Orhan Okay etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Orhan Okay etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Ağustos 2022 Pazartesi

Geçmiş zaman koridorlarında uzun ince bir yolculuk

Silik Fotoğraflar: Portreler, M. Orhan Okay Hoca’nın kültür, sanat ve düşünce dünyamıza suretleri düşen, birbirinden değerli şahsiyetleri anlattığı kitabı. Klasik bir portre anlatımı yok burada. Hatıralar eşlik ediyor portrelere. Okay, bu şahsiyetleri anlatmakla kalmıyor bir tarihi yeniden gündeme getiriyor. Geçmiş zaman koridorlarında gâh neşenin gâh ironinin gâh hüznün eşlik ettiği uzun ince bir yolculuk. Silik fotoğrafların netleştirdiği, hatıraların taçlandırdığı bir tarihe tanıklık ediyoruz. İmrenerek, dikkatimizi yoğunlaştırarak ve zaman zaman keşke orada ben de olsaydım diyerek… Kitap da anlatılan o şahsiyetler bugün birer masal kahramanı mesabesinde. Okurken bizi baştan ayağa kuşatan o ruh, o iklim şimdilerde hepimizin çok uzağında. Silik Fotoğraflar'ı okuyunca etrafımızın ne kadar da çok yalancı renklerle kuşatılmış olduğunu bir kez daha hissediyoruz. Bir kez daha…

Silik Fotoğraflar: Portreler'in çoğu daha önce gazetelerde yayınlanan yazıların bir araya gelmesinden oluşuyor. Ayrıca çeşitli dergilerde ele alınan şahsiyetlerin ölüm yıldönümleri nedeniyle yayınlamış yazılar ve anma günlerinde yapılan konuşmalara da yer verilmiş. Kitabın İlk baskısı 2001’de Ötüken Yayınları tarafından yapılmış. 2013 yılı aralık ayında Dergâh Yayınları tarafından piyasaya sürülen baskıda birkaç portre daha eklenmiş öncekilerin çoğu da genişletilmiş.

Kimler yok ki Silik Fotoğraflar'da! Nurettin Topçu, Hüseyin Avni Ulaş, Rahmi Eray, Celalettin Ökten, Tahir Olgun (Tahirülmevlevi), Mehmet Âkif, Hasan Basri Çantay, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mehmet Kaplan, Nihat Sami Banarlı, İbnülemin Mahmut Kemal, Peyami Safa, Reşat Ekrem Koçu, Yahya Kemal, Necip Fazıl, Asaf Halet Çelebi, Reşat Nuri Güntekin, Abdulaziz Bekkine, Kaya Bilgegil, Kilisli Rifat Bilge, Süheyl Ünver, Osman Nuri Ergin, Hafız Mehmet Kara, Ali Nihat Tarlan… Saydığımız bu isimlerle ilgili portre yazıları 2001’den önce yani kitabın ilk basımından önce. İlk kitaba alınan portreler. Faruk Nafiz Çamlıbel, İsmail Hami Danişment, Şinasi Tekin, Fuat Sezgin, Ömer Faruk Akün, Fevziye Abdullah Tansel, Ahmet Ateş, Muhammet Hamidullah, Ezel Erverdi, Ayhan Yücel ile ilgili yazılanlar 2001 sonrası. Yeni baskıya giren portreler. Hepsi de kendi alanında birer yıldız olan mümtaz kişiler. Hem kültürel donanımlarıyla, hem şahsiyetleriyle hem çalışkanlıklarıyla hem fedakârlıklarıyla hem de vefalarıyla unutulmayacak değerler. Gerçi biz hafızası, belleği kıt bir milletiz. Çok çabuk unutuyoruz. Bugün bu saydığımız insanlardan ziyade gündemimizi ve zihnimizi futbolcular, şarkıcılar daha çok meşgul ediyor. Hiçbir emeği, zahmeti, kendine ait bir tek cümlesi olmayan, konuşmaktan ve herhangi bir şahsiyetten yoksun boş adamları baş tacı ediyoruz. Ne garip bir durum. Gerçekten korkutucu ve ürpertici… Silik Fotoğraflar Portreler kitabını okudukça bu haleti ruhiye daha çok sarıp sarmalıyor okuyucuyu. Bir zamanlar bu topraklarda yaşanmış bu zor ama aynı oranda güzel olan, ruhu olan o iklime belki bir daha hiçbir zaman kavuşamayacağız. Bir özlem, bir ukde kalacak içimizde.

Okay Hoca kitabına aldığı portrelerin çoğuyla tanışık. Tanışıklıktan ziyade arkadaşlık, dostluk kurmuş. Bazılarıyla birkaç kez görüşmüş. Diğer bazılarını ise kitaplarından ve yazdıklarından tanımış. Hoca’nın Vefa Lisesi’nde okuması sanırım en büyük şansı. Düşünce, sanat ve edebiyatımızın devleri ile burada tanışmış ve birçoğu hoca olarak dersine girmiş. Düşünün bir lise ve hocaları Nurettin Topçu, Reşat Ekrem Koçu, Nihat Sami Banarlı, Agâh Sırrı Levent, Nihal Atsız, Faruk Nafiz Çamlıbel, Halit Fahri Ozansoy, Celalettin Ökten… Böyle bir kadro bugün üniversitelerde bile yok. Nurettin Topçu lisede derse giriyor ama Felsefe Doçenti. Sorbon’da doktora yapmış. Kitapta zaten en sık tekrar edilen isimlerden biri Topçu. Okay Hoca, gerçekten bereketli, kazanımları bol bir eğitim/öğretim yaşantısına sahip. Bir çok insanın tanışmak için hayal kurduğu, kimilerine ulaşılamaz gelen düşünce, edebiyat ve sanat sahasındaki yıldızlar Orhan Okay’ın en yakınında olan kişiler. Orhan Okay’da onların yanıbaşında…

Hafızası, belleği zayıf bir millet olduğumuzu Orhan Okay Bey de kitapta sık sık dile getiriyor. Aynı zamanda kitabında anlattığı, ele aldığı şahsiyetlerin birçoğunun da çok az yazdığından ve geride fazla bir şey bırakmadıklarından da bahsediyor. Ömer Faruk Akün mesela… Orhan Okay’ın portre yazılarını okumak aynı zamanda tarihi okumak anlamına da geliyor. Hem de tarih biliminin sıkıcı, kuru, akademik soğukluğuna hapsolmadan. Zevkle okunan bir tarih. Hatta bazı olayları ilk ağızdan duyup, okumak… Silik Portrelerde Türkiye’mizde yaşanan geçiş dönemlerini de görüyoruz. Osmanlı’dan Cumhuriyete geçiş ve yaşanılan sıkıntılar, dönüşümler, hercümercler… İki dönemi yaşayan kişilerin haleti ruhiyeleri… Celalettin Ökten Hoca’nın portresi buna en güzel örnek. Medreseyi ve üniversiteyi yaşamış biri. İmam Hatip okullarının açılmasında büyük emeği varmış. Celal Hoca o zamanlar Arapça’yı klasik usulden farklı bir şekilde öğretiyor. Berlitz Metodu… Ana dilin öğrenilmesi gibi önce basit cümlelerden başlıyor, gelişiyor, kurallar sırası geldiğinde öğretiliyor.

Kitapta hem ilgimi çeken hem de beni çok üzen bir bölümde Seyfettin Özege anlatılıyor. Burası aynı zamanda bizin çarpık anlayışımızı, tembelliğimizi bütün açıklığıyla gösteriyor. Seyfettin Özege pek fazla bilinmemesine rağmen ömrünü kitap toplamaya, özellikle eski harfli kitapları toplamaya adamış biri. Onbinlerce kitabı varmış. Bu kitapları Erzurum Atatürk Üniversite’sine bağışlamak ister. Tek bir arzusu vardır üniversiteden, bağışladığı kitapların kataloglarının yapılması ve kendine yüz adet gönderilmesi. Büyük bir aşkla, şevkle eski yazı kitapları toplayan ve dünyanın en zengin kitap koleksiyonlarından birini meydana getiren Özege’nin bu isteği koskoca üniversite tarafından yıllarca yerine getirilmez. Personellerin ilgisizliği, kimi kitapların kaybolması Özege’nin kulağına gider. Hatta bir kütüphane görevlisi kitap bağışladığı için Özege’yi hata yapmakla suçlar. O da kitapların kendine yeniden iade edilmesini ister. Evet, bir yanda dünyanın en zengin kitap koleksiyonunu büyük bir emekle yapan Seyfettin Özege bir yanda ise katalog yapmayı beceremeyen bir üniversite…

Silik Fotoğraflar Portreler bu ve buna benzer bir sürü ayrıntı, anekdot ve bilgiyle dolu. Ayrıca Okay Hoca’nın şık ve tertemiz üslubu kitabı daha da önemli kılıyor. Yazılara eşlik eden fotoğraflar ve belgeler de ayrı bir renk katıyor. Kitaplarını severek okuduğumuz yazarların el yazılarını görmek ilginç. Bir de bütün bunlara ilaveten portreleri yazılan mümtaz şahsiyetlerin fiziki yapıları hakkında da bilgiler mevcut. Boyları, posları, dış görünüşleri, giyim kuşamları…

Silik Fotoğrafların içinden bizlere tebessüm eden bu adamlar nereye gittiler? Nerede onların kıt imkânlarla gerçekleştirdiği büyük hizmetler. Onlardaki hasbilik, ruh inceliği, tevazu, dayanışma neden terk etti şimdilerde bizleri? Bu sorular üzerinde düşünülmesi gereken sorular…

Muaz Ergü
muaz-01@hotmail.com

30 Mayıs 2022 Pazartesi

Pozitivist yaşam, santimantalist intihar

Türk edebiyat tarihinin en sallantılı dönemlerini liseden beri hep yeni edebiyat yılları olarak anlatırlar, gerçi divan edebiyatında şairlerin birbirleriyle atışmaları, nazirelerle birbirlerine laf sokmaları, koskoca paşaları, sadrazamları hicveden cesur kasideler yazmaları da az şey değildir. Ancak şu toplumsallık meselesi, en belirgin şekilde edebiyatın, edebiyatın kendisini tartışmak için kullanıldığı yıllar yeni edebiyatın başladığı yıllara rastlar. Tanzimat, Servet-i Fünun, ve devamındaki edebiyatçı nesiller… Tanzimat fermanı ilan edilir, edebiyatta etkileri yirmi yıl sonra görülmeye başlar. Bir Şinasi çıkar meydana, edebiyatı toplumsallaştırmaya çalışır, Namık Kemal, Ahmed Midhat Efendi gibi arkasından gelenlere birinci örneği teşkil eder. Evet, bu yeni edebiyatçıların -Tanzimat edebiyatçıları ve sonrasındaki nesilleri kast ediyorum- edebiyatı toplumsallaştırmak, “Sanat toplum içindir” anlayışını yaymak, daha pozitivist bir kafayla edebiyat yapmak gibi amaçları olmuştur hep ama, hiçbiri edebiyatı santiamantallikten tamamen soyutlamak gibi bir amacın peşinden koşturmamıştır. En azından ben böyle düşünüyorum. Peki böyle bir amacı kendine ilke edinen, sonra da üzerine son derece santimantal yorumlar yapılacak derecede melankolik şekilde intihar eden o edebiyatçı? İşte o Beşir Fuad’ın ta kendisi.

Yazının başından beri bahsettiğim o yeniciler, Tanzimatçılar, hatta içlilik ve dekadanlıkla suçlanan Servet-i Fünûncular bile pozitivizmi savunuyordu bir miktar. Ama Orhan Okay, yazdığı Beşir Fuad biyografisinde Beşir Fuad’ı “ilk pozitivist, ilk natüralist” olarak değerlendiriyor Türk edebiyatında. Gerçekten de çok haklı bir tez. Çünkü pozitivizmi savunmakla pozitivist olmak, ya da natüralizmi savunmakla natüralist olmak farklı şeyler olmalı. Beşir Fuad, tam bir pozitivist, tam bir natüralist. Hem de Victor Hugo gibi koskoca bir yazarı romantik olduğu gerekçesiyle yerin dibine sokacak kadar. Beşir Fuad’ın kırmızı çizgilerle işaretlenecek kadar keskin pozitivist anlayışını çok iyi yansıtan paragraflar var Menemenlizade ile Gayret’te yaptığı hayaliyyun-hakikiyyun münazarasında:

Asıl şehvet-engiz olan asârı aşkı bir ma’bed haline koyan hayaliyyunun mahsul-i fikrinde aramalıdır. ‘Bir beytin tesir-i mealiyle millet batırmak, devlet çıkarmak mağlub bir orduyu galib etmek gibi netice-i havarık-ı vukuat meydana getirilmiştir’, buyuruyorsunuz. Evvela hükemâ_yı hazıranın ittifâk-ı ârâsına mazhar bir kaide vardır ki o da her bir hareket ve vak’anın bir müddetten beri teselsül ve tevâlî etmekte olan birtakım harekât ve vukuatın netice-i tabiiyesi olduğudur. Binaenaleyh bir söz o gibi inkılabâtı yalnız başına tevlîd edemez. Delili Hugo’nun mukavemet için ahaliye hitaben neşreylediği beyannamenin Almanları harekât-ı muzafferanelerinden men’ edememesidir. Halbuki gerek Dördüncü Henri gerek Birinci Napoleon bir iki söze fiiliyatı zamm ederek dediğiniz neticeleri istihsal edebilmişlerdir. Demek oluyor ki tesir sözden ziyade fiil ve icradadır.bir şey icra olunabilmek için daire-i imkanda bulunmak ve binaenaleyh bir hayal-i muhal olmamak lazım gelir.” (İnci,2019, s.184)

Beşir Fuad’ın roman türü ve edebiyat üzerine fikirlerini açık seçik yansıtan cümleler… Onun hayatında beni etkileyen iki büyük şey var. Roman türü üzerine çok fazla yorum ve eleştiri yazısı yazıp hiç roman yazmamış olması, bir de hayatı boyunca pozitivist, sathî ve bilimsel hareket edip çok duygusal sebeplerden ötürü intihar etmesi. İlkinden başlayayım, Beşir Fuad, hayatı boyunca roman yazmıyor. Bir edebiyat eleştirmeni, roman eleştirmeni anlayacağımız. Biraz bizim bir romanı okuyup o roman üzerine düşüncelerimizi yazıp yayınlamamız gibi ama daha keskin ve daha yön verici şekilde. Bazı insanlar vardır, gerek bireysel, gerek toplumsal hayatta, tam olarak işin içinde değildirler, ama o işi inşa ederler, yön verirler. İşte Beşir Fuad, roman yazmamış olsa da, Türk edebiyatında roman türünün natüralizme yaklaşmasına en çok sebep olan adamdır belki de.

Orhan Okay’ın kitabını okurken sadece bir insanın hayatını okumuyorsunuz. O insanın okuduğu kitapları, yönelimlerini, yetiştiği okulların fikrî yapısına etkisini, hatta annesinden genetik bir miras olarak aldığı manie depressive hastalığının onun intiharında etkili olabilme ihtimaline bile dikkat çekiyor Orhan Okay. Şöyle dedim kendi kendime, ağacın yaşken eğildiği büyük bir gerçek. Herkes sıbyan mektebine giderken Beşir Fuad Fatih Rüşdiyesi’ne gidiyor, tamamen pozitif bilimler ve sathî bilimler düzeyinde eğitim veren Cizvit mekteplerinde eğitim alıyor, Avrupalı yazarların bilimsel kitaplarını okuyor ve ortaya İlk Türk Pozitivist ve Naturalisti çıkıyor. Böyle bir edebiyatçının en mühim gördüğü romancılardan biri ise bir natüralist olması sebebiyle Emilé Zola oluyor.

Ancak her yaşam tablosunda olduğu gibi çok ilginç bir nokta var onun hayatında. İntiharı, ve intihar etme sebebi. Orhan Okay, annesinden Beşir Fuad’a geçmiş olan psikolojik hastalık, manie depressive yüzünden intihar etmiş olabileceğini söylerken, Beşir Fuad’ın intihar fikri üzerine kendi cümlelerini de es geçmiyor.

İntihar niyeti bende iki seneyi mütecaviz oluyor ki mevcuttur. Yalnız vakt-i merhumuna talik etmiş idim. Ancak şairlerin tarizatını cevapsız bırakmamak için bir hafta daha tehirine mecbur oldum. Gerçi bazı tarizat daha varsa da onları şayan-ı ehemmiyet görmediğim için niyetimi kuvveden fiile çıkarıp daha ziyade tecil etmeyi münasip görmedim.

Servetimin kaffesini itlaf etmedim. Bin beş yüz lira kıymetinde akar olarak malım var. Bunu dörde taksim ettim. Birini zevceme, ikisini iki oğluma ve dördüncüsünü metres,mden olan kızıma devr ettim. Bu parayı ben nihayet iki senede bitirebilirdim. Sonra çocuklarım açıkta kalacaktı. Bunlar için müşteri arkasından koşmaya tenezzül etmedim. Giresun’daki han için bazı müşteriler başvurdular. Ancak ucuza kapatmak istediler. Ben de razı olmadım. Bundan başka iki tarafın ağlaması da beni bîzar etti. İntihar vasıtasıyla kendimi bu halden kurtardım. İşte telef-i nefs etmekliğim bundan neş’et etti.

Yukarıdaki cümlelerde görüldüğü üzere, Beşir Fuad’ın ailesine karşı duyduğu sorumluluk duygusu ve maişet kaygısı da onu intihara sürükleyen sebepler arasında. Ancak bu kadar mantığını ön plana alıp yaşayan bir insanın hayatın kendisine getirdiği imtihanlara intihar ederek cevap vermesi okura büyük bir ibret de veriyor. Bu intiharın en dikkat çekici olan yanlarından bir diğeri ise, Beşir Fuad’ın intiharından bile bilimi kârlı çıkarma çabası, ölürken hissettiklerini yazıya dökmesi, nâşını tıp mektebine bağışlaması.

(…) Vücudumu teşrih için Mekteb-i Tıbbiye’ye teberruan bahşettim. Cenaze oraya nakl olunmalıdır. Beşir Fuad.

Ameliyatımı icra ettim, hiçbir ağrı duymadım. Kan aktıkça biraz sızlıyor. Kanım akarken baldızım aşağıya indi. Yazı yazıyorum, kapıyı kapadım, diyerek geriye savdım. Bereket versin içeri girmedi. Bundan tatlı bir ölüm tasavvur edemiyorum. Kan aksın diye hiddetle kolumu kaldırdım. Baygınlık gelmeye başladı.

Beşir Fuad’ın bu intiharı onun hayatında en çok dikkatimi çeken detaylardan biri oldu. Tamamen pozitivist olarak yaşamış bir insanın, duygusal bir buhran sebebiyle intihar etmesi, insana şaşırtıcı ve düşündürücü geliyor. Orhan Okay’ın Beşir Fuad: İlk Türk Pozitivist ve Naturalisti adlı kitabını, geçtiğimiz güz döneminden beri kendimden azat edemedim. Elimden bunca vakit düşüremediğim bu kitap hakkında bir yazı kaleme almanın güzel olacağını düşündüm. Yazımı ve kitabı okuyacak olan herkese keyifli okumalar diliyorum.

Nida Karakoç
twitter.com/nida_karakoc

22 Şubat 2019 Cuma

Medeniyetin kâğıt hâli

Her kitap bir kültür(ün) ürünüdür elbette lakin kültür yayıncılığı başka bir konudur. Özellikle ideolojik çizgide ya da popüler kültür üzerine yayın yapan kurumların kültür yayıncılığı yaptığını söylemek abes olacaktır. Bu açıdan değerlendirildiğinde, gerçek anlamda kültür yayıncılığı yapan yayınevlerinin azlığı dikkat çekiyor. Dergâh Yayınları’nı Türkiye’de bu alanda yayın yapan nitelikli yayınevleri arasında sayabiliriz. Bana göre Dergâh Yayınları’nı bu değerlendirmede öne çıkaran en belirgin özellik yerel değerleri önemseyen anlayışı. Yerel değerler diyorum zira ne yerli ve milli ne de muhafazakâr kavramlarının hem olanı hem de olması gerekeni yansıtmadığını düşünüyorum. Ayrıca kültürü bu tür kısıtlamalar ile açıklamanın faşizan bir anlayışın tezahürü olduğu kanaatindeyim. Özellikle Anadolu gibi onlarca medeniyete ev sahipliği yapan ve uygarlıkların geçiş yolunda yer alan bir bölge için bunlar talihsiz birer tanımlama olur. Kültürel açıdan çok fazla etkileşime girmiş bir coğrafyaya böylesi sığ yaklaşmak cehalet ve/veya kastın ötesinde hakikati örtmek anlamına gelir.

Kültür demişken, 1950’li yıllarda edebi mecrada bulunmuş ve/veya kültürel faaliyetler içerisinde yer almış kişilerin farklı bir ‘nezaket’ üslubu oluyor. Günlük yaşantımızda çok karşılaşma ihtimalimiz olmasa da özellikle yazılı materyaller olmak üzere dönem sinemasında bu üslupla karşılaşabiliyoruz. Söz konusu üslubun iki farklı anlayışın yansıması olduğunu düşünüyorum. İlki, Osmanlı şehir kültürünün devamı diyebileceğimiz din ile ilişkisini koparmamış maneviyatçı Şark zihniyetidir. Diğeri ise Cumhuriyet ile birlikte daha belirgin hâle gelerek Avrupai görünümler arzeden modern-seküler kentli anlayışıdır. Kültür yayıncılığı örneği teşkil eden Kâğıt Medeniyeti adlı kitabın müellifi Mehmet Orhan Okay (1931-2017) daha çok ilk gruba girenlerden. Bu yanıyla Okay için ‘Osmanlı beyefendisi’ üslubunun haleflerinden diyebiliriz. Kâğıt Medeniyeti’nde bu nezih üslubu görüyoruz.

Kağıt Medeniyeti, Okay’ın gazete ve dergilerde yayınlanmış denemelerinin bir araya getirilmesiyle oluşturulmuş. Denemelerin içeriğine göre üç bölüm hâlinde tasarlanarak bütünlük sağlanmaya çalışılmış. Çok kısa olan Kültür başlıklı ilk bölümde, Okay, kültür ve medeniyet kavramlarının hem toplumsal karşılığını belirmeye hem de kendisi için ne anlama geldiğini açıklamaya çalışıyor. Okay, Kâğıt Medeniyeti adlı ikinci bölümde her ne kadar tanımlamayı (Kâğıt Medeniyeti’ni) insanlığın geneli için yaptığını söylese de değerlendirmelerinin oldukça yerel kaldığı görülüyor. Bu bölümde toplum olarak okuma ve kitap kültürü açısından iç karartan ahvalimizi tarihsel bir analizle göstererek kültür bakımından kitabın ve okuryazarlığın önemi üzerinde duruyor. Üçüncü bölüme Teknoloji, Siyaset, Toplum başlığı verilmiş. Bu bölümdeki denemelerde yazın alanındaki değişim ve dönüşümlerin kültürel yansımaları ele alınıyor. Ekranın (bilgisayar) kâğıdın (kitabın) yerini alıp alamayacağı değerlendiriliyor. Okay sosyo-kültürel analizlerine yer yer siyasi eleştirilerini de ekleyerek meseleye geniş bir açıdan bakmayı deniyor.

Kâğıt Medeniyeti için eleştirel yönü baskın bir eser diyebiliriz. Yazılarında kültürel tekamül için elzem olan kavramlara değinen Okay, halk kültürü, milli kültür, popüler kültür gibi olguları değerlendiriyor. Sanat ve gerçek arasındaki ilişkinin anlamsal karşılığını göstermeye çalışıyor. Yazara göre modern hayatın getirdiği teknik ve teknolojik yenilikler kültürü yozlaştırmaktadır. Medya, teknoloji aracılığıyla mahremiyeti yok etmektedir. Toplumdaki hızlı değişim çalışma, dinlenme ve eğlenme vakitleri arasında bir dengesizliğe neden olmaktadır. Kapitalist düzenin kültürel faaliyetler kültürsüz bir kültürün oluşmasına zemin hazırlamaktadır. Bu doğrultuda şekil alan kültürümüzde okuma olgusu sadece bir eğitim faaliyeti olarak değerlendirilmektedir. Okumak denildiğinde çoğunlukla ders kitabı okumak ya da ders çalışmak anlaşılmaktadır. Bu bir başarısızlıktır ve bu eğitim politikalarının başarısızlığının başlıca nedeni üstünkörü yapılan değişikliklere bağlanabilir. Bu başarısızlık iktidara geçen siyasi anlayışların plansız ve basiretsiz politikalarının neticesidir.

Kitapta, edebiyatçılara göndermede bulunan çok fazla anekdot yer alıyor. Bu ilgi çekici detayların yanı sıra yazı ve şiirlerden yapılan alıntılarla metin zenginleştirilmiş. Eleştirilerin nostaljik değinilerle yumuşatılması okumayı keyifli hâle getirirken mukayeseli anlatım meseleyi anlamayı kolaylaştırıyor. Hemen hemen her denemede Okay’ın düşünsel bir imbikten süzer gibi açığa çıkardığı veciz cümleler bulunuyor. Kağıt Medeniyeti bizde pek dikkate alınmasa da bir kültür eleştirisi girişimi olarak eleştiri kültürünün oluşmasına katkı sağlamaya yönelik değerli bir çalışma.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp