13 Kasım 2020 Cuma

Yazarın cam kapısının ardından hayata ve insana bakışı

Natsume Soseki, asıl ismiyle Natsume Kinnosuke gerçek hayatındaki karakterleri veya yaşadıklarını kurgu eserlerine yansıtan önemli yazarlardandır. Hatta bu otobiyografik ögeler oldukça yoğundur bazı eserlerinde. Hâl böyleyken Soseki’nin sadık okurları olarak onun nasıl bir hayat yaşadığını, günlük hayatını merak etmemiz gayet doğal. Kısa hayatına (1867-1916) büyük eserler sığdıran, modern Japon Edebiyatı’nın kurucusu bu büyük yazarın aslında hayatı acılarla başlar. Henüz iki yaşındayken evlatlık verilir; iki yaşında gerçek anne ve babasının yanına döner. Dört yaşında tekrar evlatlık verilir. Sekiz-dokuz yaşlarında ise gerçek anne ve babasını başka insanlar olarak tanıdığı asıl evine döner. Başkaları sandığı kişilerin gerçek anne ve babası olduğunu ise hizmetçilerinin ona uyku arasında fısıldadığı kadarıyla öğrenir. Hayata dramatik ve sert bir başlangıç. 

Soseki’nin yaşadığı dönem Meiji dönemidir. Yani Japonya’nın Batı’ya açılmaya başladığı dönemlerdir. Soseki’nin hem kişisel hem de edebî hayatı bu açılımdan oldukça etkilenir fakat daha sonra kendi düşüncelerini rayına oturtacaktır. Toplumsal olarak o zamanın Japonya’sı bu şekildedir. Siyasi olarak da savaşlar görmüş biridir Soseki. Hem Rus-Japon savaşı hem de İkinci Dünya Savaşı’nı hazırlayan olaylar ve savaşın başları onun gördüğü olaylardandır. Belki ondan uzakta gerçekleşmiştir bu savaşlar ancak o zamanlar dünyada savaşlardan etkilenmeyen kim vardır ki? Soseki de bir yazar ve bir vatandaş olarak savaşlardan kendince etkilenmiştir. İşte bu kitap, Cam Kapının Ardı, böyle bir iklimi de içine alabilen bir kitaptır. Yazarın çalışma odasının cam kapısının ardından hayata, olaylara, kişilere bakışıdır bir bakıma. Çocukluğu geniş yer tutar bu bakışta, köpeği Hektor, annesi… Hepsini Soseki’nin samimi üslûbuyla okuruz. Yer yer gülümsetir bu anılar yer yer hüzünlendirir. Okurlarıyla mektuplaşmaları zaman zaman sesli güldürürken annesiyle olan ilişkisi(zliği) hüzünlendiren detaylardandır: “Buradan annemin hatırasına da bir şeyler yazmak isterim. Ama sevgili anneciğim ne yazık ki bunu yapabilmem için bana yeteri kadar anı bırakmadı."

Bu yazıların, anıların bir önemi de şudur: Soseki, başlıksız, numaralandırarak kısımlandırdığı bu yazıları ölümünden çok kısa süre önce kaleme almıştır. Yani yazarın hayatından bir örneklem içerir bu yazılar. Hayatına genel anlamda bir bakış sağlar. Soseki’yi sevenler veya tanımak isteyenler için daha iyisi bulunmaz sanırım. Japonya’daki bir gazeteye (Asahi) kırk günlük süre zarfında yazdığı otuz dokuz yazıyla bize kendini anlatmaya çalışır bu büyük yazar.

Cam Kapının Ardı, yeni bir yayınevi olan Africano Kitap tarafından yayınlandı. Buna rağmen iyi bir yazarla başlamaları çıtayı koydukları yeri gösteriyor. Bunun dışında farklı ülke edebiyatlarıyla yayın hayatına devam edecekleri gibi bir intiba uyandı bende. Bir yayınevi için gayet iyi bir başlangıç bence. Bu kitapta da özenli bir çeviri ve basımla kalite konusunda kendini kanıtlamış bizlere.

Dr. Zeynep Gençer Baloğlu’nun direkt Japoncadan çevirisini okuyoruz. Aynı zamanda Baloğlu, kitabın başına kısa sayılmayacak bir Soseki biyografisi de yazmış ki gayet mantıklı bir şey. Soseki’yi bilenlerin daha iyi tanıyacağı bilmeyenlerin ise hakkında geniş sayılabilecek bir malumat edineceği bu biyografide eleştireceğim tek nokta kitaptan bazı alıntıların olması. Bazı kitapların ön sözlerini yazanlar veya çevirmenler bunu yapıyor. Kitapta geçen pasajların bir kısmını, yazdıkları ön söze kanıt olması için alıntılıyor. Fakat buna gerek olmadığı kanaatindeyim, okur zaten biraz sonra o pasajları kendi okuyacak. Tekrar bir okuma oluyor okurun daha sonra yaptığı. Buna dikkat edilirse daha iyi olacaktır.
Diğer yandan, Soseki’nin bazı fotoğrafları, küçük açıklamalarla kitabın başına yerleştirilmiş. 17 kadar fotoğraf. İyi düşünülmüş bir şey bu.

Peki, Soseki bize hayatından neler anlatıyor? Bu tür kitaplarda aradığım şey samimiyettir benim. Yazar olabildiğince samimi ve açık olmalıdır. Üstü kapalı anlatımların hiçbir işe yaramadığını gördük çünkü. Eğer yazar üstü kapalı konuşacaksa, bazı hassas şeyleri söylemeyecekse zaten hatırat yazmasının hiçbir gereği yoktur. Okura biraz duygu biraz da magazinsel bilgiler vermesi gerekir. Soseki’de bunu görüyoruz. Belki çok magazinsel bir hayatı yok ancak samimi duygularını anlatıyor yazar bizlere. Anne ve babasının onun için ne ifade ettiğini de köpeği Hektor’u ve ölümünü anlatırken de o samimi anlatımı yakalayacaktır okur:

Ben, annemle babamın olgunluk çağlarında dünyaya getirdikleri bir çocuğum. Yani evin tekne kazıntısı da diyebilirsiniz. Annem beni doğurduğunda, o yaşta hamile kalmış olmaktan ne kadar utandığını anlatır dururmuş. Bu utanç, tek sebep değildir muhtemelen ama doğar doğmaz evlatlık verilmemde etkisi olduğunu düşünmüyor da değilim.

Uysal bir çocuk olmadığım için mi, orada burada evlatlık olarak büyütüldüğüm için mi, bilmiyorum ama bir kerecik olsun şımartıldığımı hatırlamıyorum. Hatırladığım tek şey, babamın bana karşı son derece zalim olduğuydu. Bu yaşımda bile hâlâ gözümün önündedir.

Yazılarda şu göze çarpıyor: Böyle bir hayat başlangıcından ve aile ortamından sonra bazı kişiler/yazarlar tamamen kötümser olurlar ve yazdıkları yazılar sertleşir, psikolojik olarak daha katı olabilirler. Soseki’de ilginç bir dinginlik var sanki. Fakat kırgın bir dinginlik bu: “Her çan sesinde tıpkı çocukluğumdaki gibi yapayalnız hissederim kendimi. Değişen, sanki mevsim değil ben olurum. Soğuyan, sanki hava değil çocukluğum olur.”.  Kitabın adındaki gibi, kendiyle hayat arasına bir duvar çekiyor yazar ancak bu duvar betondan değil, camdan. Böylece hem hayatı bir yönüyle görüyor, yakalıyor hem de hayata tamamen karışmıyor: “Ben de yeryüzünde yaşayan milyarlarca insandan biri olduğum için onlardan tamamen kendimi soyutlayarak yaşamak mümkün olmuyor ne yazık ki!...”. Bir de onu sürekli rahatsız eden kronik hastalıkları bu cam duvarın haklı sebebi olmuş olabilir: “‘Kronik’ kelimesinin anlamını bilmeyen, sonuçlarından endişe duymayan, sıradan ölümlüleri çok kıskanıyorum.

Japon yazarların kurgu eserlerini sevdiğim kadar kurgu dışı eserlerini de okumayı seviyorum. Deneme veya anı olması fark etmiyor, bir Batılı yazarın denemelerini okumaktansa Japon yazarlar bana daha yakın geliyor. Bunu Tanizaki’de yaşamıştım, Soseki’de de aynı duyguları yaşadım. Çok fark edilmiyor bizim ülkemizde ancak bu denemeler önemli bakış açıları kazandırıyor okuyucuya.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder