30 Mayıs 2022 Pazartesi

Her yaşam bir yol denemesidir

Bazı yazarlar, hiç tanışmasak da sıkı dostumuzdur. Bizi anladıklarını biliriz. Bu anlayış içinde kelimelerle ifade etmesi biraz güç hâller vardır. Çünkü modern zamanların insanları için anlaşılmak, bir başkasının “seni anlıyorum” demesinden ibarettir. Oysa seni anlıyorum lafı, giderek plastikleşiyor, önemini yitiriyor, hakikatini kaybediyor. Çağlar önce bu dünyadan göçmüş kimseler, bizlere “seni anlıyorum” demeden, nasıl anlaşılabileceğini gösteriyor. Şu çıldırasıya yaşanan günlerde, kaygan zeminlerde, kendimize "nasılsın?” diye sormaktan neredeyse utandığımız bir çağda, anlaştığımız yazarlara sımsıkı tutunmamız gerekiyor.

Edebiyat araştırmacısı Adolf Musch yolda giderken benzinciye uğruyor. Görevli, Hermann Hesse'nin bir kitabına dalmış vaziyette, neredeyse Musch’ü görmüyor bile. Musch dayanamıyor ve biraz da mesleki merakı sebebiyle "Neden o yazarı okuyorsun?" diye soruyor. Benzin istasyonundaki görevlinin cevabı hem çok sıradan hem de oldukça büyüleyici. Onun ve çoğumuzun okumaktan başka bir muradı yok zira. Şöyle diyor görevli: "Çünkü Hesse beni seviyor."

Ben de böyle hissetmişimdir hep. Hermann Hesse’nin Siddharta, Demian, Bozkırkurdu, Boncuk Oyunu romanları hayatımda hep birer köşe taşı olmuştur. Öldürmeyeceksin kitabı bambaşka kapılar açmıştır. Jung ile dostlukları hep ilgimi çekmiştir. Profil Kitap tarafından yakın zamanda yepyeni bir Hesse çevirisi neşredildi. Kendini Keşfet isimli kitap, bir şahsiyetin nasıl inşa edileceğinin de formüllerini fısıldıyor. Kendi yolunu inşa edip bu yolda yürüyenlere kuvvet verecek cinsten metinler içeriyor. İnsan bu tür metinlerin, hele ki Hesse gibi bir kalemden çıkıyorsa, çok daha uzun olmasını istiyor çünkü doymak pek mümkün olmuyor.

"Her insanın yaşamı, onu kendine götüren bir yoldur, bir yol denemesi, bir yol taslağıdır. Her birimiz kendi amacımıza varmak için çabalarız. Birbirimizi anlayabiliriz ama kendimizi ancak kendimiz açıklayıp yorumlayabiliriz." diyor Hesse. Dik başlı olmayı övüyor. Onun dik başlılık düşüncesinin temelini erdemler oluşturuyor. Bir insan erdemlerine ömrü boyunca ne kadar dikkat eder de onları geliştirebilirse, kendi iç yasasını ne derece ciddi oluşturursa, o kadar anlamlı bir hayat yaşayabilir. Bunun için de en yakınımızdan en uzağımıza kadar insanların bizden bekledikleriyle ilgilenmememiz gerekiyor. Biz; ailemize, toplumumuza ve insanlığa ne verebiliriz, onunla ilgilenmeliyiz. Dolayısıyla içsesimiz, iç çocuğumuz ve hayat karşısında tutunduğumuz dertlerimiz, meşgalelerimiz hayati birer boyut kazanıyor.

Bir düzine yaşamı değil de, kendi biricik yaşamınızı sürmek için doğduysanız, sizi kendi kişiliğinize ve kendi yaşamınıza götürecek yolu her ne kadar çetin de olsa bulacaksınız. Bunun için kararlı değilseniz, gücünüz yetmiyorsa, bu durumda er ya da geç vazgeçmek zorunda kalacak ve toplumun ahlakı, zevkleri ve törelerine bağlanacaksınız.

Kendimizi keşfetme noktasında meşgalelerimiz yol göstericidir. Elbette bunun için insanın kendi zevklerini de iyi bilmesi gerekiyor. Elimize geçen ya da imkan bulduğumuz her şeyi bir meşgale olarak kabul edemeyiz. Meşgalenin, ruhumuzu ayağa kaldıran ve hayatı anlamlandıran bir yanı vardır. Hatta bu yanı, onu vazgeçilmez yapar. Alışkanlık ya da tutku değildir meşgale, ikisinden de başkadır. Kendine mahsus bir zamanı vardır, kendine ait bir mekanı vardır, ruh hali vardır. Her durumda yürümez, her durumda şifa vermez. Hermann Hesse de hayatı boyunca meşgalelerine eğilmiş, pek çok romanında anlattığı kimselerin işleri dışındaki hayatlarını da önümüze sermiştir. Tam burada aklıma bir hatıra geliyor. Süheyl Ünver hoca bir gün kızı Gülbün Mesara'ya “İçinde gizli bir yer olsun, oraya hiç üzüntü, sıkıntı sokma. Orası sana ait olsun!” demiş. Orası meşgalenin merkezi. Dünyaya tutunduğumuz, gönlümüzü zenginleştirdiğimiz, insanlara hizmet ettiğimiz yer. Orası kadarız belki de.

Kendi hâlinde, kendi bildiğince, hiç kimsenin dediğine ve ettiğine bakmadan yolunda yürüyebilmek büyük nimettir. Bu yolun derdi tasası hiç bitmez ama şikayet etmeyip şükredene her an tecelli eder derman. Tattığım ve yaşadığım için yazıyorum, âcizane ama hâlisâne. El âlem ne der diye yaşamanın faturası acımasızdır. Bu acı faturayla geç yaşlarda karşılaşmamak için Hesse’nin yazdıkları önemini giderek artırıyor. Zira: “Bir karaktere dönüşmek herkese kısmet olmaz, insanların çoğu suretler olarak kalır.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Pozitivist yaşam, santimantalist intihar

Türk edebiyat tarihinin en sallantılı dönemlerini liseden beri hep yeni edebiyat yılları olarak anlatırlar, gerçi divan edebiyatında şairlerin birbirleriyle atışmaları, nazirelerle birbirlerine laf sokmaları, koskoca paşaları, sadrazamları hicveden cesur kasideler yazmaları da az şey değildir. Ancak şu toplumsallık meselesi, en belirgin şekilde edebiyatın, edebiyatın kendisini tartışmak için kullanıldığı yıllar yeni edebiyatın başladığı yıllara rastlar. Tanzimat, Servet-i Fünun, ve devamındaki edebiyatçı nesiller… Tanzimat fermanı ilan edilir, edebiyatta etkileri yirmi yıl sonra görülmeye başlar. Bir Şinasi çıkar meydana, edebiyatı toplumsallaştırmaya çalışır, Namık Kemal, Ahmed Midhat Efendi gibi arkasından gelenlere birinci örneği teşkil eder. Evet, bu yeni edebiyatçıların -Tanzimat edebiyatçıları ve sonrasındaki nesilleri kast ediyorum- edebiyatı toplumsallaştırmak, “Sanat toplum içindir” anlayışını yaymak, daha pozitivist bir kafayla edebiyat yapmak gibi amaçları olmuştur hep ama, hiçbiri edebiyatı santiamantallikten tamamen soyutlamak gibi bir amacın peşinden koşturmamıştır. En azından ben böyle düşünüyorum. Peki böyle bir amacı kendine ilke edinen, sonra da üzerine son derece santimantal yorumlar yapılacak derecede melankolik şekilde intihar eden o edebiyatçı? İşte o Beşir Fuad’ın ta kendisi.

Yazının başından beri bahsettiğim o yeniciler, Tanzimatçılar, hatta içlilik ve dekadanlıkla suçlanan Servet-i Fünûncular bile pozitivizmi savunuyordu bir miktar. Ama Orhan Okay, yazdığı Beşir Fuad biyografisinde Beşir Fuad’ı “ilk pozitivist, ilk natüralist” olarak değerlendiriyor Türk edebiyatında. Gerçekten de çok haklı bir tez. Çünkü pozitivizmi savunmakla pozitivist olmak, ya da natüralizmi savunmakla natüralist olmak farklı şeyler olmalı. Beşir Fuad, tam bir pozitivist, tam bir natüralist. Hem de Victor Hugo gibi koskoca bir yazarı romantik olduğu gerekçesiyle yerin dibine sokacak kadar. Beşir Fuad’ın kırmızı çizgilerle işaretlenecek kadar keskin pozitivist anlayışını çok iyi yansıtan paragraflar var Menemenlizade ile Gayret’te yaptığı hayaliyyun-hakikiyyun münazarasında:

Asıl şehvet-engiz olan asârı aşkı bir ma’bed haline koyan hayaliyyunun mahsul-i fikrinde aramalıdır. ‘Bir beytin tesir-i mealiyle millet batırmak, devlet çıkarmak mağlub bir orduyu galib etmek gibi netice-i havarık-ı vukuat meydana getirilmiştir’, buyuruyorsunuz. Evvela hükemâ_yı hazıranın ittifâk-ı ârâsına mazhar bir kaide vardır ki o da her bir hareket ve vak’anın bir müddetten beri teselsül ve tevâlî etmekte olan birtakım harekât ve vukuatın netice-i tabiiyesi olduğudur. Binaenaleyh bir söz o gibi inkılabâtı yalnız başına tevlîd edemez. Delili Hugo’nun mukavemet için ahaliye hitaben neşreylediği beyannamenin Almanları harekât-ı muzafferanelerinden men’ edememesidir. Halbuki gerek Dördüncü Henri gerek Birinci Napoleon bir iki söze fiiliyatı zamm ederek dediğiniz neticeleri istihsal edebilmişlerdir. Demek oluyor ki tesir sözden ziyade fiil ve icradadır.bir şey icra olunabilmek için daire-i imkanda bulunmak ve binaenaleyh bir hayal-i muhal olmamak lazım gelir.” (İnci,2019, s.184)

Beşir Fuad’ın roman türü ve edebiyat üzerine fikirlerini açık seçik yansıtan cümleler… Onun hayatında beni etkileyen iki büyük şey var. Roman türü üzerine çok fazla yorum ve eleştiri yazısı yazıp hiç roman yazmamış olması, bir de hayatı boyunca pozitivist, sathî ve bilimsel hareket edip çok duygusal sebeplerden ötürü intihar etmesi. İlkinden başlayayım, Beşir Fuad, hayatı boyunca roman yazmıyor. Bir edebiyat eleştirmeni, roman eleştirmeni anlayacağımız. Biraz bizim bir romanı okuyup o roman üzerine düşüncelerimizi yazıp yayınlamamız gibi ama daha keskin ve daha yön verici şekilde. Bazı insanlar vardır, gerek bireysel, gerek toplumsal hayatta, tam olarak işin içinde değildirler, ama o işi inşa ederler, yön verirler. İşte Beşir Fuad, roman yazmamış olsa da, Türk edebiyatında roman türünün natüralizme yaklaşmasına en çok sebep olan adamdır belki de.

Orhan Okay’ın kitabını okurken sadece bir insanın hayatını okumuyorsunuz. O insanın okuduğu kitapları, yönelimlerini, yetiştiği okulların fikrî yapısına etkisini, hatta annesinden genetik bir miras olarak aldığı manie depressive hastalığının onun intiharında etkili olabilme ihtimaline bile dikkat çekiyor Orhan Okay. Şöyle dedim kendi kendime, ağacın yaşken eğildiği büyük bir gerçek. Herkes sıbyan mektebine giderken Beşir Fuad Fatih Rüşdiyesi’ne gidiyor, tamamen pozitif bilimler ve sathî bilimler düzeyinde eğitim veren Cizvit mekteplerinde eğitim alıyor, Avrupalı yazarların bilimsel kitaplarını okuyor ve ortaya İlk Türk Pozitivist ve Naturalisti çıkıyor. Böyle bir edebiyatçının en mühim gördüğü romancılardan biri ise bir natüralist olması sebebiyle Emilé Zola oluyor.

Ancak her yaşam tablosunda olduğu gibi çok ilginç bir nokta var onun hayatında. İntiharı, ve intihar etme sebebi. Orhan Okay, annesinden Beşir Fuad’a geçmiş olan psikolojik hastalık, manie depressive yüzünden intihar etmiş olabileceğini söylerken, Beşir Fuad’ın intihar fikri üzerine kendi cümlelerini de es geçmiyor.

İntihar niyeti bende iki seneyi mütecaviz oluyor ki mevcuttur. Yalnız vakt-i merhumuna talik etmiş idim. Ancak şairlerin tarizatını cevapsız bırakmamak için bir hafta daha tehirine mecbur oldum. Gerçi bazı tarizat daha varsa da onları şayan-ı ehemmiyet görmediğim için niyetimi kuvveden fiile çıkarıp daha ziyade tecil etmeyi münasip görmedim.

Servetimin kaffesini itlaf etmedim. Bin beş yüz lira kıymetinde akar olarak malım var. Bunu dörde taksim ettim. Birini zevceme, ikisini iki oğluma ve dördüncüsünü metres,mden olan kızıma devr ettim. Bu parayı ben nihayet iki senede bitirebilirdim. Sonra çocuklarım açıkta kalacaktı. Bunlar için müşteri arkasından koşmaya tenezzül etmedim. Giresun’daki han için bazı müşteriler başvurdular. Ancak ucuza kapatmak istediler. Ben de razı olmadım. Bundan başka iki tarafın ağlaması da beni bîzar etti. İntihar vasıtasıyla kendimi bu halden kurtardım. İşte telef-i nefs etmekliğim bundan neş’et etti.

Yukarıdaki cümlelerde görüldüğü üzere, Beşir Fuad’ın ailesine karşı duyduğu sorumluluk duygusu ve maişet kaygısı da onu intihara sürükleyen sebepler arasında. Ancak bu kadar mantığını ön plana alıp yaşayan bir insanın hayatın kendisine getirdiği imtihanlara intihar ederek cevap vermesi okura büyük bir ibret de veriyor. Bu intiharın en dikkat çekici olan yanlarından bir diğeri ise, Beşir Fuad’ın intiharından bile bilimi kârlı çıkarma çabası, ölürken hissettiklerini yazıya dökmesi, nâşını tıp mektebine bağışlaması.

(…) Vücudumu teşrih için Mekteb-i Tıbbiye’ye teberruan bahşettim. Cenaze oraya nakl olunmalıdır. Beşir Fuad.

Ameliyatımı icra ettim, hiçbir ağrı duymadım. Kan aktıkça biraz sızlıyor. Kanım akarken baldızım aşağıya indi. Yazı yazıyorum, kapıyı kapadım, diyerek geriye savdım. Bereket versin içeri girmedi. Bundan tatlı bir ölüm tasavvur edemiyorum. Kan aksın diye hiddetle kolumu kaldırdım. Baygınlık gelmeye başladı.

Beşir Fuad’ın bu intiharı onun hayatında en çok dikkatimi çeken detaylardan biri oldu. Tamamen pozitivist olarak yaşamış bir insanın, duygusal bir buhran sebebiyle intihar etmesi, insana şaşırtıcı ve düşündürücü geliyor. Orhan Okay’ın Beşir Fuad: İlk Türk Pozitivist ve Naturalisti adlı kitabını, geçtiğimiz güz döneminden beri kendimden azat edemedim. Elimden bunca vakit düşüremediğim bu kitap hakkında bir yazı kaleme almanın güzel olacağını düşündüm. Yazımı ve kitabı okuyacak olan herkese keyifli okumalar diliyorum.

Nida Karakoç
twitter.com/nida_karakoc

18 Mayıs 2022 Çarşamba

Bir tel kopar âhenk ebediyyen kesilir

Bir kelimenin izini sürerek başlayalım. Kelimemiz: heybe. Kubbealtı Lügatı şöyle tarif ediyor: Yolculukta binek hayvanlarının eyerine geçirilerek iki yana sarkıtılan veya omuzda taşınan, kilim, deri, kıl veya meşinden, içine öteberi koymaya mahsus iki taraflı torba. Gün geçtikçe meşakkatli bir hâl alan okuma serüvenimizde, heybemizin ne kadar dolduğu değil, nelerle dolu olduğunun önem arz ettiğini unutmamak lâzım. Sanırım, kitap fiyatlarındaki ciddi artışlardan sonra bu konuya biraz daha dikkat edecek okurlar. Her önümüze geleni ya da her ilgimizi çekeni değil, sahiden ihtiyacımız olanı okumamız daha güvenli yollarda seyretmemizi sağlayacaktır elbette. Nitekim, 2021 yılında okuduğum en güzel kitaplardan biri olan Varoluşun Tınısı hemen her sayfasında bu hissiyatı yaşattı.

Bir kitabın alt başlığı, o kitabın hangi konuda bize fikirler verip yorumlarda bulunacağını açık eder. “Modernite ve Yaşama Sanatının Yitimi”, pazarlama diliyle konuşacak olursak hedef kitlesi belirgin bir konu. Bu kitabı sepetine ekleyip kütüphanesine kazandıran bir kimse Zygmunt Bauman’ın Yaşam Sanatı, Terry Eagleton’ın Hayatın Anlamı, Adam Phillips’in Kaçırdıklarımız, James Hollis’in Yaşamın İkinci Yarısında Anlam Arayışı ve Svend Brinkmann’ın Kişisel Gelişim Çılgınlığında Kendiniz Kalabilmek adlı kitaplarını da muhtemelen daha önce okumuş, sevmiş yahut hiç değilse göz gezdirmiş, “param olunca alırım” demiş bir kimsedir. Çünkü Adem İnce’nin kitabı bir yönüyle de İsmet Özel’in Neyi Kaybettiğini Hatırla’daki şu nefis cümlelerini hatırlatıyor: “Okumayı ciddiye alan kişiler neden ‘Ne okumamı tavsiye edersiniz?’ sorusunu sormazlar? Çünkü kitaplar insanı kitaplara götürür. Kitapların kendileri zenginliklerini ve yetersizliklerini ele verirler. Okumanın rehberi okumaktır.

Modern dünyanın insana yapıp ettiği her şeyi tek bir cümlede özetlemek mümkünse, Adem İnce’ye göre bu cümle şöyle: insan tınısını yitirdi. Tını, ahenk, sadâ; bunlar ilk bakışta mûsıkîye ait kavramlar gibi görünse de insanın hem dünyayla hem de başkalarıyla kurduğu ilişkisi, hatta belki kendisiyle kurduğu ilişkiyi de en güzel ifade edebilecek kelimeler. Zira bu kelimeler hakkında düşünüp de insan duygularını bir kenara bırakmak, onun yeryüzündeki yürüyüşüne dair izahlarda bulunmamak mümkün değil. Bizim geleneğimizde insan, bir enstrümana benzetilir. Dolayısıyla türlü sebeplerle akordu bozulabilir. İşte yazarın kitabın başından sonuna dek yürüdüğü patikalar, bu akort bozumunun kaynaklarına işaret ederken aynı zamanda çözüm yollarını da olabildiğince doğal yollardan anlatıyor. İnsanın ilk akort bozumu ne zaman ve nerede gerçekleşmiştir? İnce, şöyle söylüyor: “Âdem ve Havva’nın ağaca yönelik merakları, ilahi olanın (Yaratıcı’nın vazettiğinin) haricine (aşkın olmayan / profan) bir bilgiye muttali olmayı arzulama durumuna tekabül etmektedir. Dolayısıyla tınısını dikey boyutta (ilahi olanla ilişkisinde) edinmiş olan ve mevcut tınısıyla da taltife mazhar olmuş insan, ilahi olan sınırların dışına (müteal olmayana) çıkmaya tevessül ederek ilk akort bozumu ile karşı karşıya kalmıştır.

Peki ikinci akort bozumu nedir? Orada günümüze yaklaşıyor Adem İnce; Âdem ile Havva’dan ziyade Doktor Faust’un akıbetine benzetiyor şimdinin insanını. “Modern birey, kendi elleriyle öldürdüğü Tanrı’dan geriye kalan boşluğu ve insana anlam katan dikey boyuttaki ilişkisinin yerini ne yaparsa yapsın dolduramaz” diyor. Kaygının insanı ele geçirmesi yahut özgürlüğün baş dönmesi. Keyif çıkarma üzerine kurulu, anı yaşamaktansa anı yakalamanın vazgeçilmez olduğu, sürekli putların üretildiği bir düzen. Daima yurdunu arayan ama yersiz, mekân tutsa da sükunete eremeyen yeni insanların yeni dünyası. “Bu dünya insan için gerçek anlamda bir ‘yurt’ olabilir mi?” diye soruyor yazar ve şöyle devam ediyor: “Merhum Neşet Ertaş, Yolcu türküsüne ‘Bir anadan dünyaya gelen yolcu / görünce dünyaya gönül verdin mi?’ diye sual ederek başlar. Yolcu olmak, misafir olmaktır zira; gönül vermek ise bağlanmaktır oysaki ve bağlanmak yolcu için anlamsız, garip bir ilişkiyi gündeme getirir. Nitekim bu garipliğe de atıf yaparak ozanımız türkünün sonunda terennümünü şöyle hitama erdirir: ‘Hep yolcuyuz böyle gelir gideriz / dünya senin vatanın mı yurdun mu?’ İnsan için en temel suallerden birisidir bu: Dünya bizim tam olarak neyimiz olur?

Bu soruyu cevaplandırmak için hepimizin yitirdiği şeylere dönüp bakması gerekiyor, tabi nelerin yitirildiği biliniyorsa. İşte şimdi bizi boşluğa düşürecek derken yazar merhamet ediyor ve sıralıyor: Varlıkla olan ilişkini yitirdin. Mahremiyetini ve mesafeni yitirdin. Güzelin ancak güzelden sadır olduğu bilgisini yitirdin. Kendini gerçekleştirme rüzgârına fazla kapılıp şahsiyet meseleni yitirdin. Bir türlü eğitemeyen eğitimle hem zamanını hem zihnini yitirdin. Şifalı meşguliyetler yerine işkolikler ordusuna katılıp ruhunun temel yakıtlarından biri olan sükûneti yitirdin. “Bir gerçeğe bel bağladım erenler” türküsüne burun kıvırdın; hem ârifi hem de irfânı yitirdin. Tam da burada bir anekdot paylaşmak isterim. 2008 yılında düzenlenen Modern Çağ ve İbn Arabî Uluslararası Sempozyumu’nda Mahmud Erol Kılıç hoca, şöyle demişti kürsüde: “Yüksek irfan, kabul edileceği yere doğru akar. Kabul edicilerin, alıcıların uygun olmadığı yerde kendini setreder, örter.

Örtüyü nasıl kaldıracağız? Adem İnce’nin önerileri arasında, zaman zaman acaba çözüm olabilir mi diye düşündüğüm bir öneriyle karşılaşınca, pek sevinmiştim. Bugün asgari yaşam şartlarını temin etmekle boğuşan bizler için ne derece önem teşkil eder bilmiyorum ama yazmaktan geri durmak da istemiyorum: Asr suresini bol bol okumalı ve Allah’ın boyası ile boyanmayı niyaz etmeliyiz. İşin en acısı, dua etmenin Allah’ın en sevdiği ibadet olduğu bilgisini de yitirdik. Kula acizliğini hatırlatan duaya sığınmanın güzelliğini yitirdik. Hadi tembellik demeyelim ama bir isteksizlik var, böylece istemeyi de yitirdik. Faust’un “Fani göğsünü yıka ve işe koyul” öğüdüyle bitiyor kitap. Bendeniz bu öğüde Atâullah İskenderî’nin Hikemü’l-Atâiyye'sinden bir sual ekleyeyim: “Sen kendi nefsinin âdetlerini değiştirmeyince, senin için âdetler nasıl değiştirilebilir?

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Postmodernizm ve Bab-ı Esrar

Romanda babası Türk, annesi İngiliz bir kadının yangın soruşturması için geldiği Konya’da yaşadığı olağanüstü durumlar anlatılır. Ana merkezdeki karakterimiz Karen Kimya Grenwood’dur. Karen Grenwood, İngiltere’de annesiyle yaşar. Küçük yaşta babası tarafından terk edilir. Patronu Simon tarafından Türkiye’ye gönderilir. Otel yangını için ödenecek tutar fazladır. Karen’in amacı, yangının kendiliğinden mi yoksa bilerek mi çıkartıldığını araştırmaktır. Babasının onları küçük yaşta terk etmesinden dolayı büyük üzüntü duyan Karen, Konya’nın kendisine babasını hatırlatacak olmasından dolayı üzgündür. Ayrıca hamile olup bebeği doğurup doğurmama noktasında tereddütleri vardır. Sevgilisi Nigel, kalp cerrahisidir. Kendince sebeplerden dolayı bebeği istememektedir. Konya’ya ayak basar basmaz onu ilk karşılayan Menan Fidan’dır. Menan, Miss Karen’in çalıştığı sigorta şirketinin Konya temsilcisi olup saf, iyi, yardımsever bir adamdır. Konuşkan ve fazla sıcak davranışlarından dolayı Karen ilkin hoşlanmaz. Olaylar genişledikçe aralarındaki ilişki sıcak arkadaşlık ilişkisine dönüşecektir. Konya’da tüm süreçlerde Karen’i yalnız bırakmayan tek kişidir. İkili yolda ilerlerken Karen çocukken geldiği Konya’ya dair zihninde yer edinen yerleri hatırlar. Eski yapılar, dar sokaklar, camiler, sarıklı mezar taşlarını gözünde canlandırır. Gözleri babasıyla beraber geldiği evi arar. Menan, evi bulmak için direksiyonu kırar ara sokaklara girerler. Bu esnada tekerlek patlar. Tekerleğin patladığı yerse Şems-i Tebrizi Camii ve Türbesi’dir. Menan tekerlekle uğraşırken Karen’in karşısına siyah giyimli biri çıkar. Sağ eline bir yüzük bırakır ve ortadan kaybolur. Böylece mistik olayların fitili yakılır. Karen bugün, geçmiş ve İngiltere arasında gidip gelmeye başlar.

Roman, postmodernizm akımıyla kaleme alınmıştır. Romandan önce bu akımdan biraz bahsetmek gerekirse postmodernizm 20.yüzyılda modernizmin karşıtı olarak karşımıza çıkar. İsmet Emre, Postmodernizm ve Edebiyat adlı eserinde “Postmodernizm kavramı, modernin sonu, modernden sonra doğmuş, onun devamı, içerdiği boyutlardan birinin süreği yahut anti-modernizm anlamlarında da kullanılmaktadır” der. Bu akım birçok alanında kendini gösterir fakat bilhassa romanda öne çıkmaktadır. Postmodern bir romanı incelerken belli kavramlara dikkat edilir. Bu akımla yazılan eser; üstkurmaca, metinlerarasılık, ironi, parodi, kolaj, imgesel anlatım, simgesellik üzerine inşa edilir.

Bab-ı Esrar, Mevlana ve Şems üzerine inşa edilmiş bir romandır. Ortada bir ceset vardır ve bu ceset Şems’tir. Mevlana ve Şems üzerine yazılan onca eserden sonra yazar, ikilinin hikâyesini kurgulayarak anlatır. Bunu yaparken kullandığı bilgiler kesinlikle dayanağı olan bilgilerdir.

Günümüzde Mevlana’yı araştıran veya merak eden kişinin karşısına şu sorular çıkar: Hangi Mevlana? Hak eri mi, tarikat şeyhi mi, âşık mı, aile reisi mi, din âlimi mi, şair mi veya yazar mı? Okuyucu romanda Rumi’nin âşıklık halini görür. Mevlana’nın hayatı Şems’ten önce ve Şems’ten sonra olmak üzere ikiye ayrılıyor. Romanda yazar, Şems’ten önceki haline biraz değinir. Romanın varlık sebebi olansa Şems’ten sonra yaşananlardır. Yazarın ilhamı da buradan gelir. Çünkü ortada tarih için bile muamma olan bir cinayet vardır.

Taşta kan vardı, gökyüzünde dolunay, bahçede toprak. Ürkütücü bir serinlik içinde yüzüyordu ağaçlar.” Romana bu satırlarla başlayan yazar, henüz ilk satırlarda okuyucunun suratına çarpan ifadeleri sıralar. Romanın girişi bir cinayetle başlar. Yedi kişi gecenin alacasında bir kişiye saldırırlar. Bu öldürülen kişinin kimliğini romanın sonunda öğreniyoruz. Bu kişi Şems-i Tebrizi’dir. Postmodern türün özelliği olan tarihle iç içe olma durumu kitabın girişinde okuyucuya sunulur. Miss Karen Kimya olarak karşımıza çıkan karakter, babasını anımsattığı için Kimya ismini kullanmaktan hoşlanmaz. Aynı zamanda Kimya, Şems-i Tebrizi’nin eşidir. İsimlerin tesadüfen seçilmediğini olaylar çözüldükçe okuyucuya aktarılır.

Romanda birçok sembol bulunmaktadır. Miss Karen, Londra’dan gelir gelmez eline bir yüzük geçer. Bu yüzüğü veren kişi, verilen mekân semboller barındırır. Zira yüzük, romanın düğümünü çözecek en önemli sembollerden biridir. Miss Karen her ne kadar yangını araştırıyor gibi görünse de esas peşinden gittiği mesele yüzüğün sırrı ve dolayısıyla babasıdır. Karen’in babası Poyraz Efendi, Mevlevidir. Annesiz babasız büyümüştür. Susan’a (Karen’in annesi) âşık olunca Konya’dan Londra’ya taşınır. Kendisiyle çatışma halindedir. Şah Nesim’le tanışınca her şeyi bırakıp Pakistan’a yerleşir. Zira Poyraz Efendi ile Şah Nesim’in ilişkisi Mevlana ve Şems’in ilişkisine benzerdir. “… Şems’in arayışının Mevlana Celaleddin Rumi’yle karşılaşıncaya kadar sürdüğü” olarak belirtilen romanda, Poyraz Efendi’nin de arayışının karşılığı Şah Nesim’dir.

Ziya Kuyumcuzade, Yakut Otel'in sahibi, hırslı, açgözlü bir adamdır. Babasıyla çatışma halindedir. Babası İzzet Efendi, Poyraz Efendi’nin eski arkadaşıdır. Mevlevidir. Karen, babasının arkadaşı olduğunu tesadüfen öğrenir. Âlimden zalim, zalimden âlim doğar düsturunu destekleyen Ziya, babasına tamamen ters biridir. Tek isteği paradır. Bunun için legal olmayan yollara sapar. Serhad Gökgöz, Ziya’nın yanında çalışır. Eski bir sabıkalıdır. Ziya ile işbirliği yapar. Kadir Gemelek, Menan’ın çocukluk arkadaşıdır. Otel yangınından yara alarak kurtulmuştur. Yangının tek şahididir. Solak Kamil, eski sabıkalıdır. Bir şirkette şoförlük yapmaktadır. Yasadışı işlerle uğraşır. Öldürülür. Komiser Zeynep, kitabın ilerleyen sayfalarında karşımıza çıkar. Cinayet masası komiseridir. İstanbul’dan yeni tayin olmuştur.

Roman iç içe geçmiş olaylardan meydana gelmiştir. İlkin yangın meselesi karşımıza çıkar. Ardından Şems’in ve karısı Kimya’nın sırlı ölümü. Poyraz Efendi’nin durumu da meçhuldür. Öte yandan yüzük vardır. Tüm olaylar zamansal geçişlerle okuyucuya sunulur. Bu durum postmodern anlatının tipik özelliğidir. Sadece bir konu ve bakış açısı yoktur. Karen, babasını anımsadığında çocukluğuna iner. Sıklıkla geçmişe inmesi saplantılarının ne zaman meydana geldiğini gösterir. Bu durum yazarın psikolojiden bilhassa Freud’dan beslendiğini gösterir. Şu cümleler bu açıdan önemlidir, “Hayır, gerçekten hatırlamıyordu, galiba bilinçaltım babama ait kimi bilgileri silip atmıştı.” Öte yandan Karen’in babasıyla çatışması Oedipus sendromuna sahip olduğunu gösterir. Miss Karen’in kendiyle barışmasının yegâne yolu babasıyla barışmasından geçer. Baba ve kız iç içe geçmişlerdir. Hatta babanın özgür kalmasının yolu Karen’den geçer. Baba için dünyadaki gölge kendi kızıdır. Bu yüzden göğe yükselemez yani ölemez. Karen’de rüya ve gerçeklik iç içedir. İç monolog karakterde en belirgin özellik olarak karşımıza çıkmaktadır.

Ahmet Ümit bir röportajında Konya’ya gittiğini söyler. Roman boyunca şehir hakkında verilen bilgiler bu durumu gösterir niteliktedir. Kitapta okuyucu adım adım Konya’yı gezer. Yazar, neredeyse seyahatname türünde yazıyormuşçasına şehir hakkında birçok bilgi verir. Karen’in otelde kaldığı oda Mevlana Türbesi’ne bakar. “131 numaralı oda Sultan Selim Camii’ne bakıyor. Balkonunuzdan Mevlana Türbesi’ni de görebilirsiniz.” Alaeddin Tepesi, Merec- el Bahreyn, Dervişan Kapısı, Karatay Medresesi, Üçler Mezarlığı gibi Konya’nın en gözde mekanlarına değinilir. Şehrin lezzetleri için de şunları söyler, “Fırın kebabı oldukça lezzetliydi; bamya çorbası gibi Konya’nın özel yemeklerindenmiş… Dumanı üstünde, köpüğü yerinde, telvesi kıvamında, zarif bir fincanın içinde, yanında çifte kavrulmuş lokumla, akşam yemeğinin gerçek bir armağanı gibiydi.

Kitapta sosyolojik tespitler de önemli unsur olarak karşımıza çıkar. “Türklerin karşılaştıkları insanlarla öyle ölçüp biçmeden kısa sürede samimi olma özellikleri…”, “Türkler, özellikle de erkekler konuşurken birbirlerine dokunmadan yapamıyorlardı galiba” şeklinde bilgi verilir.

Üstkurmacının üst düzeyde olduğu romanda Karen, hayali karakteri Sunny ve bedenine büründüğü Şems arasında gidip gelir. “Ölmeden önce ölünüz” hadisi ile Araf ve Maide suresine yapılan atıflarla iktibasa başvurulmuştur. Ahmed Eflaki’ye ait Ariflerin Menkıbeleri kitabından yapılan alıntılar metinlerarasılığı gösterir. Yazar, Şems’in Makalat'ına, Mevlana’nın eserlerine değinir. Tasavvuf hakkında verilen bilgilerse yazarın bir sufi değil iyi bir postmodern yazarı olduğunu gösterir. Roman birçok ayrıntıyı barındırmasıyla beraber içeriğinde şiir, müzik ve hat vardır. “Bu makam âşıkların kābesidir / buraya noksan gelen tamamlanır.”. Molla Cami’ye ait olduğu belirtilen bu sözlerin “Ünlü hattatlardan Yeserizade Mustafa İzzet Efendi’nin kaleminden çıkmış” olduğu belirtilir. Romanda “sokrandı” ifadesi ile de Konya’nın ağız özelliği verilir. Roman başlangıç ve sonun birliği kuralına uygun olarak biter. Kitabın ilk sayfalarında verilen yüzük ve Şems’in ölüm sebebi sonda aydınlanır.

Cemile Evin Öztep
twitter.com/evin_oztepp

4 Mayıs 2022 Çarşamba

Bir tevazu ve aşk erinin hatıraları

Türk tasavvuf tarihi için en nadide bilgiler, hiç şüphe yok ki hatıraların arasında gizlidir. Mana sultanlarını daha yakından tanımak adına eşsiz birer imkân olan hatıra kitapları; onların yetiştikleri muhiti, dönemin manevi iklimini, toplumun düşünce dünyasını ve hatta siyasi tansiyonu öğrenmek adına da pek kıymetlidir. Okuduğum müddet boyunca her sayfasında ayrı lezzet almam münasebetiyle fakire belgesel zevki yaşatmış bir kitaptan söz açmak istiyorum: Şefik Can Hatıralar. Hazret-i Pîr Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin âşığı, ömrünü Mesnevî çalışmalarına ve bu çalışmaları insanlığa sunmaya adamış, sertarîk mesnevîhan Şefik Can Dede’nin uzun yıllar hizmetinde bulunmuş sevgili Hayat Nur Artıran hocamızın hazırladığı bu hatırat; muhibbân-ı kütüb için bulunmaz bir ilaç.

Vaktiyle Hayat Nur hoca, yedi yıl boyunca gece-gündüz dizinin dibinde olduğu hocasını iki kelimeyle anlatmıştı: tevazu ve mahviyet. Günümüz toplumunda, bilhassa gençlerin ciddi bir anlam arayışı içinde olduğunu gözlemliyoruz. Hayatını adayacak bir şey bulamamanın neticesinin hüsran olduğunu büyükler bizlere daima öğütlemiştir. İşte, “Bir insan ömrünü neye vermeli?” sorusuna bir cevap olarak Şefik Can Dede’nin bereketli ömrü şimdi sayfalara dizilmiş bir hâlde önümüzde duruyor. Ne görüyoruz bu ömürde? Evvela yüksek bir ilim aşkı. Her türlü zarurete rağmen öğrenmenin, öğrendiğini derinleştirmenin, bu derinliği giderek özümsemenin ve dolayısıyla başkalarına da “rol model” olmanın hikâyesini görüyoruz. Kuleli Askeri Lisesi, Pangaltı Harp Okulu ve Kara Levazım Okulu sonrasında uzun askerlik yılları boyunca Şefik Can Dede her ne olursa olsun insanlık yolunun adımlarını takip etmiş. Elbette bu yol, tek başına yürünmesi mümkün olmayan, muhakkak bir rehberin gözetiminde sürdürülmesi gereken bir yol. Dedemizin rehberi ise Tâhirü’l Mevlevî Efendi. Peki tanış olma hadisesi nasıl gerçekleşiyor? Şefik Can Dede, Süleyman Nazif Bey’in Bataryayla Ateş kitabını okuyor ve Şeyh Şamil hakkında yazılmış olan iki buçuk sayfalık yazı vesilesiyle büyüleniyor. Şeyh Şamil’i daha yakından tanımak için sahhaflara gidiyor. Kitapçı Hulusi Efendi, “Tâhirü’l Mevlevî hazretleri, Şeyh Şamil hakkında bir eser yazdı fakat o eser Enver Paşa tarafından toplatılıp Kafkasya’ya gönderildi. Kitapçılarda bulamazsın. Sen bu eseri git Tâhirü’l Mevlevî’den iste, ancak kendisinde vardır” diyor. Dedemiz sora sora evi buluyor ve Tâhirü’l Mevlevî’de kitabın bir nüshası olduğunu öğreniyor. Hatta Tâhirü’l Mevlevî, “Yukarı çıkıp okuyabilirsin” diyor. Bunun üzerine Şefik Can Dede ta Çengelköy’den geldiğini, yatılı bir talebe olduğunu, vaktinde okula dönmesi gerektiğini söyleyerek kitabı bir haftalığına rica ediyor. Tâhirü’l Mevlevî’nin cevabı “Oğlum, kusura bakma, ben kimseye kitap veremem. İstiyorsan gelir yukarda okursun” olunca, oradan kırgın olarak ayrılıyor.

Aradan yıllar geçiyor, 1935 senesinde Kuleli’ye öğretmen olarak tayin ediliyor Şefik Can Dede ve staj görmesi için Tâhirü’l Mevlevî’nin himayesine veriliyor. Canı sıkılıyor bu duruma; küçücük bir kitabı bile kendisine güvenip vermeyen bu kişi ona öğretmenlik yapabilir belgesi nasıl verecektir? Şefik Can Dede’nin Farsçaya ve Hz. Mevlânâ’nın şiirlerine olan merakı, hocasına saygılı davranışları, nöbetlerini tutuşu ve onu daima rahat ettirmeye çalışması Tâhirü’l Mevlevî tarafından sevilmesine vesile oluyor. Sonradan evine gittiğinde, ilk tanışma hadisesini anlattığında Tâhirü’l Mevlevî şaşırıp, “Sen o muydun?” diyor ve bu hadiseden dolayı yaşanan hüznü ortadan kaldıracak bir işaret veriyor. Bu işaret, Tâhirü’l Mevlevî’nin kütüphanesinde, kitapların üzerinde büyükçe bir kartona yazılmış Arapça bir beyti gösteriyor. Türkçe meali “Benim dünyadaki sevgilim kitaplardır. İnsan sevgilisini, bir zaman için bile olsa, başka birine verebilir mi?” olan bu beyti okuduktan sonra “Çok haklısınız” diyor Şefik Can Dede ve hocasının elini öpüyor, daha sonra ise kendisinden el alarak manevî talebesi oluyor. “Onunla geçirdiğim her zaman ibadet gibidir” diyor ve şunları ekliyor: “Allah’ın en büyük lütfu, keremi olarak maddi ve manevi öğretmenlik icazetimi Tâhirü’l Mevlevî gibi büyük bir velinin elinden almak bu naçiz kula nasip oldu.

Şefik Can Dede’nin babası, son nefesini verirken bile kitaplarını düşünen, oğlunun rüyalarına girip kitap hususunda telkinde bulunacak kadar kuvvetli bir kitap sevdalısı. Burada bir anı var: Şefik Can Dede, babasından kendisine kalan kıymetli bir yazma eseri, ehil gördüğü bir kimseye hediye ediyor. O gece babası rüyasına giriyor ve kitabı yanlış kişiye verdiğini söylüyor. Böylece anı içinde bir anı daha açılıyor: Şefik Can Dede’nin babası da bir Hz. Mevlânâ ve Tâhirü’l Mevlevî hayranı. “Kendisi müftü idi, din adamıydı ama sanat, tarih, edebiyat ve şiire çok meraklıydı. Daha küçük bir çocukken bana Mevlânâ’dan, Hâfız’dan, Sadi’den şiirler öğretirdi. Özellikle Tâhirü’l Mevlevî’nin yazılarını ve şiirlerini yakından takip ederdi.” diyerek belki de “evlat babanın sırrıdır” sözüne tarihi bir vesika sunmuş oluyor.

Ben her zaman nerede bir Allah dostunun ismini duysam hep gidip kendileriyle tanışmak dualarına nail olmak isterdim.” diyen Şefik Can Dede, bizlerin ancak kitaplardan isimlerini ve hayatlarının küçük bir bölümünü öğrenebileceğimiz nice mana sultanıyla tanış olmuş. Midhat Bahârî, Ahmed Avni Konuk, Osman Kemalî Efendi, Abdülaziz Mecdi Tolun, Yaman Dede, Ahmed Remzi Akyürek, Mahmud Sadettin Bilginer, Hasan Lütfi Şuşut, Mahmut Sami Ramazanoğlu, Ladikli Ahmet Ağa, Muhammed Raşit Erol… Bendeniz bu zenginlik içinden bir hatıra aktarmak zorunda olduğumun farkındayım. Hem bu yazıyı yazdığım gece vuslat sene-i devriyeleri olması hem de teferruatı fakirde olan hususi muhabbetim sebebiyle, Muzaffer Ozak Efendi’yle Şefik Can Dede arasındaki pek güzel hatıralardan bir bölüm nakletmek isterim: “Kitap sevgisi, beni her hafta Sahhaflara uğratırdı. Eskiden Cuma günleri tatildi. Böylelikle her Cuma günü büyük bir camiye giderdim. Bazen Sultanahmet’e, bazen Ayasofya’ya, bazen Süleymaniye’ye, bazen de Fatih’e… Fatih Camii’ne gittiğim zamanlar, oradaki merdivenden camiye çıkarken, merdivenlerin kenarında, yerlere dizilmiş kitaplar görür ve gayriihtiyarî bakardım. Kimi zaman da bu kitaplar musalla taşının üzerinde sergilenirdi. Bazen arzu ettiğim dinî içerikli kitaplar olurdu ve onlardan alırdım. Orayla çok genç, zayıfça, temiz yüzlü bir delikanlı ilgilenirdi. İşte bu genç Muzaffer Bey’di… Kuleli’de öğrenci iken tanıştığım Muzaffer Ozak Efendiyle albay emeklisi olduğum zaman bile görüşüyorduk, birbirimizi hiç bırakmadık. Dükkânına gittiğim zamanlarda, bana layık olmadığım itibarı, sevgiyi, ilgiyi gösterirdi. Bir gün bana; Hz. Mevlânâ’ya çok şeyler borçlu olduğunu, onun Mesnevî’sini okuyarak manen çok dereceler aldığını ve böylelikle gönlünün açıldığını söyledi… Bendeniz Tâhirü’l Mevlevî’nin Mesnevî’nin eksik kalan ciltlerini tamamlamaya çalıştığım sıralarda, Hacı Muzaffer Bey Amerika’ya gitmişti. Oradan dahi bana telefon edip bu şerhi tamamlamamı ısrarla beyan ederek söz konusu çalışmanın Tâhirü’l Mevlevî tarafından Türkçeye yapılan şerhini tamamlayacak çok mübarek bir kitap olacağını söyledi… Birkaç ömre sığdırılacak şeyleri kısa sayılabilecek mübarek hayatına sığdırmıştı.

23 Ocak 2005’te âlem-i cemâle doğdu Şefik Can Dede. Şişli Camii'nde kılınan cenaze namazının ardından gazetecilerin “Hocanız hakkında ne söylemek istersiniz?” sualine Hayat Nur Artıran şu cevabı vermişti: “Benim hocam bir hiçti”… Şefik Can Hatıralar, hiçliğe adanmış aziz bir ömrün vesikası olarak yalnız kütüphanelerimizde değil, gönüllerimizde de çok ayrı bir yerde bulunacak.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
* Bu yazı daha evvel Muhit dergisinin 28. sayısında yayınlanmıştır.

Veliliğin sınırı nerede başlar, nerede biter?

Velayet Mührü tabiri kulağa hoş geliyor; sanki Allah dostluğu tescillenmiş evliyanın elindeki bir çeşit kaşe gibi… Vülgarize etmeyi ve basitleştirmeyi itiyat haline getiren insan zihni ne şekilde algılarsa algılasın, 2020 senesinde ahirete irtihal eden mühtedi Michel, nâm-ı diğer Ali Chodkiewicz’in yıllardır Türkçeye çevrilmesi beklenen pek mühim eserinin adı aslında; Velayet Mührü ve Sufi Kitap tarafından yayımlandı.

Chodkiewicz’in kızı Claude Addas’ın La Maison Muhameddienne isimli eserini geçtiğimiz yıl Ehl-i Beyt-i Muhammedî adıyla Türkçeye çeviren Birol Biçer, bu kez Velayet Mührü’nü tercüme etti. Bir kişinin hem Fransızcayı iyi bilmesi hem de tasavvufun, eski ifadesiyle söyleyelim, “gavamızına vâkıf olması” büyük bir mazhariyet; Birol Biçer bu iki hususu cem eden bir şahıs. Bu yönüyle eseri okuduğunuz zaman sanki orijinal dilin Türkçe olduğunu zannediyorsunuz ki bu çevirinin nitelikli olduğuna işaret eder.

Miladi 873 senesinde velayet kavramı üzerine yazmış ve konuşmuş, bir arada “mütenebbilikle” itham edilmiş Hakim-i Tirmizî, Hatmü’l-Velâye adlı eserinde 157 adet soru sorar ve sorulara cevap vermez. Bu sırlı suallere üç asır sonra Şeyhü’l-Ekber İbn Arabî cevap verecektir. İşte Chodkiewicz, bu olayı vurguladığı çalışmasında, İbn Arabî’nin en temel eserlerinde “velayet”in izini sürer. On başlığa ayırdığı her bir bölümde veli olmanın ne şekilde tanımlandığı, ne tür tasniflerin ve tariflerin olduğunu enlemesine ve boylamasına ele alır.

Tasavvufta velayet kavramına dair okuma yapan herkesin karşılaştığı en çetrefil mesele nebiler ve veliler arasındaki mukayese ya da faikıyet sorunudur. Nübüvvetin velayetten üstün olduğu sorusu ortalama bir zihin için zaid görünse de derununa dahil olunca işin çok daha farklı bir mahiyeti tezahür eder. İbn Arabî’nin bakış açısıyla nübüvvetin hususi ve umumi cihetleri bilindiği takdirde zihinlerdeki olası karışıklık ve zıddiyet ortadan kalkmış oluyor.

Kitap bir velinin iç ve dış özelliklerinden, manevi menzillerinden, makamlarından ve mertebelerinden bahsederken, zengin çeşitlilik insanı gerçekten şaşırtıyor. Kutup, veted, rical, gavs, nukeba, nüceba, havariyyun, müheyyemun ve hatta Racep aylarında ortaya çıkan recebiyyun gibi evliya türleri, “veliyyullah”ın her zaman ve her mekânda mevcut olduğunu gösteriyor. Hem zahiri hem de batıni hilafeti elinde tutanlar ya da sadece batıni hilafete sahip olanlar kimlerdir?

Veliler çeşit çeşit gerçekten… Hz. Peygamber’in ceddinde var olan “Nur-i Muhammedî”nin sonraki yüzyıllarda ehlullallahın mübarek veçhinde parıldamasının ilginç örnekleri var; örneğin bu nurun yakıcılığı bazı evliyanın yüzünü örtmesine sebep olmuş! Her velinin varisi olduğu bir nebi ve o nebinin temayüz eden özelliklerinin velideki tezahürleri… Tabir-i diğerle; Musevî-meşrep, İsevî-meşrep, Hûdî-meşrep velilerin ne şekilde hususiyetlere mazhar olduklarının ilginç örnekleri gösterilmekte… Velinin kerametleri her ne kadar onların makam ya da menzillerine dair bir fikir verse de asıl büyük evliyaullahın kerametlerinin sıradan insanlar tarafından müşahede edilememesi öyle ince bir nükte ile anlatılmış ki hayran olmamak ve şaşırmamak kabil değil. Hiç şüphesiz ki Chodkiewicz bütün bu çıkarımları ağırlıklı olarak İbn Arabî’den istifade ederek yapıyor. “Sıfat-ı İlahiyyeye mazhar bu büyük evliya gözlerden saklıdır.” Kerametleri müşahede edilen ehlullah ise ancak birkaç esmâ-i İlahiyeye mazhardır.

Veliler “boyunsuz yüze” sahiptirler, nereye dönerlerse dönsünler Allah’ın veçhini müşahede ederler. Altı cihetten ve yönden âzâdedir. Beş duyu hassaları da birbirlerinin görevlerini ifa edebilir, kokuları görebilir; görülenleri koklayabilir.

Bir Resul, sırasıyla nebi, veli ve mümindir. Ama her mümin veli, her veli nebi, her nebi de resul değildir. İbn Arabî’ye göre, Hz. Peygamber’den sonra Allah, üç resulü bu dünyada muhafaza etmiş ve farklı bir hayat mertebesinde onları canlı kılmıştır. Hz. İdris, Hz. İlyas ve Hz. İsa. Buna kimileri de Hz. Hızır’ı ekler ki bu sonuncusu resul kategorisinde değerlendirilmez. Bu dört zat mevcudiyetlerini bedenen sürdürmekte ve bu dünyanın evtâdı; yani direkleri olarak vasıflandırılmaktadır.

Chodkiewicz’in bu emek mahsulü parlak eserinde çok ilginç değerlendirmeler ve İbn Arabî’ye dayandırılan son derece dikkat çekici tespitler mevcut. Neden müşrik ya da kafir, Müslümanın üzerinde galebe çalar, ona tahakküm eder? Sıradan bir mümin bu olayı Müslümanların günahlarıyla açıklama eğilimi gösterir, ama İbn Arabî düşüncesine mensup olanlar ise bunu çok daha farklı ve ilginç bir şekilde yorumlarlar. Ya da İsevî gelenekte suret neden tecviz edilmiş? Hele kitabın son kısımlarında İbn Arabî’nin yaşadığı “miraç” tecrübesi ise gerçekten metafizik alemin baş döndürücü atmosferini gayet güzel açıklıyor. Daha genelde tasavvufta velâyet, özelde ise İbn Arabî düşüncesini ve metafiziğini merak edenler, bu eseri muhakkak elinin altında bulundurmalılar.

Fatih Çarşambalı

13 Nisan 2022 Çarşamba

Kara Hikâye: Aynaya yansıyan ayna

“Bir aynaya yansıyan ayna ne gösterir?”

Bitmeyecek Öykü’de, Michael Ende böyle bir soru atar ortaya. Ayna, karşısındakine göre konumlandırır kendini. Doğrudan bir varlığı hem vardır hem yoktur. Ayna, karşılıklı ilişki içindedir. Gösterdiği ile var olur. Kendi varlığı, eğer karşısında bir görünen yoksa esasında pek de önemli değildir. Ancak karşısında bir görünen olduğunda onu gösterebilmesi için de kendine ait bir varlığa sahip olmak zorundadır. Ayna, berraktır. Görüneni, olduğu gibi gösterir. Bazen farklı şekiller alabilir ama yine de özü hırpalamaz. Hırpalanan olacak mıdır? Belki bakan!

Kürşat Çelik, Kara Hikâye’de okuyucusuna ayna işlevi yapmıyor, bize hayatı doğrudan göstermiyor. Kara Hikâye, aynanın karşısında yer alan ayna olarak çıkıyor karşımıza. Görüneni gösteren aynaya, kendine has tarzıyla, yeniden ayna oluyor ve biz görüneni, yazarın gördüğü açıdan görüyoruz. Hırpalanan var mıdır? Okuyucu elbette ancak yazarın hiç hırpalanmadığını kim iddia edebilir?

Çelik’in öyküleri bir hastanın odasına da sızsa, bir dergâha da sızsa, hiç gelmeyen rüyalara da sızsa başından sonuna, parçadan bütüne insanın bitimsiz derdini, dert denen olguyu, bekleyişi, tedirginliği anlatıyor. Bazen sarpa sarmış, bazen ise aşikâr bir tedirginlik. O yüzden Çelik’in öykülerinde bir ses çekip gidebilir, bir insan çığlık olabilir, bir elma alınmadan da yaratılış başlayabilir…

Çünkü insan bir öykü kahramanı değildir, bizatihi öyküdür.

Evet, insan, yaşar ve ölür. Arasında geçen zamana yaşam denir. Yaşam kimilerine göre son derece keskin bir gerçektir, bıçağın sivri ucudur, kıldan ince kılıçtan keskindir; kimilerine göre ise rüyadır, gerçek değildir ve rüyanın doğru tabir edilmesi gerekmektedir. Kürşat Çelik gerçeği tahlil ederken, rüyayı tabir ediyor, aynı zamanda da okuyucuya tahlil/tabir payı bırakıyor. İnsan, yaşar ve ölür. Acı hep yanı başındadır. İnsan doğar, emekler, yürür, (belki yürüyemez, aklı zayıfçadır, olmadık yerlere pisler), konuşur, (belki kendi kendine, belki giden/ölen birinin ardından), yazar, bekler, sevinir, üzülür, heyecanlanır, korkar, yanılır, zanneder, ferahlar, yanar (bazen ateşle kucaklaşır, bazen bile isteye yanar, bazen de ateşi, alevi deniz sanır, su sanır), koşar, yorulur, ölerek dinlenir. Acı hep yanı başındadır. Acı hep oralardadır. Acı sayfanın bir yerlerinde kendini göstermek için beklemektedir. Kalem istese de istemese de, acı kendini gösterecektir.

Bizim maksadımız yazarın ne anlattığı değildir. Biz yazarın nasıl anlattığıyla ilgileniyoruz. (Hep öyle yaptık.) O yüzden de aynadan geçemiyoruz. Nedir bir ayna ile ayna karşısındaki aynanın farkı? İnsan, yaşar ve ölür. Ayna, insanın arkasından sela okunduğunu gösterir. Aynanın karşısındaki ayna ise o selanın tam üç kez okunduğunu gösterir. Katletmenin büyüsünü pekâlâ bir ayna yansıtabilir ama “çok nazikçe katledildiğini” birinin ancak aynanın karşısındaki ayna ile görebiliriz.

Görebiliriz diyoruz çünkü yazarın görevi görüneni göstermek değildir, görmek okuyucunun işidir. Yazar soluğunda bile soru barındıran, yaşamın ne olduğunun peşinde koşarken kendi yaşamını bazen ıskalayan kişidir ve o okuyucuya acının ne olduğunu veya nasıl geçeceğini göstermez, acıyı gösterir sadece. Acıyı görmek okuyucunun görevidir. Yazar, okuyucunun kendine sormaktan kaçındığı soruları sorabilen kişidir. Ancak eser, yazarı öldürür. Okuyucu eser ile baş başadır, yazar ile bir hesabı kalmamıştır. Yazar da böyle olması için çabalamıştır. Yazarın gösterdiği kendisi değildir çünkü başlı başına yaşamdır. Açığa çıkmaz. Cevapları sunmaz. (Belki kendi de bilmez!) “Çünkü cevap vermek açığa çıkmaktır.

Acı hep oradadır ve insan sıklıkla yüzleşmek istemez, kaçar acıdan. Karşısına bir ayna çıkacak ve kaçtıklarına ona gösterecek diye korkar. Belki de aynadan kaçmanın bir yolu da aynanın karşısına başka bir ayna ile çıkmaktır. Kürşat Çelik’in dediği gibi: “İnsan kendisini boşluğa bırakınca, boşluğa düşmekten kurtulabilir.

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_