Hasan Ali Toptaş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hasan Ali Toptaş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Temmuz 2020 Pazar

Herkes birilerinin acılarına seyirci kalıyor bu dünyada

Hasan Ali Toptaş’ın son, benimse ilk Hasan Ali Toptaş romanım Beni Kör Kuyularda. 2 aylık bebeğim ve 4,5 yaşındaki oğlumla birlikte, 238 sayfalık bu kitabı bir günde bitirdim. Siz düşünün ne kadar sürükleyici ve akıcı olduğunu.

Anlatı, toplumun çürüyen yanlarını, okuyucuyu rahatsız eden bir biçimde gözler önüne seriyor. Çoğumuzun zaten bildiği ama bildiğinin farkında olmadığı karanlıkta bırakıyor bizi. İnsanların acılarından nasıl seyirlik bir malzeme çıkarılabileceğini, en yakınların bile acı karşısında nasıl eli kolu bağlı kalabileceğini, muktedir kimse güçlünün, otoritenin ve dahi güçsüzün onun yanında saf tutabileceğini anlatıyor. Bu sadece bir Türkiye anlatısı değil, dünyanın dört bir yanında başka şekillerde gerçekleşiyor acının seyri ve hatta bundan zevk alma. Bu kitap bütün bir insanlığın vicdan tutulması. Kitabı okurken, doğal bir refleks olarak çok yerde öfke duyuyorsunuz, nasıl yaparlar, neden karşı koymazlar, nasıl bu kadar kötü olabilirler diye. Öfkeyle beraber merhametiniz de sınıra dayanıyor elbette, acı çekenle aynı safta yer almak kaçınılmaz oluyor, acı çekenin ailesinden biri oluveriyorsunuz. Öte yandan anlatıdan çıkıp gerçeğe döndüğünüzde aradaki paralelliği görmeniz çok da zor değil. Kabul edelim, herkes birilerinin acılarına seyirci kalıyor bu küresel dünyada.

Kitabın konusundan kısaca bahsedecek olursak; Ankara’da ayakkabı tamircisi olan baba Muzaffer’in bir gün yemekleri yanına almayı unutması, anne Bahriye’nin yemek kaplarını kızı Güldiyar’a vererek babasına götürmesini istemesiyle başlıyor roman. Güldiyar ismiyle aynı tasvir ediliyor kitabın başlarında. Aynada kendini seyrederken saçlarına, yüzüne dokunuyor. Belli ki gül diyarı gibi güzelce bir kız. Annenin kızına tembihiyse olacakları yavaş yavaş bize sezdiriyor daha en baştan:

Git ama dikkatli ol, tamam mı? Televizyon haberlerinde görüyorsun, her gün oğlan çocukları, kız çocukları kayboluyor. Sonra da tecavüze uğrayan bu körpecik çocukların parçalanmış cesetleri bulunuyor sağda solda. Ayrıca, biliyorsun, insanların gözleri önünde her Allah’ın günü kadınlar öldürülüyor. Bu yüzden diyorum dikkatli ol diye.” (sf. 10)

Yemeklerini götüren Güldiyar’ın başına yolda kötü bir şey geldiği bellidir, ancak hiç konuşmaz. Konuşmadığı gibi sadece ağlar ve sıra dışı acı burada başlar asıl: Güldiyar’ın gözlerinden gözyaşı yerine taş düşmektedir. Annesi, kararsız kalsa da önce komşusundan yardım ister, komşusu bir yakınının desteğini talep eder, derken iş büyür ve elde olmayan bir şekilde Güldiyar, insanların seyir malzemesi haline gelir. Sadece seyreder insanlar, doktora götürmeyi teklif etmezler mesela. Bu seyir malzemesinden piyasa yaratan mafyaları polise şikâyet etmeyi akıllarından geçirmezler. Sadece göz taşlarını görmek isterler, hatta göremediklerinde buna hayıflanır, öfkelenirler. İçlerinden birkaçı yardım etmeye teşebbüs ettiğinde ise sistemin çarkını bozan bir taş muamelesi görülür, sistem onu ezer geçer. Bu olaylar zuhur ederken Güldiyar’ın yanında sadece babası vardır. Adı Muzaffer, kendi iktidarsız, güçsüz Muzaffer. Hiçbir şey yapamaz umut etmekten başka. Her güne yeni bir umutla uyanır bıkmadan. Kitabın arka kapağında dediği gibi “bütün mümkünlerin kıyısında”dır. Ancak kitabın adını tamamlayan da ta kendisidir: “merdivensiz bıraktın.

Özetle anlatı, insanlığın durumunu sinematografik bir üslupla çok başarılı bir şekilde geçiriyor kağıda. Bunda tabi ki Hasan Ali Toptaş’ın Türkçe’yi harika bir şekilde kullanmasının payı büyük. Ben, kullanılan dile en çok betimlemelerde hayran oldum. Örneğin bir sahnede yazar sadece sabahın olduğunu anlatmak için geceyi, gecenin akışını ustalıkla kaleme alıyor. Betimlemeyi yaparken anlatıyla bir paralellik yakalıyor ve sadece insanın içini dürtecek anlardan söz ediyor. Üzerine yaptığı kelime tekrarları ile şiirsel bir su gibi akıyor bu paragraflar.

Onu yutan karanlık insanı ürpertecek kadar soğudu, yapraklar soğudu, kendi genişliklerini susan, kendi genişliklerini fısıldayan boşluklar soğudu, kapılar soğudu, sular soğudu ve gece çatıların, antenlerin, avluların, ağaçların ve cümle mahlûkatın üzerine basa basa yürüdü, o bir eliyle sokak lâmbalarının sarı ışıklarına tutunarak yürürken ağrısı sızısı, gamı kasaveti olmayanlar uyudu, içinden kafasına takılan şeyi izah etseydim şimdi yârimden ayrılmaz, mis gibi onun koynunda yatardım diye geçirenler yastıklarına sarılarak bir sağa bir sola döndü, işsizler gözlerini boşluğa dikip acı acı of çekti, çocuklar uçurumlarla dolu, korkunç ve karanlık rüyalar gördü, gemisini yürütmekten başka bir şey düşünmeyenler kafalarının içinde yeni taktikler, yeni manevralar, yeni güzergâhlar belirledi, bebekler altlarına işedi, hastalar sarı sarı bakıp sarı sarı inledi, emzikli kadınların meme uçları zonkladı, ihtiyarlar arada bir uyanıp sessizliği büyüten kendi kalp atışlarını dinledi ve artık sonunda, şafak söktü.” (sf. 28)

Gelelim kitabın eksik kalan, dilimde kekremsi bir tat bırakan yanlarına. Öncelikle kitapta ucu açık kalan, okuyucunun cevabını beklediği sorular mevcut. Anlatıcı, cevabını muhatabın hayal gücüne bırakmış diyeceğimiz türden değiller bu sorular üstelik. Bilakis, cevaplandırıldıklarında kurguyu önemli ölçüde destekleyecek, güçlendirecek konular. Mesela anlatı boyunca Güldiyar’ın acısını görüyoruz ama Güldiyar’ın başına ne geldiğini asla öğrenemiyoruz. Ben, Güldiyar yola çıkmadan annenin tembihlerinden ve baba tasvirinden ve belki de gündemin etkisinde kalmamdan mütevellit anlatının bir yerinde babasının tecavüzüne uğradığını göreceğim heralde dedim ama babanın kızının yanındaki duruşu nedeniyle bu şıkkı eledim. Bahsedilen bir diğer karakter olan Cevher’in tacizi söz konusu olabilirdi ama o da Güldiyar’a kör kütük ve masumane bir şekilde aşık. Yani bu sorunun cevabı gerçekten de okuyucunun hayal gücüne bırakılmış. Bir diğer önemli soru, Muzaffer ve komşuları Dursun’un küskünlüğü. İki yakın arkadaş -öyle yakın ki köylerinden birlikte göç ediyorlar şehre, bir araziye yan yana ev yapıyorlar- ne oldu da küstüler? Son olarak, kitapta evin oğlu Hüseyin, Güldiyar’ın abisi 4 yıldır kayıp. Ne oldu da abi kayboldu? Bunu bilmek, satır aralarında Muzaffer’in umudunu ve umudunun yine cevapsız kalışını bize göstermekten başka ne işimize yaradı? İşte bu soruların cevabı meçhul ve bu bilinmezliklerin anlatının gücünü bir nebze de olsa baltaladığını düşünüyorum.

Özetle, kurgu anlamında birtakım eksiklikler olsa da kitabın akıcılığına, konunun ustalıkla işlenmesine, betimlerin şiirselliğine söyleyecek söz yok. Globalleşen dünyada, insanın durduğu - aslında gerçekten fiil olarak da durduğu- yeri çok başarılı bir şekilde anlatıyor usta kalem. Bütün bir kitabı özetleyen cümleler ise sayfa 169’da Halil karakterinin ağzından dökülüveriyor: “Anlıyorum”, dedi nice sonra Halil.” Sen diyorsun ki, kötüler gelip bize kötülük edinceye kadar iyidirler, başımızın üstünde yerleri vardır.”. Yine aynı sayfada ekliyor: “Nefret etmeyenin sevgisi de yalandır.

Yaşadığımız dünyadaki insan profili için de bir özet değil mi sizce?

Feyza Gönüler
twitter.com/FeyzaGonuler

16 Temmuz 2018 Pazartesi

Anadolu’nun ıssızlığı ve iki roman

Hasan Ali Toptaş ile ilk tanışmam Gölgesizler romanıyla oldu. Yalnız bu tanışma iyi mi oldu kötü mü oldu tam emin değilim. Çünkü Hasan Ali Toptaş’ın Gölgesizler romanını okurken kitaptan başımı kaldırdığım zaman “acaba gerçek dünyaya mı döndüm?” dercesine Inception filminde yer alan totemlerden birine ihtiyaç duymadım değil.

Hepimizin bazen “ben bunu daha önce yaşamıştım”, dediği anlar veya “ben sizi bir yerden tanıyorum”, dediği kişiler olmuştur. Hasan Ali Toptaş’ın zamanı ve karakterleri de bu anlardan veya bu kişilerden meydana geliyor. Tek farklı yönü ise karakterlerin bu “dejavu” durumundan haberlerinin olmaması. Eserde kahramanların bir varoluş sancısı çektiğini her bölümde, sayfada, kelimede hissediyoruz. O antik çağlardan beri gelen “acaba bu dünya başka bir dünyanın yansıması mı?” sorusuna da cevap bulmaya çalışıyoruz. Hatta bu öyle bir duruma dönüyor ki kitabı okurken eser içinde canlı, cansız her şeyin varlığını sorgulamaya başlıyoruz.

Aynı zamanda kitabı okurken aklıma hemen Yaşar Kemal’in Tek Kanatlı Bir Kuş adlı romanı geldi. Tek Kanatlı Bir Kuş adlı roman oldukça canlı anlatımlar aktarır okuyucuya. İki romanda da yer alan o fantastik, o masalsı anlatım okuyucuyu içine çekmektedir. Tek Kanatlı Bir Kuş romanında halkının neden terk ettiği bilinmeyen bir kasaba vardır. Buraya yeni atanan bir posta müdürü, karısı ve yurtdışına göç edip tekrar izine gelen karakterler yer alır eserde. Onlar kasabaya uzak bir noktaya kadar gidebilmiş yalnız oradan ötesine geçememişlerdir. Çünkü hiçbir otobüs şoförü kasabanın içine girmeyi bırakın yakınından dahi geçmeyi kabul etmezler. Gölgesizler’i okurken aklıma bu kitabın gelmesi de şöyle oldu: Acaba, dedim posta müdürünün giremediği kasaba, Gölgesizler’de bulunan köy müdür? Yalnızca Gölgesizler adlı romandaki kahramanlar mı çıkıp girebilmektedir köye?

Gölgesizler adlı romanda çocukların bir an başlarını kaldırıp çınarın üstünde, ardında uzun bir duman bırakarak giden uçak; köye girmek için bekleyen posta müdürü ve yanında bulunanların gördüğü uçakla aynı mıdır? Bu uçak her iki kitapta da bir özgürlük, kaçış timsali olarak mı yer almaktadır? Tek Kanatlı Bir Kuş romanında kasabanın üstüne yıkılıp gelen dağ, dağlarda dolaşıp çaresizce tekrar köye “bir dağ gibi yıkılıp gelen” bekçi midir? Tek Kanatlı Bir Kuş’ta o bekçiden mi korkarlar bir dağa benzeterek? Bir felaket habercisidir heybetiyle bu dağlar. Gölgesizler adlı romanda varlık sancısıyla boğuşan köylüler sanki birdenbire boşaltmıştır köyü de sonra kimsenin girmeye cesaret edemeyeceği bir kasabaya dönmüştür orası. Posta müdürü ve yanındakiler bu yüzden girememektedirler oraya. Köy bir kasabaya dönüşmüştür zaman içinde ve kasaba da durdukça korku üretmektedir. Bu korku köyün meydanında başlamıştır ilk olarak büsbütün. Zaten köyün temaşa alanı, kalbi de orasıdır. O köylülerin nedenini, nereden geldiğini anlayamadıkları pis kokuyla anlamışlardır artık orada yaşanılmayacağını da terk edip gitmişlerdir köyü. Köy bu ağırlığı atınca üstünden büyümeye başlamıştır ve bir kasaba olmuştur. Korku da bir set gibi çekilmiştir köy meydanından çıkıp, yayılarak kasabanın sınırlarına. Dikenli teller nasıl çekilirse sınıra, korku da öyle korumaktadır kasabayı dışarıdan.

İki romanın da kesiştikleri nokta bu korku gibi görülür. Yaşar Kemal de Hasan Ali Toptaş da Anadolu’nun o ıssızlığını göstermişlerdir kitaplarında. Hatta bu duruma sadece edebiyat alanından bakmayalım, Nuri Bilge Ceylan da aynı şekilde işlemektedir filmlerinde bir bakıma Anadolu’yu. Anadolu’dur, beşiktir birçok medeniyete, efsaneye, hikâyeye. Anadolu’dan böyle iki fantastik romanın çıkması da tesadüf değildir bu yüzden.

Tugay Özdemir
twitter.com/TugayOzdmr

5 Ekim 2016 Çarşamba

Yazmak, belki de kalabalık bir tenhalık hâli

"Hep yalnızlık var sonunda, yalnızlık ömür boyu."
- MFÖ, Ele Güne Karşı Yapayalnız (1984)

Kimileri için bir yazarı yakından tanıma çabası, kimileri için bir yazarın oldukça çileli bir yazma serüveni, kimileri için bir yazarın edebiyatla varoluşuna kattığı anlamı okuma eylemi, kimileri içinse belki de bir roman yahut öyküler toplamı. Çünkü o yazar Hasan Ali Toptaş. Türkçenin güzide yazarlarından Toptaş'ın söyleşiler kitabı olan "Başlarken Yalnızsın Bitirdiğinde Daha da Yalnız", 2014 yılında İletişim Yayınları'ndan çıkmıştı. Belirli bir kronoloji güdülmeden; tamamen Hasan Ali Toptaş'ın seçkisine göre oluşturulan bu kitapta Şükrü Erbaş, Emrah Serbes, Latife Tekin, Gülay Talaslı, Semih Gümüş, Filiz Akgündüz, Gürsel Korat, Mehmet Öztunç, Ethem BaranCan Bahadır Yüce, Yıldız Ecevit ve daha birçok isimle, dergiyle yaptığı söyleşiler bir arada bulunuyor.

Yazar, hep üzerinde durduğu gibi çok konuşmayı sevmemiş söyleşilerinde. Öyle ki bazen sorular cevaplardan daha uzun olmuş. Kitabın önsözünde de
"Ben haddinden fazla konuşmuşum. Yeryüzüne susmaya gelenler sınıfdanım diyen bir insanın, hakikaten, bu kadar konuşmaması gerekirdi" diyor. Fakat biz okuyucular bundan mutluyuz. Çünkü hız ve haz bağıran bu modern dünyada karşımızdaki insanın yüzüne bakmadan konuşmaya alışmış bireyler olarak, en azından kağıda bakıp da tanımak, tanışmak, tanışıklık inşa etmek belki güzel çünkü, çok güzel.

Kitaba ismini veren cümle, yazarın Şükrü Erbaş'la Adam Öykü dergisi için 2001 yılında yaptığı bir söyleşiden... Şair "Kalabalıkla yazmanın ve yalnızlıkla  yazmanın ilişkisi" üzerine soruyor, yazar ise şöyle cevaplıyor: "Yazmak bence bir yalnızlıktan bir yalnızlığa yolculuk. Okuru hesaba katsan da böyle bu, katmasan da. Başka bir deyişle, bir öyküye, bir şiire, bir romana başlarken yalnızsın; bitirdiğinde daha da yalnız. Metinlerimdeki mahşeri kalabalıkları da ben yalnızlığın başka bir biçimi olarak görüyorum. İçinde bulundukları metnin vazgeçilmez bir malzemesi ya da kurgunun temel bir parçası gibi gözükseler de (ki öyledirler, öyle kılınmışlardır), bu mahşeri kalabalıkların, ruh yapımdan kaynaklanan, benim bile farkında varmadığım çok daha başka nedenleri de olabilir tabii. Çocukluğumdan, bu yana, bir türlü yenemediğim kabalık fobim olabilir sözgelimi... Kalabalıkla yazmanın ilişkisi bana pek açıklanabilir gibi görünmüyor. Yazmak, belki de kalabalık bir tenhalık hâli."

Emrah Serbes birkaç kelimeyi özetlemesini istiyor Topbaş'tan. Mesela "Zaman" kelimesi için "Zamanla anlaşılan bir kelime. Zamanla acıya dönüşen, şakacı, geniş ve genişliği kadar da dar olan bir şey." diyor yazar.. "Çıkmaz" kelimesi için "insanın ta kendisi" yorumu yaparken, son kelime olan "Huzur" için "O da ne?" diye cevap veriyor.

Latife Tekin söyleşisi, kitabın en uzun ve bana göre en güzel söyleşisi. Harflerin birer nota görevi üstlendiğini, romanın ille de kurguya muhtaç olmadığını, metinlerin de bir kokusunun bulunduğunu hiç değilse düşleyebilir okuyucu. Çünkü Hasan Ali  Topbaş konuşurken karşısındakini ikna etmek derdine düşmüyor, bir şey teklif ettiği de yok. Kendince yorumlar yapıyor. Sanki yakından dinlendiğinde doğaçlama bir klarnet taksimi gibi. Ama uzakta bir iskemlede oturup dinlenildiğinde belki bir peşrev. Muhakkak bir anlamı var. Yapmış olmak için yapmak değil, söylemiş olmak için söylemek hiç değil.

Hasan Ali Toptaş her ne kadar sakin, sessiz -'roman konuşmaya başladığında yazar susmalıdır' der-, kendi hâlinde biriymiş gibi görünse de hayatın kabul edilemez taraflarını dert edinmiş bir yazar. Zaten sanatının temelinde, hatta tüm sanatların özünde bunun yatması gerektiğini de şöyle vurguluyor: "Sanat, makul insanların işi değildir bana göre. Makul insan, olsa olsa, hayatın kendini tekrar edip durmasına yarar. Makul insandan çok iyi memur olur, çok iyi bakkal olur, ne bileyim çok iyi berber, terzi, kuyumcu ya da ayakkabıcı olur. Canlı olmanın aczi içimin duvarlarına bir büyüklük olarak yansıyor evet ve ben onun gölgesinde yazıyorum. Borges'in dediği gibi, her şey acıdan doğuyor. Ama, ısmarlanmış, ya da yahu arkadaşlar bu günlerde hangi tür acılar revaçtadır kaygısıyla laboratuvarlarda üretilerek her yanı allanıp pullanmış olan acıdan değil, gerçekten yaşanan ve gövdenin her hücresini cehennem gibi şiddetle yakıp kavuran acıdan."

Her yazar gibi aile bağları bazen yazmaktan, bazen okumaktan, bazen de kişisel tercihlerden -İlber Ortaylı bunu evliliklerdeki 'private' mevzusu olarak değerlendiriyor- dolayı çok sıkı değil. Kendini iyi bir baba olarak görmese de baba olmayı en güzel tanımlayan cümlelerden birini kuruyor: "Baba iktidardır her şeyden önce. Aynı zamanda geçmişin yükünü getirip omuzlarımıza yığan yok edilemez bir köprüdür. Anlamsal ağırlığıyla belimizi büken devasa bir ilmektir."

Günümüz insanın boşverdiği tüm sessizlikler, tüm boşluklar, tüm yılgınlıklar Toptaş'ta kendine muhakkak bir yer bulabiliyor. Dilde de öyle. "İki kelime arasındaki boşluk bile dile dâhildir" diyor mesela. "Çünkü o boşluk, o iki kelimenin zihnimizde uyandırdığı öteki kelimelerden oluşur" diye de ekliyor. Gerçekten öyle değil mi? Fakir de bu hareketle -belki de hareketsizlikle- "Öfkeli bir sesleniştir aslında susmak" demişti bir şiirinde.

Bir söyleşi kitabına dair daha fazla konuşmanın yersiz kaçacağını düşünüyorum. Karşımızda konuşmayı, görünmeyi, fotoğraf vermeyi, sesini yükseltmeyi sevmeyen bir yazar var. Gittiği yerde kendinden birilerini bulmanın derdinde yalnızca. O yüzden çocuk ruhluluğa, çocuk kalabilmeye ve çocukluğuna sahip çıkmaya kıymet veriyor, "Çocukluğunun elinden tutmayan kişi hiçbir yere gidemez" diyor.

En güzeli de bir 'konuşma' kitabında dahi temiz Türkçenin lezzetini tadabilmek...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

16 Ağustos 2016 Salı

Harflerin seslerini işitmek, seslerin harflerini okumak

"Zaten, bir cümle yazmak aynı zamanda beste yapmak değil midir?" [sf. 167]

Kimse bakmasın Thomas Hobbes'un "İnsan insanın kurdudur" demişliğine. Ben daha çok Sadettin Ökten'in "İnsan insanın umududur" sözünü bilirim, severim ve sık sık söylerim. İlki kapitalizmin bir çığlığı, ikincisi hakikate dair bir davet gibidir. İnsan insana şifadır, insansa şifadır. Saz da söz de şifadır. Hakikate dairse, şifadır. Umudun nerede geleceği hiç belli olmadığından bizim irfanımızda her karşılaştığımızı Hızır bilmek vardır. Mühim olan beklemek, sabretmek ama çağırmak. Her zaman çağırır vaziyette olmak. Sazsan, sözden, harften, notadan gelecek şifaya kalbi ve kulağı daim hazır tutmak. Çağlar evvelinden Niyâzî-i Mısrî şöyle demiş: "Mescitte meyhanede / hanede viranede / Kâbe'de puthanede / çağırırım dost dost."

2007 yılında okuyucuyla buluşmuştu Harfler ve Notalar. 2016'da Everest Yayınları tarafından tekrar basıldı. Harfler ve notaların şifasına ihtiyacımızın en yoğun olduğu zamanlardayız. Hasan Ali Toptaş da bunu bilircesine "Eskiler'in edebinden, kendini geri çekme arzusundan ne kadar uzağız." diyor ve 'Okuyana Mektup' başlığıyla diyor ki her şeyi bilme, sez: "Seni olsa olsa sezerim ben, istesem de bilemem. Sen de, abartılacak kadar sıradan bir hayat yaşayan bu adamı bilme bence. Çünkü, her zaman için sezmek, bilmekten daha iyidir."

Toptaş'ın edebiyatın harflerini, müziğin seslerini bir araya getirerek çeşitli başlıklar hâlinde yazdığı yazılarından oluşan bu kitap 167 sayfa. Birçok sırrını açıyor yazar okuyucusuna. Mesela yirmi yıldan beri hep aynı hikâyeleri okuduğunu söylüyor: "Gabriel Garcia Marquez'den 'Boğularak Ölenlerin En Yakışıklısı'; Borges'ten 'Yolları Çatallanan Bahçe'; Carlos Fuentes'ten 'Aura'; Kafka'dan 'Kanun Önünde'; İmparatorun Haberi', 'Ceza Sömürgesi', 'Kovalı Süvari', 'Çiftlik Kapısını Vuruş' ve ille de 'Avcı Gracchus'..."

Zaman zaman da çok sevdiği kitaplar hakkında uzun uzun konuşuyor Toptaş. Bazen kendi kendine konuşur gibi bazen de usulca okuyucusuna bu kitaba bak, okuduysan bir daha  bak, der gibi. Milan Kundera'nın Yavaşlık romanı da bunlardan biri. Romanın anlattıklarını kendi hisleriyle yeniden tercüme ediyor: "Hızın değere dönüştüğü bir dünyada, devasa bir hız topu halinde, korkunç bir gürültüyle hep birlikte yuvarlanıp duruyoruz. Hayatımızı hayal edilemeyecek kadar kolaylaştıran tuşların, butonların  ve düğmelerin sayısı arttıkça, metrekareye düşen insan sıcaklığı da giderek azalıyor tabii ve artık insanoğlu öteki insanların varlığından uzaklaşıp sadece kendi hızıyla arkadaş oluyor."

Okuduğu kitaplardaki bazı cümleleri kendine ses yapmış Hasan Ali Toptaş. Onları sık sık hatırlıyor ama hep de kendine saklamıyor, mutlaka paylaşıyor. Hemen hemen her yazısında öğüt diliyle değil ama arkadaş diliyle bir ya da birkaç öneride bulunuyor. Dostoyevski'nin 'Yeraltından Notlar'ında "Baylar, yemin ederim, her şeyi fazlasıyla anlamak bir hastalıktır"; Oğuz Atay'ın 'Tehlikeli Oyunlar'ında Hikmet'in söylediği "Yazalım albayım. İşte kalem işte ıstırap..."; Baudelaire'in "Nerede değilsem orada iyi olacakmışım gibi geliyor" cümlelerini çok sevdiğini söylüyor mesela. Bunların dışında Musil, Pavese, Proust, Benjamin, Beckett, Tanpınar, Celine isimlerini zikrediyor.

Bir kelimeye takılıp onun peşinden hem kendisini hem de okuyucusu sürükleyebilen, nadir üsluplardan birine sahip Toptaş. 'Gurbet' kelimesi onun için özel bir kelime. Şöyle anlatıyor ve belki de yeniden anlamlandırıyor: "Gurbet kelimesini eskiden daha sık kullanırdık. İçimizi titreten bu kelimenin, farklı bir ağırlığı vardı hayatımızda; uzaklar onun içinde birikir, tehlikeler onun içinde bekler, umutlar onun içinde yeşerirdi. Hayat bir şekilde gurbetle anlam kazanırdı bir bakıma; aşklar, dostluklar ve insanlar bir şekilde gurbetle sınanır, gurbetle olgunlaşırdı. Bir şehirden bir şehre gidenler de gittikleri yerin adını söyleme gereği duymaz, bunun yerine, gurbete çıkıyoruz, derlerdi. Böyle söyleyince, ruhları da gittikleri şehre göre değil, gurbet diye adlandırılan, içi çeşitli ihtimallerle dolu uçsuz bucaksız bir genişliğe göre pozisyon alırdı sanki. Velhasıl, gurbet kelimesi, acıların, kayıpların, hastalıkların, ölümlerin, ayrılıkların, aşkların ve hasretlerin birçoğunu içinde taşıyan alabildiğine geniş bir kelimeydi. Gurbet şarkılarımız vardı bu yüzden, gurbet türkülerimiz, gurbet mektuplarımız, Gurbet Kuşları'mız ve Gurbet Hikayeleri'miz vardı..."

Şiirle ses arasındaki ilişkiyi hünerince anlatan Toptaş'ın şu ifadeleri her şairin not defterinde kayıtlı olmalı: "Cam işçisine, üflemeye ne zaman başlayıp ne zaman son veriyorsun diye sorsak herhalde şaşkın şaşkın yüzümüze bakar. Nasıl yaptığını çok iyi biliyordur ama, bir 'anlatılmaz'ı biliyordur. Şiirin de bitişi bazı şeylere bağlıdır. Bazen anlam bile biter de, insan gene de bir ses koymak ister yanına, ya da ses biter anlam bitmez.". Oysa şiir de ses de söz de hakikatten birer damla sızdırabiliyorsa insanın kalbine, hiç bitmez.

Bir Cioran tutkunu olarak hiç kuşkusuz Harfler ve Notalar'da en çok 'Hiçliğin Doruklarında Bir Alacakaranlık Düşünürü' başlıklı yazıyı sevdim. Yazıda hem Cioran'ın hayatı ve eserlerine değiniyor Toptaş hem de kendisiyle arasında sağladığı irtibattan söz ediyor. Mesela Çürümenin Kitabı, Toptaş'a göre bir başyapıt. Kitaptaki şu cümleleri hatırlatarak yazısını sonlandırmış: "Nerede tükettin ömrünü? Bir hareketin hatırası, bir tutkunun işareti, bir maceranın parıltısı, güzel ve firari bir cinnet, geçmişinde bunların hiçbiri yok; hiçbir sayıklama senin ismini taşımıyor, seni hiçbir zaaf onurlandırmıyor. İz bırakmadan kayıp gittin; senin rüyan neydi peki?"

Cioran'ı okumak üzerine 'Her daim iyidir çünkü onu okuduğunuzda kendinizi kötü hissedersiniz' diyor Hasan Ali Toptaş. Benim için her ikisi de öyle. Biri ruhumla cesedim arasında götürüp getiriyor aklımı, diğeri aklımla kalbim arasında bir denge kurmaya çalışıyor. İkisi de harflerle ve notalarla ayrı ayrı ilgileniyor.

Harfleri görmek ve notaları seçmek başkaca güzel. Çok güzel...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

8 Ağustos 2016 Pazartesi

Dünyanın bütün sabahlarına ulanan ilk duyuşlar

HAT’ın ilk iki kitabı (Bir Gülüşün Kimliği ve Yoklar Fısıltısı), tek bir kapak altında, Geçmiş Şimdi Gelecek adıyla, bir araya geldi.

Everest Yayınları tarafından yayımlanan bu başlangıç öyküleriyle ilgili çok düşündüm. Hatta okuduktan sonra da epeyce bekledim. Üzerinde bu kadar konuşulan, söz söylenilen, söyleşiler yapılan HAT’a ve yazınına dair yazmak kolay değildi çünkü. (Onunla henüz tanışmayanlar için “HAT” derken “Hasan Ali Toptaş”ı kastettiğimi de belirteyim hemen.)

Onun yazma hikâyesi; kelimeleri, soyut cümleleri ve çevresine yaydığı ışık; bir okur-yazar olarak benim yolumu aydınlatan bir deniz feneri gibiydi. Her daim. Uzaktan. Ama varlığını hissettirerek… Eğer HAT okumamış olsaydım dilim biraz eksik kalırdı sanki. Eğer şimdilerde dilimin imkânlarıyla göneniyorsam, onun da bunda payı vardır.

Bütün kitapları bir yanda, Geçmiş Şimdi Gelecek diğer yanda duruyor. Mütevazı bir iddiası var kitabın. Otuz yıl öncenin acemiliğiyle ve mahcup tedirginliğiyle yazılmış olsa dahi, içten diliyle kavrıyor okurunu.

HAT’ın bu eseri, yazınının ‘cevher’i diye de nitelendirilebilir. Belki okur olarak beklentilerinizi tam olarak karşılayamayacak –hele ki HAT’ın diğer kitaplarını okuduysanız– ama yine de onun yazınına dair ilk ipuçlarını yakalamak istiyorsanız ıskalamamanız gereken bir kitap.

Dilin kullanılışındaki hassasiyet, öykü adlarındaki özen; şiirsel/ sinematografik anlatım; soyutlamalar, sesler ve müzikler ta o zaman da varmış, diyorsunuz kitabı okurken. “Koşsalardı, sözcükler yerlerini şaşıracaklardı sanki, tümcelerin olmadık yerine sıkışan ünlem imlerinin sesi soluğu kısılacaktı. Siren sesi duyuldu az sonra, sokak büsbütün daraldı; bir yerlerde bir kapı kapandı gürültüyle, bir çocuk, belki pencere dibindeydi, mavi boncuklara benzeyen hıçkırıklar döktü ağzından ve bir adam titrediklerini görmemek için sigarasını kilimin üstünde ezerek cebine soktu ellerini.” (Ak Saçlı Çılgındılar)

Ah Minik Kuşum”, bir evlilik hikâyesi mesela… Anlatıcımız, eşi tarafından hep ‘yalnız’ bırakılan bir kadın. Çok tanıdık üstelik: “Onca değişik oyunları, sahneleri, provaları ve binlerce izleyiciyi bırakarak, evlilik denilen tek perdelik oyunu sahnelemeye kendi kendimi ‘mahkûm’ edişimin ikinci yılında aramıza bir oyuncu daha katıldı. Meltemciğim. Bir oğlum oldu; adı Göksen. Ah bir görsen, erik çiçeği gibi diri ve güzel! (Kızım olsaydı kiraz çiçeğine benzemez miydi, söylesene?) Çocuğun varlığı Hakan’ın yokluğunu arttırdı birden bire. Eve dönüşlerini geciktirdi. Ben, kirli bezler, süt şişeleri ve minicik giysiler arasında kadının o sonsuz mesleğini sürdürmeye başladım.

Geçmiş Şimdi Gelecek derken neler buldum: “Bir Gülüşün Kimliği” ile “Üşüdüm birden. Titredim, korktum. Kollarımın kısaldığını, gözlerimin küçüldüğünü, sesimin azaldığını düşündüm. Dikenli bir sessizliğin içinde hızla eksiliyordum. Gülüşüm gülüşündü çünkü.

İçimdeki Orkestra” ile “Sesler azalıyordu artık içimde. Sazımı nerede yitirdiğini şimdi bile anımsayamıyorum. Kim bilir hangi kitap rafında, hangi duvar dibinde, hangi sokakta, hangi sabahçı kahvesinde?

Savrulan Etek Balesi” ile “Gölgelendikçe daralan, daraldıkça kalabalıklığını caddelere aktaran sokakları düşündükçe dağ yolları geçiyor içimden.

Kum Fısıltısı” ile “Günlerce süren kum denizi tanrının dalgınlığıydı belki, dedik sonunda.

Postmodern edebiyatın anahtar kelimeleri de var kitaptaki öykülerde. “Çağrı”daki gibi mesela: “Yoksa ben mi düş görüyorum dedim kendi kendime. Belki de üçüncü bir kişi düş görüyordu ve biz o düşün içinde iki düş insanıydık.

Geçmiş Şimdi Gelecek‘i “HAT öykülerinin nüvesi” olarak adlandırabiliriz kanımca. İlmek ilmek örülen bir yazı/n anlayışının ilk kalp atışları, bir merdivende çıktığı ilk basamakları ya da dünyanın bütün sabahlarına ulanan ilk duyuşları gibi… Nasıl okursak okuyalım, okurken olabildiğince anlamaya çalışarak okumak gerekiyor; ilk imleri olduğu için, anlayışla karşılamak biraz da…

Geçmiş Şimdi Gelecek’teki öyküler, adlarının biraz gerisinde kalsalar bile unutmayalım ki: Onlar yine birer HAT öyküsü… Bu da onları yeterince değerli kılıyor. Yazar, ‘Sevgili Okur’unu bekliyor!

Merve Koçak Kurt
twitter.com/mervekocakkurt
(Edebiyat Haber, 15.06.2016)

15 Ağustos 2013 Perşembe

Vicdanının sesini dinleyenlere

"Heba" Hasan Ali Toptaş'ın son romanı. Derinlikli, ince işlenmiş, kendisini kolay açmayan bir metin. 308 sayfada noktalanan 7 bölümden oluşan bir iç muhasebenin kitabı. Ana Karakter Ziya’nın 42 yıl önce öldürdüğü küçük bir kuş yüzünden çektiği vicdan azabı etrafında şekillenen ve yer yer geçmiş, yer yer günümüze dönük anlatılan hikayesi. Kitap; şehir ve kır yaşantısının çıkmazlarına dokunurken, Suriye sınırında büyük fedakarlıklar ve zorluklarla geçirilmiş bir askerlik ve burada ölümsüzleşen bir dostluğun öyküsü aynı zamanda.

Toptaş bu noktadan bakıldığında karakter sahibi bir eser ortaya koymuş, zira her bir bölümde anlatılan olayların kendi içinde bir duruşu ve tavrı var. Olaylar geçmiş, bugün ve gelecek zinciriyle birbirine başarılı bir şekilde bağlanmış. Bölümlere kısaca değinmek gerekirse: Toptaş okuyucuyu "Anahtar" başlıklı bölümle karşılıyor. Bu bölümde Ana karakter Ziya’nın şehir hayatı karşısındaki isyanına, bıkmışlığına, ayrılma arzusuna şahitlik ederken ev sahibesi Binnaz Hanım’ın hikayelerini okuyup yazarın okura verdiği anahtarla metnin gizleri kurcalanmaya başlanıyor.

"Rüya" başlığını taşıyan ikinci bölümde ise yazar okuyucuyu Ziya’nın çocukluk yıllarına, yakın dostlarına ve ailesine bir rüya aracılığıyla götürüyor. Bu bölümde okur Ziya’nın karakteristik özelliklerini derinlemesine analiz etme fırsatını elde ederken 42 yıl boyunca peşini bırakmayan kuş simgesiyle tanışıyor ve Ziya’yı psikolojik olarak önemli bir şekilde yaralayan bu olayın hikayesini öğreniyor.

105. sayfada başlayan "Huzur" isimli bölümde Ziya’nın en yakın arkadaşı Kenan’ın köyüne olan yolculuğu, şehir hayatından sonra köy hayatı karşısındaki tepkisi,yaşadığı büyük kayıp ve bunun ruhunda açtığı yaralar ustaca bir anlatım ve kusursuz betimlemeler eşliğinde aktarılıyor. Bu bölümde ana karakterin buhranları, kalbinin üzerinden eksik olmayan kara bulutlardan kurtulmak için verdiği sessiz mücadele aracılığıyla günümüz kent insanının sıradanlaşan ve tekdüzeleşen yaşantısına da güzel göndermelerde bulunuluyor.

"Yazıköy" başlıklı bölümde isminden de anlaşılacağı üzere Ziya’nın bundan sonrası için yaşamaya karar verdiği Kenan’ın köyü işleniyor. Hikayenin düğümlenme ve çözümlenme sürecinde etki edecek karakterler yavaş yavaş okurun ilgisine sunulurken köy ve kent yaşamı arasındaki derin farklılıklar, toplumsal yapıdaki zıtlıklar belirgin bir şekilde sergilenmeye başlanıyor. Yazar bu bölümlerde tarafını belli etmeye başlıyor.

147. sayfada başlayan "Sınır" bölümünde Ziya ve Kenan’ın dostluğunun başlangıcına götürüyor yazar okuyucuyu. Ziya ile Kenan dostluğu üzerinden geçmiş ve günümüz dostluklarını sorgulatıyor. Dostluk kavramının geçirdiği dönüşümü, eksilenlerini, bünyesine katıp getirdiklerini oldukça güzel bir olay örgüsü içinde yine kendine özgü büyüleyici betimlemeler eşliğinde aktarıyor. Ziya ve Kenan ikilisinin Suriye Sınırında geçen askerlikleri ve burada yaşadıkları acı tatlı olaylardan oluşan bu bölüm kitabın en kapsamlı ve en uzun kısmını oluşturuyor. Bu bölümü okurken Hakan Günday’ın Ziyan kitabını okumuş olan okuyucuların ilginç benzerlikler ve paralellikler keşfetmeleri muhtemel. Zira karakterin adının Ziya oluşu ve bölüm boyunca anlatılan olaylarda yazarın takındığı tavır iki metin arasındaki ilginç benzerliği açıkça belli ediyor. Bu bölümde Ayrıca yazarın Türkiye’de askerlik ve askerlik kurumunun ideolojisi üzerine söyledikleri ve vermek istediği mesajlar da kendisine yer buluyor.

"Minnet ve Fena" isimli son iki bölümde yazar okurunu geçmişten çıkartıp hikayenin tüm soru işaretleriyle birlikte günümüze getiriyor. Bu bölümlerde Kenan’ın köyüne yerleşmiş olan Ziya’nın şehirli düşünceleri ile küçük köylü insanının düşünce çekişmelerini inceliyor yazar. Yine bu bölümde Toptaş’ın kır ve kent yaşamını ne denli iyi bildiğini metinde izlediği yoldan ve çizdiği rotadan açıkça gözlemlemek mümkün.

Toptaş Hikayesini koşturabildiği kadar koşturuyor ve nabzın en yükseldiği noktada fişi çekip bırakıyor. Son derece başarılı bir anlatım, akıp giden bir üslupla kotarılmış olan "Heba" yazının başında da belirttiğim gibi kendisini kolay açmayan bir metin. Özenle işlenmiş dolayısıyla okurdan da özenle çözülmesi bekleniyor. Sıcak yaz günlerinde vicdan muhasebesi yapmak isteyenlerin ilgisine...

Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_

18 Mayıs 2013 Cumartesi

Sınır boyunca yürüyüp giden bir hoop sesi

Hasan Ali Toptaş’ın Heba kitabını bitirince içimi sızlatan bir ses kaldı kulaklarımda: “mevziden mevziye sıçrayarak, karanlığın içinde yankılana yankılana sınır boyunca yürüyüp” giden bir hooop sesi.

Bir kadına yeterince uğraşırsanız askerliğin nasıl bir şey olduğunu anlatabilirsiniz, özellikle de sınırda bir askerlik yaşamışsanız. Ama bir kadına nöbet tutmanın nasıl bir şey olduğunu hissettirmek, komutan tokat atınca acısını yüzünde yaşatmak Hasan Ali Toptaş’ın ustalığı sanıyorum. Yabancılık çektiğim bir kelime dahi olmadı “sınır” başlıklı askerlik yıllarını okurken. Ne koğuşa, karakollara yabancılık çekersiniz Toptaş'ın kelimelerini okurken, ne de yaşlı, garip ev sahibesine. Ne bir güvercinin bıraktığı izler şaşırtır sizi, ne Ebecik’in itinalı yemek tarifleri. Bu kitapta her şey olabilirmiş gibi, sanki hepsi gerçek olamayacak kadar etkileyici, ama hayal olamayacak kadar da can yakıcı gibi.

Hasan Ali Toptaş okuyanlar bilir, yazar tırnak işareti kullanmaz (en azından benim okuduğum kitapların hiçbirinde kullanmıyordu). Evet, kendisi bunun özel bir nedeni olmadığını, tırnak işaretinin nokta, virgül kadar önemli bir işaret olmadığını, o yüzden kullanma gereksinimi duymadığını söylüyor. Ama eğer 21. Yüzyıl, Tanrı-yazarın değil Tanrı-okurun yüzyılıysa ben bu konuda noktalama işareti önemsizliğinden daha fazlasını görüyorum. Diyaloglara tırnak işareti eklemek, kişinin cümlesini sınır içine alıyor, somutlaştırıyor, gerçekleştiriyor gibi gelmiştir bana hep. Bu yüzden Toptaş’ın bu noktalama işaretinden uzak durması, okuyucuyu noktalama sınırlarına bile dahil etmemek, yaşadığı her şeyin bir rüya olabileceği ihtimalini açık bırakmak, zihinde dolaşmanın nasıl bir şey olduğunu anlatmak amaçlı olması fikri daha cazip geliyor bana (haddimi aşmayacağımı bilsem daha doğru geliyor bile derdim sanırım).

Hayır, bu kitaptakilerin hepsi bir yalan demiyorum tabii ki. Aksine bugüne kadar yaşadıklarınızdan daha gerçek geleceğine eminim. Ziya’nın şehirden kaçıp arkadaşının köyüne yerleşme fikrinin, onunla geçirdiği askerlik yıllarının, sınırda nöbet tutarken yaşanılanların, komutanların herşeyibenbilirimciliğinin, sonrasında köyde başına gelenlerin dün içtiğiniz kahveden daha gerçek olduğuna eminim.

Hani bazen arkadaşlarınıza bir kitap hediye edersiniz ve bitir de konuşalım dersiniz ya işte öyle... Siz sonunu okumadan, Nefise ile, Kenan’la, Cabbar’la, Numan’la tanışmadan benim bir şeyler anlatmam, her şeyi somutlaştırmak olacak. Ziya’nın bundan hoşlanacağını hiç sanmıyorum. O yüzden hadi bitirin de üzerine konuşalım.

“Hâsılıkelam, çerden çöpten de olsa insan illaki bir baba yaratıyor Ziya Bey, başka türlü var edemiyor kendini; koku kırıntılarını tutup, ölgün gölgeleri ve titreşimleri tutup işte böyle babaya dönüştürüyor benim gibi.”

Ümran Kio
twitter.com/umrankio

10 Mart 2013 Pazar

Hem en eski hem hep en yeniyi bir daha görmek isteyenlere

Huyumdur, her kitapçıya gittiğimde illa bir şiir kitabı alır, rastgele bir sayfa açar ve kendim için bir şiir dilerim. İstanbul’a geldiğim ilk zamanlardı. Tüyap Fuarı’ndaydım. Elime “Yalnızlıklar” kitabını aldım ve çıkan şiiri okudum: son dizesi; “Yalnızlık sizin size yokuşunuzdur”. Şiir hep yaşananlara pareleldir.

Yalnızlıklar; Hasan Ali Toptaş’ın tek şiir kitabıdır. Dili tertemizdir. Hayatın gerçek ama karanlık yanlarını renklerle gösterir size. “Bak aynıyız aslında, acılarımız aynı, kendine kapanmışlığımız, suskunluğumuz aynı. Aynı toprağın insanıyız çünkü.” der bir nevi.

“Ne
Neyi
Neyle örterse örtsün,
Her şeyin bir göstereni vardır.
Yalnızlığı, gösterense her şeydir.”

Ne çok kullanılmıştır bu kelime, ne kadar anlam yitirmiştir, şimdi hepsini silin ve yepyeni hiç kullanılmamış bir kelime gibi başlayın okumaya.

“Zangır zangır bir tren geçerdi ya, damarlarımızdan;
Yalnızlık onun dönmeyeceğini bilmekti.”

“Ölülerin dönüp dönüp bizde yaşamasıdır yalnızlık.”

“Her ölü ölümünü kanıtlar, yani yaşadığını
Ve biz durup dinlenmeden ölümlere ekleniriz,
Kurtuluş yoktur.
Yazılmamış kitaplardır ölüler”

Bir nehirde, akıp giden suyun görüntüsünde kendini izlemektir Toptaş okumak. Kendi çıkmazlarını, kendi tutkularını, yenilmişliğini, çaresizliğini izlemektir suda. O kadar sessiz o kadar sakin, kendini izlettirir yazar ve şair size. Devrik cümle kurma üstadıdır o bana göre.

“Gözün gördüğünü el, elin gördüğünü göz görmezmiş
Bilmiyordum
Nesneler adama tasma taktırıp gülermiş,
Bilmiyordum.
Bütün şarkılar aynı makamda okunur
Ayrı makamda dinlenirmiş
Ve susmak da bir şarkıymış
Bilmiyordum
Ben yalnızlığı ne sanmıştım bu keresinde?”

İllâ ki olur ağır ağır kitaplar okuyamadığımız zamanlar, illâ ki olur tek bir dizeden çok şey beklediğimiz anlar, o zaman açın, okuyun ve altını çizin, sonra altını çizdiğiniz yerleri tekrar okuyun. Odanızda, evinizde yalnız kalmak yerine ağaçların ve suların yalnızlığına sarılın.

Yalnızlığı çok iyi bildiğinizi mi zannediyorsunuz? Bir düşünün derim çünkü “her zaman için sezmek, bilmekten daha iyidir.

Esin Bozdemir
twitter.com/karakarabatak