"Heba" Hasan Ali Toptaş'ın son romanı. Derinlikli, ince işlenmiş, kendisini kolay açmayan bir metin. 308 sayfada noktalanan 7 bölümden oluşan bir iç muhasebenin kitabı. Ana Karakter Ziya’nın 42 yıl önce öldürdüğü küçük bir kuş yüzünden çektiği vicdan azabı etrafında şekillenen ve yer yer geçmiş, yer yer günümüze dönük anlatılan hikayesi.
Kitap; şehir ve kır yaşantısının çıkmazlarına dokunurken, Suriye sınırında büyük fedakarlıklar ve zorluklarla geçirilmiş bir askerlik ve burada ölümsüzleşen bir dostluğun öyküsü aynı zamanda.
Toptaş bu noktadan bakıldığında karakter sahibi bir eser ortaya koymuş, zira her bir bölümde anlatılan olayların kendi içinde bir duruşu ve tavrı var. Olaylar geçmiş, bugün ve gelecek zinciriyle birbirine başarılı bir şekilde bağlanmış.
Bölümlere kısaca değinmek gerekirse: Toptaş okuyucuyu "Anahtar" başlıklı bölümle karşılıyor. Bu bölümde Ana karakter Ziya’nın şehir hayatı karşısındaki isyanına, bıkmışlığına, ayrılma arzusuna şahitlik ederken ev sahibesi Binnaz Hanım’ın hikayelerini okuyup yazarın okura verdiği anahtarla metnin gizleri kurcalanmaya başlanıyor.
"Rüya" başlığını taşıyan ikinci bölümde ise yazar okuyucuyu Ziya’nın çocukluk yıllarına, yakın dostlarına ve ailesine bir rüya aracılığıyla götürüyor. Bu bölümde okur Ziya’nın karakteristik özelliklerini derinlemesine analiz etme fırsatını elde ederken 42 yıl boyunca peşini bırakmayan kuş simgesiyle tanışıyor ve Ziya’yı psikolojik olarak önemli bir şekilde yaralayan bu olayın hikayesini öğreniyor.
105. sayfada başlayan "Huzur" isimli bölümde Ziya’nın en yakın arkadaşı Kenan’ın köyüne olan yolculuğu, şehir hayatından sonra köy hayatı karşısındaki tepkisi,yaşadığı büyük kayıp ve bunun ruhunda açtığı yaralar ustaca bir anlatım ve kusursuz betimlemeler eşliğinde aktarılıyor. Bu bölümde ana karakterin buhranları, kalbinin üzerinden eksik olmayan kara bulutlardan kurtulmak için verdiği sessiz mücadele aracılığıyla günümüz kent insanının sıradanlaşan ve tekdüzeleşen yaşantısına da güzel göndermelerde bulunuluyor.
"Yazıköy" başlıklı bölümde isminden de anlaşılacağı üzere Ziya’nın bundan sonrası için yaşamaya karar verdiği Kenan’ın köyü işleniyor. Hikayenin düğümlenme ve çözümlenme sürecinde etki edecek karakterler yavaş yavaş okurun ilgisine sunulurken köy ve kent yaşamı arasındaki derin farklılıklar, toplumsal yapıdaki zıtlıklar belirgin bir şekilde sergilenmeye başlanıyor. Yazar bu bölümlerde tarafını belli etmeye başlıyor.
147. sayfada başlayan "Sınır" bölümünde Ziya ve Kenan’ın dostluğunun başlangıcına götürüyor yazar okuyucuyu. Ziya ile Kenan dostluğu üzerinden geçmiş ve günümüz dostluklarını sorgulatıyor. Dostluk kavramının geçirdiği dönüşümü, eksilenlerini, bünyesine katıp getirdiklerini oldukça güzel bir olay örgüsü içinde yine kendine özgü büyüleyici betimlemeler eşliğinde aktarıyor. Ziya ve Kenan ikilisinin Suriye Sınırında geçen askerlikleri ve burada yaşadıkları acı tatlı olaylardan oluşan bu bölüm kitabın en kapsamlı ve en uzun kısmını oluşturuyor. Bu bölümü okurken Hakan Günday’ın Ziyan kitabını okumuş olan okuyucuların ilginç benzerlikler ve paralellikler keşfetmeleri muhtemel. Zira karakterin adının Ziya oluşu ve bölüm boyunca anlatılan olaylarda yazarın takındığı tavır iki metin arasındaki ilginç benzerliği açıkça belli ediyor. Bu bölümde Ayrıca yazarın Türkiye’de askerlik ve askerlik kurumunun ideolojisi üzerine söyledikleri ve vermek istediği mesajlar da kendisine yer buluyor.
"Minnet ve Fena" isimli son iki bölümde yazar okurunu geçmişten çıkartıp hikayenin tüm soru işaretleriyle birlikte günümüze getiriyor. Bu bölümlerde Kenan’ın köyüne yerleşmiş olan Ziya’nın şehirli düşünceleri ile küçük köylü insanının düşünce çekişmelerini inceliyor yazar. Yine bu bölümde Toptaş’ın kır ve kent yaşamını ne denli iyi bildiğini metinde izlediği yoldan ve çizdiği rotadan açıkça gözlemlemek mümkün.
Toptaş Hikayesini koşturabildiği kadar koşturuyor ve nabzın en yükseldiği noktada fişi çekip bırakıyor. Son derece başarılı bir anlatım, akıp giden bir üslupla kotarılmış olan "Heba" yazının başında da belirttiğim gibi kendisini kolay açmayan bir metin. Özenle işlenmiş dolayısıyla okurdan da özenle çözülmesi bekleniyor. Sıcak yaz günlerinde vicdan muhasebesi yapmak isteyenlerin ilgisine...
Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_
Heba etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Heba etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
15 Ağustos 2013 Perşembe
18 Mayıs 2013 Cumartesi
Sınır boyunca yürüyüp giden bir hoop sesi
Hasan Ali Toptaş’ın Heba kitabını bitirince içimi sızlatan bir ses kaldı kulaklarımda: “mevziden mevziye sıçrayarak, karanlığın içinde yankılana yankılana sınır boyunca yürüyüp” giden bir hooop sesi.
Bir kadına yeterince uğraşırsanız askerliğin nasıl bir şey olduğunu anlatabilirsiniz, özellikle de sınırda bir askerlik yaşamışsanız. Ama bir kadına nöbet tutmanın nasıl bir şey olduğunu hissettirmek, komutan tokat atınca acısını yüzünde yaşatmak Hasan Ali Toptaş’ın ustalığı sanıyorum. Yabancılık çektiğim bir kelime dahi olmadı “sınır” başlıklı askerlik yıllarını okurken. Ne koğuşa, karakollara yabancılık çekersiniz Toptaş'ın kelimelerini okurken, ne de yaşlı, garip ev sahibesine. Ne bir güvercinin bıraktığı izler şaşırtır sizi, ne Ebecik’in itinalı yemek tarifleri. Bu kitapta her şey olabilirmiş gibi, sanki hepsi gerçek olamayacak kadar etkileyici, ama hayal olamayacak kadar da can yakıcı gibi.
Hasan Ali Toptaş okuyanlar bilir, yazar tırnak işareti kullanmaz (en azından benim okuduğum kitapların hiçbirinde kullanmıyordu). Evet, kendisi bunun özel bir nedeni olmadığını, tırnak işaretinin nokta, virgül kadar önemli bir işaret olmadığını, o yüzden kullanma gereksinimi duymadığını söylüyor. Ama eğer 21. Yüzyıl, Tanrı-yazarın değil Tanrı-okurun yüzyılıysa ben bu konuda noktalama işareti önemsizliğinden daha fazlasını görüyorum. Diyaloglara tırnak işareti eklemek, kişinin cümlesini sınır içine alıyor, somutlaştırıyor, gerçekleştiriyor gibi gelmiştir bana hep. Bu yüzden Toptaş’ın bu noktalama işaretinden uzak durması, okuyucuyu noktalama sınırlarına bile dahil etmemek, yaşadığı her şeyin bir rüya olabileceği ihtimalini açık bırakmak, zihinde dolaşmanın nasıl bir şey olduğunu anlatmak amaçlı olması fikri daha cazip geliyor bana (haddimi aşmayacağımı bilsem daha doğru geliyor bile derdim sanırım).
Hayır, bu kitaptakilerin hepsi bir yalan demiyorum tabii ki. Aksine bugüne kadar yaşadıklarınızdan daha gerçek geleceğine eminim. Ziya’nın şehirden kaçıp arkadaşının köyüne yerleşme fikrinin, onunla geçirdiği askerlik yıllarının, sınırda nöbet tutarken yaşanılanların, komutanların herşeyibenbilirimciliğinin, sonrasında köyde başına gelenlerin dün içtiğiniz kahveden daha gerçek olduğuna eminim.
Hani bazen arkadaşlarınıza bir kitap hediye edersiniz ve bitir de konuşalım dersiniz ya işte öyle... Siz sonunu okumadan, Nefise ile, Kenan’la, Cabbar’la, Numan’la tanışmadan benim bir şeyler anlatmam, her şeyi somutlaştırmak olacak. Ziya’nın bundan hoşlanacağını hiç sanmıyorum. O yüzden hadi bitirin de üzerine konuşalım.
“Hâsılıkelam, çerden çöpten de olsa insan illaki bir baba yaratıyor Ziya Bey, başka türlü var edemiyor kendini; koku kırıntılarını tutup, ölgün gölgeleri ve titreşimleri tutup işte böyle babaya dönüştürüyor benim gibi.”
Ümran Kio
twitter.com/umrankio
Bir kadına yeterince uğraşırsanız askerliğin nasıl bir şey olduğunu anlatabilirsiniz, özellikle de sınırda bir askerlik yaşamışsanız. Ama bir kadına nöbet tutmanın nasıl bir şey olduğunu hissettirmek, komutan tokat atınca acısını yüzünde yaşatmak Hasan Ali Toptaş’ın ustalığı sanıyorum. Yabancılık çektiğim bir kelime dahi olmadı “sınır” başlıklı askerlik yıllarını okurken. Ne koğuşa, karakollara yabancılık çekersiniz Toptaş'ın kelimelerini okurken, ne de yaşlı, garip ev sahibesine. Ne bir güvercinin bıraktığı izler şaşırtır sizi, ne Ebecik’in itinalı yemek tarifleri. Bu kitapta her şey olabilirmiş gibi, sanki hepsi gerçek olamayacak kadar etkileyici, ama hayal olamayacak kadar da can yakıcı gibi.
Hasan Ali Toptaş okuyanlar bilir, yazar tırnak işareti kullanmaz (en azından benim okuduğum kitapların hiçbirinde kullanmıyordu). Evet, kendisi bunun özel bir nedeni olmadığını, tırnak işaretinin nokta, virgül kadar önemli bir işaret olmadığını, o yüzden kullanma gereksinimi duymadığını söylüyor. Ama eğer 21. Yüzyıl, Tanrı-yazarın değil Tanrı-okurun yüzyılıysa ben bu konuda noktalama işareti önemsizliğinden daha fazlasını görüyorum. Diyaloglara tırnak işareti eklemek, kişinin cümlesini sınır içine alıyor, somutlaştırıyor, gerçekleştiriyor gibi gelmiştir bana hep. Bu yüzden Toptaş’ın bu noktalama işaretinden uzak durması, okuyucuyu noktalama sınırlarına bile dahil etmemek, yaşadığı her şeyin bir rüya olabileceği ihtimalini açık bırakmak, zihinde dolaşmanın nasıl bir şey olduğunu anlatmak amaçlı olması fikri daha cazip geliyor bana (haddimi aşmayacağımı bilsem daha doğru geliyor bile derdim sanırım).
Hayır, bu kitaptakilerin hepsi bir yalan demiyorum tabii ki. Aksine bugüne kadar yaşadıklarınızdan daha gerçek geleceğine eminim. Ziya’nın şehirden kaçıp arkadaşının köyüne yerleşme fikrinin, onunla geçirdiği askerlik yıllarının, sınırda nöbet tutarken yaşanılanların, komutanların herşeyibenbilirimciliğinin, sonrasında köyde başına gelenlerin dün içtiğiniz kahveden daha gerçek olduğuna eminim.
Hani bazen arkadaşlarınıza bir kitap hediye edersiniz ve bitir de konuşalım dersiniz ya işte öyle... Siz sonunu okumadan, Nefise ile, Kenan’la, Cabbar’la, Numan’la tanışmadan benim bir şeyler anlatmam, her şeyi somutlaştırmak olacak. Ziya’nın bundan hoşlanacağını hiç sanmıyorum. O yüzden hadi bitirin de üzerine konuşalım.
“Hâsılıkelam, çerden çöpten de olsa insan illaki bir baba yaratıyor Ziya Bey, başka türlü var edemiyor kendini; koku kırıntılarını tutup, ölgün gölgeleri ve titreşimleri tutup işte böyle babaya dönüştürüyor benim gibi.”
Ümran Kio
twitter.com/umrankio
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)