Leyla Erbil etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Leyla Erbil etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Eylül 2013 Cumartesi

Aitsiz Bir Kimlik: Zenime Hanım

Leylâ Erbil’in herhangi bir kitabını okuduktan sonra her okur “dili çok iyi kullanıyor” diyecektir. Bu nedenle Cüce romanı için aynı şeyi söylemekle yetinmeyeceğim. Bu romanda neredeyse dil devrimi yapmış, deyim yerindeyse dili kontrolden çıkarmış yazar. Kitabı çok kısa sürede (neredeyse bir oturuşta) bitiriyorsunuz, çünkü bırakırsanız bir şeyleri kaçırıyor hissine kapılıyorsunuz.

Yazarın diğer kitaplarında olduğu gibi bu kitap da eleştirilerle işlenerek yazılmış. Diğerlerinden farkı eleştirirken daha göstermeci bir anlatımı tercih etmesi. Tüketici toplumundan medyaya, insanların bakış açılarından siyasete kadar bizi rahatsız eden ne varsa eleştiriyor Erbil. Üstelik komşusu Zenime’nin kalemini kullanarak.

Yazarın Notu”  bölümüyle başlayan kitapta önce Zenime’nin kim olduğunu, nasıl biri olduğunu, kitabı intiharı üzerine onun yazdıklarını birleştirerek oluşturduğunu söylüyor Leylâ Erbil. Daha sonra da başlıyor hikâyesini anlatmaya.

Bir gazeteciyi bekliyor Zenime Hanım. Okur da bu bekleyişte Zenime’nin zihninin işleyişini izliyor. Yaşadığı sisteme ait olmadığını hisseden, onu eleştiren bir kadın olsa da “sevgili okurlar” ını önemsiyor, öyle bir kitle sürekli onu takip etsin istiyor.

Zenime’nin karışık zihninin yanında, Leylâ Erbil’in zaman zaman şiirsel, zaman zaman tekerlemeyi andıran üslubu bir cümleyi birkaç kere okumanıza neden oluyor. Ama kitabı bitirince biraz dinlendirdikten sonra o cümlelere dönerseniz anlamlarını da, tüm kitap boyunca Zenime’nin evinde ve dolayısıyla sayfalarda yürüyen karıncaların neyi simgelediğini de daha iyi anlıyorsunuz.

Mustafa Horasan’ın çizimlerinin de yer aldığı kitap yalnızca bir şeyler anlatmıyor aynı zamanda bir deneyim yaşatıyor okura. Yaşadığı sistemin içinde boğulduğu halde onun bir parçası olmak zorunda kalanlar kendilerine bir ayna arıyorlarsa Leylâ Erbil’in kelimelerine sığınabilirler.

Ümran Kio

18 Mayıs 2013 Cumartesi

Gorgo'lara göz yuman Türkiye'ye

“sakın sevgili okurlarım
bütün bu saçma hayatı
kendimi acındırmak için
anlattığımı sanmayın
acımam ben kendime
sadece
yakınlaştırmayı isterim
varlığımı sizinkine
canciğer olmayı
nedenini bilemem
isterim işte tuhaf bir erkek nasıldır
bilin isterim”

diyor Leylâ Erbil Tuhaf Bir Erkek kitabında. Sonra da anlatıyor org çalan sevgili tuhaf erkeği… Evlendikten sonra kendini bulmacaya veren, orgunu bile yatağın altına gömen, sevişmek için bile şart koşan erkeği. Düşlerinin zeminini ölümün yeşillendirdiği sevda anlatıyor sevgilisi ve eşi bünyamin’i. Aslında Hurşit, Zurşid, Mümin ve Bünyamin’i kullanarak tuhaf bir erkeğin evrelerini anlatıyor. Nasıl değiştiğini anlatıyor, memleketin gorgo felaketiyle nasıl altüst olduğunu anlatıyor, gorgo'ların birbirinden farkı olmadığını anlatıyor. Kitaplarında hâlâ politik söylemlerden kaçınmadan yazan birkaç yazardan biri olan Leylâ Erbil, bu kitabında diğer kitaplarına kıyasla daha az gönderme yapsa da deyim yerindeyse on ikiden vuruyor ve tuhaf olanın bambaşka bir şey olduğunu gösteriyor okuruna. Hayır, tuhaf bir erkek bir metafor değil. Ama daha kitabın başında anlatacağını söylediği o erkeği, kitabın ortalarına doğru anca anlatmaya başlıyor. Bu da bir tesadüf değil. Tuhaf bir erkeği anlatması için anlatması gereken çok şey var. Okuyucunun çekip alması gereken izler tüm bahsettikleri. Kazıyıp düşünmemiz gereken şeyler. Gorgo'ların unutmamızı istediği, bizimse unutmadığımızı sanıp çoktan kapattığımız konular. Bizi tuhaflaştıran her şey.

Leylâ Erbil okuyan herkesin önce bahsetmek istediği şey yazarın dilidir. Kendisiyle tanışma şerefine nail olmuş biri olarak ne konuşurken ne de yazarken kullandığı dili övmek bana düşmez. Bu dilin güçlülüğünün nereden geldiğini anlamak için Erbil’in bir röportajından alıntı yapmak gerekir:

“1954-55 yılları olmalı. Taksime doğru ilerliyoruz. Galatasaray Lisesi önlerindeyiz ve Onat’la yan yana düşmüşüz, Türk edebiyatını nasıl yenileştireceğimizi tartışıyoruz. Ben, insanları anlatmakta yetersiz kalan bu dili, bu kalıpları değiştireceğimi söylüyorum.”

Yine bir röportajında "Sizden tuhaf bir erkeğin tanımını yapmanızı istesek ne derdiniz?" sorusuna "duygusal zekası yüksek, içi çürük bir adama da benziyor, şaşkın biraz, zavallı gibi, tüm insanlara benzer demonik, aciz, korkak, elinden tutulması gerekenlerden belki" yanıtını veren Leylâ Erbil'in bu kitabını okumak yeterli tuhaf bir erkeğin ne olduğunu anlamak için. Tuhaf Türkiye'ye dair geride kalan aşkları, dostlukları, "unsur"ları, despotlukları görmek için.

İçinde büyük harf bile bulamayacağınız bu kitabı süsleyen ve aynı zamanda kitabın ithaf edildiği Komet’in resimlerini incelemek de ayrı bir deneyim katacak yolculuğunuza. Hâsılıkelam, her gün yeni bir acıklı olayın yaşandığı, şaşırtıcı akıl dışı açıklamaların yapıldığı ülkemizde dokunulması, okunması, seyredilmesi gereken sayfaların sahibidir Leylâ Erbil. Ziyaret edilmesi gerekir.

"üstelik
allah'ın içine gizlenerek
konuşuyor
o yüzden
bu yeni gorgo zamanında
kimse kimseyle
doya doya sevişemiyor
konuşamıyor örüşemiyor"

Ümran Kio

23 Ekim 2012 Salı

Mektup okumayı özleyenlere

Sevgili dost,
Canım arkadaşım,
Sevdiğim,
....

Böyle güzel, içten seslenişlerle başlayan mektuplar almayalı ne çok zaman olmuş... Teknoloji, kağıt-kalemin ve beklemenin o tatlı telaşını uzaklaştırdığından beri hayatımızdan; birine ulaşmak, birilerine bir şeyler anlatmak nasıl da ‘kolay’.

Oysa mektup demek özen demek biraz da; zarflar, kağıtlar almak, postaneye gitmek, vakit ayırmak demek... Kıymetli... Bu yüzden belki de edebiyattaki yeri çok ayrıdır mektup türünün.

Leyla Erbil, edebiyatımızın çizgidışı yazarı, metnin ve dilin sınırlarını zorlamayı seven o güzel kalem, Mektup Aşkları’nda yine ezber bozuyor. Tek bir karaktere yazılan mektuplarla kurguladığı bir roman yazıyor.

Jale’ye gelen mektuplar okuyorsunuz roman boyunca; başka başka kişilerden, farklı şehirlerden gelen mektuplar...

Sacide, Ferhunde, Ahmet, İhsan, Zeki, Zeki'nin babası Abdullah ve Reha'nın mektupları geliyor Jale’ye. Jale’ye aşık erkeklerin sözcükleri, kız arkadaşların paylaştıkları mahrem konular ve tüm mektuplarda okuduğumuz 1940’ların siyasi ve toplumsal yapısı...

Ve en çok da aşk; kadın ve erkek ilişkileri...

"Aslında erkekleri sağduyudan yoksun, bizden çok zayıf, duygusal yaratıklar olarak görüyorum. Bence olay şu: Üzerimizde kurdukları buyurganlık (ki bu onların ham gücüne dayanıyor) yüzünden kendimizi korumak üzere yalan, hep yalan söylemişiz onlara. Bizim zekâmızı geliştiren bu yalanlar onları bizim aptallarımız durumuna sokmuş. (...) Ancak işin enteresan yanı, tarih boyunca erkeği zekamızla oyalayıp idare etme duyumuz öylesine gelişmiş ki, her kadın zekâsıyla, tevarüs ettiği kurnazlıklarla içten içe durmadan yenmiş erkeği. Ne var ki aslında yendiği şeye yenilmiş gibi görünerek yaşadığı ikiyüzlülüğü de hazmedemeyen kadın, mutsuzluğun pençesine düşmüş durumdadır."

Jale’ye yazılmış mektupları okurken, bazen, sanki Jale’nin yatak odasına gizlice girmiş de bir kutu içinde bulduğunuz mektupları okuyormuş gibi oluyorsunuz. Kitabın böyle değişik, başka bir tadı var.

Başka başka dillerden, özenli sözcüklerle akıp gidiyor; aşklar, kavgalar, yolculuklar...

“Aşk var dostum, aşk var ve her şeyi iyi ediyor aşk, dünyayı güzelleştiriyor. İnsan ruhu ancak aşkla şahikasına kavuşuyor...”

Mektup Aşkları, ezber bozan metinleri seven ve el yazısıyla yazılmış o zarif mektupları özleyenlere iyi gelecek bir kitap...

Merve Uzun
twitter.com/merveuzun

20 Nisan 2012 Cuma

Tuhaf olduğunu düşünenlere


Leylâ Erbil’in şüphesiz birçok özelliği var. En belirgin olup da öne çıkanları ise bana göre:

1) Üzerine yazı yazılmasının en zor olduğu yazarımızdır / değerimizdir.
2) Onun zihinsel özgürlüğü, neredeyse ezberlediğimiz edebiyat sınırlarını deler geçer, ortaya kimseyi daha önce düşün(e)mediği cümle yapıları ve düşünceler koyar.
3) Bayağılaşmamıştır. Anlaşılmak ya da çok satmak için kimseyle iş birliği yapmamıştır. Kendi sanatından tabir-i caizse “sert kalıp, taviz vermemiştir”.

Hemen her alanda erkek egemenliğinin gözümüze girdiği bir ortamda, savunmasız bir kadın olarak edebiyat ortamlarına girmiştir. Birçok sanatçı (!) arkadaşını eleştirmiştir. Ortalarda çok az görünmüştür. Lafını esirgememiştir. Erkeğim diye geçinen erkeklerin arasında daha delikanlı davranmıştır dersem hiç de yanlış birşey demiş olmam.

Leylâ Erbil, gayet sade cümlelerle hepimizin ruhunda bulunan yaralara gelir tuz basar.

Leylâ Erbil, ülkemiz PEN merkezi tarafından Nobel Edebiyat Ödülü’ne aday gösterilen ilk kadın yazardır. “Tuhaf Bir Kadın” romanı ülkemizde türünün neredeyse son örneklerindendir. Tuhaf Bir Kadın’ın ilk çıktığı dönemlerde bir hikâye kitabı sanılması içindeki farklı metinlerin biraraya gelmesindendir. Bu aslında bir romandır; ancak romanını “bitirmemesi” de gözümüzden kaçmamaktadır. Mustafa Suphi’nin kaderiyle ilgili bilgileri, sanatı aracılığıyla okuyucularına ulaştırır. Kitabın her bir baskısında “Mustafa Suphi’yle ilgili eklenecek yeni belgelere rastlamadım. Gözümden kaçanlar varsa okurlarımdan özür dilerim” notunu düşürmüştür. Bütün kitapları “Bu kitap hiçbir ödüle katılmamıştır” cümlesiyle başlar. Aşağıdaki alıntı kitaptaki kadın yazar adayının Sait Faik’le (kastedilen üstad) bir konuşmasıdır.

Ne kanı bu anlamadım?” dedi, gözlerini kırpıştırarak. Ben de anlaşılmasın diye öyle soyut yazmıştım şiiri. Doğrusunu söyleyemedim ona tabii, “Savaş korkusunu simgeliyorum,” dedim. “Ellerine sağlık, pek güzel yazmışsın ama, şair olabilmek için daha çok küçüksün. Bunları birkaç ay beklet; yeniden oku bakalım. Ben sana kitap getireceğim yarın, Lambo’ya, onları da oku…” Kibarlık ediyordu ama beğenmemişti işte. Kim bilir nasıl da alay etti için için. “Hiç durmadan yaz, yaz yaz at bir köşeye, arkasını bırakma yazmanın.” İşte benim tek sığındığım, tek avunduğum şiirlerden de umudum kesildi artık. Yaşamanın anlamı ne olacak artık, ölebilirim artık.

Lambo’ya uğradım, kitapları aldım. Kendisi yoktu. Bu kitapların da hepsini okumuştum ben. Nasıl mutsuzum!…"

Tuna Bahar