29 Mayıs 2013 Çarşamba

Yeniden sevmek isteyenlere

Kitap karşımıza bir kostüm ile sunulur. Romain Gary, Emile Ajar kostümünü giyer. Bir başka yüzünü. Goncourt Akademisi Edebiyat Ödülünün bir yazara birden fazla verilmemesi kuralını bu kostüm ile aşmıştır, Romain Gary. 1956'da kendi adıyla aldığı ödülü ikinci kez 1975'te Emile Ajar kostümüyle yazdığı bu romanıyla almıştır. Bu gerçek yazarın ölümünden sonra vasiyetname olarak basılan kitapta şu yalın cümleyle ifade edilmiştir: “Yalnızca kendim olmaktan bıkmıştım”.

Kitap, eski bir fahişe olan Madam Rosa ve ona bağlı yetimhanede büyüyen Momo'nun öyküsünü anlatır. Annesi hayat kadını olan küçük Momo, hayata dair çıkarımlarda bulunur. O bulundukça, okuyucu sarsılır. Bir kez daha dünyaya lanet ederek... Momo, en büyük çıkarımı ise gözyaşları üzerine yaparken hayatsal yorgunluk beyinde toplanır: “Bana hep garip gelen gözyaşların doğmadan önce programlanmış olmasıdır. Bu demektir ki ağlayacağınız önceden saptanmış. Bunu hiç düşündünüz mü?

Mutluluk bir alışkanlıktır. Altı çizilesi cümlelerden birinde öyle bir çıkarım vardır çünkü: “Kendilerine eroin iğnesi yapan bütün veletler mutluluk alışkanlığına tutulurlar, bunun da hiç acıması yoktur, çünkü mutluluk özellikle yokluğuyla tanınan bir merettir. Ama ben pek öyle mutluluk meraklısı değilimdir, yaşamı yeğlerim yine. Mutluluk bir süprüntü, acımasızın tekidir, ona asıl yaşamasını öğretmek gerekir”.

Bazı romanlar hayata muhteşem bir pencereden bakar. Her şeyin güzel olduğu. Bazı romanlarsa karanlıktır. Bu kitap ise öylece yaşayanların sevinci de, hüznü de abartmayanların edebiyatı ile çerçevelenir. Momo çocuktur. Momo varlık yolculuğundadır. Madamı da öyle sever. Bir çocukmuşcasına.

Hayat devam eder. Tabii kitapta geçen kimi diyalogları sindirebilenler için:
- Ağlama yavrucuğum, yaşlıların ölmesi doğaldır. Senin önünde daha koskoca bir hayat var.
Beni korkutmaya mı çalışıyordu bu namussuz ne boktur? Kalktım.
- Tamam...
Biliyordum, daha koskoca bir yaşam vardı önümde, ama bu yüzden kendimi hasta edecek değildim.

- Yahudi barınağım orası Momo.
- Eh peki, iyi öyleyse.
- Anlıyor musun?
- Hayır, ama yok zararı, alışığım.

Konuşmalar karabasan olur, hayatımıza siner. Ne de olsa Madam Rosa, “karabasanlar düşlerin yaşlanmasıdır” derdi hep. Momo aşıktır. Kadına. Kadın ise Momo'ya. Sevgi yakındır artık... Sevgi, umuttur. Umutsa, hayat...

İşte tam bu raddede başlar Momo'ya ait olan yalnızlık: “Yere yattım, gözlerimi kapadım. Ölmek için birtakım hareketler yaptım, ama çimento soğuktu, hastalanmaktan korktum. Böyle bir durumda eroin alan bir sürü herif tanıyorum, ama ben mutlu olmak için yaşamın kıçını yalayacak değilim. Yaşamı süslemek istemiyorum ben, bok yesin o. Birbirimize karşı hiçbir şey hissetmiyoruz. Yasal erginliğe kavuşacağım zaman televizyondaki gibi uçaklar kaçırıp, rehineler alıp, birşeyler istemek için tehditçilik yapacağım belki, henüz ne isteyeceğimi bilmiyorum, ama boktan bir şey olmayacak. Esaslı bir şey olacak yani. Şimdilik ne istemek gerektiğini söyleyemeyeceğim, profesyonel eğitimden geçmedim çünkü”.

Momo cümleler kurar. Biz okuruz. Sarsılarak. Şaşırarak...

“İnsanların kendi söylediklerine inanmayı başardıklarını sık sık fark ettim, yaşamak için gereksinirler bunu. Filozof olmak için söylemiyorum, gerçekten böyle düşünüyorum.” (s. 41)

“Şimdi çocukları yaşama karşı korumak için yasal doğum kontrol hapı da vardı, gerçekten istekli olmak gerekiyordu.” (s. 58)

“Bambaşka şeylerle dolup taşan çok uzak bir yere gitmek isterdim. Bunu düşlemeye bile çalışmıyorum, berbat etmeyeyim diye.” (s. 79)

“Bana kalırsa kendini savunmaktan aciz ve artık hizmet görmek istemeyen insanlara yaşamı zorla burunlarına sokmak kadar rezil bir şey yoktur.” (s. 183)

Madam Lola ise Senegalli eski bir boksördür. Travestidir. Madam Rosa'yı ve Momo'yu anne şefkati ile besler. Madam Lola, bir erkek olarak çok güzel bir kadın sayılır, ağır siklet şampiyonluk döneminden kalma sesini bir yana bırakırsak... Fahişelik ise kitapta şöyle tarif edilir: “kendini hayatın zorluklarına karşı kıçıyla savunmak”. Momo, çocukları olmayı reddeder. Hatta bir çocuk olmayı. Bir fahişenin çocuğudur çünkü... Babası, annesini öldürmüştür ve bunu öğrendiğinizde her şeyi öğrendiğinizi anlatır Momo... Ve artık hiç çocuk değilsinizdir.

Romanı okuyanların ödülü ise, son söz ile açıklanır: “Sevmek gerek”.

Immo Guitti
twitter.com/immoguitti

27 Mayıs 2013 Pazartesi

Hâlimize gülelim mi, somurtalım mı?

"Wer sind wir? Wo kommen wir her? Wohin gehen wir? Was erwarten wir? Was erwartet uns?"
- Ernst Bloch

1885-1977 yılları arasında hatırı sayılır bir ömür yaşamış Alman filozof Ernst Bloch'un sıraladığı soruları Kalın Türk de soruyor: "Biz kimiz? Nereden geliyoruz? Nereye gidiyoruz? Beklentimiz ne? Bizi ne bekliyor?". Peki kitap bu soruların tümüne cevap verebiliyor mu? Elbette hayır. Bunu kimse bir konuşmadan ve nihayet 53 sayfalık bir kitaptan bekleyemez. Bir kitabın boyutunu sayfaları değil, muhteviyatı belirler. Ve: "O boyut olmadan kalınlık da olmuyor". Kim düşünebilirdi ki İzmir'de 1993'de yapılmış bir konuşmanın, aradan tam 20 yıl geçtikten sonra da aynı geçerliliğini koruyabileceğini? Evet İsmet Özel, bu yüzden özel. Ve evet; İsmet Özel, daima.

Kitabın "Temizinci Baskı Önsözü"nde İsmet Özel; "Ne desem? Tereddüt içindeyim. Türklükten söz etmek açacağım. Türklük beni tereddüde sevk ediyor" diyor ve bundan sonra, pek alışık olmadığımız bir biçimde, yalın bir üslupla derdini anlatıyor. Aslında hepimizin derdi. Birçok insanı öyle ve böyle takip ediyoruz. Peki ne olduklarını biliyor muyuz? Onların görüşlerini ezbere söylüyoruz. 20. yüzyılın başından beri süregelen bu hercümerç durum, en nihayetinde bir medeniyet çatışması yaşanmasına sebep oluyor. Zaten kitabın bilhassa son bölümleri, Samuel Huntington'ın "Medeniyetler Çatışması"na sille tokat giriyor. İşte bu tokatların izleri, birlikte okuyalım:

"Bir ben miyim insan dediğimiz varlıkların şahısları ve şahsiyetleri arasındaki mesafenin hergün biraz daha büyümesinden korku duyan, rahatsız olan? Ülkenin bölünmesini dillerinden düşürmeyenler, şahsiyetlerinin bölünmesinden, içinde çırpınarak yaşadıkları, şahsiyet kopuşundan habersizler mi? Hastalıklarını ciddiye almadıklarını ve bu yüzden şifa beklemediklerini görüyorum... İnsanı ruh bütünlüğünden alıkoyan ortama aldırmıyorlar."

Samuel Huntington tezinde, "kimlik arayan ülkeler" diye başlıyor, biz de hasbinallah diyoruz. İsmet Özel de tam bu anda yetişip "Millet olma bilinci, millet nasıl olunur, millet olmanın faydaları nelerdir, olmazsak cehennemin dibinde yerimiz hazır mı?" gibi son derece önemli ve sürekli hatırlatılması gereken bir kavrama el ense çekiyor. Türkiye'deyiz fakat Türkiyeliliğimizde ısrarcı mıyız? Ortada bir tarif yok. Bize kimse millet tarifi yap(a)mamış, dolayısıyla baş edeceğimiz meselenin çapını bilmiyoruz. Dolayısıyla inceliğin de kalınlığın da bir önemi kalmıyor. Peki bu durumda ne şekilde hazırlanacağız ve nasıl davranacağız?

"Nerede olduğumuzu bildiysek, orada olmayı seçmişizdir aynı zamanda. Konu ne olursa olsun cehalet içine gömülüşümüz seçme yapmaya güç yetiremeyişimizin bir sonucudur. Neredeyiz? Olduğumuz yere bir ad verilmemişse ne orada, ne bir başka yerdeyiz."

Neden bu topraklardayız? Sonradan mı geldik? Bunu biz mi seçtik? Neden ve niye? Sonuç? Sorular uzuyor. Ancak bu soruları cevapları için bir ipucu var: Evvel refik, bad'el tarik. Önce yoldaş, sonra yol... Dünya savaşlarında sonra sadece dünya haritası değil, zihin haritaları da değiştirildi. Yoksa değiştirildi mi denmeli?

"XIX. asırdan itibaren dünyadaki bütün kültürler Batı medeniyeti tarafından darbeye maruz bırakılmış, güdükleştirilmiş, üreme organları kesilmiş kültürlerdir. Bu kültürlerin içinde hareket edenler sadece şaşkın şaşkın bakmayı bilirler; uyuşamadıkları için."

Uyumamak için, körleşmemek için -Elias Canetti'nin "Körleşme"sine selâm olsun!-, nereden gelip nereye gittiğimizi bilmek ve bu gidişe müdahale edebilmek için okunacak bir kitap Kalın Türk. Bunları bilmeden geçirilecek her uyku tehlikeli olduğu gibi, bizi de tehlikenin içinden çıkarmayacaktır. Zaten İsmet Özel'in 2007'de kurduğu ve başkanı olduğu İstiklal Marşı Derneği'nin de kuruluş sebebi buydu: Türkiye'nin ve Türklerin varlığının tehlike altında olması.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

23 Mayıs 2013 Perşembe

Her dize bir çâredir arayana

"Uzanıp kendi yanaklarımdan öpüyorum."
- Turgut Uyar, Geyikli Gece

İkinci Yeni dendiğinde akla gelen trio bellidir: Edip Cansever, Özdemir Asaf ve Turgut Uyar. Sonrasında gelecek olan isimler de malumdur: Ece Ayhan, İlhan Berk, Ülkü Tamer. İnatla Sezai Karakoç'u dahil etmiyorum bu akıma, edemiyorum. Haddim değil ama vicdan çoğu zaman hadden önce gelir. Gerçi Sezai Karakoç'un İkinci Yeniciler arasında gösterilmesi için nedenler olduğu gibi, onlardan çok ayrıştığı nedenler de vardır. Her neyse, konumuz Turgut Uyar şiiri ve YKY'nin Doğan Kardeş serisindeki seçme şiirlerden oluşan Göğe Bakma Durağı adlı kitabı.

Dönemin en haşmetli şiir eleştiricisi Nurullah Ataç tarafından takdir ve takdim edilen Turgut Uyar Kaynak Dergisi'nin şiir yarışmasında ona ikincilik kazandıran Arz-ı Hal adlı şiiriyle ile tüm gözleri dizelerine doğru çevirdi.

"Benim gibi kulun çok dünyada, Allahım!...
Eğer bilmiyorsan işte, haberin olsun.
Ekmek derdi, aşk derdi unutturdu seni.
İnsan hatırlamıyor dün ne yediğini.
Zaten yediğimiz ne ki hatırda dursun.
Benim gibi kulun çok dünyada, Allahım!..."


1949'da yayımlanan Arz-ı Hal kitabından sonra sırasıyla Türkiyem (1952-1963) ve Dünyanın En Güzel Arabistanı (1959) kitaplarıyla zirveye ulaştı Turgut Uyar. İlk kitabındaki hece ölçüsüyle yazılmış toplumsal konuların ağırlıklı olduğu şiirleri, sonraları içe dönülmüş yalnızlığın, çaresizliğin ve sıkıntının şiirleri olarak zuhur etti. Her ne kadar yenilikçi olsa da Turgut Uyar'ın gönlünde vazgeçilmez bir eskinin olduğuna inanıyorum. 1970'de yayımlanan Divan kitabı bunun ispatı gibidir. 1974'te Toplandılar ve 1982'de Kayayı Delen İncir'de bu kez sınıfsal mücadeleleri irdeledi şair. Halkın nefesi olmaya çalıştı sayfalarda.

"Tavrım bir çok şeyi bulup coşmaktır
Sonbahar geldi hüzün
İlkbahar geldi kara hüzün
Ey en akıllı kişisi dünyanın
Bazen yaz ortasında gündüzün
Sevgim acıyor
Kimi sevsem
Kim beni sevse."


1966'da eşinden ayrılıp Ankara'dan İstanbul'a gelen Turgut Uyar, Cemal Süreya ile ilişkisi bitme aşamasında olan Tomris Uyar ile şiir üzerine mektuplaşmaya başlar. Sonrasında ise evlilik ve bir çocuk: Hayri Turgut Uyar. Şimdilerde İTÜ'de öğretim görevlisi olan Hayri Turgut Uyar'a, babası Turgut Uyar "Yapı" adlı bir şiir yazmıştır.

"Bir çocuk -adı hayri'ydi onun
Bir çocuk için hayli büyük bir ad
Ama büyüyecekti nasılsa
Severdi adını ayrıca
-görmediği dedesinin adıymış-."


Bir bireyin mutlu olabilmesi, toplumun da mutlu olabilmesi anlamına geliyordu önceleri Turgut Uyar için. Sonraları ise tam tersini; mutlu bir toplumun mutlu bir bireyi yetiştireceğini dile getirmeye çalışıyordu. Çaresizliğe en büyük tepkinin şiir olduğunu düşünürsek, her dize bir çaredir de aynı zamanda.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

22 Mayıs 2013 Çarşamba

Modernitenin kafesinden kurtulmak isteyenlere

Bir çocuk dünyaya geldiği andan itibaren bir yetişkinin kaderini ne kadar değiştirebilir? Başarılarla dolu bir hayata daha fazla ne katabilir?.. Müzik insan ruhunu nerelere taşıyabilir?.. Peki insan ruhu nasıl özgürleşir?..

"Musikimiz, bizim için, varlık felsefemizin aynası olmuştu. Hatta, pusulamız!"

Prof. Dr. Mim Kemal Öke tüm bu soruların cevabını “Aşkla Dans/ Türkler, Tasavvuf ve Musiki” kitabında veriyor merak edenlere.

Down Sendromlu bir evlat sahibi olarak yaşamında zorlu bir dönemece giren Öke, kızının özel hastalığı sayesinde bu zorluğu çok önemli bir avantaja çevirir edindiği tecrübelerle.

Aynı kaderi deneyimleyen pek çok ebeveyn gibi ilk zamanlarda “vurgun” yemiş hissi yaşayan Öke, kendi tanımınca “ilahi bir tecelli” sayesinde kızıyla farklı bir yolculuğa çıkar ilerleyen zamanlarda. Asıl kimliğini, kişiliğini ve ruhunu bulduğu bir yolculuğa...

"İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin
Ya nice okumaktır?”
- Yunus Emre

Ailecek çıkılan bir Ege yolculuğunda, kızının Yunus Emre'nin biri ilahisi vasıtasıyla müzikle arasında kurduğu bağı farkeder; o andan itibaren müzik (Türk Tasavvuf Musikisi) hayatlarının en seçkin kısmına oturuverir. Terapi amaçlı beraberce katıldıkları müzik, ritim ve raks dersleri yaşadıkları dramı büyük bir keyfe dönüştürür. Mim Kemal Öke, siyasetçi kimliğinden sıyrılıp müzikolojinin içinde bulur kendini. Yaptığı incelemeler sonucu, âlemde her şeyin bir titreşim hali içerisinde olduğu ve bu titreşimlerden enerjinin ortaya çıktığı bulgusuna varır. Ona göre ilahi güç kendisini ritim ve ton, diğer bir deyişle müzik aracılığı ile kendini belli eder.

“Tanrı en büyük müzisyendir.”
- Yunan Hermetik Kozmolojisi

Dramatik bir şekilde başlayıp, keyifli bir yolculuğa dönüşen bu deneyimlerini “Aşkla Dans” kitabında çeşitli başlıklar altında anlatan Öke; Uygarlık, çağdaş dünyanın yalnızlığı, değişen zamanlar ve insan ruhunun arayışı üzerine yoğunlaşır. Nietzsche, Goethe, Mevlâna, İbn-i Arabi, Lao-Tzu gibi geçmiş zamanlara damga vuran önemli filozofların yanı sıra, şimdiki zaman ilim insanlarından alıntılarla iddialarını desteklerken, müziğin kökenine inerek Orta Asya'dan Afrika ve Amerika'ya kadar uzanan bir müzikal keyfi yaşatır okuruna.

“İnsan ne olduğunu, gerçek varlığını inkâr eden tek yaratıktır.”
- A. Camus

İnsanlığın varoluşsal ıstırabının ilacının tasavvuf, musiki ve raksta olduğunu iddia eden yazar, insanın metafiziksel derinliğe Aşk'la varabileceğini öne sürer. Aşkın insanoğlunun uygarlaşma misyonunun “burağı” (aracı) olduğunu vurgular. Birlik görüşünün (Vahdet-i Vücut) Organik Dünya Görüşü'nü, dünyanın ezeli ve ebedi mükemmelliğini sağlayabileceğini dile getirir.

“Katreler ırmağa, ırmak erdi bahre, cem olup, karışup birbirine hâlâ o derya olmuşuz.”
- Niyazî-i Mısri

Mim Kemal Öke, bu denemesiyle zamanın ruhu olarak “Organik Dünya Görüşü” yerine, “Mekanik Dünya Görüşünü” ikame edenlere karşı bir duruş sergiliyor. Ona bu duruşu sağlayan ise kızıyla birlikte yaşadığı müzikal, ruhsal, manevi deneyimler oluyor.

“Modernite dediğimiz dünyaya bakış açısı bir anda değil, yüzyılları deviren bir süreç şeklinde Avrupa'da gerçekleşmiş ve oradan bütün dünyaya yayılmıştı. Ve modernleşme uzmanların da kaydettiği gibi Batı'nın geçmişinde üç büyük devrimin birbirlerini tetiklemeleri sonucunda karşımıza yeni insanı çıkartmıştır: Modern insan! Daha doğrusu modernitenin kafesindeki insan!”

Modernitenin kafesinden kurtulup musiki ile ruhunu özgür bırakmak isteyenlere...

Ahu Akkaya
twitter.com/diviniacomedia

18 Mayıs 2013 Cumartesi

Gorgo'lara göz yuman Türkiye'ye

“sakın sevgili okurlarım
bütün bu saçma hayatı
kendimi acındırmak için
anlattığımı sanmayın
acımam ben kendime
sadece
yakınlaştırmayı isterim
varlığımı sizinkine
canciğer olmayı
nedenini bilemem
isterim işte tuhaf bir erkek nasıldır
bilin isterim”

diyor Leylâ Erbil Tuhaf Bir Erkek kitabında. Sonra da anlatıyor org çalan sevgili tuhaf erkeği… Evlendikten sonra kendini bulmacaya veren, orgunu bile yatağın altına gömen, sevişmek için bile şart koşan erkeği. Düşlerinin zeminini ölümün yeşillendirdiği sevda anlatıyor sevgilisi ve eşi bünyamin’i. Aslında Hurşit, Zurşid, Mümin ve Bünyamin’i kullanarak tuhaf bir erkeğin evrelerini anlatıyor. Nasıl değiştiğini anlatıyor, memleketin gorgo felaketiyle nasıl altüst olduğunu anlatıyor, gorgo'ların birbirinden farkı olmadığını anlatıyor. Kitaplarında hâlâ politik söylemlerden kaçınmadan yazan birkaç yazardan biri olan Leylâ Erbil, bu kitabında diğer kitaplarına kıyasla daha az gönderme yapsa da deyim yerindeyse on ikiden vuruyor ve tuhaf olanın bambaşka bir şey olduğunu gösteriyor okuruna. Hayır, tuhaf bir erkek bir metafor değil. Ama daha kitabın başında anlatacağını söylediği o erkeği, kitabın ortalarına doğru anca anlatmaya başlıyor. Bu da bir tesadüf değil. Tuhaf bir erkeği anlatması için anlatması gereken çok şey var. Okuyucunun çekip alması gereken izler tüm bahsettikleri. Kazıyıp düşünmemiz gereken şeyler. Gorgo'ların unutmamızı istediği, bizimse unutmadığımızı sanıp çoktan kapattığımız konular. Bizi tuhaflaştıran her şey.

Leylâ Erbil okuyan herkesin önce bahsetmek istediği şey yazarın dilidir. Kendisiyle tanışma şerefine nail olmuş biri olarak ne konuşurken ne de yazarken kullandığı dili övmek bana düşmez. Bu dilin güçlülüğünün nereden geldiğini anlamak için Erbil’in bir röportajından alıntı yapmak gerekir:

“1954-55 yılları olmalı. Taksime doğru ilerliyoruz. Galatasaray Lisesi önlerindeyiz ve Onat’la yan yana düşmüşüz, Türk edebiyatını nasıl yenileştireceğimizi tartışıyoruz. Ben, insanları anlatmakta yetersiz kalan bu dili, bu kalıpları değiştireceğimi söylüyorum.”

Yine bir röportajında "Sizden tuhaf bir erkeğin tanımını yapmanızı istesek ne derdiniz?" sorusuna "duygusal zekası yüksek, içi çürük bir adama da benziyor, şaşkın biraz, zavallı gibi, tüm insanlara benzer demonik, aciz, korkak, elinden tutulması gerekenlerden belki" yanıtını veren Leylâ Erbil'in bu kitabını okumak yeterli tuhaf bir erkeğin ne olduğunu anlamak için. Tuhaf Türkiye'ye dair geride kalan aşkları, dostlukları, "unsur"ları, despotlukları görmek için.

İçinde büyük harf bile bulamayacağınız bu kitabı süsleyen ve aynı zamanda kitabın ithaf edildiği Komet’in resimlerini incelemek de ayrı bir deneyim katacak yolculuğunuza. Hâsılıkelam, her gün yeni bir acıklı olayın yaşandığı, şaşırtıcı akıl dışı açıklamaların yapıldığı ülkemizde dokunulması, okunması, seyredilmesi gereken sayfaların sahibidir Leylâ Erbil. Ziyaret edilmesi gerekir.

"üstelik
allah'ın içine gizlenerek
konuşuyor
o yüzden
bu yeni gorgo zamanında
kimse kimseyle
doya doya sevişemiyor
konuşamıyor örüşemiyor"

Ümran Kio

Sınır boyunca yürüyüp giden bir hoop sesi

Hasan Ali Toptaş’ın Heba kitabını bitirince içimi sızlatan bir ses kaldı kulaklarımda: “mevziden mevziye sıçrayarak, karanlığın içinde yankılana yankılana sınır boyunca yürüyüp” giden bir hooop sesi.

Bir kadına yeterince uğraşırsanız askerliğin nasıl bir şey olduğunu anlatabilirsiniz, özellikle de sınırda bir askerlik yaşamışsanız. Ama bir kadına nöbet tutmanın nasıl bir şey olduğunu hissettirmek, komutan tokat atınca acısını yüzünde yaşatmak Hasan Ali Toptaş’ın ustalığı sanıyorum. Yabancılık çektiğim bir kelime dahi olmadı “sınır” başlıklı askerlik yıllarını okurken. Ne koğuşa, karakollara yabancılık çekersiniz Toptaş'ın kelimelerini okurken, ne de yaşlı, garip ev sahibesine. Ne bir güvercinin bıraktığı izler şaşırtır sizi, ne Ebecik’in itinalı yemek tarifleri. Bu kitapta her şey olabilirmiş gibi, sanki hepsi gerçek olamayacak kadar etkileyici, ama hayal olamayacak kadar da can yakıcı gibi.

Hasan Ali Toptaş okuyanlar bilir, yazar tırnak işareti kullanmaz (en azından benim okuduğum kitapların hiçbirinde kullanmıyordu). Evet, kendisi bunun özel bir nedeni olmadığını, tırnak işaretinin nokta, virgül kadar önemli bir işaret olmadığını, o yüzden kullanma gereksinimi duymadığını söylüyor. Ama eğer 21. Yüzyıl, Tanrı-yazarın değil Tanrı-okurun yüzyılıysa ben bu konuda noktalama işareti önemsizliğinden daha fazlasını görüyorum. Diyaloglara tırnak işareti eklemek, kişinin cümlesini sınır içine alıyor, somutlaştırıyor, gerçekleştiriyor gibi gelmiştir bana hep. Bu yüzden Toptaş’ın bu noktalama işaretinden uzak durması, okuyucuyu noktalama sınırlarına bile dahil etmemek, yaşadığı her şeyin bir rüya olabileceği ihtimalini açık bırakmak, zihinde dolaşmanın nasıl bir şey olduğunu anlatmak amaçlı olması fikri daha cazip geliyor bana (haddimi aşmayacağımı bilsem daha doğru geliyor bile derdim sanırım).

Hayır, bu kitaptakilerin hepsi bir yalan demiyorum tabii ki. Aksine bugüne kadar yaşadıklarınızdan daha gerçek geleceğine eminim. Ziya’nın şehirden kaçıp arkadaşının köyüne yerleşme fikrinin, onunla geçirdiği askerlik yıllarının, sınırda nöbet tutarken yaşanılanların, komutanların herşeyibenbilirimciliğinin, sonrasında köyde başına gelenlerin dün içtiğiniz kahveden daha gerçek olduğuna eminim.

Hani bazen arkadaşlarınıza bir kitap hediye edersiniz ve bitir de konuşalım dersiniz ya işte öyle... Siz sonunu okumadan, Nefise ile, Kenan’la, Cabbar’la, Numan’la tanışmadan benim bir şeyler anlatmam, her şeyi somutlaştırmak olacak. Ziya’nın bundan hoşlanacağını hiç sanmıyorum. O yüzden hadi bitirin de üzerine konuşalım.

“Hâsılıkelam, çerden çöpten de olsa insan illaki bir baba yaratıyor Ziya Bey, başka türlü var edemiyor kendini; koku kırıntılarını tutup, ölgün gölgeleri ve titreşimleri tutup işte böyle babaya dönüştürüyor benim gibi.”

Ümran Kio
twitter.com/umrankio

Yaşamında hüzün eksik olmayanlara

"Hilmi Yavuz, denemelerinde ne sadece güzel söz söyleme ustasıdır ne de okurunu bir yığın kuru bilgiyle baş başa bırakır. Tartışır, kavgalara tutuşur, aydınlatır, tezler öne sürer ve okurunu yükseltir. Onun deneme yazarlığının bir ayrıcalığı da başkalarının bir kitapta anlatabildiği bir ‘mesele’yi, kısacık bir metnin sınırları içinde çözebilmesidir." - Ali Çolak

Hilmi Yavuz, Türk şiirinin "hüzün" şairidir. Buradaki hüzün kelimesi maalesef ki kimi okuyucuları korkutuyor. Oysa hüzünden korkuyor olmak, başlı başına korkulması gereken bir durumdur. Hüzünle melankoliyi karıştırmak, kitap çok satsın diye adına mutlaka "hüzün" serpiştirmek kadar yanlış bir yoldur. Önce biraz da olsa hüzün üzerine konuşmak daha doğru olacak gibi.

Kındî (öl. 886), hüznü tanımlarken "Hüzün, sevilen nesneleri kaybetmekten ve elde edilmesi taleb olunan nesnelere ise ulaşamamaktan kaynaklanan nefsanî acıdır" der. Asırlar sonra batıdan Freud da hemen hemen aynı şekilde, "Hüzün, daima, sevilen bir kişinin veya onun yerine geçmiş olan vatan, hürriyet, bir ideal gibi bir soyutlamanın kaybına gösterilen tepkidir" diyerek tanımlar. Hüzün, illa bir kayıp durumunda mı ortaya çıkar? Kesinlikle hayır. Kayıp, yasa ve mateme sebep olur. Hüzün ile bir alakası direkt olarak yoktur. Dücane Cündioğlu bu duruma "Ey talib, bil ki ârifler için, her zaman, hüzün zamanıdır. Lâkin onlar aslâ yas tutmazlar" diyerek karşı çıkar.

Turgut Uyar'a "Benim her duygum biraz hüzün gibidir"i , Cemal Süreya'ya "Çocuk / güzel anılar gibi hüzünlü / hüzünlü şarkılar gibi güzel"i, Pablo Neruda'ya "Bu gece en hüzünlü şiiri yazabilirim"i, Gülten Akın'a "Hüzün çocuklar için arada bir / yaşlılar için sürekli"yi, Gustave Flaubert'e "Boş bir ev kadar hüzünlü hissetti kendini"yi yazdıran velinimettir hüzün. İşte o hüzün, Hilmi Yavuz'a da, o her fırsatta hatırladığımız "Hüzün ki en çok yakışandır bize"yi yazdırmıştır. Hüzün, ne dizelerle ne de belirli kalıplarla anlatılabilir. Bırakalım da anlatılmasın ve yaşayanların bile tanımlayamadığı bir nimet olarak kalsın. Ancak son olarak, kitaptan Hilmi Yavuz'un harikulade "hüzün görüşü"nü de paylaşmam gerekiyor:

"Biz, hüzünlü bir toplumuz. Hüznü, hüzünlenmeyi seviyoruz. Yaşamın tadını, hüzün duygusunda buluyoruz belki de! Bir tür mazohizm evet, ama ne yapalım, böyleyiz işte! Hep söylemişimdir: Şarkılarımıza, türkülerimize, şiirlerimize bakın hep hüzündür dilegetirilen. Bir şiirimde, hüzün ki en çok yakışandır bize, diye yazmıştım, adım o günden bu yana "hüzün şairi"ne çıktı. Yanlış anlaşılmak istemem, benimki sadece bir saptama... Bizim kültürümüz bir "hüzün kültürü"dür; hüzün sanki kimliğimizin "olmazsa olmaz" bir parçasıdır, demek istemiştim ben. Hüznün Türk insanının, Ahmet Hamdi Tanpınar'ın deyişiyle söylersem, "his tarihi"nde yeri büyüktür. Kısaca, bizim insanımızı anlatabilmek için hüzün temel kavramlardan biridir, bana göre."

Hilmi Yavuz'un bu taptaze olan denemesi, çocukluğunu, gençliğini, gazetecilik-dergicilik anılarını, edebiyat deneyimlerini, elbette şiir yolculuğunu ve tüm bunlarla birlikte aileleri, arkadaşlıkları, vedaları, hatıraları, izleri, erguvanları, yazları da önümüze seriyor. Her sayfada Hilmi Yavuz'un o kusursuz lirik üslubunun şiirsellikle kaynaşmasıyla, okuyucunun içini kaynatan anekdotlar gizli. Bir de bu tip deneme okumalarının en keyifli tarafı, okuyucunun herhangi bir özelliğini yazarla kesişmesi oluyor. Mesela Hilmi Yavuz'un şu özelliğini -haddim olmadan- kendim yazmış gibi oldum:

"Benim, "hiçbir şey değişmesin, hep aynı kalsın!" tutkumu bilenler bilir. Aynı yerlere giderim, aynı otellerde kalırım, mümkünse aynı odayı isterim. Alışmadığım bir mekânda (bu mekân, önceden kalmadığım bir oda bile olabilir!) olmak daima tedirgin etmiştir beni. Tuhaf bulacağınızdan eminim ama söylemeden de edemeyeceğim: Yaz tatili dönüşlerinde, her yıl kaldığım odamdan ayrılmadan önce, oraya, sadece benim fark edeceğim küçük ve kalıcı bir işaret bırakırım. Bu, duvarlardan birine, kurşunkalemle karaladığım, minik ve belli belirsiz bir harf olabilir; -ya da başka bir işaret! Ertesi yıl, yine o odaya geldiğimde, ilk işim, o işaretin orada durup durmadığına bakmak olur."

Yazımı bitirmeden, Ali Çolak'ın işaretlerine de dikkat etmenizi öneririm. Gerek kendi kitapları, gerekse işaret ettiği kitapları her zaman alıp okurum. Tam "yerimden" vurur. Eğer siz de aynı yerlerdeyseniz, mutlaka buluşuruz kelimelerde. Mühim olan da gönül birliği değil midir?

Çok derin, çok hüzünlü bir yolculuk bu deneme. Mutlaka deneyin, mahcup olmayacağıma eminim.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler