21 Ocak 2024 Pazar

Padişahların ölümü, tahta çıkışları ve cenaze törenleri

Osmanlı tarihi üzerine çalışmalarıyla tanınan Fransa’nın önde gelen Osmanlı tarihçileri Nicolas Vatin ve Gilles Veinstein’in kaleme aldığı 2003 yılında Fransa’nın meşhur yayınevi Fayard tarafından Le Sérail ébranlé adıyla yayımlanan eser yirmi yıl sonra nihayet Türk okurlarıyla buluştu.

Kitapta Osmanlı sultanlarının ölümleri, tahta çıkışları ve hal’ edilmelerine dair gelenek ve uygulamalar özellikle devrin kronikleri tetkik edilerek titizlikle inceleniyor. Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gazi’nin vefatından, reformlar çağını başlatan II. Mahmud’un 1808’de tahta çıkışına kadarki yaklaşık beş asır boyunca hüküm süren 32 padişahın vefatları, tahttan indirilmeleri ve cüluslarını eserde ele alıyor.

Aslında Osmanlı sultanlarının ölümleri, cenaze ve cülus merasimleri bugünkü Türkçe okurların ilk defa karşılaştıkları konular değil. Bu hususta akla gelen ilk akademik araştırma Zeynep Tarım Ertuğ’un doktora tezidir. Ertuğ’un bu çalışması, XVI. Yüzyıl Osmanlı Devleti’nde Cülus ve Cenaze Törenleri (1999) adıyla Kültür Bakanlığı tarafından kitap olarak da yayımlanmıştı. Ayrıca Ali Akyıldız’ın Kral Öldü Yaşasın Kral: Osmanlı’da Cülus, Veraset ve Meşruiyet (Timaş, 2021) isimli eseri ise özellikle arşiv belgelerinden hareketle hazırlanan ve yakın zamanda neşredilen konu ile ilgili önemli kitaplardan olduğu hatırlanacaktır.

Bununla birlikte, Fransız Türkologlar tarafından kaleme alınan Sarsılan Saray her şeyden önce dışarıdan bir gözle padişahların ölüm ve tahta çıkış merasimlerine yoğunlaşması bakımından farklı bir konumda durmaktadır. Osmanlı kronikleri üzerinden yapılan bu ayrıntılı çalışma, bir kez daha bu kaynakların tarihçilere ne kadar önemli bilgiler sunabileceğini ortaya koymaktadır.

Osmanlı tarihinde bir hükümdardan diğer hükümdara geçişin çeşitli aşamalarını teşkil eden hükümdarın ölümü, şehzadenin tahta çıkışı ya da tahttan indirilişi, siyasi ve ailevi kriz, cülus, biat ve cenaze merasimleri her zaman önemli hadiseler olmuştur. Osmanlı kronikleri, seyahatnameler ve arşiv belgeleri saltanat değişimlerinin ortaya çıkardığı krizleri tasvir eden bilgilerle doludur.

Nicolas Vatin ve Gilles Veinstein hadiseleri kronolojik olarak ele almaktansa kendi içerisinde tutarlı bölümlere ayrılarak daha çok kronik ve seyahatnamelerden hareketle olayları incelemektedir. Kitapta incelenen dönem genel olarak ikiye ayrılıyor: İlk dönem, XIV. ve XVI. yüzyıllar arasındaki gelişmelere yoğunlaşırken ikinci dönem XVII. yüzyıl ile XIX. yüzyılın başındaki uygulamaları kapsıyor.

Yazarlar Sarsılan Saray’ı anlatırken inceledikleri Aşıkpaşazade, Enverî, Naimâ, Neşrî, Peçevî, Selanikî, Silahtar Fındıklılı Mehmed Ağa, Es’ad Efendi gibi devrin önde gelen Osmanlı vakanüvislerinin kaleme aldıkları kroniklere müracaat ederek buralarda geçen; sultanların ölümü, cülus ve tahttan çekilmelerine dair pek çok bahsi kitapta okuyucuya aynen aktarılıyor.

Padişah tahttan indirildikten sonra artık büyük bir önem teşkil etmediğinden vakanüvisler ölümü üzerinde pek de durmazlardı. Buna karşılık tahtta öldüğü takdirde bu nizam-ı alemi ilgilendiren bir mesele olduğundan günlerce süren cenaze merasimi etraflıca anlatılırdı. Savaş meydanında şehit edilen ilk ve tek Osmanlı padişahı Sultan I. Murad’ın vefatı (1389) bu ölümler arasında istisnai bir yere sahipti. Kanuni Sultan Süleyman’ın 1566’da Zigetvar Seferi sırasında ölmesi üzerine, vefat haberinin saklanma çabaları, başkent İstanbul’a kadar günlerce süren dönüş yolcuğu ve burada gerçekleştirilen görkemli cenaze merasimi Selaniki Tarihi’nde uzun uzun anlatılmıştır.

Kitapta padişahların ölümleri ve hemen akabinde yaşananlar hakkında yeterli miktarda örnek incelenmektedir. Söz konusu esere konu olan otuz iki Osmanlı padişahından yirmisi tahtta iken vefat etmiş ve ölüm hadisesi vakanüvisler tarafından etraflı bir şekilde betimlenmiş olduğunu ifade edersek konuyla ilgili ne kadar çok kaynak/malzeme birikmiş olabileceğini tahmin etmek kolaylaşacaktır.

Öte yandan, Osmanlı’da saltanat değişimi padişahın vefatıyla olduğu gibi tahttan feragati ya da tahttan indirilmesiyle de vuku bulmuştur. Bu durumda vakanüvislerin sabık padişah hakkında kayda geçirmeye değer görecekleri pek bir şey kalmamakta, zaman zaman öldüklerine dair kısa notlar aktarmakla yetinmektedir.

Eserin sonunda Osmanlı hükümdarlarının kronolojik listesi, çalışmada istifade edilen kronikler ve müellifleri hakkında kısa bilgiler içeren dizin, Osmanlı padişahlarının kronolojik listesi ve soy ağacı, kitabın okunmasını kolaylaştırmak adına bazı Osmanlı terimlerinin açıklamasını içeren bir sözlük, İstanbul’un ve Topkapı Sarayı’nın planı yer alıyor.

Osmanlı padişahlarının ölümü, tahta çıkışları ve cenaze törenleri üzerinde edebi bir ustalıkla duran kitap, aynı zamanda konu hakkında etraflı bir bakış sunan anlatımı ve tahlilleriyle hem tarihçilere hem de konuya meraklı genel okuyucuya hitap etmesiyle dikkat çekiyor.

Rüveyda Okumuş
twitter.com/ruveyda_okumus

15 Ocak 2024 Pazartesi

Mutlu olmaya çalışmak bizi mutlu etmez

Elizabeth Farrelly’nin yakın zamanda YKY’den yeni baskısı çıkan kitabını okuyorum: Mutluluğun Sakıncaları. İlk olarak Şubat 2015’te yayımlanmış ve her nasılsa gözden kaçırmışım.

Ankara’nın Kızılay meydanında, Sıhhıye tarafındaki yaya geçidinde hiç bitmeyecekmiş gibi uzayan kırmızı ışıklarda beklerken çoğu kez yaptığım gibi beklemektense yanı başındaki YKY kitap satış yerine girip yeni gelenlere göz atmalarım yeterli gelmemiş demek ki (Buradan Kızılay meydanındaki yayalar için zaten dünyanın en uzun kırmızı ışık bekleme sürelerinin uzatılması gibi bir anlam çıkmaz umarım, çok şey borçlu olsak da!)

Hele ki bu başlıkta ve kırmızı kapaklı bir kitabı nasıl atlamışım hiç bilemiyorum (Uzun süre kırmızı ışığa bakmaktan dolayı renge karşıt bir tutum oluşturmamın bir sonucudur belki de!) Oysa bu tür başlıklar her zaman ilgimi çeker çünkü bana, öylesine kabul edip düşünmeksizin yaşadığımız hayatlarımıza dair kuvvetli bir eleştiri getireceğini vadeder. Sık sık dışımıza çıkıp kendimize bakma ihtiyacı duyuyorum.

Başka hiçbir şey için değil, sadece yaşamak için yaşamanın kaçınılmaz olarak getirdiği yorgunluğu mutlu olmaya çalışarak atmak gibi bir açmazın içinde bocalayan sayısız insan tanıyorum ve bu gibi kitapları biraz da hep birlikte bu büyük boşluktan çıkış için okuyorum.

Ve çoğu kez yaptığım gibi kitabın başlığı söylemek istediklerimi yeterince anlatıyorsa ayrıca bir başlık koymuyorum ama eğer okurken kitabın başlığının önüne geçen ve üzerinde uzun uzun düşünmeme neden olan ifadelere rastlarsam onu başlığa taşımayı tercih ediyorum. Bu kitabı okumaya başladığımda başlığı değiştirmemeyi baştan kafama koymuştum ama okudukça kararımdan vazgeçmemek için epeyce çaba harcamak zorunda kaldım. Ne çok başlık var kitapta, ne çok düşünülmesi ve hayatlarımızı sigaya çekme fırsatı vermesi gereken konu…; “Hayata katılma korkusu” gibi, “zırvalamanın manası” gibi, “insan sanatını giydirme sanatı olarak mimari” gibi her biri ayrı bir yazı konusu başlıklar not ettim şimdilik.

Kitap, içine düştüğümüz konfor bataklığından, teknolojiye fazlaca abanmaktan ve hakikiliğini yitirdikçe paraya tahvil edilebilir hale gelen yaşamlardaki hakikat yokluğunun yerini anlan yapay anlamlardan söz ediyor. Böyle bakınca sayısız benzer kitaptan biri gibi gelebilir ama öyle değil çünkü ele aldığı konular aynı olsa da söyledikleri yeniden düşünülmüşlük hissini hiç kaybetmiyor. Akıcı dil fark etmeden derinleştiriyor.

Büyük amaçlardan uzaklaşmakla ağırlıklarından belli ölçüde kurtulan ve özgürleşen insanların bu kez amaçsızlıktan anlam çıkarmaya çalışmak gibi bir boşlukta özgürlükleriyle savrulmamaya çalışma çabalarından bahsediyor. Yoksunlukla değer arasındaki ilişkiyi kurmamızı sağlıyor. Varlığın yokluktan daha büyük bir yoksunluk yaratabileceğini anlamamızı sağlıyor; “Bir zamanlar, umarsızca ihtiyaç duyulan bir hasat ya da başarılı bir av, tam da az bulunur olması nedeniyle, derin bir anlam (aynı zamanda, minnet dolu bir tevazu) ifade ediyorken, bugün ifrata alışmış olmamız bizi çaresizce eksikliğini duyduğumuz anlamdan yoksun bırakıyor.” (s.13).

Kitap, hayatımızı daha basit ama daha anlamlı; daha ucuz ama daha hakiki yaşayabilecemizi düşündürüyor. Hakikiliğin içinde, zevkin ve tatmin olmanın çok az yer tuttuğuna işaret ediyor ki bu bana son derece önemli geliyor. “Çok keyifli bir hayat yaşamak” zannedildiği kadar keyifli olmayabiliri düşünüyorsunuz: “Arzu her zaman tatmin edilmeye gerek duymaz. Tatmin çoğu kez bize umduğumuzdan daha az ve daha kısa süreli bir haz verir. Haz ise, elde edildiğinde bile, mutluluk getirmez. Çoğu zaman haz, olsa olsa mutsuzluğa karşı bir avuntudur sadece; en kötü ihtimalle de sefaletimizi pekiştirmekten başka bir işe yaramaz.” (s.19).

Günümüz insanı arzularını tatmin etmenin ötesini istiyor. Diğer bir deyişle, arzudan muaf olmak gibi bir tanrısallığın peşinde gibi gözüküyor ve tam da bu yüzden bu çağın belirleyici özelliği olarak narsisizm öne çıkıyor. Farrelly’nin atıf yaptığı (s.21), Christopher Lasch’nin, The Culture of Narcissism adlı kitabında, modern çağın belirleyici özelliğinin narsisizm ve onun da aslında bir tür “istekten muaf olma isteği” olduğunu belirtmesi boşuna değil. Çünkü, “Bu durumda, arzularımızı tatmin etmekle yetinmeyip, doyum noktasının ötesinde bile bu arzuları sürdürmekteki ısrarlı tutumumuz, arzudan muaf olma yönündeki narsisistik itkiyle açıklanabilir mi?” (s.21).

Elbette açıklanabilir. Bu imkânsız istek giderek daha doyumsuz bir insan doğuruyor. Amaca yaklaştıkça uzaklaşıyoruz; “Bizi mutlu edeceğini düşündüğümüz şeyler mutluluk vermiyor; buna rağmen, genç bir aşık gibi, sırf bu yüzden bu şeyleri daha da fazla istiyoruz.” (s.35). Çok gerilerde bıraktığımız bir zamanların geleneksel yaşamının her yerine gizlenmiş halde bizi saran nihai anlamı aramaktansa onu arama ihtiyacımızı ortadan kaldırmak gibi insan-üstü bir işe soyunmuş vaziyetteyiz. Tam da bu yüzden, arzu etmemek üzerine kurulu bir hayatı yaşarken en küçük hazlarımızdan bile taviz veremiyor, her şeyden zevk almaya çalışırken hiçbir şeyden keyif almıyoruz. Bir süre sonra bu imkânsız amaca varamayacağımızı badireli de olsa anladığımızda geriye acı bir çaresizlik ve boşuna yaşanmışlık hissi kalıyor. Aralardaki bütün boşlukları ise gündelik alışkanlıklarımız ve konfor kaynaklarımız dolduruyor.

Bu andan itibaren konfor için başvurduğumuz kaynaklar kolayca bir tarafa bırakabileceğimiz araçlar olmaktan çıkarak onsuz yapamayacağımız, bağımlı bir amaca dönüşüyor. Hayat bizim için değil biz hayat için varmışız hissiyle, yaşanmaya değer olup olmadığından çok yeterince yaşayıp yaşamadığımız sorusunu sorar hale geliyoruz.

İnsanlar bize imrensin, bizim yerimizde olmak istesinler istiyoruz. Çünkü aksi halde kendimizin ve hayatımızın değerinden emin olamıyoruz. Ve ne kadar çok insan bizim yerimizde olmak istiyorsa o kadar mutlu oluyoruz. Ancak bu sayede mutlu olduğumuzu hissedebiliyoruz. Mutluluğumuz diğer insanların sahip olamadıklarından beslenen bir maraz olarak iç dünyamızı yok ediyor ve bizi garip bir çelişkiyle bizim yerimizde olmak isteyen insanlara bağımlı kılıyor; onları görmek ve bir arada olmak istemiyoruz ama onlarsız da yapamıyoruz. Hep etrafta ve bizim yerimizde olmak istesinler ama asla bizimle olmasınlar istiyoruz. Kendimizi buna mecbur hissediyoruz, gözlerden uzak kalmak için duyduğumuz yakıcı arzunun derinlerde tam tersini içerdiğini biliyoruz. Haz kaçınılmaz bir zorunluluk oluyor ve onu duymak kendiliğinden olmaktan çıkarak yorucu bir hayat uğraşına dönüşüyor.

Özel hayatımızla kamusal hayatımız keskin bir biçimde birbirinden ayrılsın istiyoruz. Her türlü kirli işi dışarıda bırakıp steril evlerimize dönebiliyoruz. Bir zamanlar iç içe yaşanan ne varsa ayırmayı ve kopuk halde yaşamayı özlüyoruz. Ölümle yaşam, sanatla hayat, özelle kamusalı ayırıyoruz. Eskiden “hakikati dile getirmek amacıyla söylenen bir yalan olan” (s.94) sanat şimdilerde yalanı hakiki hale getirmek gibi bir işlev üstleniyor bu yüzden. Dürüstlük giderek görüntü tek geçerlilik haline geliyor. Dürüst görünmek dürüst olmaktan önemli addediliyor. İçsellik ile dışsallık arasında hiç olmadığı kadar geniş bir mesafe oluşuyor ve modern insan bu bölünmenin ortasında, arada kalmışlığın sancısıyla yaşamak zorunluluğundan hazlarına tutunarak çıkmaya çalışıyor. Pek tabii ki böylesi bir hayat hazlarla dolu bir acılık taşıyor.

Özetle, mutlu olmaya çalışmak bizi mutlu etmediği gibi mutsuzluklarımızı açığa çıkardığından, eskisinden de kötü yapıyor. Nihai anlamı bulamama gündelik hayatın küçük amaçlarından devşirdiğimiz küçük anlamları da yok ederek her şeyi bize indirgiyor ve hayat bizden ibaret hale geldikçe elimizden kayıp gidiyor. Kırmızı ışıkta uzun beklemekten başlamak üzere mutlu olmanın sakıncaları saymakla bitmiyor!

A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca

11 Ocak 2024 Perşembe

Çözümlenmemiş bir Oedipus kompleksi

Bitimsiz varlık aleminde üç tür hayat olduğuna inanıyoruz; ahiret hayatı, kabir hayatı ve dünya hayatı. Ahiret hayatı sonsuzluktur gözümüzde, kabir hayatı bir hassas bir denge, dünya hayatı ise en kısa olanı, bilimsel araştırmalara göre ortalama 65-80 yıl arası. İnanıyoruz ki dünya hayatında yaptığımız iyi kötü ne varsa ahiret hayatımızın belirleyicisi olacaktır ve yine inanıyoruz ki dünya ahiretin tarlasıdır. Bu tarla üzerinde doğup ölüyoruz, sevdiklerimizi bu toprağa gömüp yeni acılar yeşertiyoruz içimizde, ama sonra unutuyoruz bir an, öleceğimizi ve ölmüş olanlarımızı. “Göz açıp kapayıncaya kadar geçip gitti ömrüm” hayıflanmalarını hep taze tutuyoruz rafta, zamanı geldiğinde çıkarıp gururla tüketiyoruz.

Ahiret tarlasında yaşadığımızı bilip mutfak fayanslarını komple değiştirmek için kredi çekiyoruz, borç ödüyoruz, o fayansları 35 sene sonra göremeyeceğimizi unutuyoruz.

Tüm bu unutulanlar hafızanın mavi sularında yüzeye çıkınca bir pişmanlık yaşıyoruz, şu an olduğu gibi ve bu dünyadan sessizce geçip gitmeye çabalıyoruz. İyi bir dolma kalemimiz, hafif bir çadırımız, ilk baskı Ergin Günçe kitaplarımız ve muhannete muhtaç olmayışımız bizi bu dünya yolculuğunda mutlu ediyor, fazlasına talip değiliz. Bu koca tarlada çabalıyoruz, kendi yöntemlerimizle, kendi hapishanelerimizde fakat görüyoruz ki bu yöntemle kapılardan geçemiyoruz, boynumuzu eğmemizi istiyorlar. Reddediyoruz. Kapılardan geçmek için boynumuzu eğmeyi reddedeceğiz.

Barış Bıçakçı’nın Sinek Isırıklarının Müellifi kitabı da bu hapishanelerden birine çeviriyor başımızı. İlk baskısı 2011 yılında İletişim Yayınları tarafından yapılan kitabın ana karakteri Cemil ve onun pek sevgili eşi Nazlı. Arka kapak yazısında ‘’Aşk üzerine küçük bir roman’’ diye bir tanıtım cümlesi kurulmuş. Tam anlamıyla facia, bu cümlenin yazarın bilgisi dahilinde kullanılmış olma ihtimali bile okuyucuyu huzursuz etmeye yetiyor. Birincisi kitap bir aşk romanı değil (bu niyetle okuyacak olanlara duyurulur), ikinci olarak da roman bahsedildiği gibi küçük değil (umut ediyoruz ki bu metne imza atan kişi, romanın sayfalarını sayıp böyle bir çıkarımda bulunmamıştır) zira 166 sayfalık bu kitabın manası hacminden çok daha büyük, umarız yayınevi bu garipliği fark eder ya da popüler kültürün gerekliliğine uyarak böyle anlamı çürük ama sırtı parlak reklam cümleleri kurmaya devam eder.

Romanın ana karakteri Cemil kolay kolay akıllardan çıkmayacak bir tip, bunu sahip olduğu çok farklı kişilik özellikleri veya enteresan yaşam tarzına değil sade ve takıntılı bir adam olmasına borçlu. Kitabın başlarında Cemil’in Türk Edebiyatı’nda hangi karakterle akraba olduğu sorulsa ilk olarak Bay C. ikinci olarak da Hayri İrdal derdim, nitekim ilerleyen sayfalarda Barış Bıçakçı şöyle diyor: ‘’… en azından o an için ne istediğini biliyordu: Bir Yusuf Atılgan kahramanı olmak istiyordu’’.

Cemil sıradan bir adam, on iki yıl boyunca inşaat mühendisliği yaptıktan sonra bir kitap çalışması için işten ayrılıyor ve üniversitede tanışıp evlendiği Nazlı ile Ankara toplu konutlarda 1+1 evlerinde sakin bir hayat sürmeye başlıyor. Bitirdiği kitap projesini İstanbul’da bir yayınevine teslim eden kahramanımız için artık o cehennemin kapısı açılıyor: Beklemek.

Doktor Nazlı her sabah işe giderken Cemil de o gün yapacağı işleri kuruyor zihninde; kahvaltı sofrasının toparlanması, temizlik, günlük okumalar, bozulan saatin saatçiye götürülmesi ve yüzlerce kez dinlenilen albümlerin tekrar başa sarılması.

Kitap, insanın köşeye sıkışmış ruh halini, çıkmazlarını, hastalıklarını, ölümlerini ve gündelik dertlerini temiz bir dille okuyucuya aktarıyor. Temiz bir dil kısmı oldukça önemli, süslü cümlelerden, uzun betimlemelerden, can sıkıcı kelime kalabalıklarından oldukça uzak. Derdini en kısa yoldan etkileyici bir şekilde söyleyip okuyucuya bu basitlik üzerinden düşünme fırsatı sunuyor. Barış Bıçakçı’nın kullandığı bu temiz dilin kendisinin şairlik geçmişinden kaynaklandığını düşünüyorum, zira Bıçakçı’nın, Hüseyin Kıyar ve Yavuz Sarıalioğlu ile 1994 ve 1997 yıllarında iki şiir kitabı yayınladıklarını biliyoruz. Şairliğin az kelime ile çok şey söyleme becerisi yazarın romanına da sirayet etmiş gibi duruyor.

Parmağıyla işaret etmeden bize birçok yaşamsal krizi gösterebiliyor Bıçakçı bu romanında ve bunu büyük bir sakinlikle beceriyor. Toplu konutlarda yaşayan insan topluluklarının birbirleriyle olan ilişkileri mesela, site sakinleri sadece ortaya çıkan problemler neticesinde birbirlerinin kapılarını çalıyorlar. Kitap boyunca akıtan bir banyo konusu var (Zeki Demirkubuz’un kapanmayan kapılarını akla getiriyor) ve komşuluk ilişkileri, komşu ziyaretleri bu bağlamda gerçekleşiyor. Toplu konuttaki dairelerin banyoları alt kata sürekli su sızdırıyor ve bu durum tüm dairelerde böyle, problemin kaynağını bulmak güç, en iyisi yazar bu akıtan banyo konusuyla bizlere ne söylemiş olabilir deyip kenara çekilelim.

Psikanalitik pencereden Cemil’e bakacak olursak karşımızda psikolojik rahatsızlıkları olan birini göreceğiz. 6 yaşında annesini kaybeden Cemil, yirmili yaşlarda gergin, mutsuz, otuzlarında dünyadan kaçıp eşine sığınan, kırklarında ise takıntılar üzerine kurulu bir hayat yaşayan biri. Cemil’in annesini 6 yaşında kaybetmesi ve babasının bu kayıp sonrası hayata karşı verdiği tepki kahramanımızın karakterini oluşturuyor. Freud’un psikoseksüel dönemlerinde 6 yaş latent döneme denk gelmektedir. Bu dönemde çocuklarda Oedipus karmaşasını çözmesi ve cinsel kimlik rollerinin tam manasıyla oturması beklenir, yaşanabilecek sıkıntılar ise gelişim dönemini sekteye uğratıp ileride sıkıntılar doğuracaktır. Karşı cinsle kurulan simbiyotik ilişkiler, sahip olunan yaşam enerjisini yeterli kullanamama, içsel kontrolde aşırılık, kişilik gelişiminin tam manasıyla oluşmaması ve obsesif bir karakter oluşumu gibi problemler görülür.

Kitabın 13. bölümünde kahramanımız Cemil ölen babasının eşyalarına sarılmış ağlamaklı bir haldeyken içeri Nazlı girer ve Cemil o an kendini Nazlı’yla beraber yatakta hayal eder. Vaktiyle çözümlenemeyen bir ödipal karmaşa bu fikir uçuşmalarına neden olan yegane şeydir. Cemil’in kendini o an Nazlı’yla yatakta düşünmesi içgüdüsel olarak babadan kaçıp (katarsis korkusu sebebiyle) anneye (yani anne yerine koyduğu Nazlı’ya) yönelme çabasıdır. Belki de Cemil bu davranışıyla hiç yaşamamış olmayı ve ait olduğu yere dönmeyi istemektedir.

Latent dönemde almış olduğu yara Cemil’i içedönük ve obsesif bir kişi haline getirmiştir. Maddi ve manevi anlamda sığındığı eşi Nazlı ve iki-üç arkadaşı dışında sosyal bir hayatı olmayan kahramanımız kapalı ve sınırlı bir adam. Kendi çizgileri ve yaşama alanı dışına çıkmak onu tedirgin ediyor, kitaptan şöyle bir örnek verelim bu durum için: ‘’Kitabı açıp ayaküstü bir şiir okudu. Şiir çok güzeldi. İçinde hemen eve dönme isteği uyandı. Cemil için güzelliğin şaşmaz ölçütü bu olmuştu: Hemen eve dönme isteği uyandıran şey güzeldi’’.

Aynı zamanda obsesyonları da olan bir kişi Cemil. Ankara’da yaşanan su probleminden sonra barajlardaki doluluk oranını yetkili bir ağızdan duymak için haftalarca sular idaresini arayacak bir şekilde hem de. Ya da duvara sabitlenmiş mutfak dolabının fazla yük neticesiyle üzerlerine düşecek olma ihtimaliyle kendisini fazlasıyla tedirgin edebiliyor. Cemil’in bu derece yüksek kaygıya sahip olması babasıyla geçirdiği annesiz günlerin bir eseri gibi duruyor, çocuklukta açılan yaralar ne yazık ki ilerleyen yıllarda kabuk bağlamıyor.

Barış Bıçakçı’nın Sinek Isırıklarının Müellifi, merakı insan olanlar için keyifli ve derin olmasına rağmen dikkatli bakılırsa dibi görünen bir deniz gibi, edinip okumakta fayda var.

Kitapta yüzümüzü gülümseten güzelliklerden biri de Barış Bıçakçı’nın vaktiyle yayınlanan Sultan Makamı dizisine gönderdiği selam oldu. Yazımızı kitabın bu bölümünden bir alıntıyla bitirelim: ‘’Cemil saat iki gibi öğle yemeğini yerken televizyonu açtı. Eski dizileri gündüz kuşağında tekrar gösteriyorlardı. Yıllar önce yayımlanan Sultan Makamı dizisinin ilk bölümlerinden birine rastlayınca sevinçle seyretti. Dizi o kadar hoşuna gitti ki, birden kitabının yayımlanmasını çok istedi. Hayat, Cemil’in davet edildiği bir şölendi evet ama Cemil eli boş geldiği için huzursuzdu, şölenin tadını çıkaramıyordu. Yayınevini aramayı düşündü, vazgeçti.’’

Vazgeçtik.

Gökhan Ergür
twitter.com/gokhanergur

"İlim kendin bilmektir"

“Kendini bil, aynaya bakıp kim olduğumu keşfetmem talebi değil, kendi üzerime çalışmak suretiyle kim olacaksam olmam talebidir.”

İnsan iki kere doğar. İlki takvim günüyle kayda alınan doğumdur. İkincisiyse kendini bilmeye başladığı ilk andan itibaren ölüme kadar süren bir süreçtir. Varoluşun farkına varmak, uzun, sancılı ve çetrefilli bir doğumun başlangıcıdır. Ve aslında bu ilk fark edişten itibaren insan kendiyle de her an yeniden tanışır. Varoluşun temel sorusuna cevap aramakla başlar süreç; “Hayatın anlamı ne?” Kendine bir anlam inşa ederken insan kaybolur. Çünkü her buluş, kaybedişten sonra gelir. Kayboluşların çizdiği rota insanı kendilik sürecinde büyütür, olgunlaştırır. Takıldığı her çelme insanın bakışını kendine çevirmesine sebep olur. Zira “Bütün yolculuklar içimizedir.

Kendi Özünü Bil, modern çağda insanın kendisiyle yeniden tanışmak için bir yoldaş niteliğinde. Oldum demek şüphesiz hamlıktır. Kitap o hamlığın nasıl pişmesi gerektiğine dair naif yollar seriyor okuyucuya. Herkesin anlatan taraf olmak istediği, kimsenin bir diğerini duymaya isteği ve niyeti olmayan bir zamanda, insanı dinleyen bir kitap diye nitelendirmekle ancak hakkını verebilirim diye düşünüyorum. Soru cevap şeklinde hazırlanan kitap, insanın karanlıkta kalan, yüzleşmekten korktuğu ve dolayısıyla kendi olmaktan da uzaklaştığı her konuda bir terapi odası yargısızlığıyla yapıyor bu yoldaşlığı. “Olmak cesareti” hangi yollardan geçer, insan kendisini nasıl tanır, kendini bilmek ne demek gibi soruların yanı sıra, “Ben hayatın/hayatımın neresindeyim?” sorusuyla da yüzleştiriyor.

İnsan bildiğini tanır, tanıdığını sever. Kendini bilme serüveni, kendini tanımakla başlar. Ve “Kendimizi tanıdıkça aslında kendimizi ne kadar az tanıdığımızın farkına varırız.” Başta söylemiştik; bu ölüme uzanan bir yolculuk. Kendiyle tanışan insan, kendini olduğu gibi, doğrusuyla yanlışıyla kabul edip, eksikleriyle, zaaflarıyla, hisleriyle, fikirleriyle kendini sevmeye adım atmış olur. Kendini sevebilen insan, dinginleşir ve olgunlaşır. “Kendini bilecek insanın evvel emirde kendisine dürüst olması lazımdır.” İnsan kendi karanlığına bakmak istemez. Fakat asıl giz, o karanlıkta saklıdır. Kişinin görmezden geldiği kendisidir aslında. Ve aslında hiç kaçamayacağı, eninde sonunda yakalanacağı kişi de aynadaki aksinden başkası değildir. “Yanmayı göze almayan bilemez.” Yüzleşmekten kaçan kişi, kendi hayatının figüranı olmaya da mahkûm kalacaktır şüphesiz.

Kendimizin farkında olmakla başkaları üzerindeki etkimizin de farkına varır ve katı düşüncelerimizi askıya alabiliriz. Bir şeyleri başka açıdan görmeye niyet ettiğimizde, o kesinlik arzusu söner ve dünya büyük bir genişlik halinde önümüze açılır.” Kişi dünyaya iç aleminden bakar. Gördüğü, kendi içini bildiği kadardır. Kendisinin farkında olan kişi, yargılamaktan çok anlamaya çalışır. Suçlamaktan ziyade empati kurar. Muhatabını görmek istediği şekilde değil, olduğu gibi görür. Risk alır ve bağ kurar. Evet risklidir bağ kurmak. Çünkü “Sevmek, incinmeyi göze almaktır.” Büyümek de aslında bu incinmelerle kendini tanımak ve yeniden inşa edebilmekte gizli. Düştüğü, incindiği, kırıldığı yerden yara alan insanın çok daha güçlü bir kendilik algısı oluşur. “Işık yaradan sızar.” Netice olarak; “Büyümek her zaman ve her yerde, çok kesin cevaplara sahip olmamakla kaim.” Kendini bilen insanın sanıyorum ki en büyük özelliği iddiasız oluşudur. “Hayatta her şey mümkün” esnekliğini yakalamış kişi, olan biteni sineye çeken kişi değildir. Hayatın getirdiklerine hazır kişidir.

Bazen öyle bir şey olur ki, hayata olan bağlılığımız, inancımız, umudumuz derin bir yara alır. O güne kadar bildiğimizi sandıklarımız yerle bir olmuştur. Ve ortada ne yapacağını bilemeyen bir “ben” kalmıştır. “Yeni şeyler öğrenmek için bazen bildik ezberleri unutmak icap eder.” Bir anda cahil kalışın yarası kalbimizi zorlasa da o eski beni öldürüp yeni bir ben inşa etmenin yolu bildiğini unutmaktan geçer. Süreci kendine acımaya bırakmadan, tekamülün eşiklerinden olan yası geçirip taze bir gerçeklik inşa etmek gereklidir. Kitapta da alıntı yapılan yazar Marianne Williamson’ın da dediği gibi; “En derin korkumuz yetersiz olmamız değildir, en derin korkumuz, ölçülemeyecek kadar güçlü olmamızdır. Bizi en çok korkutan karanlığımız değil, ışığımızdır. Kendimize soruyoruz, ben kimim ki parlak, muhteşem, yetenekli olacağım? Sen kim değilsin ki öyle olmayasın?

Kendi içinde sağlam bir benlik oluşturamamış, iç huzurunu yakalayamamış kişi nereye giderse gitsin mutmain olamayacaktır. Huzur, olmuş olana razı olmaktan geçer. Geçmişin ve geleceğin eksilerini ve artılarını olduğu gibi kabul etmek, geçmiş ve gelecekle kavga etmeden ana odaklanmak, etki alanında elinden geleni yaptıktan sonra geri çekilmeyi bilmek, bahsettiğimiz iç huzurunu yakalamanın en önemli adımıdır. Olanı takmamak yahut hissizleşmek değil kastedilen elbette. “Yaşamda bizi sarsan, dünyamızı altüst eden olaylara onların faillerinden bağımsız bakabilmeyi başardığımızda, bizi şahsi yolumuzdan değil, yolumuza çevirdiklerini görebileceğiz.” Olana razı olmak, tepkisiz kalmak değil, hisleri yok saymadan devam edebilmektir. Farkındalığı artan kişinin huzursuzlukları da huzura dönüşür. “İnsan kendi uçurumlarına bakarken zorlanabilir, başı dönebilir ancak kendi derinliklerini de ancak böyle fark eder.

İnsan kendini bulmak için önce kaybetmelidir.” Yokluğu bilinmeyen şeyin varlığının da bir kıymeti harbiyesi olmaz. İnsan ancak kendi değerini fark ettiğinde bir başkasına da değer verebilir. Bütün yollar içimizden ve kendimizle olan ilişkimizin dinamiklerinden geçer. Kendini tanımak için de başkasıyla iletişim kurmak şarttır. İnsan muhatabı tarafından bilinmek ister. “Ben” olmanın yolu muhataplarımızla kurduğumuz ilişkilerde gizlidir. Zira; “İnsan sonsuz bir yankıdır. Ötekinin varlığı benim varlığımın teminatıdır.

Fikren ve hissen insanı menfi manada yoran ve doyuran bir eser. Her iyileşme yüzleşmeyledir. İnsanı kendiyle yüzleştiren bu kitap okudum bitti denilecek gibi değil de zaman zaman bir büyüğe danışır gibi ele alıp istifade edilebilecek bir anlatıma sahip. Son sayfadan kendiliğimizi deneyimleyebileceğimiz bir soruyla bitirelim; “Eğer hayatınız yakından tanıdığınız birinin hayatı olsaydı onunla yoldaşlık etmekten memnun olur muydunuz?"

Sevdenur Yazıcı
twitter.com/yazicisevde

10 Ocak 2024 Çarşamba

Cümlenin cereyanı, kelimenin buğusu

1560 yılında Montaigne Les Essais”i yayımladığında sadece yeni bir edebî türe şahsiyet kazandırmamış aynı zamanda onun ismini de koymuştu: “Deneme”. Çok kısa bir zamanda edebiyatın sonsuzluğunda kendine ait bir krallık inşa etmeyi başaran deneme, sınırsız ilgi alanının, hükümferma kalem sahiplerinin, eşsiz üslupların, dimağı zenginleştiren estetiğin merkezi oluverdi. Akademik kaygılardan azade yazmanın rahatlığı, okuyucuyu kendine çeken samimi yaklaşımı ve yazarının mahareti bir araya geldiğinde tarifsiz güzelliklerin kapısını okuyanın zihin dünyasında açan deneme, bu özellikleri ile en sevilen yazı türlerinden birine dönüştü.

Montaigne’in açtığı yolu izleyen Francis Bacon, Thomas Eliot, Aldous Huxley, Albert Camus, Jean-Paul Sartre gibi kudretli yazarların güzel örneklerini verdiği deneme Tanzimat Dönemi ile hayatımıza girmiş ve ülkemizde de çok sevilmiştir. Cenab Şehabettin’den Ahmet Haşim’e, Refik Halid’den Ahmet Rasim’e, Salah Birsel’den Tanpınar’a, Falih Rıfkı’dan Nurullah Ataç’a, Sabahattin Eyüboğlu’dan Vedat Günyol’a, Cemil Meriç’ten Doğan Hızlan’a… Liste uzayıp gider. Her birinin kendine özgü tavırları, konuları ele alma biçimleri, inşa ettikleri dil sarayları, bu yazı türünün ihtişamının doruklarını ifade eder. Onlar matbuatın içinde, yazının göbeğinde, güzelliklerin temaşasını edebiyatın sınırsızlığıyla kelimeden heykeller yontarak ortaya koyanlardır.

Yazının göbeğinde olmak önemlidir. Her devletin siyasi başkentinin yanında bir de kültür başkenti vardır ki edebiyata dair her şey o merkezin etrafında şekillenir. Merkezden uzaklaştıkça da kalem ehli kendi taşrasına düşer. Taşrada söylenen türkü, okunan şiir, yazılan kitap her zaman makes bulmaz o mahfillerde. Tanınmamak, var olmadığınız anlamına gelir çoklukla. O nedenle taşrada söylenen söz büyük söz kabilinden söylenmeli, sedası defalarca edebiyat muhitlerinde yankılanacak kadar güçlü olmalı, mesajı zihinleri aşarak gönüllere tesir etmeli. Etmeli ki bilinsin, hatırlansın, iz bıraksın; var olduğunu göstersin.

Tekin Şener, Anadolu’nun ortasında, Sivas’ta kaleme aldığı ilk deneme kitabı Ötekiler Günü'nü 2018’de yayımladığında ne taşraya özgü kalem kaygılarını taşıyordu ne de var olduğunu ispat çabasını. Ama onun kalem tarihinin daha öncesi de vardı. Tekin Şener, Mülkiyeyi bitirdikten sonra kelimelerden resimler çizmek, prizmadan rengarenk ışık tayfları yansıtmak, hayatların hayaller ile iç içe geçtiği şehirleri tasvir etmek için devletin sağladığı imkanlara sırt çevirerek toprağına dönmeyi seçmişti. Pek çok kişi tarafından yadırganan bu seçim sadece Sivas’ın kültür tarihini değiştirmedi, tüm ülkede gıpta edilen önemli bir şehir-kültür dergisinin doğumuna da vesile oldu: “Hayat Ağacı”. Hayat Ağacı dergisinin ilk 37 sayısına can veren Tekin Şener, 2005 yılında yayın hayatına başlayan Türkiye’nin yüz akı bu dergi ile birçok şehirde benzerleri yayımlanacak şehir-kültür dergilerine de öncülük etti. Dergi ile haşir neşir olduğu bu zamanda birçok projede de yer aldı; şehir kitapları hazırladı, yayımladı, yayımlanmasını sağladı. Ötekiler Günü bütün bu birikimin kendi kabından taşmasıyla görünür kılınan ilk deneme kitabıydı. Ehli haberdar oldu, okudu, söyledi, biriktirdi ve bekledi. Ta ki Kayıp Mevsim Düşleri kitap raflarında yerini alıncaya kadar...

Kayıp Mevsim Düşleri, duymak istemeyenlerin kulaklarını tıkamalarına rağmen yazının göbeğinde yankılanan bir kitap oldu. Tekin Şener kitabın her bir bölümünde, kitabın güzel isminin taşıdığı örtük hüzünlerin, geleceğe dair hayallerin insanı yoğuran etkisini iliklerimize kadar hissettiriyor. Her bölüm bir başka mevsimin cilvelerini gönül dünyamıza taşıyor. Her yazı kendisine çok yakışan, büyüleyici başlığı ile daha okumaya başlamadan dimağımıza bırakacağı edebi lezzeti muştuluyor. Şener’in ilk mevsim için seçtiği “Seyir Var Seyir İçinde” başlığı aynı zamanda bölümün ilk yazısından ilhamını alıyor. Onun davetine daha icabet etmeden Seyyid Nesimi’nin sözleriyle,

“Gah çıkarım gökyüzüne seyrederim âlemi
Gah inerim yeryüzüne seyreder âlem beni”

diyerek âlemi ve kendimizi temaşaya başlamış oluyoruz. Kalemin ve Kaderin Yazdığı başlığında “okumak” fiilini bütün anlamları ile kitabı, kitap okumayı veya hayatı okumayı yeniden keşfediyoruz. Beraber ve Yalnız Türküler, yazarın içine işleyen güzelliklerin sadeliği ile türkülere başka bir zaviyeden bakmanın ve türkülerin “biz”i inşa etmede ne kadar etkili olduğunu hatırlatıyor. İnsan Bu başlığı kendimizi gönül aynasında seyretmenin ve görünenin ötesine bakmanın, daha da önemlisi görmenin imtihandaki karşılığına vurgu yapıyor. “Kişi dünyaya insan gelir. İnsan kalmak ve insan ölmek ise bir idealdir.

Kayıp Mevsim Düşleri başlıklı yazıdan hangi güzellikleri devşirebileceğimizi anlamak için giriş cümlesini okumak bile yeterli olur. “Erguvan renginde, kiraz dolgunluğunda, ıslak yaprak buğusunda, baygın iğde kokusunda, taze yaprak yeşilinde gelsin bahar. Irmak coşsun, gök dolsun, şevk artsın, çiçek açsın…” Nihayetinde bozkırın ortasında bir anlığına kendini gösteren baharın ümidi temsil etmesi çokça başvurulan bir imgedir. Lakin Covid-19 pandemisinin hepimizi evlerimizde mahpuslukta eşitlemesinin yarattığı hastalıklı tutumlarda, mevsimin anlamını kaybettiği hüzün dolu günlerde, ümide dair hayaller kurulduğunu Şener bizlere tekrar tekrar hatırlatıyor. Nitekim sonraki yazı tam da bunu işaret ediyor: Gam Kasavet Gelmiş Boydan Aşıyor. Hepimizin tecrübe ettiği ve ölümün bir başka şekilde geldiği zamanların tanıklığı satırlara düşüyor. Denemesi Bedava’nın At Sırtında Anadolu’yu! yazısının sebeb-i telifi olduğunu yazıyı bir solukta okuduğumuzda anlıyoruz ancak. Ve Anadolu bambaşka bir çehre ile kucaklayacak bizi. Veysel’in insanlığı kucakladığı gibi kucaklayacak. Yazar, Veysel Oldum başlığını yazıya yakıştırırken Anadolu’yu Veysel’e, Veysel’i kendine katacak ve birbirini besleyen insan damarını bizlere sevginin diliyle söyleyecek. Bölümün son yazısının ülkemizi yasa boğan 6 Şubat depremine hasredilmiş olması elbette şaşırtıcı olmamalı. Hele de başlığına baktıktan sonra. Ümidin iyimserlik ile harmanlaması, toplumun deprem sonrasında gösterdiği fedakârlık ve dayanışma duygusunun tarihe bir not düşümü gibi duruyor adeta. Bu nedenle Yeraltı Canavarlarını Dehlemek fazlasıyla can yakıcı, fazlasıyla kişisel bir tutumun topluma yansıyan hâlini ifade ediyor.

Kitabın ikinci bölümü “Kötü Düşünceler” ismini taşıyor. Aynı zamanda bölümün ilk yazısı da… Bölüm sadece üç yazıdan oluşuyor ve üçü de birbiri ardınca bize kendi kıvamımızı bulma konusunda kendimize dönmeyi öğütlüyor aslında. Esrikli Uğultular ve Kasvetim Benim Büyüsüz Gerçeğim karamsarlığın bütün hâlleri ile yüzleşmenin, umudu güçlendiren, bakış açısını olumlayan, iyimserlik iradesine vurgu yapıyor.

Duyduk Duymadık Demeyin” başlığı üçüncü bölüm hakkında çok fikir vermese de ilk yazı ile yazarın ne kastettiğini hemen anlıyoruz. Dinle Dinleyebildiğin Kadar başlığı, kâinatı okumanın ötesinde onu dinlemenin, insanı dinlemenin, hayatı dinlemenin renklerini hatırlatıyor. Zannettiğiniz Kişi Değilim Ben yazısı ise “ben”i dinlemenin edebini. Nitekim bölümün üçüncü yazısı olan Delilik Eşiğimizde iç sesimize kulak vermemizi, Sesimi Sesine Kattığımın Dünyası ise dünyaya dair seslerin ayırdına varmamızı sağlıyor. Ve yazarın diliyle biz de söylüyoruz: “Dünya sesin vatanıdır.

Tekin Şener’in dünyasında ışık, fotoğraf ve şehir her zaman müstesna bir yere sahip olmuştur. Kendisini tanıyanlar bu nedenle “Işıkçiz Hayalhanesi” başlığını görünce hangi dünyayı tarif ettiğini hemen anlayıverirler. Onun fotoğrafa yaklaşımı da ışığın eşya ve zaman üzerine düşürdüğü anlam dünyasını, gönül aynasından yansıyanlar eşliğinde okumak ve kelimelerle yeniden inşa etmek oluyor. Hem Işıkçiz Hayalhanesi hem de Kelimeler ve Görüntüler yazıları görüntülerin kelimelerle bilince vurmasının ötesinde şüphe götürmez varlıklarının da anlatıcısı haline geliyor. Beni de Alın Ne Olur Koynunuza Hatıralar ve Aile Albümlerinin Sakladığı başlıklı yazılar akan zamanın zihinde veya fotoğrafta donduğu anları yeniden yaratma imkânını anlatıyor. İki Fotoğrafın Yazgısı ise bu durumun iki fotoğraf teki üzerine düşen hissesini. Meçhul Şehir fotoğrafın şehirde bıraktığı hatıranın bir şahsın hikayesindeki izdüşümünü siyah-beyaz melodiler eşliğinde terennüm ediyor.

Son iki yazı fazlasıyla şahsi görünse de Tekin Şener bir kez daha “ben”in varlığında “biz”i tarif ediyor. Ömrüm Bitmeyen Bekleyiş ve Halbuki Ben… yazıları bu bölümde yer alan fotoğrafların eşliğinde okunduğunda daha bir anlam kazanıyor. Hatta yazar fotoğrafları tamamlayıcı unsur olarak değil de yazının bir paragrafı gibi kurguluyor. Ancak fotoğrafların kötü baskısı ve hatların belirsizliği, her iki yazıyı da sadece kelimelere mahkûm kılıyor. Fotoğraflar daha kaliteli basılsaydı yazıların mahiyeti daha doğru kavranabilirdi.

Tekin Şener kelimeleri birer birer gönül süzgecinden geçirip sayısız düğümlerle birbirine ekleyerek size bir halının bütün renklerini, motiflerini, yaşanmışlıklarını, hayallerini, hikâyelerini, masallarını kâğıda dokuyarak anlatıyor bu eserinde. Ya da bir halının bütün motiflerinin tek bir düğüme yüklediği gibi bir hayatın bütün inceliğini, ahengini, lezzetini tek bir paragrafa, cümleye hatta kelimeye yüklüyor. İnsan dediğimiz muamma biraz da böyle bir çocuk değil midir?

Sen hayalleri dünyaya değince dökülen çocuksun.

Tahir Günay

3 Ocak 2024 Çarşamba

Aşkın uzun hikâyesi

Fuzûli'den Şeyh Galib'e Aşkın Uzun Hikâyesi, Necmettin Turinay’ın hazırladığı inceleme. Turinay, eserlere şiir yönünden yaklaşmıyor, Fuzûli’nin ve Şeyh Galib’in hikâyeci yönünü ele alıyor, eserleri hikâye penceresinden okuyor ve yorumluyor.

Turinay meseleye en baştan giriş yapıyor. Şifahi anlatı geleneğini inceleyerek girizgah yaparak, geçmişten bugüne hikayeci kişiliği adım adım tarif ediyor. Meddahlardan, o söz ustalarından nasıl bir hikayeci vasfına sahip olduklarının ayrıntılı anlatımıyla açıyor perdeyi.

Meddahlar insanlara var olan bir hikayeyi anlatırdı. Ama onları böylesine önemli kılan husus, hikayeyi kendilerine özgü bir tarzda sunmayı başarmalarıydı. Onlar hikayeyi sadece onlara has bir bakış açısıyla dile getirirlerdi. Böylece her meddah aynı zamanda sözü bir şekilde özgün bir yazar olurdu. Yazar kavramını bilerek kullanıyorum. Onların basılı bir kitabı yoktu ama anlattıklarının sahibi onlardı.

Dolayısıyla gelenek form değiştirirken birebir değişim meydana gelmedi. Yazılı eserler verilirken dahi yazar sahneyi/kitabı bir anlatıcıya devretti. Öyle ki yazar aynı zamanda dinleyici oldu. Mesnevilerde anlatıcı ile müellif arasındaki fark her zaman göze çarpmıştır. İnşa edilme aşamasında olduğu için anlatıcı, bugünkü eserlere nazaran daha ön planda kalmıştı. Anlatıcının, yazarı veya okuyucuyu dinleyici olmak pozisyonundan çıkarması biraz daha zaman alacaktı.

Turinay, Tanpınar’ın romanın bizde olmadığı, Batı’dan alındığı görüşüne değiniyor sonrasında. Tanpınar’a göre Batı’da günah çıkarma vardı, Cemil Meriç’e göre roman itiraftı, bizde bu kültürler olmadığı için bizde romanın ortaya çıkışı epey zaman sonra olmuştu. Turinay’a göre bu yorum isabetsiz çünkü romanın kurmaca eser olduğu unutulmamalıdır. Ayrıca Turinay’a göre klasik müelliflerimizin tahkiyeci özelliği göz ardı edildiği için roman konusunda böyle isabetsiz görüşler çıkmaktadır. Örneğin Fuzuli’nin Leyla vü Mecnun eseri bizde doğrudan ve sadece şiir olarak ele alınmış veyahut da tasavvufi eser mahiyetinde incelenmiş, onun hikâye kısmı görülmemiştir. Zaten Necmettin Turinay’ın eserinde asıl ele aldığı yön de burası işte. O Leyla vü Mecnun’a da Hüsn ü Aşk’a da tahkiye açısından yaklaşarak bizlere yeni bir pencere sunuyor.

Dönemin tasavvufi ortamının, eserlerin tasavvufi mahiyetinin olması, içinde tasavvufa götürebilecek cümlelerin olduğu her esere tasavvufi eser gözüyle bakmayı gerektirmez. Örneğin, Fuzuli’nin tasavvuf ile doğrudan bir bağı yoktur. O hiçbir tarikata intisap etmemiştir ancak onun eserine tasavvufi eser denilerek geçilebilmektedir. Aynı şekilde şiir formunda yazıldığı için salt şiir gözüyle bakılmaktadır. Oysa Leyla vü Mecnun dikkatle okunduğunda onun dönemine göre bir roman mahiyeti taşıdığını, en azından bizde roman yoktu iddiasını çürütebilecek bir metin olduğunu, romanın gelişmesinde başlangıç noktasında yer alabilecek bir eser olduğunu görmemek mümkün değildir.

Turinay’a göre edebi türlerin standartı sabit değildir ve her eseri devrine göre değerlendirmek gerekir. Bir eser için kendi devrinin romanı demenin yanlış bir tarafı yoktur. Esasında esere roman veya mesnevi demek önemli değildir ancak eser doğru bir şekilde ele alınabilirse.

Kısaca değinmek gerekirse Fuzuli’nin Leyla vü Mecnun’una kadar yazılan mesneviler bir maksadı anlatmak için yazılır ve bütünlük içermez. Klasik formdadır, hepsi aynı kalıptadır. Fuzuli ise kendine has bir muhteva kurmuştur, hikayeye yeni şekil vermiştir. Mesnevi yazarları, mesnevi yazarken mesnevinin formuna sadık kalmıştır. Örneğin, mesnevi arasında gazel serpiştirmek gereklidir ve her mesnevi yazarı da gazel serpiştirmiştir. Veya bütünlük yoktur, farklı meclislerde edilen sohbetlerin toplanması gibidir eser. Fuzuli ise bir bütünlük içinde yazmıştır. O başından sonuna kendine has diliyle bir hikaye anlatmıştır. Öyle ki şiir formunda yazılması önemli değildir çünkü eser sanki hem bir şairin hem de bir romancının elinden çıkmış gibidir. Şiirin içinde bir anlatıcı saklıdır. O bize bir roman sunmaktadır. Hem de dilin en yetkin haliyle!

Bizim çok kısaca ve hakkını veremeyerek dile getirdiğimiz husus, Turinay’ın eserinde ustalıkla ele alınıyor. Yazar tek bir boşluk dahi bırakmıyor. Bizi klasik iki metin üzerinden geçmişe götürürken, bugünkü edebiyatımıza zihnimizi daha dolu ve yeni bakış açılarıyla bezenmiş halde ulaştırıyor.

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_

Sen hiç ben oldun mu?

“Baktığın benim, gördüğün sensin."
- Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî

Her insan bilmecedir. Aile, kimsenin çözemediği ama bir kenara da bırakıp gidemediği bulmacaların tek sayfada toplanmış hali gibidir. Herkes herkese çok yakındır. Ama kimse kimseyi çok da tanımaz aslında. Yakınlık körlüğü getirir çünkü. İnsan en çok aşina olduğunu ihmal eder.

Şermin Yaşar'ın ilk romanı Söyleme Bilmesinler'de aslında bir ailenin yirmi dört saatine tanıklık ediyoruz. Alelade bir yirmi dört saat yahut tanıklık değil ama… Yazarın da dediği gibi “Bazen yirmi dört saate gereğinden fazla şey sığıyor.” İnsan içine doğduğu ailenin izlerini taşır yüzünde, gözünde, sesinde. O izler her bir kardeşte farklı tezahür eder. Ama değil mi ki ana baba aynıdır; kopamaz o izlerin getirdiği bağdan. Kaderin cilvesi mi, insanın kendi kendisini tutsak etmesi mi bilinmez, dönüp dolaşıp aynı kuyuya düşmekle, anne babanın yazgısını yeni sürümüyle yaşamakla sınanır. Baş karakterlerimiz Emin, Ethem ve Ekrem paylarına düşen kaderi ve kederi anlatır bize kitapta. Yalnız onlar mı? Aileye gelin gelen eşleri de girer söze. Aile büyüdükçe yumak karışır. Hatta ölüler bile söz alır sırları açığa kavuşturmak için. Zorunlu birlikteliklerin daima karanlık tarafları da vardır. Sırlar, yalanlar, bilmezden gelişler... Her aile ayrı dinamiklere sahiptir muhakkak. Ve her aile, matruşka bebekler gibi içi açıldıkça yeni tanışılan oldukça eski yaralarla yüzleşecektir zamanı geldiğinde.

Öyledir. İnsan anne babasından yalnız huyunu, suyunu, kaşını gözünü almaz miras olarak. İçinde kapanmayan yaralarını, korkularını, söylenmeyen sırları, vicdan azaplarını, boş bakışları da alır. Her aile sıradan görünür dışardan. Her ev dışardan huzurludur. Hayat bir şekilde akıp gitmektedir ve sükûnet her şeyin yolunda olduğuna inandırır ötekileri. Ama öyle kesin yargılarla yürümez hayat. Evin duvarlarına siner içinde olup biten. Önceleri isyana başvurulsa da bir noktadan sonra herkes birbirinin dilini çözer. Her ailenin kendi arasında kullandığı ayrı bir dili de oluşur zamanla. Yahut ortak bir sessizliği… Hoş görmek ayrıdır tahammül ayrı. Aynı çatıyı paylaşmak aile olmaya yeter mi?

Sıradan bir ailenin sıradan fertlerinin hikayesini okuyoruz romanda. Yazarın ilk romanı, ancak karakterler sıradan oldukları kadar iyi de kurgulanmış. Karakterlerin kurgu olduğunu bildiğimiz halde kanlı canlı. Sokakta, otobüste, hastanede her an karşımıza çıkıp bize hikâyenin doğruluğunu teyit edebilecek kadar canlı. Sıradan insanların sıradan dertleri, kırgınlıkları, sevinçleri, kayıpları, boşlukları, sevilmeyişleri, kayboluşları, sözleri ve sükunetlerini anlatırken yanımızdan geçip giden herhangi biri olabilir hissiyatıyla okutuyor kendini roman. Yalın ve bir o kadar da gerçek. Hakikatin insanı inciten, yüzleştiren yönünü de görüyoruz romanda. Her karakterle empati yapmak mümkün. İnsan hakikati satırlardan öğrenemez elbet. Ama okudukları sadra işleyen şeyler olduğunda kendi hakikatine bir adım daha yaklaşmış sayabiliriz. Bilhassa Ethem karakterinin başlarda “ortanca çocuk görünmezliği” zannedilen hikayesi sona doğru evrildiği noktayla, yıkılmadan inşa edilmenin, tamamlanmanın, yüzleşmeden yaraların geçmeyeceğinin kanıtı gibi. Öyle ki yazar dahi kitabı kendisine ithaf etmiş; “Ethem hayali bir karakter. Ancak onu yazarken sıkıntısını, yalnızlığını, el yordamını o kadar derinden hissettim ki, bu kitabı Ethem’e ithaf ediyorum.” Ethem’in şahsında, hissettiği yalnızlığa geçerli bir sebep bulamayan, sıkıntısını ve içsel boşluğunu anlamlandıramamış, aidiyet kuramamış herkesin, Ethem’in hikayesiyle kendi hakikatini sorgulayacağı ve belki de bir anlama kavuşacağını düşünürsek, okur kimliğinden sıyrılıp, eserin ithaf edildiği karakter siz de olabilirsiniz.

Tüm ailenin tek tek içini döktüğü bu roman, çapraz bir sorgu olmadan “Aslında nasıl oldu?” sorusuna cevap arıyor her bir konuşmada. Karakterler konuştukça, aslında herkesin kendi açısından ne kadar haklı ve fedakâr olduğunu da görüyoruz. İletişimin olmadığı tüm ilişkiler yanlış anlaşılmalara ve akabinde hazin sonlara gebedir şüphesiz. Aile gibi bir kurumdaki iletişimsizliğin, kopukluğun nelere haiz olabileceğini gayet “bizden” ve “içimizden” bir üslupla anlatan yazar, o iç döküşleri bir cesaret anına çevirmeyi, her şeyin düzelmesi için olan düzenin yıkılması gerektiğini, yüzleşmenin başta acı verse de yaradaki cerahati akıtıp nasıl rahatlattığını içtenlikle aktarıyor okuyucuya. Ve sorguluyor;

Evlenip aynı çatı altında yaşıyorlar diye karı koca olur mu insanlar? Aynı ana babadan oldular diye birbirlerine sahiden kardeş olur mu çocuklar? Yıllar kalbini dağlasa da içlerinde o kor söner mi aşıkların? Her şeyi aşikâr olanların sakladıkları sırlar daha mı çoktur?

Sevdenur Yazıcı
twitter.com/yazicisevde