25 Kasım 2020 Çarşamba

Gençlerle baş başa bir muallim tasavvuru

Öğretmenlik mesleğinin kutsiyetine dair pek çok söz söylenmiş olup peygamber mesleği olduğu özellikle vurgulanmıştır. Dilimizde; müderris, muallim, belletici, belletmen, öğretici, rehber, hoca, üstad vb. sözcükler de öğretmenle eş veya yakın anlama gelebilecek şekilde kullanılmıştır. Yazının başlığında muallim sözcüğünü bile isteye kullandığımı belirtmek isterim zira bu sözcüklerin her biri aynı veya yakın anlamları ihtiva etseler de tanımlarında çıkış noktası itibariyle belli farklılıklar gösterirler. 

Muallim; köken itibariyle “ilm” sözcüğünden gelmekte olup ilim sahibi olmayı ve ilmiyle amel ederek ilmini aktarmayı da anlamı içinde barındıran ve yukarıda zikredilen diğer sözcüklerden bu itibarla ayrılan bir sözcüktür. Sözcükler, kavramların elbisesidir lakin insan davranışlarının dahi üzerindeki elbiseden etkilendiğini biliyoruz. Öğretmen, öğretici ya da belletmen sözcükleri mevcut bilginin öğretilmesinde bir çeşit rehberlik anlamlarını çağrıştırırken muallim; ilim sahibi, ilimle amel eden ve ilmin bizatihi kendisini öğreten demektir. Bu nedenle okullarımızda öğretmenlikten öte muallimlik yapacak nitelikte ve özveride insanlara ihtiyacımız vardır. Mehmet Akif Ersoy, Nurettin Topçu, Necip Fazıl Kısakürek, Sezai Karakoç, İsmet Özel gibi isimlerin yazıları ve konuşmalarıyla toplumun fikir ve eylemlerinde gerçekleştirdikleri değişim Türk milletinin özlemini duyduğu muallimin de niteliklerini anlamamıza yardımcı olabilir.

Dilimize nerden ve nasıl girdiğini bilmediğim, öğretmen ve hocalarımızı ciddi anlamda rencide eden bir söz var: “Hocanın dediğini yap, gittiği yoldan gitme!” işte bu söz, neden özellikle muallim sözcüğü üzerinde durduğumu da açıklıyor. Günümüzün hoca tasavvuru, bu sözde ortaya konuyor. Hoca, doğruyu söyler ama kendisi yanlış yapar. Ancak öğrenme psikolojisiyle ilgili araştırmalar, gözlem yoluyla öğrenmenin çok daha kolay ve kalıcı olduğunu gösteriyor. Buradan hareketle şu sonuca varabiliyoruz: Bilgiyi üretenler ve bilgiyi aktaranlar birbirinden ayrılmış ve özellikle bilginin aktarıcısı konumunda olan öğretmenlere aktardıkları bilginin tafsilatına dair düşünme rolü verilmemiştir. Öğretmen, kanunlarla belirlenmiş bir alanda belirli kurallar eşliğinde bir müfredatın takipçisi olmaya zorlanmıştır. Zaman zaman bu sınırların dışına çıkmaya çalışan öğretmenlerse cezai işlemlerle terbiye edilmiş ya da görevden el çektirilmiştir.

İlim yolunda ölenleri şehitlikle şereflendiren, ilim tahsil edenlere her türlü maddi kolaylığı tavsiye eden, âlimlere sohbet meclislerinde başköşeyi layık gören, Çin’de dahi olsa ilmin alınıp getirilmesini öğütleyen İslam dinince günümüz öğretmen profilinin izahı oldukça zordur. Okullarımızda; iki zil arasına sıkıştırılmış, müfredatlarla belirginleşmiş ve yönetmeliklerle keskinleşmiş faaliyetlerin ilim olduğunu iddia edenlerin öncelikle mezun edilen öğrencilerin genel görüntüsüne bakmaları gerekir ki durumun vahameti ortadadır.

Peygamber mesleği olarak görülen öğretmenliğin toplum nazarında hak ettiği konuma kavuşması için peygamber efendimizin (sav) öğretme metodunu yeniden konuşmak ve öğretmenlerimize böylesi bir görev yüklemek gerekmektedir. Peygamber efendimiz (sav) söz ile öğrettiği her şeyi daha öncesinde ve sonrasında hal ile de göstermek suretiyle öğretimin hayata yayılan bir süreç olduğunu da göstermiştir. Kendisine soru soran kişinin ilmî seviyesine uygun cevaplar vererek ve açıklayıcı örneklerle pekiştirerek öğrenmeyi kalıcı hale getirmiştir. Meclisinde toplumun her kesiminden insana yer vermiş, toplumsal statüye göre herhangi bir öncelik belirlememiştir. Bu öğretme faaliyetlerinde kendisine Allah’ın yardımını ulaştıran Cebrail’i (as) zikretmekten geri durmamıştır. Kendisine Allah’ın öğretmediği hiçbir şeyi “ilim”dir diye öğretmemiştir. Ümmetinin kutlu öğretmeni olmasına rağmen öncelikle öğrettiklerini kendi hayatında tatbik etmiş ve ümmetine rol model olmuştur. Sınırları belli bir okul tasavvurundan uzak durmuş, sohbet yoluyla irşad yolunu seçmiştir. “Benim ashabım gökteki yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız hidayete erersiniz.” anlamındaki hadisinde öğretme metodunun sürekliliğine ve halka halka yayılacak olan etkisine işaret eder. Ayrıca bu hadisin bir başka ifadesi de; kutlu bir hocanın öğrencisi olmak bir öğretmen için geçerli bir referanstır. Cumhuriyet tarihimize kısa bir göz attığımızda Nurettin Topçu’da Mehmet Akif etkisini, Sezai Karakoç’ta Necip Fazıl etkisini, Nuri Pakdil’de ise Sezai Karakoç etkisini görememek ancak art niyetle izah edilebilir. Bu isimler kendi sözlerine bir önceki kuşağın öncü ismini ve daha önceki kuşakların öncü isimlerini referans almakla birlikte kendi sesini bulabilmiş isimlerdir.

Bu ilim halkalarından biri de Ali Fuad Başgil’dir. Gençlerle Baş Başa adlı kitabı, gençlere yönelik sohbetlerinden oluşmakla birlikte bize ideal öğretmen ve ideal okulun nasıl olması gerektiğine dair önemli detaylar veriyor. Kitabın “Başlamadan Önce” başlıklı bölümünde Fransa’da öğrencilik yıllarına dair bir anısına yer veriyor. Mösyö Girard isminde bir papazın sohbetlerinde ufkunu açacak pek çok kitapla tanıştığını, hayatı ve insanları anlamaya dair yeni ve kuşatıcı bakış açıları geliştirdiğini söylüyor. Bu Hıristiyan papazın sohbetleri bize eğitimde üslubun önemini hatırlatıyor. Ancak bizim dinimiz bu üslubun çok daha kuvvetli bir örneğini doğrudan peygamber efendimizde (sav) sunuyor zaten. Onun sohbet halkası bizim eğitim sistemimizin merkezinde yer alması gerekirken eğitim hayatımızda neredeyse kendine hiç yer bulamıyor. Tasavvufta da sohbet halkası önemlidir. Mürşit, müritlerini sohbet yoluyla eğitmiş ve her müride fıtratınca vazifeler vererek öğrenmelerini pekiştirmiştir.

Öğrenme; en kısa biçimiyle, davranış değişikliği olarak tanımlanır. Bu da şüphesiz zaman alır. Bu nedenle sabır isteyen bir iştir. Başgil, “Zira ilmin kaynağı zekâ, amelinki ise iradedir. İrade terbiyesi hakkıyla mahsul verebilmek için, ona erken başlamak lazımdır.”. Amele dönüşmeyen ilim, yüktür. İlmiyle amel etmeyenler, yüce Kuran’ın tabiriyle “kitap yüklü eşekler”dir. Öğrenmenin temel amacı, düşünce dünyamızda, ahlakî tavrımızda, gündelik yaşantımızda olumlu bir davranış değişikliği oluşturmak olmalıdır.

Başgil, ideal mektebi şu şekilde tasvir ediyor: “Gönül ister ki, mekteplerimiz, ilkinden yüksek tahsilin sonuna kadar, derece derece gençlere öğrenme ve yetişme yolunda emniyetle yürümenin usulünü öğretsin; çalışıp muvaffak olmanın sırrını göstersin. Mektep bilgi imal eden (üreten) bir fabrika halinde çalışmasın ve gençlerin yalnız zekâları üzerinde kalmasın, iradeleri üzerinde de dursun ve onların ruhî terbiyelerini de yapsın, çünkü insanın kıymet ve kuvveti, bilginin genişliğinde olmaktan çok, benliğine sahip ve iradesine hâkim olabilmesinde; iyi huylarında ve ruhî terbiyesindedir. İrade ve ruh terbiyesi ise ayrı bir iştir. Bu, ders ve kitap okuyup ezberlemekle elde edilmez. Bununla beraber, herkes biliyor ki, haddini aşkın sınıf mevcudu ile dolup taşan mekteplerimizin hiç meşgul olmadığı işlerden biri budur.” Bu tanımı ideal öğretmen için de geçerli sayabiliriz. Günümüzde sınavlara göre ayarlanmış bir eğitim sisteminin varlığı yadsınamaz. Öncelikle sınav odaklı düşünmekten vazgeçmeli ve performans ölçümlerini davranış değişikliklerinde aramalıyız.

Başgil, eğitimi bir muvaffakiyet süreci olarak tanımlıyor ve muvaffakiyet yolunda gençlerin karşılaşabileceği zorlukları ve bu zorluklara karşı nasıl mücadele edebileceklerini de ortaya koyuyor. Tembellik, kötü arkadaş ve kötü örnekleri gençlerin en önemli düşmanları olarak gösteriyor Bu düşmanlara karşı en güçlü savunmanın irade olduğunu söyleyen Başgil; “Saadet define gibi bir tesadüf kazması darbesiyle bulunuveren bir nimet değildir. O ne şanstır, ne mirastır, ne piyangodur, ne mevki ve servettir. Saadet, cehd ile ve irademiz kuvvetiyle zapt edebileceğimiz bir kaledir.” diyerek başarıya giden yolun azim ve kararlılıktan geçtiğini vurguluyor. Peygamber Efendimiz, “İbadetlerin en makbulü, az da olsa sürekli olanıdır.” buyuruyor. Başgil, “Gayret, her gün biraz daha ilerleyiş. İradenin insan için yüksek kulak asmıyor ve bunun cehtle elde edilemeyeceğine mi inanıyorsunuz?” diyerek bu hadisin ehemmiyetini hatırlatıyor.

Öğrenmede önemli bir hususta özdeşleşmedir. İnsan kendisiyle aynı acıları çekmiş olan, aynı hayal kırıklıklarını yaşamış olan, aynı hissiyatı taşıyan kişilerden daha kolay öğrenir. Nasrettin Hoca’nın fıkrasında olduğu gibi “Eşekten düşenin halinden ancak eşekten düşen anlar.” Başgil, gençlere seslenirken “Ben sadece senin geçtiğin yoldan geçmiş, duyduğun boşluğu duymuş ve çektiğin ıstırabı çekmiş bir hocayım.” derken bir yandan bu özdeşleşmeyi işaret ediyor bir yandan da ilminin kendini kibre sevk etmesine izin vermemiş oluyor.

Öğrenme sürecimizin önemli bir parçası da ölçme değerlendirmedir. Sayısal dersleri için öngörülen ölçme değerlendirme yöntemlerinin sözel dersler için uygun olmayacağını hepimiz kabul ederiz. Hatta resim, müzik ve beden eğitimi gibi derslerin ölçme değerlendirme ölçütlerinin çok daha ayrı olması gerekir. Biraz daha ileri gidip şunu söyleyebiliriz. Edebiyat da dâhil olmak üzere resim, müzik, beden eğitimi derslerinin notla değerlendirilmesi yanlıştır. Bu dersler severek ve içten gelerek öğrenilebilecek dersler olup gençlerin manevi gelişimlerini sağlamakta birer araç olarak görülmelidir. Başgil de özellikle müzik ve sporun bu şekilde görülmesi gerektiğini vurguluyor.

Öğrenme sürecinin bir diğer ayağı da ailedir. Aileyi devre dışı bırakarak sağlıklı bir öğrenme süreci inşa edilemez. Başgil de eğitimin ailede başladığını ve okul sürecinin de aileyle birlikte planlanması gerektiğini vurguluyor. Öğrenciler okulda ve evde farklı gerçekliklerle karşılaştıklarında öğrenme süreci sekteye uğruyor ve gündelik yaşamda hangi gerçeklik daha fazla karşılık buluyorsa onu kendine referans alıyor. Bu durum da çocuğu çıkarcı bir karaktere büründürüyor.

Başgil, eğitim faaliyetlerinin temelinde Allah rızasının bulunması gerektiğini de şu sözlerle ifade ediyor: “Allah duygusundan ve sevgisinden uzak bir terbiye yalnız fayda ve menfaat düşüncesine dayanır. Fakat din terbiyesi hasbi ve ulvidir. Bu terbiye insanı yükseltir, iyiliği ve adaleti, hiçbir menfaat düşüncesine saplanmadan sevdirir.” Bu hassasiyeti taşıyan kaç öğretmenimiz kaldı günümüzde kim bilir? Öğretmenliği kırk dakikalık bir mesai olarak gören, ek ders ve maaş zammı hesaplamaktan öteye geçmeyen ya da geçemeyen bir öğretmen tipi var karşımızda.

Her yıl 24 Kasım’da kutladığımız Öğretmenler Günü'nün daha da anlamlı hale gelmesi için öncelikle öğretmenliği yeniden tanımlamalı ve öğretmenin toplum nazarındaki esas yerini yeniden tesis etmeliyiz. Şuurlu bir nesil için şuurlu bir muallim ve şuurlu bir ilim faaliyeti tesis etmeliyiz. Yunus’un çağlar öncesinden gelen nidasına kulak vererek okumayı ve öğrenmeyi “Hakk’ı bilmek” üzere yeniden tanımlamalıyız.

Erhan Çamurcu
twitter.com/erhancmrc

1 yorum:

  1. Oldukça kısa ve öz olan bu eseri, her genç arkadaşımız okumalı. Bir tecrübenin ışığına sahip...

    YanıtlaSil