşevî kemter ez güm neşevî
Ender sıfat-ı âşıkân mahrem neşevî."
(Âşıkların mesleğinde yok olmadıkça,
Onların yoluna yolcu olamazsın.)
- Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Mesnevî

Tasavvufun gayelerinden en önemlisi, dervişe nefsiyle ruhu arasındaki dengeyi tutturup Hakk'ı bildirmektir. Bu dengenin esasını "ben" demekten vazgeçmek, yani insanın bütün imkânlarıyla kendisini bir başka insan kardeşine açabilmesidir. Dertleşmek, paylaşmak, selamlaşmak ve yardımlaşmak; hepsi birer 'ben'den vazgeçiştir.

İnsan her ne yaparsa yapsın eksiktir. Bu durumda sürekli 'ben' diyen bir insanın, eksikliğini ifade ettiğini söyleyebiliriz. Benlik müptelalığı elbette bu çağa özel bir mesele değil. Bizim eski zamanlarda yaşamıyor oluşumuz, şimdiki sıkıntıların eski çağlarda yaşanmadığı anlamına gelmiyor. Bir an evvel geçmiş-gelecek kıyaslamalarını bir kenara bırakıp, şimdiye odaklanmamız gerekiyor. Peki, geçmişte olduğu gibi şimdi de insanın en büyük sınavı nedir? Benlik problemidir. Savaşır gibi yaşamak, daima istemek, muhtacı görmemek, hep daha yukarıları hedeflemek ve aşağıdakilerle muhataplık kurmamak... Tüm bunlar, maneviyat açlığının demeyelim ama maneviyat eksikliğinin göstergesi elbette. Bu tip bir eksikliği gidermek için yola çıkma görevi kişinin kendisindedir. Kah mürşid-i kamillerin eserlerini okumak, kah tasavvuf sohbetlerine kulak vermek, gönül denen hâneyi mamur etmek için önemli eylemlerdir. Neticede her şey gönülde olup bitiyor. "İnsanlıktan amaç, gönül âlemine girip orada yaşayabilmektir" demiş bir gönül eri. Yaşamı bu ölçüye kavuşturmak için gözlerimizi ve kalplerimizi genişletmemiz gerekiyor. Aynı gönül eri, şunları da söylüyor: "Her insan nasibi kadar uyanır ve uyandığı kadar bilgi sahibi olur. Bu durum, büyük pencereden daha fazla ışık girmesine benzer. Pencereyi büyütmeden daha fazla ışık almak mümkün değildir."

Nefsin oyunlarına akıl erdirmek güç. Onun şifrelerini çözmek daha da güç. Vaktiyle bir büyüğüm "kitap okumak aklın sırlarını çözer" demişti. Hele ki okunan kitap, kamil bir zatın elinden çıktıysa. Nefs gibi çetrefilli bir konu üzerine yazılmış bir çok tasavvuf kitabı olduğu gibi günümüzde kişisel gelişimciler ve psikologlar da kendi teçhizatlarıyla bu konuya farklı isimlerle, kavramlarla eğiliyorlar. Oysa nefsi en esaslı açıklayacak ilim, ledün ilmidir, yani tasavvuftur. 

Ömer Fuâdî (ö. 1046/1636) Şâbân-ı Velî Dergâhı’nın üçüncü postnişini Abdülbâki Efendi’ye intisap etmiş, onun vefatının ardından seyrüsülûkünü dergâhın dördüncü postnişini Muhyiddin Efendi’nin yanından tamamlamış, Muhyiddin Efendi’nin vefatının ardından dergâhta postnişin olmuş bir mürşid. Kaynaklarda otuz üç yıla yakın irşad faaliyetlerini sürdürdüğü yazıyor. Ömer Fuâdî, son derece velut bir yazar olmasıyla Halvetî-Şâbânî ekolünü Anadolu coğrafyasına en çok tanıtmış zatlardan. Menâkıb-ı Şeyh Şa‘bân-ı VelîTürbenâme, BülbüliyyeRisâle-i Hâbiyye gibi geniş eserlerinin yanı sıra çoğu risâle hacminde olan manzum ve mensur başka eserleri de bulunuyor. Bunlardan biri, yazımızın konusunu oluşturan Muslihu’n-nefs.

İsmail Hakkı Cambaz'ın hazırladığı, Büyüyenay Yayınları tarafından neşredilen kitabın giriş bölümünde Ömer Fuâdî'nin hayatı, eserleri ve Muslihu’n-nefs nüshaları incelenmiş. Sonrasında hazretin risalesine geçiliyor. Risale dört bölümden oluşuyor. Nefs-i Emmâre, Nefs-i Levvâme, Nefs-i Mülhime ve Nefs-i Mutmainne mertebeleri, özellikle 'yola çıkmış' dervişlerin en iyi anlayacağı biçimde anlatılıyor. Mertebelerin en önemli sıfatlarını kitaptan olduğu gibi alalım ve yolculuğumuzu sürdürelim.

Nefs-i Emmâre'in sıfatları: kibir, hırs, haset, şehvet, buhul (cimrilik), hıkd (kin), gazap, hiddet.
Nefs-i Levvâme'nin sıfatları: İşret (içkili sohbet meclislerinde günaha dalmak), ucb (amelini beğenmek), heves, mekr (hile, aldatma), temenni (boş arzu), levm (çekiştirmek), kahır (derin acı ve üzüntü vermek).
Nefs-i Mülhime'nin sıfatları: İlim, tevâzu (alçak gönüllülük), tahammül (sıkıntılara katlanmak), sehâvet (cömertlik), istikâmet (doğruluk), kanaat (az ile yetinmek), sabır.
Nefs-i Mutmainne'nin sıfatları: Cûd (çokça cömert olmak), gam (hüzünlü olmak), zühd (takva), şükür, tevekkül (Allah'a hakkıyla güvenmek), Hüdâ'ya ibadet ve tezellül (kendini Allah'a karşı küçük görmek).
Nefs-i Râziye'nin sıfatları: Zikir (Allah'ı anmak), ihlas (samimiyet), vera (şüpheli şeylerden kaçınmak), rızâ (her haline rıza göstermek), riyazet (nefsin aşırı hazlarına set çekmek), keramet (olağanüstü durumlar göstermek), vefa (sözünde durmak).
Nefs-i Marziye'nin sıfatları: Zatullâhı (Allah'ın kendisini) görme, terk-i beşeriyyet (beşerin hayvani özelliklerini terk etmek), tahalluk bi ahlâkillâh (Allah'ın güzel ahlâkıyla ahlâklanmak), tefekkür fillah (Allah hakkında derinlemesine düşüncelere dalmak), safa fi nurillâh (Allah'ın nurunda saflaşmak, berraklaşmak), tekarrub ilallâh (Allah'a yakınlaşmak), telattufta ala halkillâh (Allah'ın yarattıklarına lütuf ve nezaket ile davranmak), lika zâtullâh (Allah'ın zâtına kavuşmak, O'nunla bir olmak).

Son nefs mertebesi olan Nefs-i Kâmile, adından da anlaşıldığı gibi son mertebe. Sâlik artık kâmil sıfatını kazanır ve güzel huyları kendinde toplar. Tabiri caizse 'Allah adamı' olur. Kendi içinde bir hayli sırrı olan bu mertebeye dair hazret özellikle bir bölüm ayırmamış. Zira ona göre bir sâlik 'kudsî ruh' mertebesine kavuştuğunda artık nefis ve ruhun, hâlleri ve muktezaları bir olduğu için ortada nefs diye bir şey de kalmaz. Bunun için kudsî ruh denir. Ortaya dökülecek ve açıklanacak bir şey yoktur, yaşayan bilir, arife bir işaret kafidir der hazret.

Ömer Fuâdî, nefsin ve ruhun insan vücudunda 'evlenmiş' olsa da tıpkı karı-koca ilişkisinde olduğu gibi her ikisinin de ihtiyaçlarının ve hasletlerinin farklı olduğunu belirtiyor. Burada okuyucunun dikkatini özellikle şuraya çekmeye çalışıyor: nefs, ednâya (aşağı) ve kesrete (çokluk) meylediyor. Ruh ise âlâya (yüksek) ve vahdete (birlik) meylediyor. Ancak insanın bunu fark edebilmesi için kesinlikle bir mürşide ihtiyacı var. Mürşid, sâlikin istikametini çizerken nefsine karşı vereceği mücadelenin ana hatlarını da belirliyor. Tek başına bir kimse, basiret kuvvetine sahip olmayıp gaflette kaldığı müddetçe nefsindeki yerilmeye layık sıfatların hiçbirini hakikatiyle bilemiyor. Dolayısıyla kötü sıfatlar zuhur ettiğinde, onların fesadı ve şerri kişiye görünmediğinden ne olduğu da anlaşılamıyor. Hem cehalet hem de gaflet birleşince, kişi derin bir hüzün içinde yaşıyor. İşin ürkütücü yanı, bu hüznün kaynağını da bilmiyor. Fuâdî meseleyi şöyle şerh ediyor: "Dünya işlerine meyletmekle Hakk'ın müşahedesinden mahrum olmak ve bu cehl ile cahil, bu gaflet ile gafil olup kalma korkusundan doğan sıfata hüzün ve gam derler. Tâlib-i sâdık ve mürid-i âşık, marifet mertebesinde ve hakikat makamında hâsıl olan dermansız derde vâsıl ve mübtela olmazsa kemal ehli kişilerden hisse alamaz."

Yola çıkmayı göze alan kişinin 'hakiki dert sahibi' olması gerekiyor. Bu dert ki dertlerin en güzeli, herkese nasip olmayanı. "Allah kısmetini halkın önüne koydu. Herkes kendi nasibini aldı, civanmertlerin nasibi hüzün oldu" diyor fütüvvet eri Ebu'l Hasan Harakânî. Civanmert kimdir? Gurur, öfke, kin, kibir, nefret, incitme ve incinme gibi sıfatlardan soyunup; tüm kuvvetini insanlığa hizmete harcayan kimsedir. Nitekim Ömer Fuâdî de bir sâlik için öncelikle mücadele edilmesi gereken sıfatlar arasında bunları zikrediyor: "Kibir ve gurur Hakk'ın huzurundan reddedilmenin kapısıdır. Kibir, gurur, ucûb ve inadı olan derviş, şeytana ait büyüklenme sıfatına sahip olacaktır. Tâlib bu konuda, sahip olduğu murâd ve hüsn-i hâl ile Hakk'ın râzı olduğu hâle gelmelidir."

Nefsle mücadele şüphesiz ki kulun insan olma yolculuğundaki en hassas mücadele. Bu çetin ve sert geçen mücadelede kişinin en büyük yoldaşı, gönül ehli kimselerle yakın olmak. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Mesnevî'sinde şöyle buyuruyor: "İster taş ister mermer kadar sert ol, eğer gönül ehli ile beraber olursan seni mücevhere dönüştürürler."

Ömer Fuâdî bu risalesinde aynı zamanda tevekkülün üzerinde de hassasiyetle duruyor. Sâlikin her makamda, ömrünün sonuna dek tevekkül sahibi ve sabırla dost olması gerektiğini hatırlatıyor. Biz de tevekkül üzerine bir menkıbeyle bitirelim. Belh şehrinden genç bir derviş, hacca gitmeden evvel Bistam'da büyük velî Bâyezîd-i Bistâmî'ye misafir oluyor. Tevekkülün ne demek olduğunu soruyor. "Tevekkül; nimet bulunca yemek, bulamayınca sabretmek" diyor büyük velî. Derviş bu cevabın üzerine "Bizim Belh şehrinin köpekleri de öyle yapıyorlar. Bulunca yiyorlar, bulamayınca bekliyorlar." diyor. Bâyezîd bunun üzerine "Peki ya sizin için tevekkül nedir?" diye sual edince derviş şöyle söylüyor: "Nimet bulursak hemen muhtaçlara dağıtırız. Bulamazsak şükrederiz. Bizde tevekkül böyledir."

Muslihu’n-nefs, nefs mertebelerine ve sıfatlarına dair yazılmış çok kıymetli bir kaynak olarak dervişin baş ucunda durmalı. Başı sıkıştıkça okumalı, yola samimi ve kuvvetli bir mücadeleyle devam etmeli.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

25 Kasım 2020 Çarşamba

Gençlerle baş başa bir muallim tasavvuru

Öğretmenlik mesleğinin kutsiyetine dair pek çok söz söylenmiş olup peygamber mesleği olduğu özellikle vurgulanmıştır. Dilimizde; müderris, muallim, belletici, belletmen, öğretici, rehber, hoca, üstad vb. sözcükler de öğretmenle eş veya yakın anlama gelebilecek şekilde kullanılmıştır. Yazının başlığında muallim sözcüğünü bile isteye kullandığımı belirtmek isterim zira bu sözcüklerin her biri aynı veya yakın anlamları ihtiva etseler de tanımlarında çıkış noktası itibariyle belli farklılıklar gösterirler. 

Muallim; köken itibariyle “ilm” sözcüğünden gelmekte olup ilim sahibi olmayı ve ilmiyle amel ederek ilmini aktarmayı da anlamı içinde barındıran ve yukarıda zikredilen diğer sözcüklerden bu itibarla ayrılan bir sözcüktür. Sözcükler, kavramların elbisesidir lakin insan davranışlarının dahi üzerindeki elbiseden etkilendiğini biliyoruz. Öğretmen, öğretici ya da belletmen sözcükleri mevcut bilginin öğretilmesinde bir çeşit rehberlik anlamlarını çağrıştırırken muallim; ilim sahibi, ilimle amel eden ve ilmin bizatihi kendisini öğreten demektir. Bu nedenle okullarımızda öğretmenlikten öte muallimlik yapacak nitelikte ve özveride insanlara ihtiyacımız vardır. Mehmet Akif Ersoy, Nurettin Topçu, Necip Fazıl Kısakürek, Sezai Karakoç, İsmet Özel gibi isimlerin yazıları ve konuşmalarıyla toplumun fikir ve eylemlerinde gerçekleştirdikleri değişim Türk milletinin özlemini duyduğu muallimin de niteliklerini anlamamıza yardımcı olabilir.

Dilimize nerden ve nasıl girdiğini bilmediğim, öğretmen ve hocalarımızı ciddi anlamda rencide eden bir söz var: “Hocanın dediğini yap, gittiği yoldan gitme!” işte bu söz, neden özellikle muallim sözcüğü üzerinde durduğumu da açıklıyor. Günümüzün hoca tasavvuru, bu sözde ortaya konuyor. Hoca, doğruyu söyler ama kendisi yanlış yapar. Ancak öğrenme psikolojisiyle ilgili araştırmalar, gözlem yoluyla öğrenmenin çok daha kolay ve kalıcı olduğunu gösteriyor. Buradan hareketle şu sonuca varabiliyoruz: Bilgiyi üretenler ve bilgiyi aktaranlar birbirinden ayrılmış ve özellikle bilginin aktarıcısı konumunda olan öğretmenlere aktardıkları bilginin tafsilatına dair düşünme rolü verilmemiştir. Öğretmen, kanunlarla belirlenmiş bir alanda belirli kurallar eşliğinde bir müfredatın takipçisi olmaya zorlanmıştır. Zaman zaman bu sınırların dışına çıkmaya çalışan öğretmenlerse cezai işlemlerle terbiye edilmiş ya da görevden el çektirilmiştir.

İlim yolunda ölenleri şehitlikle şereflendiren, ilim tahsil edenlere her türlü maddi kolaylığı tavsiye eden, âlimlere sohbet meclislerinde başköşeyi layık gören, Çin’de dahi olsa ilmin alınıp getirilmesini öğütleyen İslam dinince günümüz öğretmen profilinin izahı oldukça zordur. Okullarımızda; iki zil arasına sıkıştırılmış, müfredatlarla belirginleşmiş ve yönetmeliklerle keskinleşmiş faaliyetlerin ilim olduğunu iddia edenlerin öncelikle mezun edilen öğrencilerin genel görüntüsüne bakmaları gerekir ki durumun vahameti ortadadır.

Peygamber mesleği olarak görülen öğretmenliğin toplum nazarında hak ettiği konuma kavuşması için peygamber efendimizin (sav) öğretme metodunu yeniden konuşmak ve öğretmenlerimize böylesi bir görev yüklemek gerekmektedir. Peygamber efendimiz (sav) söz ile öğrettiği her şeyi daha öncesinde ve sonrasında hal ile de göstermek suretiyle öğretimin hayata yayılan bir süreç olduğunu da göstermiştir. Kendisine soru soran kişinin ilmî seviyesine uygun cevaplar vererek ve açıklayıcı örneklerle pekiştirerek öğrenmeyi kalıcı hale getirmiştir. Meclisinde toplumun her kesiminden insana yer vermiş, toplumsal statüye göre herhangi bir öncelik belirlememiştir. Bu öğretme faaliyetlerinde kendisine Allah’ın yardımını ulaştıran Cebrail’i (as) zikretmekten geri durmamıştır. Kendisine Allah’ın öğretmediği hiçbir şeyi “ilim”dir diye öğretmemiştir. Ümmetinin kutlu öğretmeni olmasına rağmen öncelikle öğrettiklerini kendi hayatında tatbik etmiş ve ümmetine rol model olmuştur. Sınırları belli bir okul tasavvurundan uzak durmuş, sohbet yoluyla irşad yolunu seçmiştir. “Benim ashabım gökteki yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız hidayete erersiniz.” anlamındaki hadisinde öğretme metodunun sürekliliğine ve halka halka yayılacak olan etkisine işaret eder. Ayrıca bu hadisin bir başka ifadesi de; kutlu bir hocanın öğrencisi olmak bir öğretmen için geçerli bir referanstır. Cumhuriyet tarihimize kısa bir göz attığımızda Nurettin Topçu’da Mehmet Akif etkisini, Sezai Karakoç’ta Necip Fazıl etkisini, Nuri Pakdil’de ise Sezai Karakoç etkisini görememek ancak art niyetle izah edilebilir. Bu isimler kendi sözlerine bir önceki kuşağın öncü ismini ve daha önceki kuşakların öncü isimlerini referans almakla birlikte kendi sesini bulabilmiş isimlerdir.

Bu ilim halkalarından biri de Ali Fuad Başgil’dir. Gençlerle Baş Başa adlı kitabı, gençlere yönelik sohbetlerinden oluşmakla birlikte bize ideal öğretmen ve ideal okulun nasıl olması gerektiğine dair önemli detaylar veriyor. Kitabın “Başlamadan Önce” başlıklı bölümünde Fransa’da öğrencilik yıllarına dair bir anısına yer veriyor. Mösyö Girard isminde bir papazın sohbetlerinde ufkunu açacak pek çok kitapla tanıştığını, hayatı ve insanları anlamaya dair yeni ve kuşatıcı bakış açıları geliştirdiğini söylüyor. Bu Hıristiyan papazın sohbetleri bize eğitimde üslubun önemini hatırlatıyor. Ancak bizim dinimiz bu üslubun çok daha kuvvetli bir örneğini doğrudan peygamber efendimizde (sav) sunuyor zaten. Onun sohbet halkası bizim eğitim sistemimizin merkezinde yer alması gerekirken eğitim hayatımızda neredeyse kendine hiç yer bulamıyor. Tasavvufta da sohbet halkası önemlidir. Mürşit, müritlerini sohbet yoluyla eğitmiş ve her müride fıtratınca vazifeler vererek öğrenmelerini pekiştirmiştir.

Öğrenme; en kısa biçimiyle, davranış değişikliği olarak tanımlanır. Bu da şüphesiz zaman alır. Bu nedenle sabır isteyen bir iştir. Başgil, “Zira ilmin kaynağı zekâ, amelinki ise iradedir. İrade terbiyesi hakkıyla mahsul verebilmek için, ona erken başlamak lazımdır.”. Amele dönüşmeyen ilim, yüktür. İlmiyle amel etmeyenler, yüce Kuran’ın tabiriyle “kitap yüklü eşekler”dir. Öğrenmenin temel amacı, düşünce dünyamızda, ahlakî tavrımızda, gündelik yaşantımızda olumlu bir davranış değişikliği oluşturmak olmalıdır.

Başgil, ideal mektebi şu şekilde tasvir ediyor: “Gönül ister ki, mekteplerimiz, ilkinden yüksek tahsilin sonuna kadar, derece derece gençlere öğrenme ve yetişme yolunda emniyetle yürümenin usulünü öğretsin; çalışıp muvaffak olmanın sırrını göstersin. Mektep bilgi imal eden (üreten) bir fabrika halinde çalışmasın ve gençlerin yalnız zekâları üzerinde kalmasın, iradeleri üzerinde de dursun ve onların ruhî terbiyelerini de yapsın, çünkü insanın kıymet ve kuvveti, bilginin genişliğinde olmaktan çok, benliğine sahip ve iradesine hâkim olabilmesinde; iyi huylarında ve ruhî terbiyesindedir. İrade ve ruh terbiyesi ise ayrı bir iştir. Bu, ders ve kitap okuyup ezberlemekle elde edilmez. Bununla beraber, herkes biliyor ki, haddini aşkın sınıf mevcudu ile dolup taşan mekteplerimizin hiç meşgul olmadığı işlerden biri budur.” Bu tanımı ideal öğretmen için de geçerli sayabiliriz. Günümüzde sınavlara göre ayarlanmış bir eğitim sisteminin varlığı yadsınamaz. Öncelikle sınav odaklı düşünmekten vazgeçmeli ve performans ölçümlerini davranış değişikliklerinde aramalıyız.

Başgil, eğitimi bir muvaffakiyet süreci olarak tanımlıyor ve muvaffakiyet yolunda gençlerin karşılaşabileceği zorlukları ve bu zorluklara karşı nasıl mücadele edebileceklerini de ortaya koyuyor. Tembellik, kötü arkadaş ve kötü örnekleri gençlerin en önemli düşmanları olarak gösteriyor Bu düşmanlara karşı en güçlü savunmanın irade olduğunu söyleyen Başgil; “Saadet define gibi bir tesadüf kazması darbesiyle bulunuveren bir nimet değildir. O ne şanstır, ne mirastır, ne piyangodur, ne mevki ve servettir. Saadet, cehd ile ve irademiz kuvvetiyle zapt edebileceğimiz bir kaledir.” diyerek başarıya giden yolun azim ve kararlılıktan geçtiğini vurguluyor. Peygamber Efendimiz, “İbadetlerin en makbulü, az da olsa sürekli olanıdır.” buyuruyor. Başgil, “Gayret, her gün biraz daha ilerleyiş. İradenin insan için yüksek kulak asmıyor ve bunun cehtle elde edilemeyeceğine mi inanıyorsunuz?” diyerek bu hadisin ehemmiyetini hatırlatıyor.

Öğrenmede önemli bir hususta özdeşleşmedir. İnsan kendisiyle aynı acıları çekmiş olan, aynı hayal kırıklıklarını yaşamış olan, aynı hissiyatı taşıyan kişilerden daha kolay öğrenir. Nasrettin Hoca’nın fıkrasında olduğu gibi “Eşekten düşenin halinden ancak eşekten düşen anlar.” Başgil, gençlere seslenirken “Ben sadece senin geçtiğin yoldan geçmiş, duyduğun boşluğu duymuş ve çektiğin ıstırabı çekmiş bir hocayım.” derken bir yandan bu özdeşleşmeyi işaret ediyor bir yandan da ilminin kendini kibre sevk etmesine izin vermemiş oluyor.

Öğrenme sürecimizin önemli bir parçası da ölçme değerlendirmedir. Sayısal dersleri için öngörülen ölçme değerlendirme yöntemlerinin sözel dersler için uygun olmayacağını hepimiz kabul ederiz. Hatta resim, müzik ve beden eğitimi gibi derslerin ölçme değerlendirme ölçütlerinin çok daha ayrı olması gerekir. Biraz daha ileri gidip şunu söyleyebiliriz. Edebiyat da dâhil olmak üzere resim, müzik, beden eğitimi derslerinin notla değerlendirilmesi yanlıştır. Bu dersler severek ve içten gelerek öğrenilebilecek dersler olup gençlerin manevi gelişimlerini sağlamakta birer araç olarak görülmelidir. Başgil de özellikle müzik ve sporun bu şekilde görülmesi gerektiğini vurguluyor.

Öğrenme sürecinin bir diğer ayağı da ailedir. Aileyi devre dışı bırakarak sağlıklı bir öğrenme süreci inşa edilemez. Başgil de eğitimin ailede başladığını ve okul sürecinin de aileyle birlikte planlanması gerektiğini vurguluyor. Öğrenciler okulda ve evde farklı gerçekliklerle karşılaştıklarında öğrenme süreci sekteye uğruyor ve gündelik yaşamda hangi gerçeklik daha fazla karşılık buluyorsa onu kendine referans alıyor. Bu durum da çocuğu çıkarcı bir karaktere büründürüyor.

Başgil, eğitim faaliyetlerinin temelinde Allah rızasının bulunması gerektiğini de şu sözlerle ifade ediyor: “Allah duygusundan ve sevgisinden uzak bir terbiye yalnız fayda ve menfaat düşüncesine dayanır. Fakat din terbiyesi hasbi ve ulvidir. Bu terbiye insanı yükseltir, iyiliği ve adaleti, hiçbir menfaat düşüncesine saplanmadan sevdirir.” Bu hassasiyeti taşıyan kaç öğretmenimiz kaldı günümüzde kim bilir? Öğretmenliği kırk dakikalık bir mesai olarak gören, ek ders ve maaş zammı hesaplamaktan öteye geçmeyen ya da geçemeyen bir öğretmen tipi var karşımızda.

Her yıl 24 Kasım’da kutladığımız Öğretmenler Günü'nün daha da anlamlı hale gelmesi için öncelikle öğretmenliği yeniden tanımlamalı ve öğretmenin toplum nazarındaki esas yerini yeniden tesis etmeliyiz. Şuurlu bir nesil için şuurlu bir muallim ve şuurlu bir ilim faaliyeti tesis etmeliyiz. Yunus’un çağlar öncesinden gelen nidasına kulak vererek okumayı ve öğrenmeyi “Hakk’ı bilmek” üzere yeniden tanımlamalıyız.

Erhan Çamurcu
twitter.com/erhancmrc

Hasta değil yolcu, varmak isteyen değil yaşayan

Narrative Terapi etik bir psikiyatri duruşudur. Post yapısalcı terapilerin en yaygın uygulama alanı olarak çalışmaktadır. Bu etik duruş, konuşur, suçlamaz, algılıdır, saygılıdır. Konuştuğu ve saygı ön koşullu yerlerde oluşan yolaklardan, haritalar çizer. Yola koyar. Yolda algılar.

Michael White ve David Epston tarafından; kişinin kendi hayatını değil uzmanın kişinin hayatını daha çok bilebileceği iddiasının komikliğine; patolojikleştirilmiş ruh biçimlemesine; problemle özdeş, iç içe geçmiş ve probleme karşı yetersiz olduğuna inandırılan insanlar yaratılmasına tepki olarak doğmuştur. “İnsanın taşıdığı birikim” gerçeğiyle, travma sağaltımından yoksulluğa veya aile terapisine kadar her durumu içselleştirebilmiştir.

Narrative Terapiye göre, insansa sorunun kaynağı, dışarıdaki değil içerideki kabullerde veya retlerdendir arıza. Dışarıdaki değil içerideki insan çözecektir. Cazibe noktası bu mütevazı empatide gizlidir.

Ülkemizde bu alandaki teori ve terapilerdeki eksiği gediği göz önüne alınca elini taşın altına koymaya çekinmeyen, Türkçe eser bulunmayan alanlara hizmet etmeye gayret gösteren Ketebe tarafından basılan ve yine boşluk dolduran bu kitap, Mehmet Dinç ve Eren Murat Dinçer tarafından bu çizgide hazırlanmıştır. Kitap, Narrative Terapi Uygulamaları, "Türkiye’de Yürütülen Bireysel ve Sosyal Çalışmalar” adı altında: örnekler üzerinden Narrative Terapinin temel bakış açıları ve uygulamaları hakkında bilgi edinmek, kavram birliği oluşturmak, Narrative Terapinin bize adaptasyonu konusundaki örnekleri belgelemek, ülkemizin ilk kuşak Narrative Terapistleri ile yeni kuşak arasında köprü kurmak, alışveriş sağlamak şeklinde birkaç temel misyon üstlenmiş görülmektedir. Bu misyon çerçevesinde kişiye olan saygı ve şahsiyet alanını çerçeveler değil; bu alanın çerçevelerini siler demek, asıl dert edindiğine lisan olacaktır Narrative Terapistlerin ve post-modern bir yenilenme alanının. Çünkü insan, değerlidir; insan, prototip değil, çoklu bir mekanizmadır. İnsan, anlam üreticidir. Anlamlar etkilidir nefes alma biçimlerinde… Çerçeveler yoktur. Resimler elastik ve şeffaf tablolara yerleştirilir. Uzam içeriz. Zaman büker. Çerçeveler insanın değil sadece öyküsünündür. Ancak böyle olduğunda bu öyküler tek katlı değil çok ve meçhul katta hayatların hikâyeleri olarak algılanabilir.

Her ne kadar bir bağlam içerisinde gerçekleşse de “her hikaye bir sınırsız evrenden düşer” gerçeği mihenktir. Tek sorun bazı hikâyelerin var olmak için diğerlerinden fazla değer ve yer istemesi olabilir ki tek yapılması gereken hepsinin birer hikâye olduğunu fark ettirmektir. Değersizleştirmek değil sıradanlaştırmak normalleştirmek ile çözümlenebilir… Böyle bir özetle ifade edilebilir Narrative Terapi. Kişinin sorunun merkezine aldığı, hikâyedeki olaylar, ardışık bağlantı, zaman ve taslak olarak yerleştirilen örgünün içinde, aynı zaman dilimindeki birçok hikâye gösterilebilir ve birçok kişiden ayrı ayrı tanımlanırsa travmatik bakış silikleşir, silikleşir ve kaybolur.

Sorunun terapiden istediği de budur aslında. Hafıza kaybına uğramak veya azarlanmak değil; taşıyabilme gücü ve taşınabilme hafifliği… Kitap bu tasarımı somutlaştırmakta yerli ve yerinde örnek vakalardan yola çıkarak, hem konuyu daha anlaşılır kılmış alan dışı okuyucu için hem de uygulamadaki karşılığını vermiştir. Mesela: “Kaygın seni hayatında tercih ettiğin, olmasını istediğin ne gibi değerlerden alıkoyuyor, bulmak ister misin?”, “kaygın uğruna yaşamaktan vazgeçtiklerinle neler kaçırıyor olabildiğini sıralayalım mı bugün?”, “küçükken kim sana hikâye anlatırdı, hangilerini severdin ve hayatını şekillendirirdi. İyi insanların kazandığına inancın buradan gelişmedi mi mesela? Yine anlatsak beraber ve senin aynana doğru, bu anlattığımız hikâyenin sana yardım etmesine izin verebilir misin?”, “anlatmak istediklerini ‘neyse’ gibi kelimeler ile erteliyorsun, ertelenebilir pekâlâ, fakat bu ertelemeyi sana sağlayan duyguya bir isim koyabilir misin bana..?

Hülasa, sıcak bir giriştir hayata Narrative Terapi. Hem kendi hayatının dışına çıkma şansı vererek terapisti de düzenler, her soruyu kendisine de sordurarak biçimini yeniler; hem terapinin insan üzerindeki değer algısı artık “hasta” değildir. Belki sorunlu ama geçici bir hikâyede yol alan yolcudur. Yolu göstermek kâfidir ve herkes gibi onun da varamayacağını, varmaktan vazgeçtiği zaman yoldan aldığı keyfin adının “yaşam” olacağını…

Mavi Çınar
instagram.com/psikologmavicinar

23 Kasım 2020 Pazartesi

Kendi mağarasında iki yaşam ve iki ölüm

Nitelikli okurluk, yalnızca metinleri eleştiri süzgecinden geçirerek okumak değil; farklı kültür, farklı dil ve tarihlerde yazılan metinleri motif, karakter, konu bağlamında karşı karşıya getirerek iki yapıt arasındaki benzerlik ve farklılıkları ortaya koymak, böylelikle metin odaklı bir yaklaşımla okuma deneyimini katmanlı hale getirmektir. Üstelik pek çoklarına göre komparatistik inceleme, ortak edebiyata mensup yapıtlarla, hatta aynı yazara ve şaire ait iki farklı yapıtla dahi yapılabilmektedir. Burada esas olan metinlerde benzerlik ve farklılık bağlamında ortaya konabilecek dikkate değer şeylerin varlığıdır.

Bu çalışmada, Natüralizm’in kurucusu ve Fransız edebiyatının önemli isimlerinden kabul edilen Emile Zola’nın Nasıl Ölünür isimli yapıtının ilk öyküsüyle, Rus gerçekçi edebiyatının en önemli yazarlarından olan Tolstoy’un İvan İlyiç’in Ölümü adlı eseri komparatistik edebiyat çerçevesince motif ve konu ağırlıklı olarak incelenecektir. Farklı kültürlerden seçilen bu iki yapıtın üzerinde durduğu konu ve konunun işlenişindeki benzerlik dikkat çekicidir. Fransız romancı Zola’nın beş kısa öyküsünün yer aldığı Nasıl Ölünür isimli yapıt, ölüm teması etrafında birleşen isimsiz beş kısa öyküden oluşur. Öykülerin isimlendirilmemesi, neticede hepsinin tek bir hikâyeye karşılık gelmesi dolayısıyladır. Karakterler sırayla aristokrat, burjuva, esnaf, köylü ve işçi ailelerinden seçilmiştir. Toplumun en üstten en aşağıya, hemen her tabakasının yansıtıldığı öykülerde Zola, hayatta sağlanamayan maddi ve manevi eşitsizliğin ölümle birlikte sağlanıp sağlanamayacağını sorgular.

Çalışmanın sınırları belirlemek ve her iki yapıttaki ortak yanlara dikkat çekmek gayesiyle Zola’nın ilk öyküsündeki Vertueil karakterleriyle, İvan İlyiç’in zorlu ve bir o kadar da ürkütücü hayatı arasındaki benzerlikler ve farklılıklar ele alınacaktır.

1) Kont Vertueil’in ve İvan İlyiç’in Aile Yaşamları

Hayatını nasıl istediyse öyle yaşamış olan Kont Vertueil, büyük bir servete sahiptir. Fransa’nın ünlü ailelerinden birine mensup olan Kont, dergilerde makaleler yazarak, tarım, hayvancılık ve güzel sanatlarla uğraşarak elli beş yıllık ömrünü rahatı bozulmadan geçirmiştir. Kontesle evlilikleri, sıradan, sessiz sedasız yürütülen bir birlikteliktir. Evliliklerinde ilk günden beri var olan kopukluk, Vertueil’in amansız hastalığı baş gösterdiğinde de devam eder. Vertueil, acılar içinde kıvranırken yalnızdır. Kontes, bu hastalığın karşısında arada bir yapılan oda ziyaretlerinin ötesine gitmez. Yaşamında hiçbir değişiklik yapmaz; yer, içer, gezer ve canı istediğinde eğlenmeye devam eder:

Birbirlerini anlıyorlardı, ayrı ayrı yaşamışlardı ve ayrı ayrı ölmek istiyorlardı. Kont bencilliğin buruk hazzını yaşıyor, ölüm döşeğinde etrafında o sıkıcı keder komedilerini yaşamadan tek başına göçüp gitmek istiyordu. Son anda baş başa kalmanın nahoşluğunu hem kendisi hem de kontes için mümkün olduğunca kısaltıyordu. Kimseyi rahatsız etmek, tiksindirmek istemeyen yüksek çevreden bir adam olarak son arzusu uygun biçimde göçüp gitmekti.” İvan İlyiç, tıpkı babası gibi devletin çeşitli kademelerinde memur olarak çalışmıştır. Görevinde günden güne yükselişi ve elinde başkalarına karşı dilediğinde kullanabileceği bir gücün bulunması ona gizliden gizliye haz verir. O, bu gücü kullanabilecekken kullanmadığını ve ondan alt kademedeki insanlara, onlarla eşitmiş gibi davrandığını her fırsatta hissettirir. İlyiç kırk beş yıllık ömrünü, daima yüksek mevkidekilerin onayını alarak ve gözünü oraya dikerek geçirir. Pencerenin koluna böğrünü çarpmasıyla başlayan hastalığı, İlyiç’i geceler boyunca inletecek raddeye ulaşıncaya dek sürer. Karısı, tıpkı Kontes Mathilde gibi, hastalık karşısında kayıtsız ve yapmacık tavırlar içerisindedir. Arada bir yaptığı oda ziyaretleri ve ilaçların alınması yönündeki soğuk ikazların dışında herhangi bir ilgi ve özen göstermez. İlyiç, ölüm ve hastalık karşısında başkalarının duyduğu kayıtsızlığı, yanında olup ona acıyacak kimsenin olmadığı gerçeğinin içinde acı ve dehşetle kalır. Tıpkı bir zamanlar mahkemede başkalarına karşı gösterdiği kayıtsızlık, bu kez onun başındadır.

Kont Vertueil ve İvan İlyiç’in aile yaşamları pek çok bakımdan benzerlik göstermektedir. Hastalığın başlamasının ardından yaşananlar ve eşlerin tüm bunlara kayıtsız kalış trajedisi, bu benzerliği arttırmaktadır. Her iki evlilik de kâğıt üzerinde kalan, sevgi çemberinden uzak evliliklerdir. Ölüm ve acı bile onları birleştirmez, dahası giderek uzaklaştırır.

Çocuk bir ailede birleştirici unsurken, diğerinde ayırıcı ve uzaklaştırıcıdır. Kont ve Kontes’in evliliklerini bir arada tutan, birlikteliklerinde herhangi bir pürüz yokmuş gibi yaşamalarını sağlayan birleştirici unsur çocuklarıdır. Ancak İvan İlyiç ve Praskovya Fydorovna’nın evliliklerinde çocuk, itici güçtür. Karısının gebeliğine kadar evliliklerinde her şey normal seyrinde ilerlerken çocukla birlikte değişen hayat İlyiç’e ağır gelir. Karısı aşırı ilgi arayışında ve kaprislidir, üstelik çocukların doğumuyla birlikte ondan beklenilen sorumluluk artmıştır. Tüm bunlar, onun evlilikten ve evden uzaklaşmasına yol açar. Romanın bu kısmı çok önemlidir. Çünkü bu aşamadan sonra, İlyiç’in kendini korumak için inşa ettiği dünya ve bu dünyanın onu nasıl birine dönüştürdüğü anlatılacaktır. Yazar, ailenin dışında inşa edilen dünyayı ve İlyiç’in bunu nasıl yaptığını anlatarak başlar. Bu dünya, toplumsal çevrenin onaylayacağı ve karısının saygı duyacağı bir dünya olmalıdır. Böylece ağırlık merkezini işine ve resmî görevlerine doğru kaydırır İvan İlyiç. Meşguliyeti bir anestezi olarak kullanır.

Sorumluluklardan, tartışmalardan ve gereksiz konuşmalardan kendini kurtarmak için hayatı boyunca bir şeylerle meşgul olur. İş, taşındıkları evin dekorasyonu, eğlence ve oyunlar ailenin tüm zamanını kaplar. Meşguliyetin bittiği anda sesler yükselir. Bu seslerin önüne geçmek için ailesiyle birlikte olmaktan kaçınır ve kendi realitesinin içinde yaşamaya devam eder. Ailesiyle birlikte olması gerektiği zaruri anlarda bile bir yabancının yanlarında olmasını sağlar. Böylece yazar, hayata ve ailesine karşı gün geçtikçe yabancılaşan bir portreyle okuru karşı karşıya getirir.

Yaban bir hayat süren Kont Vertueil ve İlyiç’in ölümü, bir yabancının ölümü kadar etkiler çevresindekileri.

2) Kont Vertueil’in ve İvan İlyiç’in Ölüme Bakışı

Olayların işlenişi farklı olsa da her iki yazar da kurguya birdenbire başlar. Ancak bu birdenbirelik, birbirini takip eden olaylar zinciri yerine tek bir olay etrafında çerçevelenir ve okur yalnızca bir noktaya odaklanır: Ölüm.

Karı koca muhaberesini andıran Sophia Tolstoy’un günlüklerinden de bilindiği gibi, Tolstoy eserleri üzerinde titizlikle durur ve bir eserin yazımının tam manasıyla bitebilmesi uzun yıllar alır. Hayatını daktilo kadın olarak sürdüren ve aynı eserin belki on kez transkripsiyonunu yapan Sophia Tolstoy, bu titizlik karşısında isyan eder. Bu isyanla nemalanan roman, başlangıçtan sona bir nakkaş edasıyla ustalıkla kurgulanmıştır. İvan İlyiç’in ölümüyle başlayan olaylar, onun ölüme kadar ki hayatının anlatılmasıyla devam eder. Odak nokta ölümdür ve anlatılan her şey bu olguya bağlı olarak anlatılmıştır. Bu yüzden romanda birbirinden farklı olaylar zinciri görmeyiz, anlatılan şey İvan İlyiç’in yaşamı ve ölümüdür. İlyiç hayatını, yüksek mevki sahibi kişilerin gözleriyle inşa etmiştir. Onlar bir hadiseye nasıl bakarlarsa öyle bakmış, davranışları onlar tarafından nasıl kabul görecekse o şekilde yaşamıştır. Kendinden nefret etmesine sebebiyet veren bazı davranışlarının, üst sınıfa mensup kişilerce hiç de kötü bulunmadıklarını görmesi, o davranışı yapması için her zaman kâfi bir sebep olmuştur. Böyle geçen bir hayatın sonundaki amansız hastalık, yaşadığı her şeyin sorgulatır İlyiç’e, “Ya gerçekten de yaşamam gerektiği gibi yaşamadıysam, bilinçli seçtiğim yaşamım yanlışsa?

İşte bu düşünce, hayatının son anlarını elim bir şekilde geçirmesine sebep olur İlyiç’in. Yaşadığı hayatı kabullenemediği gibi ölümü de kabullenemez. “Yaşamak istiyorum, yaşamak istiyorum,” diye inler hasta yatağında. Roman boyunca İlyiç’in ölümü kabullenmemesi, ölümün yalnızca bir başkasının başına gelebilecek bir olguyla eşleştirilmesiyle ilişkilidir. Ölüm onun gibi bir varlığın başına gelemez, düşüncesi realitenin önüne kalın bir duvar örer ve bu duvar ancak ölüm anında yıkılır.

Tüm bunlara rağmen İlyiç’i günden güne tüketen şey yaşadığı yanlış hayat ve her gün mesafesini daraltan ölüm değil, duyduğu acı karşısındaki yalnızlığıdır. Durumu kötüdür ancak bu ne ailesi ne de bir başkasının umurundadır. Tolstoy, bu kişisel yenilgi ve yenilginin karşısındaki toplumsal tavrı ustalıkla kurgular.

Soylu bir aileden gelen Kont Vertueil, İlyiç’in tersine ölümü derin bir teslimiyetle kabul eder. İlyiç, hasta yatağında tek kalmak istemeyip hizmetlilerini yanında tutarken Vertueil bütün gününü gözlerini kapatarak yalnız geçirmeyi yeğler. Burada, toplumsal konum ve ekonomik durumların insanların ölümlerini nasıl şekillendirdiği de görülmektedir. İlyiç, yaşamı boyunca gözlerini diktiği yüksek çevreden biri olan Vertueil gibi soylu bir şekilde ölmeyi arzu edeceği halde buna muvaffak olamamış, ölümü kabullenememiştir.

3) Ailenin ve Toplumsal Çevrenin Ölüme Bakışı

Kont Vertueil ve İvan İlyiç’in statüleri her ne kadar birbirinden farklı gözükse de içinde bulundukları toplumsal çevrenin ölüm karşısındaki tavırları aynıdır.

İvan İlyiç’in ölüm haberi arkadaşlarına ulaştığında; bazılarının içinden memuriyette yükselme ve onun yerine geçme düşüncesi geçerken bazılarının içinden, ölenin kendisi değil o, olduğu duygusu geçer. Tıpkı bir zamanlar İlyiç’in içinden geçtiği gibi. Ölüm karşısındaki bu kayıtsızlık yalnızca uzak çevrede değil, ailede içinde de vardır. Nitekim Praskovya Fydorovna, cenaze törenindeyken alacağı dul maaşının dışında devletten bir şey koparıp koparamayacağını soruşturur.

Umursamazlığın dozu, Kont Vertueil’in ölümünde biraz daha artar. Karısı çeşitli bahaneler ileri sürerek cenaze törenine katılmaz. Cenaze törenine katılan tanıdıklar ise hüznün kırıntısının bulunmadığı malayani konuşmalar yapar.

Her iki yapıtta da cenaze esnasında konuşulan gereksiz konuşmalar ve insanların umursamaz tavırlarıyla derin bir, ölüm/yas sorgulaması yapılır. Ölümün, farklı toplumsal çevrelerde nasıl karşılandığı kıyaslanır. Ölümün dikkat çekiciliğini yitirdiği toplum kıyasıya eleştirilir.

Merkez karakterin ölümleri karşısındaki kayıtsızlık, nesneyle sembolleştirilmiştir: Kül ve kaşık. Nesne, mesajı ve kayıtsızlığı en net ifade ediş biçimidir. Kont Vertueil’in cansız bedeni başında bekleyen hizmetlinin, masanın üzerinde duran kaşığı fark edip odanın düzenini bozduğu düşüncesiyle acelece cebine atması, gelişigüzel oluşturulmuş bir detay değildir. İvan İlyiç’in cenaze töreni esnasında gözü yaşlı oturan Praskovya Fydorovna, karşısındakinin içmekte olduğu sigaranın külünün masaya düşeceğini fark edip hemen kül tablası yetiştirmesi de tesadüfen seçilmemiştir. Tüm bunlar ölüme ve ölene karşı vurdumduymazlığın, ölenin değersiz nesneler kadar bile dikkat çekmediğinin kül ve kaşıkla imgeleştirilmesidir. Toplumun hangi tabakasında olursa olsun ölüm karşısındaki ikiyüzlülük evrenseldir. Kont ve İlyiç, hiç yaşamamışlar gibi ölür ve öldükleri an unutulurlar.

Feyza Kartopu
twitter.com/feyzakartopu