6 Ocak 2021 Çarşamba

Şiir ve hikmet arasındaki derin bağlar

"Bütün şairler şiir söylemek hususunda söz meclisinde (Elest Bezmi) bir kadehten sarhoş oldular. Lakin bazılarının şarabına sakinin nazarının tesiri de karıştı."

Şiir, tarih boyunca her dönemde ve her toplumda önemini korumuştur. İlk çağlardan itibaren şiire ve şairlere insanüstü bir gözle bakılmıştır. Antik Yunan filozoflarından günümüze kadar pek çok düşünür, hakikatin normal insanlara nazaran şairlere daha yakın olduğunu vurgulamışlar hatta bu konuda şairleri peygamberlerle yakın bir konuma yerleştirmişlerdir. Bu bakış açısında kuşkusuz şiirin ilham ve imge boyutu belirleyici olmuştur.

Platon, gerçek bilginin temelini “idealar dünyası”nda ararken yaşadığımız dünyada görünen her şeyin bir yansıma olduğunu vurgular. Mutasavvıflar da “Aşk”ın hakikatini anlatmakta sembollerden yararlanmışlar ve bu sembollerin en işlevsel olacağı tür olarak da şiiri benimsemişlerdir. Bu nedenle Osmanlı şiirinin temelinde tasavvufi sembollerin olduğunu ve bu sembollerin de İlahî hakikatleri anlatmak, Muhabbetullah ilminin sırlarını ve Muhammedî hakikati açıklamak için en işlevsel yol olduğunu söyleyebiliriz. Osmanlı şiiri denildiğinde akla ilk olarak divan şiiri geliyor olsa da geleneksel Osmanlı şiirinin ekseriyetini tasavvufi şiir oluşturur. Halk şiiri içinde müstakil bir bölüm oluşturan dinî-tasavvufi Türk şiirinin yanı sıra saz şairlerinin ve divan şairlerinin pek çoğunun tasavvufla ilgilenmiş olmaları ve şiirlerinde tasavvufî remizleri kullanmış olmaları tasavvufi şiirin topyekûn Osmanlı şiirinin ekseriyetini oluşturduğu anlaşılabilir.

Sufi şairlerin şiirlerini doğru anlamanın ilk şartı, tasavvufun temelinde yer alan “Aşk”ı doğru anlamaktır. Mutasavvıfların pek çoğu, çıkış noktalarını; “Ben gizli bir hazine idim, bilinmekliği sevdim. Ve bunun üzerine sizleri yarattım.” şeklindeki hadis-i kutsiye dayandırır. Bu hadis eşliğinde düşündüğümüzde; bilinmenin, yani ilm-i Aşk’ın Allah’ın sevdiği bir amel olduğunu anlıyoruz. Esasen yaradılışın gayesi Allah’ın bilinmesidir, bilmekse sevmektir. Mutasavvıflar, kâinatın yaratılış sırrının “Aşk” olduğunda hemfikirdir. Bu aşk, Hz. Âdem (as) henüz yaratılmamışken yaratılmıştır ve “Hakikat-i Muhammedî” olarak tanımlanır. Cenab-ı Hak Hz. Âdem’e balçıktan şekil verdikten sonra ona kendi nurundan üfleyerek yaratmıştır. Yani Hz. Âdem’in balçıktan yaratılmış olduğunu söylemek yanlış olmasa da eksik bir bilgidir. Bu bilgiyi bu haliyle aldığımızda insanın yaratılışındaki muhabbeti, nuru, nefesi görmemiş oluruz. Mutasavvıflar; insanın özünde bulunan bu İlâhî nurun peşine düşmüşler ve bu nur sayesinde “Hakikat-i Muhammedî”yi bulmaya yani “İnsan-ı Kâmil” olmaya çalışmışlardır. Bu çalışma, güçlü bir disiplin gerektirir çünkü kul ile Allah arasına masiva perdesi çekilmiştir. Kul, bu perdeyi yırtıp hakikate ulaşmak için nefsiyle bir ömür sürecek amansız bir mücadeleye girer. İnsanın tek başına yürüyemeyeceği çetin bir yoldur bu. Bu yolda ona rehberlik edecek bir kâmil mürşide, mürşidin de dervişi irşad edeceği bir metoda ihtiyacı vardır. İşte bu metodların en mühimlerinden biri de şiirdir. Mahmud Erol Kılıç hocamız bu konuda; “Aslında bir manada tasavvuf da tek başına bir şiirdir; dine coşku, anlam, ritim katmak suretiyle onu şiirsel kılma eylemidir.” diyerek tasavvuf ve şiir ilişkisini açıklıyor.

Mahmud Erol Kılıç, Sufi ve Şiir adlı eserinde; “Mevcudâtın esası zaten bir taklittir. Asıl olanın bir yansımasıdır. Bu durumda asıl olan ile yansıması arasındaki irtibat ancak yansıtmaya dayalı olarak kurulabilir. Bir diğer ifadeyle, yaratılmış âlem semboller, remizler alemidir. Sembollerin, remizlerin asıllarıyla irtibatları, bir işaret eden-işaret edilen irtibatıdır. Bu açıdan kutsal sanat sembolizme dayalıdır. Sanatın dili de bu bakımdan Tanrı’nın kendini ifade etme biçimlerinden biri olur.” sözleriyle tasavvufî sembollerin önemini belirtirken şiir ile kutsal metinler arasında da bir irtibat olduğunu ima ediyor. Müşriklerce Hz. Muhammed’in (sav) şairlikle ve Kur’an’ın şiir olmakla itham edilmesini bu ifadelerle birlikte düşünmek çok daha açıklayıcı oluyor.

Mahmud Erol Kılıç, Türklerin tasavvuf şiir ilişkisini şu şekilde açıklıyor: “… İran’ın tasavvufî- felsefî sistemi, şiir sistemi gibi tamamen işlenmiş ve organize edilmişti. Türkler bu iki sistemi (şiir ve tasavvuf) tamamen inkişaf etmiş buldular ve her ikisini de bütünüyle kabul ettiler. Bundan öte her iki sistemin yakın bir uyuşma içerisinde bulunduğunu gördüler.” Türkler, Farslardan aldıkları tasavvuf düşüncesini ve tasavvufî şiiri zamanla çok daha yetkin bir hale getirmişlerdir. İran ve Osmanlı şiirinde tasavvuf öylesine belirleyici bir unsur haline gelmiştir ki neredeyse her şair mutasavvıf görünmek, mutasavvıfâne şiir yazmak zorunda kalmıştır. Osmanlılarda sadece şiirde değil, toplumsal hayatın hemen her noktasında tasavvufu görmek mümkündür. Sultanından reayasına kadar her tabakadan insanın yolu tekkeye düşmüştür. Mazlum da zalim de tekkede gönül ferahlığı kazanmıştır. Zenginin de bir kazancı vardır tekkeden fakirin de. Osmanlı toplumunu oluşturan hemen her kesimin yolu tekkede kesişmiştir. Tasavvuf Osmanlı toplumunda kabul görmenin, saygınlık kazanmanın en önemli yolu olmuştur. Bu nedenle Osmanlı ahlâkının oluşmasında tekkenin yani tasavvufun rolü yadsınamaz. İlahi ve nefesler yoluyla çeşitli meclislere de yayılan tasavvuf anlayışı zamanla Anadolu irfanı denilen engin hoşgörünün de zeminini oluşturmuştur.

Tasavvuf, Osmanlı toplum hayatının şiirsel bir terkibidir. Tasavvufi remizler, Osmanlı şiirinin özüdür. Mahmut Erol Kılıç Hocamızın da ifadesiyle bu öz, Tanzimat şiirinde de güçlü bir şekilde varlığını sürdürmüş hatta Cumhuriyet şiirinin temellerine de sirayet etmiştir. Yahya Kemal şiirimizin özü olan tasavvufî remizlerin zamanla eriyişine dair şunları söylemiştir: “Bir naaş nasıl yavaş yavaş solar, çürür, lime lime olur, bir kemik çerçevesi kalırsa, Türk şiirinin de öyle önce ruhu çekildi, sonra yavaş yavaş lisânı çürüdü, vezni bozuldu, âhengi çetrefilleşti, nihayet kuru bir iskeleti kaldı.

Osmanlı tasavvuf şiirinde üç büyük “Mürşid-i Kâmil”e atıf yapılır. Bu üç isim, gerek tasavvufî şiirin şekillenmesinde gerekse tasavvuf felsefesinin anlaşılmasında önemli birer başvuru kaynağı olmuşlardır. Bu üç isim; İbn-i Arabî, Mevlana ve Yunus Emre’dir. Mahmud Erol Kılıç hocamız bu üç ismin Osmanlı tasavvuf şiirine etkisini şu şekilde özetliyor: “… İbn-i Arabî’nin tesirinin tamamen fikrî yönden, Mevlana’nın tesirinin esasta fikrî yönden olmakla beraber kısmen de şekli yönden fakat Yunus’un tesirinin hem fikrî hem de şeklî yönden olduğunu söyleyebiliriz.” Elbette Osmanlı şairini etkileyenler bu üç isimle sınırlı değildir ancak bu isimlerin kendilerine atıf yapılan başlıca üç isim olduğunu söyleyebiliriz.

İbn-i Arabî kendisine ait “Arzuların Tercümanı” adlı kitaba yazdığı bir şerhte tasavvufî şiirdeki aşk sembolünü şu şekilde açıklıyor: “Bizim şiirlerimizin hepsi, ister bir sevgiliyle (mahbube) hasbihal ile başlasın (teşbib), ister bir medhiye olsun isterse de kadın isim ve sıfatlarıyla, ırmak, yer, yıldız isimleriyle dolu olsun hepsi de bütün bu suretler altındaki İlahî bilgilerden (maârif-i İlahiyye) ibarettir. Yani biz bir şeyi remzederiz, lûgazlaştırırız ama bizim bundan kastımız bir başka şeydir.” İşte bu izah, tasavvufî şiirin sembollerle örülü anlam dünyasını keşfedebilmek için remiz ve sembollerin doğru okunması gerektiğini ifade eder. Ali Nihat Tarlan da bu konuyla ilgili olarak; “Tasavvufla alakadar olan şairler, bir insanın güzelliğine karşı aşklarını söyledikleri zaman, onun şeffaf varlığından geçip güzelliğin hakiki sahibi olan Allah’a teveccüh ederler.” diyerek tasavvufî şiirdeki anlam inceliğine dikkat çekmiştir.

Anadolu insanının mizacı şiire yatkındır. Mevlana’nın kendisi de Anadolu’ya gelişiyle şiire meyletmesi arasında bir ilişki bulunduğunu ifade etmiştir. Mevlana, Belh’te kalsaydı belki de bir medresede molla olarak kalacaktı. Anadolu insanının mizacı gereği şiire ve tasavvufa meyleden Mevlana kitabî bilginin ötesine geçerek marifetullaha ulaşmıştır. Âlemde vesilesiz hiçbir olmayacağı gibi Mevlana’daki “Aşk” ateşi de Şems vesilesiyle tutuşmuştur. Mevlana’nın gönlünde “Aşk” ateşini tutuşturan Şems daha sonra aradan çekilmiş ve aşığı Maşuk’la baş başa bırakmıştır. Bundan sonra da Mevlana şiire başlamıştır. Bu durumu ifade edercesine Mevlana bir şiirinde şunları söylüyor: “Aşkın gönlüme dolduğundan beri / aşkından başka neyim varsa hep yandı / aklı, dersi, kitabı hepsini rafa kaldırdım / ama şiirler, gazeller, rubailer öğrendim”. Mevlana şiirde esas olanın şekil değil mana olduğunu özellikle vurgulamıştır: “Bu mesnevi bir manadır yoksa feûlûn, fâilat değil.” ve “Şekle aldananlar mücevherlere bürünmüşler, manaya değer verenler ise mana denizini bulmuşlardır.” sözleri tasavvuf şiirindeki anlam derinliğine de temel oluşturmuştur.

Yunus Emre’nin şiirleri ve halkın muhayyilesindeki Yunus düşüncesi özellikle tasavvufî şiirin medrese tahsili gerektirmediği ve tasavvufun soyut bir düşünce olmayıp bir yaşam formu olarak sunulması noktalarından önemlidir. “Türkmen Kocası”, “Koca Yunus” ya da “Bizim Yunus” gibi unvanlarla anılan Yunus Emre, halkın rahatlıkla anlayacağı bir dille İlâhî hakikatleri dillendirirken sözünün şiir gibi görünse de aslının Kur’an’dan olduğunu şu dizleriyle dile getirmiştir: “Yunus’un sözü şiirden amma aslı Kitap’tan / hadis ile dinene key bil sâdık olmak gerek”. Yunus Emre’nin etkisi ardından gelen pek çok şairde görülse de belki de en çok Niyazî-i Mısrî’de görülmüştür. Onun şu dizeleri kendi şiirindeki Yunus Emre etkisini açıkça gösterir: “Niyâzî’nin dilinden Yunus-durur söyleyen / herkese çün cân gerek Yunus-durur cân bana.

Mektepsiz ilim tahsil edilmez. Tasavvuf ilminin mektepleri de dergâhlardır. Dergâhlar, özellikle Moğol istilası ve siyasi istikrarsızlık dönemlerinde Anadolu insanı için umut kapısı olmuştur. Dergâhlarda sadece bir eğitim faaliyeti yürütülmeyip aynı zamanda zirai üretim yapılmakta, çeşitli zanaat ehli ustalar yetiştirilmek suretiyle ekonomik hayata da canlılık kazandırılmıştır. Bir dergâha intisab eden her derviş fıtratına uygun bir vazifeyi yürütürdü. Mürşidler “Aşk” yolunun sırlarını şiir sayesinde ehl-i tariklere bildirmişlerdir. Tasavvuf şiirinin mahiyetini anlamak için dergâhların teşekkülünü ve toplum hayatındaki rolünü doğru tespit etmek gerekir.

Tasavvuf şiirinin esas problemi, tasavvuf ehli olmayanlarca açıklanmaya çalışılmasıdır. Tasavvufî remizleri bilmeden, sözcüklerin görünen anlamlarına hapsolup Yunus’u, Mevlana’yı anlamaya çalışmak ancak cehaletle açıklanabilir. Mahmud Erol Kılıç; “Sûfîler hep bir ‘hareket’inden dolayı değil bir ‘söz’ünden dolayı yargılanmışlardır. ‘Ene’l-hak’ sözü, bunun en başlıca örneğidir. Hallac’ın, onların vehmettiği gibi bir Tanrı edası ile sokaklarda dolaştığını hiçbir kaynak nakletmemektedir. Bütün suç bir ‘söz’dedir.” sözleriyle tasavvuf ehlinin ve sözlerinin ancak tasavvuf ehlince açıklanabileceğini vurgulamıştır.

Sufi ve Şiir, kitabında Sadık Yalsızuçanlar’la yapılan bir söyleşiye de yer verilmiş. Sadık Yalsızuçanlar’ın “Aşk” ve “tasavvuf” eksenindeki sözlerinden birkaçını örnekleyerek konuyu toparlamaya çalışalım. “Âşık kimdir? Özellikleri nelerdir? Biz aşığı nasıl tanıyacağız?” şeklindeki soruya şöyle cevap veriyor Yalsızuçanlar: “Aşığın en önemli özelliklerinden biri, ağyar olanla, sevdiğinden başka şeylerle bağlarının yavaş yavaş azalmaya başlamasıdır. Âşık aslında toplum içerisinde yaşayan bir yalnızdır.” İşte bu yalnızlık içerisinde kendine sembollerden bir dil kurmuştur âşık. Bu dili çözemeyen ağyar, âşığa deli gözüyle bakar. Bir başka soruya verdiği cevapta ise “Oysaki bâki mutluluk, kalıcı mutluluk insanın aslını bulmasıyla alakalıdır. Buna İslâm ârifleri, ‘Kişi kendini tanırsa ancak Rabbini tanır.’ gerçeğinden bakarlar. Mekteb-i aşkta ‘Men arefderslerini almak derler bunun adına.” ifadelerini kullanıyor. “Kendini tanımak”tan maksat fıtratını bilmektir. Her dervişe fıtratına uygun iş verilmesi de kendini bilmek yoluyla Allah’ı bilecek olmasının gereğidir.

Erhan Çamurcu
twitter.com/erhancmrc

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder