25 Eylül 2023 Pazartesi

Ülkesini bilen kendini bilir

Gandhi'yi Gandhi yapan şey, çokça tekrarlandığı için artık karine haline gelen “pasif direnişi”nden çok satyagraha diye adlandırdığı, her koşulda hakikatle olan bağını koruyabilme gücüdür. Satya, Sanskritçe hakikat anlamına gelmektedir, agraha ise sıkıca tutunmak ve ısrarcı olmak demektir. Gandhi’nin büyüklüğündeki asıl sır, hakikat bildiğini hiçbir şey için hiçbir zaman feda etmeyişinde ve ısrarla onu isteyişinde gizliydi.

Adaletsiz ve baskıcı bir sömürge düzenine karşı Hint halkının binlerce yıllık kültüründe yaşattığı değerlere sıkıca sarılır ve bu bağlanma her türlü korkuya galip gelir. Onun dehası hakikati kendinden daha çok sevebilmesindeydi belki de. Hakikat sevgisindeki gizli gücü siyasi bir harekete dönüştürürebilmesindeydi. Onun için din de hakikat sevgisi ve bu dünyanın hırslarına kapılıp kendinden vazgeçmeye karşı yeniden kendine gelme demekti. O ise hiç kendinden gitmedi. Kendi dışına hiç çıkmadı.

Diğer bir özelliği de kalbinin her zaman için küçük görülen, aşağılanan ve altta kalan insanlarla birlikte atıyor oluşuydu. Bunda büyük bir vecd duyuyordu bile denebilir çünkü hakikatin sesini duymak için benlik gururundan sıyrılmak ve kelimenin çifte manasıyla kendinden geçmek gerekir.

Aşağılan ve horlanan insanlar küçük ve “değersiz” görüldükleri için tam da hakikatin kıyısında yaşarlar. “Kendinden geçmek” ancak kendi gibi olmayan, kendinden olmayanlarla ilişki kurmakla mümkündür belki de ve Gandhi’nin öğretisinin özünü kısaca söylemek gerekirse, herkesin kendi gibi olmayanlarla bağ kurarak hakikate bağlanmasıdır, denebilir. Onun için din tam anlamıyla ötekidir; ötekiyle bir olabilmenin yol ve yöntemidir.

Gandhi, 40 yaşındayken yazdığı, yakın zamanda Dergâh Yayınları'nca Bengisu Karakurt çevirisiyle yayımlanan “Hind Swaraj: Gerçek Özgürlüğün Peşinde” adlı kitabında bütün bunları anlatır. Çevirmenin Sunuş’unda da belirttiği gibi Hind Swaraj, “hacim olarak küçük bir eser olsa da Gandhi’nin hayatının sonuna kadar koruduğu en temel düşüncelerini ihtiva eder.” (s.9).

Bu en temel düşünceleri arasında, ruhun isyanından doğan bir gücün her türlü baskıya ve zorbalığa galip gelebileceği, insanın ancak kendine hükmederek özgür olabileceği ve elbette bir insanın halkına olan bağlılığının aslında o halkın ruhsal derinliğinden süzülüp gelen bir hakikat bilgisine bağlılık olduğu sayılabilir. Hind Swaraj kitabı bütün bunların anlatıldığı ve bu sayede satyagraha’nın nasıl mümkün olabileceğinin sade ve anlaşılır bir biçimde ifade edilmesidir.

Satyagraha’ya ulaşabilmek için ilk başta, basit ve sade yaşamak, parlak ve süslü olan ne varsa terk etmek, makinenin bir hırs aleti, Batılı modern medeniyetin ise büyük bir aldanış olduğunu bilmek gerekir. Bu, ilkel yaşamak ya da insan aklının evrensel buluşlarından faydalanmayarak karanlıkta bir ömür geçirmek demek değildir.

Buradaki temel mesele, modern medeniyetin insanı kaçınılmaz olarak kendinden uzaklaştırması ve her türlü zenginliği ve gücü, “bedensel refahı” (s.64) ana amaç haline getirmesinin öldürücü sonuçlarını görebilmedir. Kendine hükmetmek ve kendinden vazgeçerek, görülmeyen, duyulmayan insanlara ulaşabilmek ancak ruhsal bir isyanla mümkündür ve Gandhi’nin ahlakı hiç şüphesiz bir isyan ahlakıdır; canlılığını sürdürmek için daimi bir isyan halinde olmak zorundadır.

Satyagraha, batılı modernleşmeyle sert bir hesaplaşma içerir ve son derece önemli bir biçimde kadim Hindistan ruhunun modernleşmeyle olan karşıtlığı onun için bir zorunluluk veya istenmeyen bir durum değil bilakis varoluşsal bir tercihtir. Hindistan’da daha çok kazanmaya dayalı bir ekonomi hiçbir zaman yaşamın ana amacı olmamıştır ve bu yüzden kendi ahlakının dışına çıkmamıştır. Hindistan makineleşmediyse ya da modernleşme süreçlerine geri durduysa bunun nedeni kendi ruhuna olan tutkulu bağlılığıdır: “Biz makine icat etmeyi bilmediğimizden değil, bizden önce gelenler böyle şeylere gönlümüzü kaptırırsak köleleşeceğimizi ve ahlaki yapımızı yitireceğimizi bildiği için böyle oldu. Gerektiği üzere tedbir alarak bizim yalnız ellerimizi ve ayaklarımızı kullanarak yapılabilen şeyleri yapmamıza karar verdiler. Gerçek mutluluk ve sağlığın el ve ayaklarımızın düzgün kullanılmasıyla sağlanabileceğini gördüler. Daha da ileri giderek büyük şehirlerin tuzaktan ve gereksiz sorumluluktan ibaret olduğunu ve insanların buralarda mutluluğa erişemeyeceğini…gördüler ki krallar ve kılıçları ahlakın kılıcından aşağıdadır.” (s.94).

Satyagraha, tıpkı tasavvuftaki gibi bir arınma ve riyazetle dünyadan uzak durarak kendini bulma içerir. Burada gücün ve mutluluğun bütün kaynağı kendiyle mücadele eden ve her türlü dünyevi hırsa galip gelen insan ruhunun ruhsal bir coşkuyla dolması ve her türlü haksızlığa içsel bir neşeyle karşı koymasıdır. Böyle bir insan için gerçek manada düşman kalmamıştır. Bu nedenle, “düşman”a düşman gibi davranmamak esastır. Düşmana düşman gibi davranmak sonuçta zafer kazanılsa bile kendini kaybetmektir.

Gandhi için hangi yüce amaç için olursa olsun başkalarını öldürmek korkakçadır. Esas kahramanlık kendini feda edebilmekle gelir. Hakikate duyulan güçlü bağ nedeniyle ölümü göze alabilmek yaşamın ana canlılık kaynağını oluşturur. Kaba kuvvete kaba kuvvetle karşılık verildiği zaman ulaşılan şey, kullanılan aracın zorunlu sonucudur ve şiddet hiçbir koşulda yapıcılık içermez, hep yıkıcı sonuçlar üretir: “Kaba kuvvet kullandıkları ve bizim de kullanmamızın mümkün olduğu tamamıyla doğrudur. Ne var ki aynı yolu kullanırsak onların elde ettiğinin aynısını kazanırız. Bunu istemediğimizi kabul edersiniz. Kullanılan araç ile amaç arasında bağlantı olmadığına dair inancınız büyük bir yanılgıdır…araçlar tohuma, amaç ağaca benzetilebilir; tohumla ağaç arasındaki bozulmaz bağın aynısı araçla amaç arasında mevcuttur.” (s.104).

Gandhi’ye göre gerçek güç yok edilemeyen ve yok olmayan güçtür. Yok olan hiçbir şey, gerçek manada güçlü olamaz. Dolayısıyla herhangi bir toplumsal direnişte esas güç, ölmeyecek olan hakikatlerden süzülüp gelir. Adalet gibi, eşitlik gibi, özgürlük gibi amaçlar bu nedenle aynı zamanda araçtırlar. Satyagraha’da araçla amaç birleşir ve tekleşir. İkisi aynileştiğinde, yapılan en küçük eylem bile çok büyük bir anlam ve sonuç doğurur. Benzer şekilde her küçük katkı çok büyük bir yaratıma ve ürüne neden olur. En alttaki insanla en üstteki eşitlenir. Her yol, aynı yere çıkar hale gelir.

İnsan, hakikati yeterince sevdiğinde kendisine karşı koyamaz ve kendinden geçme bununla başlar. Sonrasında ise diğer insanları ve en çok da kendisine en benzemeyenleri sevmekle olgunluğa erer. “Sevginin gücü, ruhun ve hakikatin gücüyle aynı”dır (s.110). İnsan yanlış bulduğunu yapmadığında onun sonuçlarına katlanmak için gerekli gücü kendi içinde bulamıyorsa hakikatle bağı yeterince güçlü değil demektir; “Dolayısıyla, yanlış bulduğunu yapmamalı ve netice neyse ona katlanmalıdır. Ruh gücünü kullanmanın kilit noktası budur.” (s.112). İnsanın, hakikati, şu ya da bu nedenle terk etmesinin yegâne nedeni, çok çeşitli biçimler alabilen korkularıdır: “İnsan hakikati terk ederse bunun sebebi bir tür korkudur.” (s.117).

Bütün bunlardan sonra şunu söyleyerek tamamlayabiliriz ki kitabın alt başlığında olduğu gibi gerçekten özgür olmak asla pasif kalarak mümkün değildir, tam aksine en küçük, en zayıf, en basit ve en alttakilerin sayısız küçük eylemiyle, insanın kendiyle olan mücadelesiyle ve yanlışlıklara hiçbir durumda boyun eğmeyişiyle mümkündür. Satyagraha, kendini bilmek için ülkesini bilmek gerektiğini ima eder.

Bunun tersi de doğrudur: yani, ülkesini bilen kendini bilir. O nedenle, bugünlerde çokça tekrarlanan "bu ülkeden bir şey olmaz" lafı, satyagraha’yla apaçık bir çelişkidir ve daha çok kişinin kendiyle ilgili bir sorunun dışavurumudur. Dahası, ülkesini bilmek, keyfe keder bir tercih değil gerçek özgürlük için geçilmesi gereken zorunlu bir aşamadır.

Aksi halde, satyagraha kitaplardaki ilginçliklerden ibaret olmaya devam edecek demektir!

A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca

İmgesel olanla yalın olanın buluşması

Genç şair Zeynep Karaca‘nın ilk şiir kitabı Gövdesi Hakkında Konuşan Kelebek, Ketebe Yayınları tarafından 2022 Ağustos ayında yayımlandı. Kitap 32 şiirden müteşekkil.

Kitaptaki şiirlere genel olarak baktığımızda yazarın tema sınırlaması yapmadığını; yaşam, mutluluk, hüzün, geçmiş, bugün, gelecek, modern ve geleneksel olandan bahsedildiğini farkedebiliriz. En çok ta dijitalleşmeyle birlikte hayatımıza giren kavramlar ustalıkla kullanılmış. Söylediğimiz bu hususla ilgili “Google’daki Kesinti Üzerinden Vahyin Kesintisine Parodi” ve “Piksel Uzaklığı” şiirlerine bakılabilir. Aslında şiir adları üzerinden de ironi, hüzün, karamsarlık, sevinç gibi çok farklı duygusal durumları hissedebiliyoruz. Aynı zamanda edebiyatta klasik bir imge olan tren de bu kitaptaki şiirlerin içine girmiş.“Vagonların Taşıdığı Hüzün” adlı şiir örnek verilebilir.

Bir bardak kahve ateş alsın istiyorum / Mutlu anlar için ayrılmış bir kalbin içinde / Sıtma geçirecek gibi olurken vücut / Ayaklar daima ileri ve sana yürüsün…” mısralarının yer aldığı “Doğdun ve Yaşa” şiiri ilk bakışta göze çarpıyor. Şair bir kahve içimlik kısa ve özel anları doyasıya yaşamamız gerektiğini fısıldıyor bizlere. Kulağa hoş gelen bu mısralarda bilinçli-bilinçsiz “ulama” sanatından faydalanıldığını görebiliriz:

Mutlu ANLA-Ri-çi-nAY-RILMIŞ bir KALBİ-Ni-çinde

Bir erkek bir kadın bir de Jung / Karaköy’den aynı vapura bindiler / Kız suya bakıp çocukluğunu hatırladı / Erkek martılara bakıp babasını / Jung öylece durdu ikisinin arasında / Bir karar verilemedi deniz boyunca / Gemiler geçti uluslararası suya giden / İki kişi yerini beğenmemiş başka / Koltuğa geçti / Bir erkek bir kadın bir de Jung” bu mısralar Karaca’nın “Biri Sizinle Yolculuk Yapıyor” adlı şiirinden. Anlaşılan o ki Karaca psikolojiyle içli dışlı görünüyor. Psikoljik, psikanalitik teori ve önemli psikoloji ve psikiyatristlerden haberi olduğu anlaşılıyor. Bu şiirde Karaca, Analitik Psikolojinin kurucusu Jung‘a göndermede bulunarak bilinçaltı konularını da şiirine yansıtıyor. Tabii şiirde kararında kullanılan felsefe, o şiiri hem derinleştiriyor hem de zenginleştiriyor. Karaca da bunu hakkıyla yapıyor.

Zeynep Karaca, şiirlerinde geçmişle bugüne eleştirel bir gözle de bakabiliyor. “Babaannemin Ejderhası” adlı şiirinde, “tesbih”le “tweet atma” eylemi arasında, kullanılan materyallerin çağlarını yansıtması bakımından ironik bir şekilde senkronize bir bağ kuruyor. Buradan baktığımızda şair aslında çok cesur arayışlar içinde. Son dönemlerde çokça kullanılan sosyal medya sözlerini şiirinde kullanıyor.

Babaannem büyülü gerçeklik akımından çıkmış / Ejderhası var onun / Benim geleceğimi biliyor / Babaannemin mitleri var, sabır her kapıyı açıyor / Ben odada tweet atıyorum / Babaannem tespih çekiyor…” Bu şiirde kuşaklar arası değişim bütün açıklığıyla mısralara yansımış.

Karaca’nın şiirlerinde sade bir söyleyiş ve yalın bir dilin kullanıldığını da görebiliriz. Şiirlerde söz sanatları da es geçilmemiş. Kitaba adını veren “Gövdesi Hakkında Konuşan Kelebek” adlı şiirde:

Üzmüyor artık sınırlı şeyler / İçinden dışına bir sınır da öyle / Ülkelerin belki de bir kalbi var / Renklerle çevrili, renklerle atan / Sana bana dair olmuş olan ve olacak / Sıtma geçirmek gibi bir tren üşümesi…

Ülkelerin belki de bir kalbi var” ve “sıtma geçirmek gibi bir tren üşümesi” dizelerinde insana ait özelliklerin doğaya aktarılması yoluyla hem deyiş aktarması hem de kişileştirme sanatı yapılmıştır.

Serbest şiirler yazan şair, genellikle anlama bağlı kalarak dizelerinin bir kısmını uzun, bir kısmını da kısa tutuyor.

Zeynep Karaca şiiri istikbal vaat eden bir şiir. Şair; duygu düşünce, kavram ve nesneleri şiirinde olabildiğince ölçülü kullanıyor. Ne bütünüyle felsefeye yaslıyor şiirini ne arabeske kaçan sulu göz bir duygusallığa… Karaca imgesel olanla yalın olanı başarıyla buluşturuyor. Özgün imgeleri ve taze buluşlarıyla bize şimdiden, Türk şiirinde kalıcı olacağını hissettiriyor. Yolu açık olsun.

Muaz Ergü

12 Eylül 2023 Salı

Hep aynı olana maruz kalmak

Byung-Chul Han, Ötekini Kovmak’ta modern zamanların ürettiği sahte biriciklikten dem vuruyor. Chul Han, metinlerinde insanı merkeze alarak eleştirel bir düşünce üreten nadir çağımız yazarlarından. Belki de filozoflarından. Chul Han’ı önemli kılan ürettiği düşünceyi tek bir izlekte ele almaması, modern zamanlara dair neredeyse her olguyu birbirine bağlamakta ve bağlantı kurmaktaki ustalığı.

Modern zamanların öznesi olan insan, kendisini farklı kılmanın peşindedir Chul Han’a göre. Farklı kılma eylemini ise ötekiyi kovarak, kendisini her anlamda ötekinin varlığından soyutlayarak başarmak ister. Öteki ortadan kaldırıldığında ise kişi, yapay bir dünya kurmuş olur kendisine. Kendisini şekillendirdiği örneklemeler, modern zamanın ve kapitalizmin teknoloji vasıtasıyla ona dayattığı modellerdir çünkü. Böyle olunca da ortaya birbirinin aynısı, farklı kişiler çıkmaktadır. Herkes kendisini marjinal bulurken, aslında koca bir insanlık sürü konumuna düşmüştür.

Aynının terörü” diye tanımlar bu çıkmaz sokağı yazarımız. Dünya yapaydır çünkü sanal bir yaşam sürdürülmektedir. İnsanlar seyahat etmektedir ama hiçbir deneyim yaşamamaktadır. Takdir kendisini like’a bırakmıştır. Bilgi yığını vardır ama kavrayış yoktur. Ciltler dolusu kitaplardan bilgiye erişme çabası, çalışma yerini yüz kırk karakterlik tweetlerden ham bilgi almaya bırakmıştır. Bilge vardır ama onda olan aslında sadece kabuktur, hiçbir mevzuyu derinlemesine kavramamıştır o, sadece o mevzuya dair birkaç cümle söz söyleyebilmektedir. Tweet atmasına yetecek kadar. Gelen like’lar da kendisini tatmin etmesi için yeterlidir. Birçok takipçisi vardır ama tek bir dostu yoktur. Yeni bir kişiyle karşılaşmıyor, tanışmıyordur ama binlerce kişiyle etkileşim halindedir. Hal böyle olunca insanın yaşadığı dünya “sanal”, “yapay” bir dünyadır. Gerçekliğin olmadığı bir dünyada da kendine haslık kaybolmuş, her yeri “aynı”lar kaplamıştır.

Teknoloji bir oto-propaganda aygıtı olmuştur. Ötekine, farklılığa ihtiyacımız yoktur. Önümüze halihazırdaki profilimizden yola çıkarak ilgimizi çekecek şeyleri çıkarır. Sınırsız tercih özgürlüğünün olduğu bu sanal dünyada hoşumuza gideceğinden emin olduğumuz videoları izler, programları takip eder ve hesaplarla takipleşiriz. Hep aynıya maruz kalırız. Farklı biriyle karşılaşıp da tanışmaz, onun bize katacağından habersiz hep aynının içinde bir ilüzyona maruz şekilde yaşamımızı sürdürürüz. Dijital ağlar, etrafımızı kuşatmıştır. “Dijital ekran hayrete müsaade etmez.” Dünya bir reklam sahnesine dönmüştür, insanlar da dahil olmak üzere her canlı ve her eşya, her duygu ve her değer bir üründür, tanıtılmalıdır, beğeni toplamalıdır, ilgi çekmelidir. Beğeni toplamayan ürün, (insan da olsa!) kendisine sahnede yer bulamaz. Dolayısıyla kişiyi hayrete düşürecek bir ötekiye bu sahnede yer ayrılmamıştır. Öteki yoksa, hayret de yoktur. Hayret yoksa bir insanın kendine özel bir yolculuktan bahsedilemeyecektir. Ancak kendi yolculuğunu gerçekleştirebilen insanlar, biriciklik konumuna erebilir. Kendi yolculuğuna çıkamayıp ona sunulan yola girenler ise, yolun içindekilere de uyacak böylece taklit bir yaşama sahip olacaklardır.

Her şeyin ve herkesin aynılaşması, anlamı da ortadan kaldırır. Anlam ortadan kalktığında yaşam kadar ölüm de anlamsızlığa bürünür. Oysa yaşam kadar ölüm de insanın kendisine, kendisini gösterir. Kendilik, biriciklik kendine ait bir yolculuğu, bir yaşamı olanların sahip olduğu bir şeyse, ölüm de elbette kişinin kendisine aittir. Günümüz toplumu ise acıya, eksikliğe, olumsuzluğa karşı bir zırh kuşanmıştır. O daima pozitifliğin peşindedir. Oysa daimi pozitifliğin kendisi negatif bir sonuca gebedir. Salt pozitiflik, aslında aynı zamanda salt negatiflik demektir. Çünkü anlam, pozitiflik ile negatifliğin birlikte olmasından doğar. Pozitiflik kadar negatiflik de insanı geliştirir, diri tutar, olgunlaştırır. Modern insan önce ölümü çıkarmıştır hayatından, sonra da tüm negatiflikleri. Hastalık kötüdür, başarısızlık kötüdür, aksilik kötüdür. Ondan kaçmalıyız, daima mutlu ve neşeli olmalıyız. Bütün bunlar haksızlıktır. Bu düşünce de insanı daimi mutsuzluğa sürükler. Sadece kişi veya eylem değil, duyguda da öteki dışlanmıştır.

Chul-Han, Ötekini Kovmak’ta “öteki”nin içine giren tüm meseleleri tek tek ela alıyor. Derinlemesine inceliyor ve insan yaşamıyla bağdaştırarak eksikliklerini, bu eksikliğin açtığı gedikleri tespit ediyor. Böylece modern insanın düştüğü çıkmaz sokağı bir kez daha tüm çıplaklığıyla tarif ediyor. Çıkmaz sokak dememizin nedeni ise modern insanın bu sokağı kendi eliyle var etmesi. Yoksa sokağın bir çıkışı var. O da eserde.

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_

8 Eylül 2023 Cuma

"Adı söylenince ürperen" çiçek gibi bir kitap

Dergâh Dergisi’nin son dönem genç şairlerinden Eda Fırat’ın Ses Efekti kitabı Dergâh Yayınları etiketiyle şubat ayında yayımlandı. 55 sayfadan ve 22 şiirden oluşan Ses Efekti rafine bir kitap görünümü veriyor. Şairleri belli bir akıma katı çizgilerle hapsetmeyi her zaman için çok doğru bulmasam ve bunun geçerli bir yöntem olduğunu düşünmesem de Eda Fırat’ı biçim yönünden Yeni Hececiler grubuna yakın görüyorum. Şiirlerin hemen hemen tamamı bu şekilde yazılmış.

Kitabı baştan sona bir seferde okuduğumda şunu söyleyebilirim: Eda Fırat lirizmin sınırlarına dayanıyor ve şiirlerde oldukça karamsar bir dünya çiziyor. İmgeye fazla yaslanmadan ama imgeden tam da kopmadan, açık şekilde oluşturulmuş tertipli bir kitap Ses Efekti. Merhum dostumuz Bülent Parlak’ın melankolisiyle Ziya Osman Saba’yı yer yer hissetmedim değil.

Şiirlerde karamsar bir hava var demiştim. Bunu zaman zaman yalnızlık, ama tek başına olmayan bir yalnızlık, “Hazırız, neden gelmiyor kimse”, kırgınlık, ümitsizlik, “Her dizesi kurumuş bir güldür şiirim / Sirenler, şehir ve ansızın bir şarkıya / Çok yüksekten atlar gibi hatta / Yitirdiğim en nadide parçamdır ümidim”, gibi duygular da izliyor. Bu duygular aslında şiirde çok tehlikeli duygulardır. Şiirin niteliğini götürüp bir anda arabesk sözler yığını arasında bulabilir şair kendini. Ancak Eda Fırat’ın, genç bir şair olmasına rağmen bu tuzağa çok fazla düşmediği kanaatindeyim. Bu tür duyguları dozunda ayarlamış. Yer yer neo-epik bir havaya da yaklaşmış bulunuyor bu ayarlamayı yaparken.

(Ara söz olarak şunu da söylemek istiyorum: Kitapta genel manada söz sanatları başarılı şekilde kullanışmış ancak teşhis konusunda şairin daha başarılı olduğunu söylemek isterim.)

Çok atak, enerjik bir kitap değil Ses Efekti. Bunu olumsuz manada söylemiyorum, bir tespit anlamında kullanıyorum. Daha durgun, saldırgan olmayan bir şiiri var Fırat’ın. Tabiî bu duruma seçtiği konular da yön vermiş. Fırat’ın söylediklerini bağırarak söyleyemezsiniz zaten. Seslenirsiniz ama içinizden, hatta kendinize. Zaten birçok şiirde de şairin şiiri kendine yazdığını ve şiirini bir sağaltım aracı olarak kullandığını düşündüm. Hatta hayıflanmaları bile, bence, şairin kendine yönelik: “Çocukça ağrılar duyuyorum kimisine göre / Günde on iki saat durmaksızın sabahın dördünde tak! / Kadersizlik, kötü şans, iyi kalp / Hırpalanmış bir boşluğu dolduruyor aşk

Eda Fırat’ın hayat karşısında acemi bir şiiri olduğunu söyleyebilirim. Bunun kitabın daha ilk şiirinden (Sesleniş) anlaşıldığını düşünüyorum -ki ilk şiirler önemlidir bir kitap için. Bu tür başlangıç şiirleri aynı zamanda şairi de tanımamızı kolaylaştırır. Ben bu şiirden kitabın genel havasını sezdiğimi ve şairin şiiri hakkında bir örneklem gördüğümü düşünüyorum: “Bir odadaydık dünya o odada, bırakmasan ellerimi / Bulmasan kendine yeni evler ve savaş ortamında bir gemi”. Umutsuzluğun içinde bir umut sezilse de bu umut kitabın genel havasına da çok fazla yansımıyor. Ara sıra anlık parıltılar halinde görebiliyoruz.

Kıta düzeni olarak tek bir biçim yok Ses Efekti’nde. 3’lü, 4’lü, 5’li mısralardan oluşan kıtalarla oluşturulmuş şiirler olduğu gibi farklı mısra sayısından oluşan şiirler de mevcut. Genel manada ise şiirlerin başlangıç ve sonlandırılışlarını başarılı buldum. Bu durum okurun zihninde şiirler hakkında olumlu bir imaj bırakır her zaman. Sözü, kitabın en sevdiğim şiirlerinden biriyle bağlamak istiyorum. Bence bu bölüm Eda Fırat’ın şairliğini kanıtlıyor okura. Şüpheye Çalım şiirinden bahsediyorum. Şiirin ilk bölümün buraya alıp yazıyı sonlandıralım. Eda Fırat çok daha iyi şiirler yazacaktır diye düşünüyorum. Bunun belirtisini bu kitapla verdi bana göre:

“Sabah tomurcuklandı, şüphe sökülmedi
Sırrı açığa vermedi ebruli yıldızlar
Yalnızlık kanırtır kabuğu düşmüş yaraları
Her şeyi boğulur gibi anlatır cömertçe akan

Su Temizlemez irinli yaraları bu hoyratlıkları
Silinmez nemi duvarın yapışmış boğazıma
İşte şurada bir kavga bitip tükenmez
Çocuk gözleriyle bize güler Asyalı”

Mehmet Akif Öztürk

Tanpınar İstanbul’da ne(yini) arıyordu?

Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir’in son faslında “Ne kadar hatıra ve insan… Niçin Boğaz’dan ve İstanbul’dan bahsederken bütün bu dirilmesi imkânsız şeylerden bahsediyorum. Niçin geçmiş zaman bizi bir kuyu gibi çekiyor? İyi biliyorum ki aradığım şey bu insanların kendileri değildir ne de yaşadıkları devre hasret çekiyorum…” diyerek şahsi manifestosunu ortaya koymuştu aslında. Kanunî’nin, Sokullu’nun İstanbul’unda yaşayamayacağını, belki Merkez Efendi’nin dervişi olabileceğini, belki de hiçbir şey yapmayıp lakayt kalabileceğini ekliyordu sonra. Ve nihayet: “Hepsi idealin serhaddinde susmuş bu insanların hikmetinde kaybolmuş bir dünya arıyorum. İstediğime onlarla erişemeyince şiire, yazıya dönüyorum.

Hepimizin “şuur ve benlik” buhranında çocuk olarak kaldığı, “olmak ve olmamak” davasında sık sık bocaladığı gerçeği Tanpınar’ın romanları, denemeleri ve hatta mektupları okunduğunda önümüze seriliyor. Gerçeği yeniden hatırlıyoruz diyemeyeceğim çünkü gerçek gün gibi, gece gibi, mevsimler gibi ortada. Bazen yağan yağmurla, kopan fırtınayla, sararan yapraklarla, asfalta düşen meyvelerle unutur gibi oluyoruz hakikati, çünkü örtünüyor. Ama sonra yeni bir kıyamet devri. İstanbul’da yaşayanlar için şehri bulmak, şehri yaşamak kadar zor. Hissiyatı diri tutmak, “her şeye rağmen” ya da “her şeyle beraber” İstanbul’da “olmak”, çetin bir mücadele gerektiriyor. Kitaplar, bunu bir nebze hafifletiyor.

Mehmet Samsakçı; Tanpınar’ın Eşiğinde adlı kitabında, Tanpınar’ın "değişerek devam etmek, devam ederek değişmek" mefhumundan sık sık söz eder. Buna Besim F. Dellaloğlu da bilhassa “Modernleşmenin Zihniyet Dünyası: Bir Tanpınar Fetişizmi” kitabında değinmiş, açmıştır. Hayatta her şey bütünüyle; insanıyla, çevresiyle, kültürüyle ve hatta görgüsüyle değişirken şehirlerin de olduğu gibi kalması mümkün değil. Burada nostaljiyle romantizm, isyanla mücadele arasında bir yer seçmek de gerekmiyor illa. Bir tek bunu anlamak, yani değişerek devam etmeyi, devam ederek değişmeyi iyi çözmek gerekiyor. Bugünün dervişleri başka, bugünün şairleri başka, müzisyenleri ve mimarları başka. Ama tasavvuf, edebiyat, mûsıkî, mimarî genel çizgileriyle, adabımuaşeretiyle, ahlâkıyla, üslubuyla orada bir yerlerde duruyor. Kim nasıl alır, nasıl yaşar bilinmez ama genel kaidelere kılıf bulmak da bugünün insanının bir hüneri.

Tanpınar söz konusu olduğunda İstanbul’u onun her eserine işlemiş bir hazine olarak bulmak mümkün. Bu hazineden neler taşmıyor ki? Sadece sokakları, evleri, çeşmeleri, türbeleri değil elbette. Mûsıkîşinasları, şairleri, şeyhleri, esnafı… İnsan, mekân ve zaman; Tanpınar’ın zihnini, belki de kalbini en çok yoran, bazen de dinlendiren meseleler. Bu meselelerle uğraştığı ve Türkçenin en leziz üslubuyla yazdığı için bugün hâlâ ona başvuruyor, ondan bahsediyoruz. Sadece ondan mı? Ahmed Râsim, Ahmed Refik Altınay, Refik Halid Karay, Yahya Kemal, Abdülhak Şinasi Hisar, Nihad Sami Banarlı, Cemalettin Server Revnakoğlu, Süheyl Ünver, Sermet Muhtar Alus, Tâhirülmevlevî ve daha çok pek münevverimiz, mutasavvıfımız, edibimiz anlatmalara doyamamış İstanbul’u. Burada meraklısı için pek keyifli bir okuma önerisi geliyor: İstanbul’un 100 Yazarı, Kübra Andı – Mehmet Samsakçı, İBB Kültür A.Ş Yayınları, 2009.

Her şey devasa bir bütünün parçalara ayrılmaması, parçalara ayrılsa bile birbirinden çok uzaklaşmadan ötede beride durabilmesi için belki de. Çünkü her şey İstanbul’da ve İstanbul her şey de. Samsakçı kitabının girişinde Yaşadığım Gibi’den bir paragraf kullanmış, bu çok yerinde olan tercihi hemen aktaralım: “İstanbul işte budur. Nereye bakarsak bakalım, hangi ufuklara hasret çekersek çekelim, biz İstanbul’da ve İstanbul’la göreceğiz. Bütün tarih boyunca bu hep böyle oldu. Son beş yüz yılın hikâyesi, bir şehrin terbiyesi ve tebcilinden başka nedir? Şiirden, sanattan, muaşeretten dine kadar her şeyde İstanbul’un payı vardır.

Mehmet Samsakçı, Tanpınar’ın İstanbul’unda işte bu payların peşine düşüyor. “Genel hatlarıyla edebiyatımızda İstanbul” bahsiyle açılan kitap, medeniyet-edebiyat-şahsiyet arasında bir şehir çiziyor, Tanpınar’ın gözüyle ve gönlüyle. Göz ve gönül deyince; İstanbul’un mevsimlerine, ağaçlarına, sularına, lodosuna, sisine, gecelerine, mahallerine, camilerine, dergâhlarına, Boğaziçi’ne, Beyoğlu gazinolarına, İstanbul’un mimarlarına ve mimarisine, sahaflara, Kapalıçarşı’ya, Beyazıt’a, kahvehanelere, Dergâh dergisine, İkbal Kahvesi’ne, işgal anılarına, Fatih’e ve dolayısıyla fetih yıldönümlerine uğramamak mümkün değil. Kitabın içindeki neşe, son bölümle beraber hüznü çağırıyor sayfalara: bir rüyadan arta kalmanın hüznü. Çünkü bu bölümde eski İstanbul var, artık duyulmayan satıcı sesleri, kaybolan mahalle, yalnız eğlenen ve belki de bu yüzden hiç eğlenemeyen şehir, kaldıysa bir boşluk sokak ortası oyunları, giderek sıkışan yahut tamamen betonlaşan mesire yerleri, tüm sevinçleriyle bayram günleri. Bu kitaba samimice mesai harcayacak bir okur, Tanpınar ve İstanbul üzerine yeni bir okuma planı kurabilir. Bu yeni okuma planı aslında ‘yeniden’ olacaktır. Zira Tanpınar’sız İstanbul veya İstanbul’suz Tanpınar okumak mümkün değildir.

Evet, Tanpınar eskiyi, eskide kalanı ne kadar seviyor ve eski hayat değerleri ve unsurlarının gidişinden ne kadar ıstırap duyuyorsa bir o kadar da yeniye bağlıdır” diyor Mehmet Samsakçı ve şöyle devam ediyor: “O, Türkiye’de yaklaşık son 250 yıldır yapıldığı gibi bu iki dünyadan birisini sevmenin diğerine düşman olmak anlamına gelmediğini, gelmemesi gerektiğini bilen bir entelektüeldir. Bir insanın, mensubu olduğu milletin tarihini, kültürünü yapan unsurları, mesela itikadını, zevkini, estetiğini ve yaşama üslubunu günden, şimdiden kopmaksızın ve istikbal ufkunu kaybetmeksizin sevmenin ve bilmenin altın anahtarını bulmuş yazarlardandır.

O altın anahtar, İstanbul’dur. Her İstanbul sevdalısı gibi Tanpınar’da zaman zaman maziperest ya da nostaljik bulunmuştur. Halbuki Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey, Reşat Ekrem Koçu, Sâmiha Ayverdi ne yaptıysa, Tanpınar da onu yapmıştır. Yalılarıyla, konaklarıyla, Boğaz’ıyla, safalı gün ve geceleriyle ilgilenmiştir evvela, yani İstanbul’un aristokrat tarafıyla. Ama mütevazı evlerin, mütevazı insanların hayatlarını da konu edinmiştir. Böylece ortaya bereketli, hareketli, zevkli bir İstanbul fotoğrafı, daha doğrusu fotoğrafları süzülmüştür kaleminden. “Tanpınar’ın salt bir nostaljinin insanı olduğu asla söylenemez” diyor Samsakçı. Çünkü: “O sadece yeniyi, aktüeli, günü sevmek için mutlaka eskiye düşman olmak lazım gelmediğini, tarih sevgisi ve şuuruna sahip olmanın da yeni düşmanlığı demek olmadığını düşünür.

Hiçbir komplekse ya da modaya kapılmadan bir İstanbul anlatmaya çalışmıştır Tanpınar. Yegâne merkezi, muhabbetidir, yani sevgisidir. Nasıl bir sevgi olduğunu da “Muhakkak ki bu eski şeyleri kendileri için sevmiyoruz. Bizi onlara doğru çeken, bıraktıkları boşluğun ta kendisidir. Ortada izi bulunsun veya bulunmasın, içimizdeki didişmeden kayıp olduğunu sandığımız bir tarafımızı onlarda arıyoruz.” diyerek anlatır Beş Şehir’de. Aramak, bulmak, yitirmek, sonra tekrar aramak, bu defa bulamamak ama aramadan asla vazgeçmemek, tüm bunlar sevgidendir. Peki o halde, yazıya başlık olan soruyu cevaplayıp öyle bitirelim. Tanpınar İstanbul’da ne(yini) arıyordu? Belki annesini, babasını, akrabalarını. Belki yanık bir türküyü. Belki Üsküdar’ın ezan sesini, Fatih’in genetik kodlarını. Belki Boğaz’da ve mesire yerlerinde cilveleşen âşıkları, onların tutkularını. Belki Huzur’u, belki Mahur Beste’yi, belki bir Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü. Belki “hep aynı boşluk” göründü gözüne ama “yaşadığım gibi” demesini de bildi. Onun İstanbul’da aradığı, yitiğiydi.

Hepimiz yitiğimizi arıyoruz bu şehirde; o yüzden ayrılamıyoruz, kopamıyoruz ve daha çok seviyoruz. Ona bir şey olmasın diye delirirken, ondan kurtulmayı da düşünebiliyoruz. Velhasıl kelam: “Doğrusu da budur. İstanbul, ya hiç sevilmez yahut çok sevilmiş bir kadın gibi sevilir; yani her haline, her hususiyetine ayrı bir dikkatle çıldırarak.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

4 Eylül 2023 Pazartesi

Okyanus aşırı aşk

"Aramızdakinin ne olduğunu anladık, bu aşktı."

Simone de Beauvoir’ın, yirmi yılı aşkın bir süre birlikte olduğu Amerikalı sevgilisi Nelson Algren’e yazdığı mektuplar sadece ikilinin aşkını değil, aynı zamanda bir dönemin edebi, sanatsal ve kültürel hayatını da gözler önüne seriyor. Üç yüz dört mektuptan oluşan derleme, Tülay Evler ve Pınar Öztamur çevirisiyle Alfa Yayınevi tarafından yayımlandı. Nelson Algren’in yayınevi ve ajansları tarafından konulan yayın yasağından dolayı sadece Simone de Beauvoir’ın mektuplarına yer verilen kitapta; neredeyse çeyrek asıra yayılmış bir aşkı tek taraflı okuyabiliyoruz. Beauvoir’ın manevi kızı Sylvie Le Bon de Beauvoir tarafından kaleme alınan önsözde; ikilinin yaşadığı fırtınalı aşka ve mektupların akıbetine değiniliyor. Algren’in ölümünden sonra ortaya çıkan bu mektuplara Beauvoir’ın ne kadar şaşırdığını, Algren’in münzevi yaşamı ve yalnız ölümünü, cesedine kimsenin sahip çıkmayışını ve çoğunlukla ismi Sartre’la yaşadığı ölümsüz aşkıyla anılan (hatta Sartre’la yan yana mezarlarda yatan) Beauvoir’ın Algren’in yüzüğüyle gömüldüğünü öğreniyoruz. Yine kitabın başına eklenmiş ve 1908’den 1986’ya kadar uzanan kronolojideyse ikilinin buluşma tarihleri not edilmiş.

Fransa’da feminist hareketi başlatan, kadın hakları savunucusu, aktivist, yazar ve Sartre’la yaşadığı aşkla bilinen Beauvoir; 1947’de yaptığı Amerika seyahatinde Nelson Algren’le tanışır ama ne yazık ki ikili birbirinden ayrılmak zorundadır çünkü farklı kıtalarda yaşamaktadırlar. 1947 şubatında başlayan mektuplarda aşk, tutku ve coşku öyle derinleşir ve özlem öyle fazlalaşır ki Beauvoir dayanamayıp yeniden Amerika seyahati yapar. Yirmi yıl boyunca sürecek ve birbirlerinin kıtalarına adım attıkları kısıtlı vakitlerde ilişkilerini doya doya yaşayan çiftin aşkı süregider. Beauvoir, mektuplarının tamamında özleminden, birlikte geçirdikleri vakitten, sonsuza dek Algren’in karısı ve aşığı olarak kalmak istediğinden bahseder. Sartre’la özgürlükçü bir aşk anlaşması yapan Beauvoir’ın, Algren’e bağlılığı okuyanları şaşırtır. Yoğun aidiyet ve sığınma duygusuyla dolu mektuplar sadece ikilinin aşkını anlatmaz, ülkelerinin politik durumundan sosyo-kültürel yaşamına kadar bir çok şeye değinir.

Örneğin 13 Haziran 1947 tarihli mektubunda, Beauvoir, Amerikalı sevgilisine Albert Camus isimli arkadaşının Yabancı isimli kitabından sonra Almanların Paris işgalini alegorik olarak anlattığı Veba isimli bir kitap yayımladığını haber vermektedir. St Germain semtindeki ünlü Cafe de Flore’a “bu bizim varoluşçu kafemiz, aşağıda bir sürü insan var ama ben birinci katında tek başıma çalışıyorum,” der, St Germain semtindeki ağaçları seyrederek “bir kadın romanı yazıyorum,” der. Paris’teki entelektüel yaşamı, Sartre’ı, Gide’i, Camus’yü anlatır. Marcel Proust’un da yayımcısı olan ünlü Galimard Yayınevi'nde katıldığı kokteyllerden birine gelen John Steinbeck’ten bahseder.

İkili birbirlerinin ülkelerinin literatürünü okur, aynı zamanda birbirlerinin kitaplarının çevrilmesine destek olurlar. Simone “Moby Dick’i okudum, çok beğendim,” der. Mark Twain’i okuduğunu, Henry James’in en çok Yürek Burgusu’nu sevdiğini anlatır. Bir Avrupalının gözünden Amerikan Edebiyatını görürüz. Bize Goncourt ödülünü, Sartre’la konuşmalarını ve hatta Kopenhag, İsveç, Londra gibi seyahatlerini detaylarıyla anlatır.

Edebiyatçıların gizli çekmecelerini karıştırıyormuşum hissi verse de aşk mektuplarını okumayı çok seviyorum. Bu mektuplarda da onların sadece aşklarına değil, aynı zamanda bir dönemin kültürel yapısına hakim olup, sosyolojik yapısını inceleme fırsatı bulurken, entelijansiyanın yaşamlarına da konuk oldum. Aşk mektubu seven, okuyan, yazan herkese tavsiyemdir…

İrem Uzunhasanoğlu
twitter.com/irem_uz

Hayal ile hakikat arasında trajikomik bir roman

17 Ağustos 1864’te İstanbul’da doğan Hüseyin Rahmi Gürpınar, yazarlık yaşamına 1883’te Tercüman-ı Hakikat gazetesinde başlar. 1896’da İkdam gazetesinde roman ve öyküleri tefrika edilirken üne kavuşur. Dönemin en çok okunan yazarı olur. Cadı ise “Garaib Faturası Külliyatı”nın ikinci romanıdır. Bu yıl Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından günümüz Türkçesine uyarlanarak okuyucuya takdim edilmiştir.

Eserde ruh ve ispirtizma konuları işlenmiştir. Ayrıca ölüm felsefî olarak ele alınmış ve tartışılmıştır. Diyalogların çoğunda metafizik olayları inkar edenler olduğu gibi bunun gerçek olduğunu da savunanlar vardır. Öyle ki romanın bir kısmında ruh çağırma toplantısı yapılırken Şükriye Hanım’ın babası, İsprit Reisiyle uzun uzun konuşur. Fakat bu konuşma bir vakitten sonra tartışmaya döner. Olaylar farklı bir akışa doğru ilerler...

Kitabın başlangıcı ise Fikriye adındaki genç bir hanımla olur. Fikriye dayısının evinde tek çocuğuyla yaşayan dul bir kadındır. Ancak onu evde istemeyen bir yengesi vardır. Amacı bir an önce Fikriye’yi evlendirmek ve evinden gitmesini sağlamaktır. Bir gün kılavuz kadınla görüşerek Naşit Nefi Efendi adında bir bey bulurlar. Bu beyi Fikriye’ye de söylerler fakat Fikriye bu duruma sıcak bakmaz. Evliliği istemediğini söyler ki, kitabın bu kısımlarında toplumun özellikle kadınların eş seçme hakkındaki özgürlükleri tartışılır. Zira Emine Hanım, daha gelenekselci bir portre çizerken, Fikriye dönemine göre daha modern bir kadın portresi çizer.

Gelgelim bir gün Fikriye’nin annesinin arkadaşı olan yaşlı bir kadın çıkagelir. Naşit Nefi Efendi’nin ilk karısının ölüp hortladığını, bu beyle nikahlanan kadınları da öldürmeye çalıştığını anlatır. Duyduklarından şaşkına dönen Fikriye, yengesine çok öfkelenir. Fakat ne var ki yengesi bu tür şeylere inanmadığını söyler. Bunun üzerine Naşit Nefi Efendi’nin eski eşi olan Şükriye Hanım’ın evine giderler. Tüm olan biteni bir de ondan dinlemek isterler.

Başlarda Şükriye Hanım, çok serzenişlerde bulunur. Fakat sonrasında yaşadıklarını kaleme aldığını söyleyerek, ortaya bir kitap çıkarır. Ve başından geçenleri anlatmaya başlar...

Nitekim evliliğinin ilk günleri normal geçerken bir gün çocuklara sürekli yemiş gelmesi onun dikkatini çeker ve bu yemişlerin kimin getirdiğini araştırır. Bu araştırmaların sonucunda da cadı anneyi yani Binnaz Hanım’ı öğrenmiş olur. Fakat bu bilgi giderek canını sıkmaya başlar. Zira hâlini eşine de açar ama o da konu hakkında bir şey söylemez. Tabii hâl böyle olunca Şükriye Hanım’ın içini giderek büyük bir kuşku kaplar.

Günler geçince de evde garip şeyler olmaya başlar. Nitekim Naşit Nefi Efendiyle birlikte Binnaz Hanım’ın yazdığı mektubu bulurlar. Bunun nasıl gerçek olduğunu şaşkınlıkla ve korkuyla anlamaya çalışırlarken bu olayın ardından daha ilginç olaylar yaşanmaya başlar. Şükriye Hanım’ın her günü kabusa döner ve bunun böyle gitmeyeceğini söyleyerek babasıyla birlikte plan yapar. Birkaç gün içinde de planı başarılı olarak gerçekleştirirler. Ancak nöbet tuttukları bir gecede kahve pişirirlerken ağır haşhaş kokusu onları baygınlaştırır. O sırada Şükriye Hanım, Binnaz Hanım’ı görür. Aceleyle babasını uyandırır. Adam ise tabancasıyla ateş etmeye başlar fakat silah boştur. Üstelik bu duruma Binnaz Hanım, kahkaha ile karşılık vererek üzerlerine saldırır. Bu maceranın üzerinden Şükriye Hanım ve babası sağ salim kurtulur. Fakat Şükriye Hanım bir daha eşi Naşit Nefi Efendiye geri dönmez.

Hikayenin sonunda da Emine Hanım anlatılanlara ikna olur. Fikriye’yi evlendirmekten vazgeçer. Naşit Nefi Efendi ise bir daha evlenmez. Ancak günün birinde komşu yalısında oturan Kadir Bey’den mektup alır. Mektupta yazılanlar onu adeta şaşkına uğratır. Zira kendisine kötülük yapan kişiyi yani Aramdi Hanım’ı öğrenir.

Bunun üzerine mektupta yazılanları gazete aracılığıyla herkese duyurur fakat ne var ki kadınlar ona inanmak yerine cadı hikayesine inanmaya devam eder...

Kitaptan sevdiğim birkaç alıntı:

"Ölüm yaşla, sırayla değildir. Gençliğine güvenme."

"Yoksa hakikat adını verdiğimiz her şey hayalden ibaret midir?"

"Dünya fani, ahiret baki..."

Fatma Saldıran
twitter.com/Fatmasldrn_