8 Kasım 2020 Pazar

Kahraman olma hakkı ya da vatana sahip çıkma derdi

Okumak, bir keşif hissi de doğuruyor failinde. Kitap kitabı çağırıyor. Ve böyle devam ediyor ya da etmesi gerekiyor. Öte yandan okunması gereken çok fazla kitap var. Bu gereklilik de bir zorunluluktan öte arzudan besleniyor. Ama bir yerden sonra da bir okuma düzeni kaçınılmaz şekilde klasiklerden besleniyor. İyi metinler, sanki herkesin okuduğu kitaplar oluyor. Dostoyevski okumayan ayıplanıyor, Tolstoy’u bilmeyen garipseniyor. Sanki bir yola zorla itilmek gibi. Bu, zararsız bir baskı gibi dursa da keşif hissini, arama dürtüsünü törpülüyor. Güdüsel bir okumaya dönüşüyor eylem. Ve sonuç; değişik tatlardan, kalemlerden uzak bir düzene esir olunuyor.

Yukarıda anlattığım durum Roy Jakobsen’in Oduncular kitabını okurken aldığım lezzete bağlı olarak düştü zihnime. Türkçe’ye çevrilmiş birçok eserine rağmen bu kadar duru bir kalemi tanımamaktan hayıflandım mesela. Hatta kendi kendime de üzüldüm. Norveç dolayısı ile de İskandinav edebiyatının yaşayan en önemli yazarlarından birini tanımamak ve hiç okumamak hem de bu kadar duru ve bu duruluğun altında derin bir his barındırmasına rağmen.

II. Dünya Savaşı’na dair anlatılar çoğunlukla Almanya, Rusya ve sonunda Amerika etrafında toplandığından elli milyon insanın öldüğü bu savaşın en uç bölgeleri hep ihmal edildi. Ya da biz öyle zannettik. Düşünsenize bu savaşın İskandinavya kısmına dair ne kadar bilgiye sahibiz? Bugün Dünya’da en müreffeh ülkeler olarak kabul edilen kuzeyin en beyaz ülkeleri Norveç ve Finlandiya’nın bir vakitler savaştığını, Rus ordularının Norveç’e ulaştığını ve buralarda da nice acıların yaşandığını biliyor muyuz? Uzmanı değilsek hayır. Edebiyat bu yüzden büyük şans işte. Tarihin akademik ve soğuk yüzünün, ilgilisi değilseniz sizi kendinden uzak tutan anlatısı, bahse konu bilgilere ulaşmayı mümkün kılmaz iken bir gün okuduğunuz minicik bir kitap size tam da bu gerçekliği oldukça canlı şekilde anlatıyor. Örnekleri çok ve belki de tarihçi kimliğimizle buna örnek eserleri bu platformda zaman zaman paylaşacağız sizlerle.

Oduncular’ın ana karakteri Timmo. Aslına bakarsanız bir kahraman da değil. Alelade biri. Akılda kalması zor. Oduncu. Vazifesi, hatırlaması zor isimli köyünün (Suomussalmi) odun ihtiyacını karşılamak. Kaldı ki romandaki üçüncü düşman da öldürücü kış. Diğer ikisi Fin ve Rus ordusu.

Oduncular sadece 125 sayfa, hem de her şeyi ile. Ve 125 sayfada II. Dünya Savaşı’nın en soğuk yüzünü, iki farklı ordu tarafından işgal edilişini, kuzey kışı denen beyaz ve soğuk cehennemi anlatacak, üzerine de vatan, ev, yuva, halk ve dahi aidiyet hislerini sonuna dek hissettireceksiniz. Zor iş. Ustalık ister. Ve Jacobsen bunu sonuna dek becermiş.

Oduncular tam ortasından başlıyor hikâyesini anlatmaya. Kendinizi doğrudan masalsı bir gerçekliğin içinde buluyorsunuz. Aralık ayında Ruslar karşısında geri çekilen Fin ordusunun yakıp yıktığı dört bin kişilik Suomussalmi köyünden/kasabasından kimse kalmamıştır geriye. Ama Timmo ve donmuş ormanların sessizliği buraya sahip çıkmıştır.

Herkes gittiğinde geriye kalan yirmi kadar evin ahalisinin buradan ayrılışı ile başlar zaten öykü. Hepsi de Timmo’nun burayı terk etmesini ister. Okurken, onun oradan ayrılmasını isteyen her kasaba sakinin gerekçesini gözleriniz dolarak hissedersiniz. Mesela tüccar Antti’nin gitme gerekçesi şu kısacık cümledir: Evimi yakacaklar (Ruslar) ve ben bunu görmek istemiyorum.

Timmo her gidene sorar; dönecek misiniz? Nedenini anlamasanız da sanki orada kalıp kasabayı korumak için kendine sebepler arar gibidir. Dönecekleri için kasabaya sahip çıkmalıdır, hayatta kalmalıdır.

Oduncular incelikli bir hikâye. Bir kış gecesini sizin için kuzey ışıklarına kavuşturacak ve bilhassa savaşın en çaresiz yüzünü hiçbir ajitasyona başvurmadan ama yüreğinize usul usul işletecek bir metin. Kısacık bir öyküye, zaman dilimine roman dedirten her bir ayrıntı Jacobsen’i okuduğu için okuyucuya çokça şükrettiriyor. 19. Yüzyıl Rus Edebiyatı’nın bir döneme dair canlı anlatımının birçok benzer noktasını burada okuyor ve aslında benzer acıların benzer anlatılar doğurduğuna şahit oluyorsunuz. Hatta Gabriel Garcia’nın Kolombiyası’nın acı dolu hikâyesinin Yüz Yıllık Yalnızlık halinin büyülü gerçekliğini en soğuk, en sessiz ve en donuk haliyle burada okuyorsunuz. Güzel haber şu ki; Jacobsen’in daha birçok metni Türkçe’ye çevrilmiş durumda. Eminim ki okuyan ve tanıyan için bu güzel bir haber olacak.

Son söz Jacobsen ve Oduncular’ın;

"Hiçbir yerde ışık yanmıyordu, kum gibi kuru karlarda tek bir ayak sesi duyulmuyordu, konuşmalar yoktu, köpek havlamaları yoktu, tepinen ya da burunlarından soluyan atlar yoktu, kasabanın sesleri sönüp gitmişti ve her şeyden önemlisi bacalardan duman çıkmıyordu; dört bin nüfusun ve en az bir o kadar hayvanın yaşadığı kasaba birkaç saat içinde, insanlarla hayvanların yaratılması düşünülmeden çok önceki zamanlardan beri buradaki ormanları kasıp kavuran buz gibi soğukta omuz omuza verip soluklarını tutarak bekleşen boş ağaç kabuklarına dönüşmüştü."

Galip Çağ
twitter.com/caggalip

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder