Simone de Beauvoir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Simone de Beauvoir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Eylül 2023 Pazartesi

Okyanus aşırı aşk

"Aramızdakinin ne olduğunu anladık, bu aşktı."

Simone de Beauvoir’ın, yirmi yılı aşkın bir süre birlikte olduğu Amerikalı sevgilisi Nelson Algren’e yazdığı mektuplar sadece ikilinin aşkını değil, aynı zamanda bir dönemin edebi, sanatsal ve kültürel hayatını da gözler önüne seriyor. Üç yüz dört mektuptan oluşan derleme, Tülay Evler ve Pınar Öztamur çevirisiyle Alfa Yayınevi tarafından yayımlandı. Nelson Algren’in yayınevi ve ajansları tarafından konulan yayın yasağından dolayı sadece Simone de Beauvoir’ın mektuplarına yer verilen kitapta; neredeyse çeyrek asıra yayılmış bir aşkı tek taraflı okuyabiliyoruz. Beauvoir’ın manevi kızı Sylvie Le Bon de Beauvoir tarafından kaleme alınan önsözde; ikilinin yaşadığı fırtınalı aşka ve mektupların akıbetine değiniliyor. Algren’in ölümünden sonra ortaya çıkan bu mektuplara Beauvoir’ın ne kadar şaşırdığını, Algren’in münzevi yaşamı ve yalnız ölümünü, cesedine kimsenin sahip çıkmayışını ve çoğunlukla ismi Sartre’la yaşadığı ölümsüz aşkıyla anılan (hatta Sartre’la yan yana mezarlarda yatan) Beauvoir’ın Algren’in yüzüğüyle gömüldüğünü öğreniyoruz. Yine kitabın başına eklenmiş ve 1908’den 1986’ya kadar uzanan kronolojideyse ikilinin buluşma tarihleri not edilmiş.

Fransa’da feminist hareketi başlatan, kadın hakları savunucusu, aktivist, yazar ve Sartre’la yaşadığı aşkla bilinen Beauvoir; 1947’de yaptığı Amerika seyahatinde Nelson Algren’le tanışır ama ne yazık ki ikili birbirinden ayrılmak zorundadır çünkü farklı kıtalarda yaşamaktadırlar. 1947 şubatında başlayan mektuplarda aşk, tutku ve coşku öyle derinleşir ve özlem öyle fazlalaşır ki Beauvoir dayanamayıp yeniden Amerika seyahati yapar. Yirmi yıl boyunca sürecek ve birbirlerinin kıtalarına adım attıkları kısıtlı vakitlerde ilişkilerini doya doya yaşayan çiftin aşkı süregider. Beauvoir, mektuplarının tamamında özleminden, birlikte geçirdikleri vakitten, sonsuza dek Algren’in karısı ve aşığı olarak kalmak istediğinden bahseder. Sartre’la özgürlükçü bir aşk anlaşması yapan Beauvoir’ın, Algren’e bağlılığı okuyanları şaşırtır. Yoğun aidiyet ve sığınma duygusuyla dolu mektuplar sadece ikilinin aşkını anlatmaz, ülkelerinin politik durumundan sosyo-kültürel yaşamına kadar bir çok şeye değinir.

Örneğin 13 Haziran 1947 tarihli mektubunda, Beauvoir, Amerikalı sevgilisine Albert Camus isimli arkadaşının Yabancı isimli kitabından sonra Almanların Paris işgalini alegorik olarak anlattığı Veba isimli bir kitap yayımladığını haber vermektedir. St Germain semtindeki ünlü Cafe de Flore’a “bu bizim varoluşçu kafemiz, aşağıda bir sürü insan var ama ben birinci katında tek başıma çalışıyorum,” der, St Germain semtindeki ağaçları seyrederek “bir kadın romanı yazıyorum,” der. Paris’teki entelektüel yaşamı, Sartre’ı, Gide’i, Camus’yü anlatır. Marcel Proust’un da yayımcısı olan ünlü Galimard Yayınevi'nde katıldığı kokteyllerden birine gelen John Steinbeck’ten bahseder.

İkili birbirlerinin ülkelerinin literatürünü okur, aynı zamanda birbirlerinin kitaplarının çevrilmesine destek olurlar. Simone “Moby Dick’i okudum, çok beğendim,” der. Mark Twain’i okuduğunu, Henry James’in en çok Yürek Burgusu’nu sevdiğini anlatır. Bir Avrupalının gözünden Amerikan Edebiyatını görürüz. Bize Goncourt ödülünü, Sartre’la konuşmalarını ve hatta Kopenhag, İsveç, Londra gibi seyahatlerini detaylarıyla anlatır.

Edebiyatçıların gizli çekmecelerini karıştırıyormuşum hissi verse de aşk mektuplarını okumayı çok seviyorum. Bu mektuplarda da onların sadece aşklarına değil, aynı zamanda bir dönemin kültürel yapısına hakim olup, sosyolojik yapısını inceleme fırsatı bulurken, entelijansiyanın yaşamlarına da konuk oldum. Aşk mektubu seven, okuyan, yazan herkese tavsiyemdir…

İrem Uzunhasanoğlu
twitter.com/irem_uz

28 Ağustos 2023 Pazartesi

Savaş sonrası aşkın ve özgürlüğün romanı

Simone de Beauvoir’ın fotoğraflarına bakıyorum; bir sokak protestosunda kendi gibi güçlü kadınlarla kol kola girmiş yürüyor, ellerinde “kadınlara özgürlük” yazan pankartlar var, çünkü o aktivist ve feminist. Bir başka fotoğrafta sandalyede oturmuş, elinde kalem tutuyor, kucağında defter var ve yazı yazıyor çünkü o bir romancı. Diğer fotoğrafa geçiyorum, dönemin tüm yazar, şair, filozof ve entelektüellerini etrafına toplamış, onlara bir konuşma yapıyor, hepsi onun sıkı birer dinleyicisi çünkü o bir filozof. Bir salıncakta oturmuş, arkasında sevgilisi, Amerikalı yazar Nelson Algren onu sallıyor çünkü o aşkı seven bir kadın. Son olarak en sevdiğim fotoğraflara gelip, uzun uzun bakıyorum, Jean Paul Sartre’la yan yana, omuz omuza, restoranda, kafede, sokakta ve son olarak mezarda yan yanalar, çünkü o sadık bir hayat arkadaşı… O Avrupa’nın göbeğindeki bir şehirden yazdığı metinleriyle bir devri etkilemiş olan Simone de Beauvoir.

İkinci Cins isimli kitabıyla tüm kuralları yıkıp feminist teoriyi yeniden yazan, Bir Genç Kızın Anıları’yla kadın okurlarına kendilerini keşfetme imkanı sunan, bunu yaparken de “en önemli eserim, hayatımdır,” diyen Beauvoir, tüm külliyatı arasından sıyrılan Mandarinler romanıyla merceği Avrupa’ya, politikaya ve varoluşçu felsefeye çeviriyor. Geçtiğimiz aylarda Beauvoir’ın Bütün İnsanlar Ölümlüdür isimli metafizik romanını yayımlayan Alfa Yayınları, yazarın külliyatının önemli eserlerini yeniden çevirmeye ve yayınevinin çatısı altında toplamaya devam ediyor. Simone de Beauvoir’ın 1954’te Fransa’da yayımlanan ve yayımlandığı sene ülkenin en önemli ödüllerinden biri olan Prix Goncourt’u kazanan romanı Mandarinler, İlkay Kurdak çevirisi ve Alfa Yayınları etiketiyle kitaplıklarımızda yerini aldı.

1944 senesinin Noel’inde açılan roman, Paris’in Alman işgalinden kurtuluşunun hemen ardından bir grup sol görüşlü aydının kutlama yapmak için toplandıkları bir evde başlıyor. Şair, romancı, oyun yazarı, filozof ve gazetecilerden oluşan bir grup aydın, ülkelerinin kaderini politikacılara emanet etmemekte kararlılar ama etkilerini kaybetmiş oldukları da hissediliyor. Paris entelijansiyası hem umudu hem de liberalizmi yeniden yorumlamaya ve anlamlandırmaya çalışıyor. Avrupa’nın geçirdiği en büyük felaketlerden biri olan İkinci Dünya Savaşı’nı ve savaşın bitimini Camus, Sartre gibi gerçek aydınlar üzerinden anlatan bu savaş sonrası roman, ismini de Çin’deki bürokratik memurlar için kullanılan Mandarin kelimesinden alıyor. Romanın türü olarak Fransızca bir terim olan “roman a clef” i kullanmak yerinde olacaktır zira bu tür romanlarda gerçek karakterler kurguya karıştırılarak anlatılır. Mandarinler’de de Henri karakteri aslında Albert Camus’dür. Robert, Jean Paul Sartre’dan başkası değildir. Anne, Simone de Beauvoir’ın kendisidir. Lewis de Simone’un aşk yaşadığı Amerikalı yazar Nelson Algren’dir. Anne ve Robert karakterlerinin, Simone ve Sartre'dan tek farkları evli olmaları ve Nadine isimli bir kız çocuğuna sahip olmalarıdır oysa gerçek yaşamda iki yazar da evliliği reddetmiş, özgürlükçü ve serbest bir ilişki biçimini benimsemişlerdir. Anne, bir psikanalisttir, orta yaşının aşkın önünde bir engel olmadığını düşünür ve Amerikalı Lewis’le fırtınalı bir ilişki yaşar.

Albert Camus ve Jean Paul Sartre kurgulanmış karakterler Robert ve Henri üzerinden politik görüşlerini tartışır. Henri’nin gazatesinin ismi L’espoir yani umuttur. Henüz özgürlüğüne kavuşmuş yeni Fransa’nın savaş sonrası dönemini masaya yatırmaları, kâh Beauvoir’ın aşk hikâyelerini, kâh varoluşçu ve feminist düşüncelerini okura aktarması açısından önemli bir romandır.

İrem Uzunhasanoğlu
twitter.com/irem_uz