20 Aralık 2021 Pazartesi

Görünen köy kılavuz ister

Ben, Nürnbergli Albrecht Dürer, 28 yaşında kendi kendimi yarattım.[1]
Artık sen ona benzeyeceksin.[2]

Aslında bu yazıya başlık olarak ‘Algı Her Şeydir’ kullanılabilirdi. Fakat insanın bir şeye ne kadar çok maruz kalırsa o kadar olağanlaştırdığı gerçeği beni bundan alıkoydu. Kuramsal açıdan iletişim (kullanımlar ve doyumlar [3]) ve psikoloji (sistematik duyarsızlaşma [4]) çalışmalarında etkinin maruz kalmayla ters orantılı sonuçlandığına dair yaklaşımlar mevcut. Bir başka deyişle, nicelik arttığında etki de artar düz mantığı her zaman aynı şekilde işlemiyor. Sosyal bilimlerin birçok dalında olduğu gibi, iletişim çalışmalarının da ortaya koyduğu bu gerçek konumuzla doğrudan ilişkili. En basit hâliyle, savaş ve benzeri olayların dehşetli yüzü bir görüntü hâline getirilip -artık zaman değil- an-aşırı sunulduğunda sıradanlaşıyor, olağanlaşıyor. Parçalanmış bedenleri görmek, görüntülemek vaka-i adiyeden. Başlıktan da anlaşılacağı üzere yazının konusu görüntü, görsellik: Görsel olanın, görünenin, görüntünün, imajın insan zihnindeki, muhayyilesindeki, tasavvurundaki etkisi ve gerek düşünce gerekse eylem olarak insanın karakterine ve hayatına yansıması şeklinde özetleyebiliriz.

Konu görsellik ve onun teorik-pratik uzamı olunca, her şeyden önce insan zihnine etkisinin farkında olmak gerekiyor. Görselin bu etkisini kabaca bilgi edinimi ve algı oluşumu şeklinde ikiye ayırabiliriz. İnsan her iki süreci farkında olarak veya olmayarak yaşıyor, deneyimliyor ve zihinsel süreçlerden geçirerek hayatına yansıtıyor. Bu alandaki araştırma verileri meselenin önemini vurgular nitelikte. Araştırmalara göre insan bilinçli şekilde öğrendiklerinin ya da farkında olmadan zihninde yer edenlerin %75-80’i görme aracılığıyla oluşuyor [5]. Duyma ve okumanın (ve varsa diğerlerinin) oranı görsel bilgi edinimi ve algı oluşumunun yanına bile yaklaşamıyor. Buraya kadar fıtri bir gerçeklik, yani varoluşu gereği her insanda bulunan bir özellik soz konusu. Görsel olan herhangi bir farklılığa takılmadan tüm insanlığı etkiliyor. Diğer yandan meselenin en kritik yeri de bu aşamada başlıyor.

Batı düşüncesinin ürettiği modernite tüm dünyayı etkisi altına aldığından beri sadece hayatın pratize olmuş hâlini değil, teoride kalan tarafını da düzenlemiş bulunuyor. Modern paradigma tohumlarını zihinlerimizde ekmiş durumda ve istesek de istemesek de yeşeren şey Batı’ya dönüyor yönünü. Doğal olarak bizim de yönümüzü oraya döndürüyor. Artık kendi değerlerine sahip olmak, yerel olmak, otantik olmak, muhafazakâr olmak, dindar olmak, mütedeyyin olmak çok da fark etmiyor. Modern paradigma bu kimlikleri ve tezahürlerini bir şekilde dönüştürüyor, kendine benzetiyor.

Tüm bunların yanında bugünün neredeyse tek yaşam alanı olan sanal dünyada görselin gücü eskisinden çok daha etkili, çok daha ileri boyutta tesir ediyor hayata. Bir kısmımız bu durumun farkında da olsak yapılabileceğimiz şey çok az. Bugün Batı dışı toplumlar kendilerini Batı’nın tanımladığı gibi tanımlıyor. Bu bir kabulleniş değil, açıkça yenilgi. Artık havsala işgal altında ve bu durumdan azade bir muhayyile ne yazık ki yok. Batı düşüncesi teorik gücünü görselin etkisiyle birleştirerek düşüncelerimizi inşa ediyor, hayatımızı düzenliyor, dönüştürüyor. İçinde olduğumuz bu durumun farkında olan ve görsel olana ayrı bir önem atfeden Dursun Çiçek, Fotoğrafın Ötesi’nde bu meseleyi irdeliyor. Muhit Kitap etiketiyle neşredilen iki yüz elli beş sayfalık eserde aynı konu etrafında gezinen yirmi iki deneme yer alıyor. Kitabın sonunda yer alan Okuma Önerileri’ni içeriğe etkisi ve katkısı nedeniyle bibliyografya olarak da düşünebiliriz.

Dursun Çiçek daha kitabın en başından ‘fotoğraf nedir’ diye sorarak onun ortaya çıktığı yer olan Batı ile ilişkisini irdeliyor. Tarihsel bir perspektiften fotoğrafın ne işe yaradığı, onunla ne yapıldığı, arka planında ne olduğu üzerine felsefi değerlendirmelerde bulunuyor. Fotoğrafın Batı’nın zihin dünyasıyla olan ilişkine yönelik verdiği cevap bazı şeyleri erkenden açığa çıkarıyor. Bununla birlikte fotoğrafı çekenin karakteri, düşüncesi, inancı, bakma biçimi, kültürü, ideolojisi, duygu durumunun fotoğrafa yansıdığını belirtiyor. Yazarın yaptığı değerlendirmelerden modern anlamıyla fotoğrafın Batı’nın zihin dünyasından ayrı düşünülemeyeceğini anlıyoruz. Zira hem fotoğrafı icat eden ve hem de fotoğrafçıyı yetiştiren orası.

Modern Batı düşüncesinin en temel özelliklerinden biri olan kural koyma, tanımlama, sınırlandırma ve çerçevelemeye yönelik işleyişi burada da karşımıza çıkıyor. Aristoteles’in (MÖ 384-322) fizik-metafizik tasnifi bugünün dünyasının aksi mümkün olmayan kategorizeleştirme vasfını oluşturuyor. Bugün söz konusu kategorizeleştirme eşyayı herhangi bir aşkın güce veya ilkesel kurala bağlı kalmadan kendi keyfiyeti içinde istediği yere yerleştirip, istediği gibi çıkarabiliyor. Dursun Çiçek bu durumu kitabın konusu içine taşıyarak ‘modern fotoğrafçılık gösterilmek istenen dışındakini ‘kadraj’ın dışında tutar’ şeklinde özetliyor. Çiçek, denemelerin hemen hemen hepsini bu anlam dünyası içinde şekillendirerek görüntünün modernitede geçirdiği aşamalar üzerinden total bir modernleşme sürecinin okumayı deniyor. Oldukça yoğun felsefi atıflar ve yorumlamalarla bu okumayı kotardığını söyleyebiliriz.

Müellif sık sık Rönesans, Reform Hareketleri, Aydınlanma dönemleri sonrasında ortaya çıkan rasyonalist-pozitivist (akılcı-bilimci) anlayışın arka planını irdeleyerek modern düşüncenin/hayatın gelişim ya da değişim aşamaları üzerinde duruyor. Buradaki gelişim ya da değişim, geleneksel anlayışta aşkın olan Tanrı düşüncesi veya inancının modernite ile ortadan kaldırılarak yerine her şeyin ölçütü olarak insanın, insan aklının koyulmasıyla başlıyor. Bu aşamada, akılcı paradigma Kilise’nin temsilcisi olduğu ve bir anlamda Tanrısal aşkınlık içeren mistisizme karşı kendi mistik anlayışını konumlandırıyor. Kısacası akılcı ve bilimci modern düşünce kendi ritüellerini ve metafiziğini oluşturarak bir anlamda dine dönüşüyor ve uygulamalarını adeta kutsallaştırıyor. Süreç sonunda bugünün dünyasını şekillendiren, düzenleyen, etkisi altında tutan anlayışın arka planını buradaki felsefi içerik oluşturuyor.

Dursun Çiçek bu çok katmanlı metnin içinde Batı düşüncesi içinde köşe taşı diyebileceğimiz filozofları ismen anmanın yanında modern paradigmaya yaptıkları düşünsel katkıları yerleştiriyor. Felsefi temelde oluşturulan bu düşünce insanın algı ve anlayışını da inşa ediyor. Bugün hayatımızı her açıdan işgal eden ve düzenleyen görsellik olgusunun bu inşanın ekseninde geçirdiği aşamaları irdeliyor. Diğer yandan görsel’in insan hayatındaki derin etkisi Rönesans, Reform Hareketleri ile başlayıp Aydınlanma ve nihayetinde modern dönemdeki etkin seviyesine ulaşmıyor elbette. Konunun arka planında antik döneme kadar uzanan bir etkileşim söz konusu. Rönesans ile başlayan süreçte görsel’in formu (kutsal olandan seküler olana doğru) değişerek günlük hayatın içine katılıyor. Dolayısıyla her ne kadar öncesi olsa da esas olarak Rönesans, Reform Hareketleri ile başlayıp Aydınlanma ile doruğa ulaşan modern düşüncenin ortaya çıkardığı yeni bilgi sistematiği ve bilme yöntemlerinin kullanılmasıyla değişen algılayış, anlayış, yorumlayış biçimleri görsel alanı da etkiliyor. Çiçek, bu noktada kitabın ana konusu açısından önemli bir detaya değiniyor: Süreç, içindeki felsefi açılımlarla beslenen yeni bir sanat anlayışını (modern sanat) ortaya çıkarıyor. Tıpkı modern felsefede olduğu gibi modern sanatta da aşkın olan Tanrı yerine içkin olan insan merkeze yerleştiriliyor. Yalnız burada insanın bu sürecin gerçekten öznesi olup olmadığı ayrı bir tartışma konusu diyebiliriz. Zira müellifin de dediği gibi özne olarak tanımlanan insan nesne olmaktan kurtulamıyor. Yazarın bu kapsamlı çabası aynı zamanda ortaya attığı görüş için de bir temellendirme ve gerekçelendirme işlevi görüyor.

Kitaptaki denemelerde karşılaştığımız en önemli detaylardan birisi, fotoğraf özelinde görsel olanın hakikat ve gerçek ile ilişkisinin ne olduğu. Çiçek, Batı düşüncesi içinde eleştirel yaklaşan filozof ve entelektüellerden örnekler vererek modern paradigmanın gerçeği yansıtmayan yönünün fotoğrafa da sirayet ettiğini göstermeye çalışıyor. Yapılan felsefi değerlendirmeler en başından bir kurgu olan fotoğraf çekiminin hakikate gelemeden gerçeği bozduğunu, kendine yeni bir gerçeklik ürettiğini ortaya koyuyor ve fotoğrafın görünen (gerçekte var olan) ve gösterilen (görüntü olan) arasında neye tekabül ettiği üzerine uzun uzun tartışıyor. Yazarın anlatmaya çalıştığı çerçevenin temel dinamiklerinden biri görüntü-görünen ayrımı olduğu görülüyor. Bu bağlamda modernitenin ortaya çıkardığı görüntü anlayışı insan merkezli, tekçi, dayatmacı, mutlaklaştırıcı iken gelenekte var olan görünen olgusunun çoklu perspektife sahiptir, dayatmacı ve insan merkezli değildir. Buradaki bilinçli çalışmanın toplumu yönlendirme ve şekillendirme konusunda önemli bir işleve sahip olduğunu söyleyebiliriz. Bu çıkarımı destekleyen ve kitapta sık sık yer verilen temel düşüncelerden biri, fotoğrafın yalnızca fotoğraf olmadığı. Zira görme biçimini düzenleyen felsefe yaşama biçimini de düzenleme özelliğine sahip. Bu bağlamda Dursun Çiçek fotoğrafın hakikat ile ilişkisinin koptuğunu söylemenin ötesine geçerek, onun kendi gerçekliğinden de azade olduğunu ifade ediyor. Gerçek olandan bir iz olma özelliğinden soyutlanan fotoğraf anlayışındaki bu durumu ‘temsilin mutlaklaştırılması’ şeklinde özetliyor. Bütün bunların sonucunda ortaya çıkan görüntü oldukça ilginç. Fotoğraf meselesi meşhur ‘tavşanın suyunun suyu’ fıkrasındaki duruma dönüşüyor. Hakikatten koparak, gerçek olanı kendi gerçekliği çerçevesinde yansıtan görsel unsur muhatabının kendi gerçekliği içinde bambaşka bir şey oluyor.

Görsel olanın seyri modernite ile akıl ve bilim tarafından düzenlenen bir ‘resim’ olma özelliği teknik ve teknolojinin gelişimiyle mekanikleşerek yeni bir boyut kazanıyor. Önce fotoğraf ve ardından sinemaya dönüşen görsel unsur yoluna artık daha güçlü devam ediyor. Bugüne geldiğimizde dijitalleşen görselliğin etkisi, zaten aşkın olandan soyutlanmış hayatı bir kez daha içkin olanın daha da içine gömüyor. Daha önemlisi, insanın, o olmadan var olamayacağı yanılmasasına kapılmasına yol açıyor. Bu yanılsama sonucu var olma dürtüsüyle hareket eden insan gerçeklikten koparak eşyaya olduğu gibi kendine de yabancılaşıyor.

Kitapta sıklıkla değinilen konulardan bir diğeri görsellik ile tüketim ilişkisi. Bugün için görselliğin en önemli etkilerinden birisi de kapitalist yapının bir aracı olarak tüketimi, tüketim kültürünü tetiklemesi diyebiliriz. Dijital dünya makineleşmenin bir uzamı olarak hayatı şova dönüştürüyor. Sanal ortamdaki şovmen bir yandan üretirken diğer yandan da ürettiğinden fazlasını tüketiyor. Sanal dünyadaki tüketime yeniden üretilmesi söz konusu olmayan mahremiyet de dâhil. İşin ilginci, geleneksel ve gerçek dünyada izleniyor olmak rahatsızlık verirken, gösteri toplumuna dönüşen sanal dünyada izlenmiyor olmak sorun oluyor. Zira görüntünün egemenliği gösteriyi zorunlu kılıyor. Gösterinin olduğu yerde gösteren vardır ve onun asıl işlevi teşhirdir. Teşhir ise çift yönlüdür. Görülme arzusunun yanında görme arzusu da gelişir. Sonuç itibarıyla ortaya tümüyle pornografi diyebileceğimiz teşhircilik ve röntgencilik çıkmış oluyor. Burada hakikati perdeleyen sadece yanılsamaya neden olan sanal görsellik değil, aynı zamanda görsel kirlilik de gerçeğin üzerini örtüyor. Çok fazla görüntü yanılsamaya neden oluyor ve insan gördüğü şeyden ya emin olamıyor ya da duyarsızlaşıyor.

Yazar, eserin amacı niteliğinde modernitenin insan için taşıdığı olumsuzlukları içeren görsellik olgusuna karşı İslami bir bakış açısıyla oluşturulmuş yeni bir görme biçiminin oluşturulup oluşturulamayacağını sorguluyor. Bunun her şeyden önce insanlık için bir gereklilik olduğunu vurguluyor ve önerisini İslami düşünce içinde var olan kavramlarla destekliyor. Yazarın burada dikkat çektiği en önemli detay, görsellik konusunda İslami literatürün çok katmanlı bir varlığa sahip olduğu. Zira, kısıtlı bir görme çerçevesi çizen mevcut kavram listesi, yazarın aktardığı kavramların yanında sönük kalıyor. Diğer yandan bu çok katmanlı tasnifi, yeni bir görme biçimini oluşturmanın ötesinde zaten var olan bir yaşama biçiminin de ‘göstergesi’ olarak değerlendirebiliriz. Fakat yazar gerçekçiliği elden bırakmayarak bu değişimin nostaljik-romantik geleneksel düşünceye dönüşle olamayacağının altını çiziyor.

Fotoğrafın Ötesi çok katmanlı bir metin olarak sadece görselin analizini yapmıyor. Aynı zamanda bir modernite ve modernleşme eleştirisi yaparak alternatif bir düşüncenin, muhayyilenin, eylemin imkânını arıyor. Görüntünün hem müteal (aşkın) hem de dünyevi tarafını (fiziki gerçekliğini) bir arada görebilen dengeli bir bakışa ve/veya anlayışa ihtiyaç duyulduğunu belirtiyor. Batılı muhayyilenin aşkın olandan soyutlanmış, tek taraflı, akılcılık ve bilimcilik ile dizayn edilmiş bir perspektife dayalı görme biçimi yerine aşkın olanı içeren, dengeli, itidalli ve eşyayı kuşatan bir görme biçimidir bu. Tüm bunların yanında görsel olanın, görüntünün, fotoğrafın inanç, ahlak, etik, şehir, doğa, tüketim, aile, iletişim, toplum, iktidar ve ekonomi gibi birçok kavram ile ilişkisini de irdeliyor. Kitabın tamamındaki en önemli vurgulardan biri, postmodernitenin aslında modernitenin devamı olduğu yönündeki kanaat diyebiliriz. Yazara göre postmodernite modernitenin bitişi değil, modernitenin ortaya çıkardığı krize modern aklın yeni bir çözüm arayışından ibaret. Diğer bir deyişle, modernitenin kendini yenilemesi, yeni bir aşamaya geçmesi olan “postmodernite, modernitenin simüle olmuş hâlidir.” Buradan mülhem, bugünün dünyası kesinlikle moderniteden bağımsız bir atmosfere sahip değil. Aksine, hayatı şekillendiren paradigmanın tümüyle moderniteye ait olduğunu söyleyebiliriz.

Dursun Çiçek, birçok yerde görme biçiminin modernite öncesi ve sonrası değişimine dikkat çekiyor. Görme olgusunun tarihsel süreçteki farklılıkları sebep ve sonuçlarıyla açıklamaya çalışıyor. Metinde dikkat çekilen sürecin dünyanın içinden geçtiği paradigmal değişimle doğru orantılı oluştuğunu görüyoruz. Bu bağlamda Batı düşüncesinin akılcı-materyalist yönü varlıkta olduğu gibi görünenin de metafizik uzamını yok ettiğinden metafizik uzamından soyutlanan görünen, görüntüye dönüşüyor. Oysa İslam düşüncesinde görünen temsil ettiği şeyden bağımsız değildir ve bu yüzden ne sanallık ne de mutlaklık izafe edilebilir. Her şeyden önce İslam’a göre bakma/bakış sırf görmeyle alakalı değildir. Bilme ve şahitlik ile yakından ilişkilidir. Bu sebeple Müslüman kendi değeriyle bir görme biçimi oluşturmalıdır. Metnin satır aralarında Müslüman bireyin nasıl bakması gerektiğine dair müellifun görüşleriyle karşılaşıyor okur. Örneğin ‘Batı düşünce dünyasına dâhil olmayan birinin fotoğrafı kullanmasının yolu olabilir mi’sorusunun cevabı aranıyor. Moderniteden kaçış olmadığına göre, tüm cihetleriyle görüntü ve görsel olgularını modernitenin özelliklerinin içkin olduğu şeklinin dışında ele alabilmek zor gözüküyor. Daha önemlisi, verilen cevaplar hayatın içine aktarabilir mi sorusunun teoride yanıtı olsa da pratikte muğlak olduğunu kabul etmeliyiz. Zaten Dursun Çiçek de eğer “bir hafıza, ortak bir dil, hayat nizamı ve dünya tasavvuru yoksa bu mümkün degildir” diyor. Ona göre Batı’da ortaya çıkmış ve Batı düşüncesine eleştirel yaklaşan görüşleri araçsallaştırarak kendi değerlerimize, ahlaki anlayışımıza, ortak dil ve hafızamıza, dünya görüşümüze ve bu unsurların çerçevesini çizen hayat nizamına uyumlu bir anlayış geliştirilmelidir. Dursun Çiçek anlattıklarının hülasası olarak çok daha zor olanı öneriyor ve “düşünmek yalnızca kavramlara bağlı kalarak yapılan zihinsel bir uğraş mıdır, görmeye dayalı alternatif bir düşünme biçimi oluşturulabilir mi” diye soruyor. Henüz tam anlamıyla çözümleyemediğimiz için etkilerinden kurtulamadığımız Batı tarzı görme biçiminden yakamızı kurtatıp bize özgü görme biçimini inşa ederek yeni bir düşünme biçiminin zeminini oluşturabilir miyiz? Bu ‘hakikaten’ mümkün mü diye sormadan/düşünmeden edemiyor insan.

Fotoğrafın Ötesi öğreticiliğinin yanında üzerinde ciddi anlamda düşünmemiz gereken tek bir konuyu değil, birbiriyle bağlantılı birçok konuyu bir araya getiren analitik bir çalışma. Oldukça istifade ettiğim bir gerçek fakat elbette doğal olarak şerh düştüğüm ve eleştirdiğim kısımları bulunuyor. Daha spesifik olanlar bir yana, kitabın genelinde gördüğüm birkaç örneği baraya aktarmak isterim. Bunlardan biri, yazarın (hikmet kısmını ayrı değerlendirmek kaydıyla) hikmet ve irfan geleneği adıyla kişiye özel olan tasavvufi/sufi anlayışı genele teşmil edilerek ‘mutlaklaştırmaya’ çalışması. Oysa kitapta Batı düşüncesine yapılan en temel eleştiri konularından birisi mutlaklaştırma olarak karşımıza çıkıyor. Yine aynı anlayışın bir uzantısı olarak ‘varlığı birleme’ çabasının sözü edilen sorunları çözmeyeceği gibi bugünkü durumumuzun nedenlerinden biri olduğunu düşünüyorum. Bu bağlamda kitapta yer alan irfani gelenek konusundaki tevile kaçan yorumları aşırı (aşırı-yorum) bulduğumu söylemeliyim. Kitabın genelinde yer aldığı için dikkat çekmek istediğim bir diğer konu ise denemelerde çok fazla tekrar bulunuyor olması. Müellif her ne kadar farkında olduğu bu durumun anlamaya katkı sağlayacağını söylese konuya vâkıf ya da metnin takipçisi okur için yorucu olabiliyor. Bir yerden sonra aynı yeri okuyorsunuz hissi oluşuyor.

Son söz olarak, Dursun Çiçek’in fotoğrafçılık konusundaki ustalığının hakkını en başta vermemiz gerekir. Kendisi bu toplumda fotoğrafçılık ile ilgili söz söyleyecek dikkate değer kişilerden birisi. Bununla birlikte, kitapta yapmaya çalıştığı şeyin sınırları zorladığını da kabul etmeliyiz. ‘Görsellik’ (bakma, görme, gürünen, görüntü, imaj) üzerinden moderniteyi, modern düşünce ve yaşam biçimini anlamaya ve açıklamaya çalışmak bizim zihin coğrafyamızda oldukça zorlayıcı bir çaba. Yukarıda da değindiğim gibi, Dursun Çiçek bu zorlayıcı çabayla yetinmeyerek ötesine göz kırpıyor. Bize has bir görme biçimi felsefesine işaret eden bu özgün çabayı takdir etmekle kalmayarak, alanla ilgilenen muhatabın müteşekkir olması gerektiği kanaatindeyim. Zira artık görünen köy kılavuz istiyor.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

[1] Albrecht Dürer’nin (1471-1528) otoportresine düştüğü not.
[2] Pablo Picasso (1881-1973) Amerikalı ressam, yazar, şair Gertrude Stein’in (1874-1946) portresini yaptığında, Stein portrenin kendine benzemediğini söyleyince Picasso bu cevabı vermiştir.
[3] Erkan Yüksel vd., İletişim Kuramları. Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Yayınları, 2013, s. 96.
[4] Rasim Bakırcıoğlu, Ansiklopedik Eğitim ve Psikoloji Sözlüğü. Ankara: Anı Yayıcılık, 2012, s. 53.
[5] Ahmet Şerif İzgören, Dikkat Vücudumuz Konuşuyor. Ankara: Elma Yayınevi, 2010, s. 19-21.

18 Aralık 2021 Cumartesi

Ait olduğu yeri arayanların öyküleri

Öyle kafanızın karıştığı, göğsünüzün önüne geçemediğiniz bir his yoğunluğu ile ağırlaştığı dönemler vardır ki, adını koyamaz, hâkim olamazsınız kendinize. Hayatınızda hiç yaşamadığınız bir sarhoşluğu hissettirir size o anlar. Böyle hislerin içinin etrafınızdaki kötü örneklerin size doğru yolladığı negatif enerjiyle, bazen günlük hayatınızın ve bilinçaltınızın size gösterdiği tabire muhtaç olmayan karmakarışık rüyalarla dolu olduğunu bilir, yine de tatmin edemezsiniz kendinizi. Bu çukurun içinden çıkmak ister, ama çıkamazsınız. Peki ne merhem olur bu anlara? Nasıl olduğunu anlayamadığınız bir şekilde sevdiğiniz, kapıldığınız insanların yanınızdaki, kaburgalarınızın içindeki bir kara noktadaki varlığı. Öyle söylüyor ya Barış Manço: “Nasıl olduğunu anlayamadım ama seviyorum seni delicesine.

Böyle insanların hayatınızdaki varlığıyla, daha genel geçer bir ifade ile, sevgiye bağlı olarak oluşan bir aitlik duygusuyla çözülür her şey. Gönül, asla yalan söylemez. Dışarısı hep bizim içimizin yansımasıdır aslında. Melisa Kesmez, Nohut Oda’da, dışıyla içi arasında kalan insanların, ait olduğu yerin arayışında olanların, yalnızlığı kendine düstur edip kabuğuna çekilenlerin, geride, kendiyle bir başına kalıp gidenlerin arkasından bakanların, bazen bir kedicikte aitliği arayanların hikayelerini anlatıyor bize. Öykülerdeki karakterler, bazen çocukluklarını kendi iç dünyalarındaki bir karanlık odada muhafaza ediyorlar, bazen duygu sellerinden, fırtınalardan sonra serin ama üşütmeyen bir rüzgâra bırakıyorlar gönüllerini. Bazen de âşıklar baş başa kalıyor. Kitabın kapağını ilk açtığınızda karşınıza çıkan iki epigraf konuyu haber veriyor size, hissettirerek…

Kendini bildi bileli kabuğunu arayanlara…

Yaşamın ilk çabası kabuk oluşturmaktır.

Yukarıda değindiğim o aitlik duygusunun Nohut Oda’daki ifade ediliş tarzı olmasa da, hissettiriliş tarzını, koklattığı atmosferi Nermin Yıldırım’ın romanlarındaki aitlik kavramının işlenişine benzettim. Bazı öykülerde, özellikle “Annemin Çadırı” öyküsünde, aitliğin, gerçek bir aitlik duygusu veren sevginin olmadığı bir evdense, bir çadırın bile daha huzurlu olabileceğini çok sağlam şekilde vurguluyor yazar. Ayrıca “aile” kavramı içinde anne babası arasında devamlı bir sevgi emaresi görmeye çalışan çocukların yıpranmışlığına da değiniyor.

Ailemizi aynı çatı altında kenetleyen şey eşyaydı sanki; tek sandalyesini kullanmadığımız dört kişilik yemek masamızdı, odalarımızı birbirine bağlayan koridorlardı, yüzümüzü birbirimizin ıslaklığına kuruladığımız havluydu, paltolarımızı birbirine sarılma mesafesinde muhafaza eden portmanto, çamaşırlarımızı birbirinin kirli sularında döndürüp duran çamaşır makinesi…

Beni dünyaya getiren şeyin mayasında tek taraflı da olsa aşk vardı. Sevindim o zaman. Hiç sevinecek zaman değildi ya, yine de sevindim ben.

Kitapta temel tema olarak gördüğüm meselelerden biri de, adı çok geçmese de aşk idi. Ancak Melisa Kesmez, öykülerinde aşkı, aşk kavramını, aitlik duygusunun içine doldurarak, aitlik ve aşk kavramlarını birbirine sarmalayarak işlemiş. Nitekim, “Görüşürüz” adlı öyküde aşk kavramının bir tanımı yapılmış ki, çok etkili olduğunu düşünüyorum:

Ayaklarımızın altında bir zemin yok artık. Bir çatımız da. Gelecek yok. Geçmişin izleriyse çoktan silinmeye başladı. Aşk, bize bu sonsuz boşlukta ev olacak tek şey.

Bazı kitaplar hem kurguları hem de atmosferleri itibariyle gönül telinize dokunur okurken, ama bazıları vardır ki, deniz kıyısında saçınızı hafifçe savurtan bir rüzgârın yakıcılığı misali, kurgusuyla çok yaklaşmasa da, atmosferi itibariyle burnunuzdaki bir kılcalı kanatır. Sizi kendinizden alır, biraz gezdirir, nefes aldırır, burnunuzu sızlatır, sonra kendi sinenize tekrar bırakır. O kitabı bitirdiğinizde geriye kalan, çoğu zaman gamzelerinizi bile belli ettirmeyecek kadar küçük bir tebessümdür. Nohut Oda böyle kitaplardandı benim için, okumak isteyen herkese, keyifli okumalar diliyorum. Bu arada, ince belli bardakta tavşan kanı bir çayın da, Nohut Oda’nın yanına çok yakışacağını düşünüyorum.

Nida Karakoç
twitter.com/nida_karakoc

Bizi bize anlatan öyküler

Tarihi Hoşça Kal Lokantası, Şermin Yaşar’ın yirmi dokuz öyküden oluşan bir öykü kitabı. Yazarı ilk önce çocuk kitaplarıyla tanımış ve çocuklar için yazdıklarını çok kıymetli bulmuştum. Yetişkinler için yazdığı bu kitapta da kendimden bir şeyler bulup öykülerini beğenerek okudum.

Kitaptaki “Kaya Bakkaliyesi” adlı ilk öyküde şu cümleler dikkatimi çekiyor: “İnsan burada her aradığını bulabilir, bazen ne aradığını bilmeyen insanlar da gelir; ama onlar dahi aramadıkları şeylerin dışında, aslında aradıkları ama aradıklarını unuttukları bir şeyler alıp giderler.” Yazar burada bakkaldaki ürünlerden bahsediyor fakat cümlelere yoğunlaştıkça öyküden bağımsız olarak hayatla bağdaştırdım bu okuduklarımı. Dünya da insanların her aradıklarını bulabildikleri yerdir. Bazı insanlar vardır; hedefleri, istekleri, ne aradıkları bellidir. Öyle insanlar da vardır ki akışa kapılıp giderler, nereye gittikleri belli değildir. Fakat öyle ya da böyle bu dünyadan herkes payına düşeni alır. Hedefi için yeterince savaşan insan aradığını alır, bir hedefi bile olmayan insan ise payına düşene zaten razıdır. Öyküye dönecek olursak yazar öyküyü bitirirken söz konusu Kaya Bakkaliyesi’ne gelen herkesin “yine bekleriz” diyerek uğurlandığını söylüyor. Az önceki benzetmeyle ilişkilendirelim; biz bu dünyaya yine beklenecek olsak bile gelmek ister miyiz? Üzerinde günlerce düşünecek olsak bile sanırım bu soruya net bir cevap veremeyiz.

Kitabın ilerleyen sayfalarında “Kusura Bakma Dağları” adlı bir öyküye düşüyor yolumuz. Yazar kalp için kurduğu şu etkileyici cümlelerle giriş yapıyor öyküye: “Kalbim, tüm vücudum içerisinde, hassaten jeolojik bir öneme sahiptir. Şimdi şu çorak halini görünce insanın inanası gelmiyor tabii ama sizi temin ediyorum, buralar eskiden hep dutluktu. Öyle ki bakmaya doyamazdınız.” Bu cümlelerden sonra söz konusu kalbin yorulmuş, kırılmış ve yıpratılmış olduğu kanısına varıyoruz ve devam eden cümlelerde kalbi kıran kadar kalbin sahibinin de buna izin vermiş olduğu için kendisini suçlu hissettiğini görüyoruz: “Mal sahibi zamanında araziyi iş bilen bir müteahhide verseydi; o ağaçları yerinde bırakır, cevherin kadir kıymetini bilir, orayı öyle güzel imar ederdi ki rahmetli Tanpınar altıncı şehir diye kalbimi yazardı.” Bir yerde bir sorun, bir olmaz, bir çıkmaz varsa oradaki sorun asla tek taraflı değildir. Bu öyküde de gördüğümüz üzere kalbin kırılma mevzusu da aynı şekilde… Kalbi kıran zaten tartışmasız bir şekilde suçlu fakat o kalbin sahibi de buna izin verdiği için kusurlu. Hâl böyle olunca “sevdim” diyerek çıkmaya çalışıyoruz bazı meselelerin içinden, fakat yaptığımız her hataya sevgimizi şahit tutmak yerine mantığımızı da devreye sokarsak belki de olası kalp kırıklıklarından kendimizi korumuş oluruz. Çünkü bunca kusurdan sonra “kusura bakma” deyip işin içinden çıkacak kadar da “umursamaz” olabiliyor bazen kalbi kıran taraf. Her şeyin bu kadar kolay olmaması gerektiğini de şu cümlelerle anlatıyor yazar: “Beş dakika gecikince ‘kusura bakma’ dersin, birine kazara bir omuz geçirince dersin. Fakat insanın kalbini dağlayınca denir mi?” Ama diyorlar… İnsanı kırıklarla dolu bir kalple yapayalnız bırakıveriyorlar. Hatta hiç ardına bile bakmıyor bunu yapanlar. Yıllara, hatta bazen koca bir ömre mal oluyor belki de o hatalar. Bunu da ne güzel ifade ediyor Şermin Yaşar: “Yine de kusura bakmadım. Sadece kusura değil, kimselere bakmadım, kendime bakmadım, önüme bakmadım, arkama bakmadım… Ardından, ömrü billah kimseyle aynı yastığa baş koymamış, kimseye inanıp güvenememiş, suratsız ve depresif bir coğrafya öğretmeni olarak öylece kalakaldım.

Kestane Karası” başlıklı bir öyküyle karşılaşıyoruz kitabın sonlarına doğru. “En büyük umutsuzluk, neyi aradığını bilmeden aramak diye okumuştum bir yerlerde.” diyor yazar bu öyküde. Çağımızın en büyük sorunu, umutsuzluk… Yarından umudu olmayan pek çok insana rastlıyorum bir yerlerde ve bu durumu değiştirmek için elimizi taşın altına koymazsak çok daha büyük sorunlarla karşılaşacağız uzun vadede. Umudu çoğaltmalı ve etrafımıza yaymalıyız. Umut etmek için kendimize sebepler aramalı ve bulmalıyız. Evet, kötülüğün kol gezdiği bir dünyada yaşıyoruz. Fakat kötülerin varlığı kadar iyilerin çabasını da görüyoruz. Yağmur yağdığında “Yaşasın, susuz kalmayacağız!” diyen bir çocuğun masumiyeti, bu hayat için hâlâ umut etmemize yetebilir. Bir kitapta da arayabiliriz umudu, okuduğumuz bu öykü kitabında da bulabiliriz. Biz yeter ki isteyelim, umut etmekten hiç vazgeçmeyelim. Kitapları ve kelimeleri kendimize dost bilelim.

Bizden, içimizden, sokağa çıkıp biraz yürüsek rastlayacakmışız gibi hissettiğimiz kişilerin olduğu öykülerden oluşan bir kitap Tarihi Hoşça Kal Lokantası. “Umudunu kaybetme, yalnız değilsin, hepimiz benzer dertlerle sınanıyoruz.” diye fısıldıyor âdeta, okurlarının kulağına…

Nur Özyörük
twitter.com/nurozyoruk

10 Aralık 2021 Cuma

Bir güzel kelimenin peşinden açılır bir gönül

"Dil taşıyıcıdır; bir milletin kültürünü, sanatını, îmânını, düşünüş sistemini, yaşayış özelliklerini, sahip olduğu değerleri asırlar boyunca dünden bu güne taşıyan kutsal bir nehir gibidir."
- İlhan Ayverdi (Misalli Büyük Türkçe Sözlük)

Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Fütûhat-ı Mekkiyye'sinde; bir kelimenin onu işiten herkeste iz bıraktığını, bu yüzden Arapçada kelimenin yaralamak anlamına gelen "kelem"den türediğini söyler. İşiten, konuşan ve yazan herkesin hem yaralı hem de yaralayıcı olduğunu düşündüren bu hatırlatma şunu çağrıştırmalı belki de: Hâlden anlamak ancak insan olabilene mahsustur. William Shakespeare'in "Yarayla alay eder yaralanmamış olan" dizesini en güzel ifade eden hikâye Hoca Nasreddin'de yer bulur: Gece boyunca kar yağmıştır ve hoca damın çökmesinden endişe eder. Kan ter içinde dama çıkar, temizleye başlar. Derken ayağı kayar ve damdan düşer. Komşular hocanın durumuna feryad edip "Derhal hekim çağıralım" derler fakat hoca durdurur: "Hayır ben hekim falan istemem, bana damdan düşmüş birini getirin."

Sure-i İbrahim'de "Güzel bir söz, kökü (yerde) sabit, dalları gökte olan güzel bir ağaç gibidir." buyrulmuş. Kalplerin Tabibi "Ya hayır söyle ya sus" öğüdünü vermiş. Demek ki kelime, sahiden de yerini bulduğunda, insanını bulduğunda anlamlı olabiliyor. Kelimelere ve onların köklerine olan sevdam Nihad Sâmi Banarlı'nın Türkçenin Sırları adlı kitabını okuduğumda başlamıştı. Lütfen okuyunuz, okuduysanız bir daha okuyunuz ve çocuklarınıza, sevdiklerinize armağan ediniz. Ta lise yıllarında alıp okuduğum bu kitabı kütüphanemden yürüten her kimse, ona da kaşlarımı çatıp parmağımı sallayarak şöyle diyorum: Helal-i hoş olsun. Yeter ki Türkçe'ye sevdalı ol.

Etimoloji, kelimenin yara olduğunu öğreten bilimdir. Sosyal medyada son yıllarda rastladığım en güzel hesaplardan (twitter / instagram) birinin de adıdır. Erhan İdiz'in kitabı Sözün Başladığı Yer, bize bu bilimin hayretler veren yanlarını hatırlatıyor. İşitebildiğimiz, konuşabildiğimiz ve yazabildiğimiz her an için şükretmeye bir vesile. Kitaptan, en sevdiğim renklerden hâkîyi anlatan bir misal: "Toprak, toprağa ait, toprakla ilgili demektir. Yeşile çalan toprak rengi olarak da bildiğimiz hâkî, Farsça hâk 'toprak'tan geliyor. Kelime insanı anlatmak için de kullanılır. Geldiği yeri unutmaması için insana hâkî denir, yani topraktan olan."

Hâkî, hakîkî, hakîkat. Bir bağlantı var mı? Dil sevdası bu tip sorularla başlar, tadına doyum olmaz. Kelimelerin kökenine doğru bir yolculuğa çıktığımızda, bugün ağzımıza pelesenk olmuş sözcüklerin de çıkış noktasını öğrenmiş oluyoruz. Mesela sosyal medyada güncel hadiseler karşısında bir reaksiyon olarak ortaya çıkan ve psikolojik şiddet olarak görülen "linç", hikâyesi itibariyle pek ilginç: "Linç, Amerikalı bir yargıcın adıdır. Normalde bir lahana yetiştiricisi olan Charles Lynch (Linç) Amerika'nın iç savaşla çalkalandığı günlerde yargıçlık yapmıştır. Beğenmediği herkesi yargılayan ve garip cezalar veren Lynch, hızlı ve adaletsiz yargılamanın adı olmuştur. Sanıkları adil bir yargılama olmadan kalabalığın önüne atan Lynch’in bu cezaları Senato tarafından onaylanmış ve tarihe Lynch Yasaları olarak geçmiştir. Linç, yığınlar eliyle infazdır. Cehaletin göstergesidir. Toplumsal ve kişisel cehaletin."

Erhan İdiz bizi kelimelerin anlamla buluştuğu noktaya çekerken, dilin anlam arayışı içinde nasıl bir öneme sahip olduğunu da hatırlatıyor. Türkülerimiz, atasözlerimiz, deyimlerimiz ve birçok geleneğimiz esasında dilin anlamla buluşmasıyla ortaya çıkmış. Bu zenginliğin kaynağını bilmek, insanın ayaklarını yaşadığı coğrafyaya daha sağlam basmasını sağlarken, günümüzde sık görülen "bir yere ait olmama" duygusunun da önüne geçiyor. İdiz, kelimelerin peşine düşme hikâyesini şöyle anlatıyor: "Aşkın, sarmaşık ile aynı kökten geldiğini ve ikisinin de iç içe geçmek olduğunu öğrenince kelimelerin peşine düştüm. Yalnızca Farsça pa “ayak” kelimesinden patika, paytak, pabuç, paça, piyon, paten, sehpa, pedikür, payitaht, podyum ve futbol gibi sözcüklerin türetildiğini fark edince etimolojiye olan ilgim arttı. Teyzeye aslında hala dendiğini; üzmenin kesmek anlamına geldiğini; hasretin hasar verdiğini; tahammül, hamal ve hamilenin ortak noktasının yük olduğunu bu yolda öğrendim."

Yıkılma Sakın'ı, özellikle İsmet Özel'in kendi sesinden dinlediğimizde "Sana durlanmış kelimeler getireceğim / pörsümüş bir dünyayı kahreden kelimeler / kelimeler, bazısı tüyden bazısı demir..." dizeleri kulağımızdan gönlümüze daha sert iner. Şiirin meselesi de budur. Kişiye bir gönlü olduğunu hatırlatmak. Kelimeler, birkaç harften ibaret değildir. Onda tarifi mümkün olmayan duygularla bizi hayata tutunduran düşünceler bir araya gelir. Kimisi bunu resimle, kimisi heykelle yapabilir. Şarkı sözü yazılır ama müziksiz akılda kalması güçtür. Özellikle eski(mez) alfabemizi bilenler ve yazanlar hep şunu söylerler: O harflerin hem yazılış anında hem de okunuş anında bambaşka bir ahenk vardır. Durdukları yerde bile konuşur harfler. Göze ve gönle aynı anda hitap eder. Eskiden sadece tekkelerde değil evlerin en görünen noktalarında hatların, levhaların olması en çok da bundandır. Kökü geçmişte olan bir sahafa girdiğinizde her bir yanda bu harfleri görmek size müthiş bir manevi kuvvet verir. Çekim yasasının hikmeti ortaya çıkar böylece: O güzeldir, güzel olanı sever.

Özellikle Anadolu'da, eskiden biri ortalıktan uzun süre kaybolduğunda "kırklara karıştı" denirmiş. Bu sözün kökünde tasavvuftaki kırklar meselesi vardır. Gayb aleminin erenleri. Yine biri öldüğünde mesela, "hayatını kaybetti" denir. Buradaki kaybetme, bir şeyi yitirme anlamına geldiği gibi diğer anlamı da yine tasavvufîdir: gayba karışma, yokluk alemine göçme. Arife tarif gerekmez, abdal olan anlar gibi deyimlerimiz de yine Anadolu erenlerinin dilimize aşıladığı meyvelerdir. Bu misallerin de sonu yoktur. Bir ihtiyar, "yol göründü, çizmeleri giydim" ya da "ata eğer vuruyorlar artık" deyince anlarız ki bize öleceğini haber ediyor. Sezai Karakoç, "Artık ben gideceğim, ata eğer vuruyorlar / hatıralarımı birer birer yakacağım" der Monna Rosa'da. Madem gitmekten söz ettik, o hâlde "tahta at" kavramını da açalım. Malumunuz çocukların bir zamanlar en sevdiği oyuncaklardan biriydi tahta at. Üzerine binip "dıgıdık dıgıdık" gittiklerini düşünürler, hayal kurarlar, eğlenirlerdi. Diğer yandan tahta at, tabutu simgeler. Necip Fazıl'a kulak verelim: "Ölüm ölene bayram, bayramda sevinmek var / oh ne güzel bayramda tahta ata binmek var."

Birçoğumuz yol kelimesini çok severiz, yol fotoğraflarını ve yol türkülerini de. İnsan hep gitmekten örülmüştür sanki ama mutlaka bir yerde durmak, soluklanmak ister. Çünkü yaşamak yalnızca gitmekle değerlenmez. Durmak insanı biçimlendirir. Erhan İdiz bizi yol kelimesine daha da ısındırıyor kitabında: "On sekiz farklı anlamı vardır yol kelimesinin. Fakat ulaşım ve yöntem anlamları diğerlerine göre ağır basar. Yol, yürek ve yürümek sözcükleri aynı kökten geliyor. Türkçede birbirine bu kadar yakışan başka akraba kelimeler var mıdır? İki yüreğin aynı yolda yürümesinden daha güzel bir şey var mıdır?"

Sözün Başladığı Yer, lezzetinden ve manasından giderek uzaklaştığımız dilimizin kıymetini yeniden hatırlatıyor. Kitabın son sayfası da bitince, insan o lezzeti aramanın yollarını düşünüyor. İşte tam o esnada raflardan Karacaoğlan ile Yunus Emre, Ahmet Hamdi Tanpınar ile Sâmiha Ayverdi gülümsüyor...

Yağız Gönüler

Gidilmeyen yollar insana çok şey kaybettirir

Kimi aşıklar vardır ki ne yaparlarsa yapsınlar vuslata eremezler, vuslata erseler bile kader bir cihette onları rüzgarda savrulan yapraklar misali ayrı ayrı yollara savurur. Mutluluktan ziyade hüzünleri tattırarak onları bir ömür boyu hasret içinde yaşatıp, ölümün soğuk kucağına teslim eder... Sabahattin Ali, böyle bir aşkın üzerine yazmış Kürk Mantolu Madonna kitabını. Birbirini çok seven fakat kavuşamayan iki sevgili... Roman ise adı bilinmeyen bir karakterin Raif Efendi'yle tanışıp, onunla arkadaş olmasıyla başlıyor. Raif Efendi, o kadar içine kapanık, adeta kilitli bir günlüğe yazılmış yazılar gibi kendini saklayan, gizleyen, sessiz bir adamdır ki diğer kahraman tarafından hayatı çok merak edilir. Bir gün arkadaşının çok hastalanmasıyla da evine sıklıkla gitmeye başlar. Öyle ki hane halkıyla tanış olup aileden biri gibi olur. Fakat onun tek muhatabı Raif Efendi’dir. Ne gözü ondan başkasını görür ne de kulağı ondan başkasını duyar. Tek düşündüğü bir şey varsa da karşısında duygularını yitirmiş bu adamın hayat hikâyesidir ki işte kitabın bu kısmında ortaya siyah kaplı bir defter çıkar.

Kahraman, nihayet eline geçen bu defterle arkadaşının hayatına dair bir şeyler öğrenmenin heyecanını yaşarken, Raif Efendi defteri sobaya atmasını ister. Fakat o, telaşla ve ısrarla bunu yapmak istemediğini bir gecede olsa defteri alıp okumayı talep eder. Nihayet bu isteği kabul görülür ve defter bir gece boyunca onda kalır...

Raif Efendi’nin gizemli hayatı ise 20 Haziran 1933 tarihinden itibaren yazdığı yazılarla yavaş yavaş gün yüzüne çıkmaya başlar... Havran’da başlayan hikâye ilk önce İstanbul’la daha sonra Berlin ile devam eder... Kimi insanlar vardır ki ne kadar kalabalığın içinde bulunsalar da kendi içlerinde kurdukları dünyalarında sessiz sedasız yaşarlar. Kimseye tebessümlerini, ağlayışlarını, acılarını hissettirmeden usulca ömürlerini tamamlayıp dünyadaki yolculuklarının sona ermesini beklerler. Raif Efendi de böyle bir adamdır. Çocukluğundan beri içine kapanık, kitaplarla dost olan, resim yapmayı çok seven, duygularını belli edemeyen belli etse dahi utangaç olan bir karaktere sahiptir. Onun bu halleri ise babasının hiç hoşuna gitmez. Sürekli küçümseyici tavırlarla oğluna yaklaşır. Yaralayıcı sözler sarf eder...

Aradan zamanın geçmesiyle de nihayet delikanlılık çağına ulaşır. Babasının isteği üzerine İstanbul’a okumaya gider. Fakat bir türlü İstanbul’da tutunamaz. Havran’a dönmek için mektup yazar. Babası ise memlekete dönmeyip, Almanya’ya gitmesini ister. Amacı oğlunun “mis sabunculuğu” öğrenip kendi sabunhanesini büyütmesidir ki bu fikir Raif Efendi’nin hoşuna gider ve Berlin’e yolculuğu başlar...

İlk günlerini kendini ifade edecek kadar lisan öğrenmeye ayırırken geri kalan zamanını şehri dolaşmak için ayırır. Pansiyonda da bir iki kişiyle arkadaşlık yapmaya başlar. Fakat bir gün sokaklarda rastgele gezerken kendini bir serginin açılışında bulur. İçeriye girdiğinde birçok tablo ile karşılaşır. Ancak onu etkileyen bir tablo olur. O da Kürk Mantolu Madonna’nın portesidir. Gözleri bir an olsun ondan ayrılmaz, olduğu yerde mıhlanmış gibi durur. Bir süre sonra tablonun, Maria Puder isminde ressam bir kadına ait olduğunu öğrenerek, sergiden ayrılıp tekrar pansiyona geri döner ama aklında hep o gördüğü görüntü vardır.

Olaylar ise bu kısımdan sonra hızla gelişir. Raif Efendi her şeyi anlar ve Maria ile aralarında garip bir ilişki başlar. Garip diyorum çünkü; bir tarafta hayata, insanlara, aşka, özellikle erkeklere inancını yitirmiş bir kadın vardır. Diğer tarafta ise sevdiği kadın için ömrünü feda edebilecek kadar aşık bir adam...

Bu iki zıt karakter Berlin’in soğuk, karlı günlerinde gece gündüz demeden dolaşırken yılbaşının gelmesiyle kendilerini bir türlü anlam veremedikleri, manasız bir eğlencenin içinde bulurlar. Sabah olunca da bir rüyadan gerçeğe uyanmış gibi ertesi günü karşılarlar ama Maria kesin bir kararla Raif Efendi’nin gitmesini ister. Raif Efendi, bu isteyin karşısında şaşkına uğrarken çaresizce çıkıp gider ve bir ölüden farksız olarak günlerini yaşamaya devam eder. Fakat bir gün sevdiği kadının hasta olduğunu öğrenince tekrar onu bularak yanına olur. Kader yine onları kötü bir vesileyle de olsa bir araya getirir. Maria ise Raif Efendi’den uzak duramayacağını ve onu gerçekten çok sevdiğini anlayarak gönlünden geçenleri dile getirir. Bunu ise şu sözlerle ifade eder:

Beni bu kadar çok sevdiğine bir türlü inanamadığım için, sana aşık olmadığımı zannediyormuşum... Bunu şimdi anlıyorum. Demek ki, insanlar benden inanmak kabiliyetini almışlar... Ama şimdi inanıyorum... Sen beni inandırdın... Seni seviyorum... Deli gibi değil, gayet aklı başında olarak seviyorum...

Tabii her güzel şeyin bir sonu olduğu gibi onlarında mutluluğu kısa sürer ve bahar gibi sevinçlerine hüzün yağmurları düşer. Raif Efendi ise babasının vefatı üzerine zor da olsa memleketine dönme kararı alır. Sevdiği kadını bir daha görmemek üzere trenle Prag’a yolcu eder... Arada sadece mektuplar kalır fakat bir gün onlarda nihayete erer. Nitekim geçen on senenin ardından Raif Efendi, öyle gerçeklerle yüzleşir ki bin bir pişmanlık içinde kalır.

Biz okuyucular ise şunu bir kez daha iyi anlarız ki zamanında söylenmeyen sözler, tutulmayan eller, gidilmeyen yollar insana çok şey kaybettirir ve geriye acı bir pişmanlıktan, harabe olmuş bir kalpten başka bir şey bırakmaz... Hani Sezai Karakoç’un “Her şey zamanında gerek, geç yağan yağmurun faydası dokunmaz kurumuş çiçeklere...” dediği gibi...

Hüzünlü ve bir o kadar da kalbe dokunan kıymetli bir kitaptı benim için. Hâlâ okumayanlar varsa geç kalmadan mutlaka okumasını tavsiye ederim. Zira ben son sayfaları gözlerim dolu dolu kapattım...

Kitaptan sevdiğim birkaç alıntı:

"Tesadüf seni önüme çıkarmasaydı, gene aynı şekilde, fakat her şeyden habersiz, yaşayıp gidecektim. Sen, bana dünyada başka türlü bir hayatın da mevcut olduğunu, benim bir de ruhum bulunduğunu öğrettin."

"Bir insan diğer bir insana bazen hayata bağlandığından çok daha kuvvetli bağlarla sarılabilirmiş."

"Ben dünyadan ziyade kafamın içinde yaşayan bir insanım... Hakiki hayatım benim için can sıkıcı bir rüyadan başka bir şey değildir..."

"Bir insanın diğer bir insanı, hemen hemen hiçbir şey yapmadan, bu kadar mesut etmesi nasıl mümkün oluyordu?"

"İnsan tahammül edemeyeceğini zannettiği şeylere pek çabuk alışıyor ve katlanıyor."

Fatma Saldıran
twitter.com/Fatmasldrn_

6 Aralık 2021 Pazartesi

Kendine sığınanların öyküleri

Bir yazarın ilk kitabını okumak, okur için yeni bir heyecan anlamını taşıyor. Yeni bir dille, dünyayla, yepyeni kahramanlar ve onların hikayeleriyle tanışmak büyük şans. Günümüzde çok sayıda yeni kitap yayımlandığı için her birine yetişmek zor ancak bu yazıda söz edeceğim kitapla tanışabildiğim için kendimi şanslı sayıyorum. Çerçialan, Gamze Arslan’ın ilk kitabı. Arslan, Çerçialan’la 2016 Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülü’nün sahibi oldu.

Arslan’ın dilindeki farklılık, daha ilk öyküden dikkat çekmeye başlıyor. Bu kitapta çemberin dışında kaldığı için değil, çemberin dışına itildiği için deliren kadınlar var. Yazar, kadınların iç dünyasını anlatma nedenini şöyle açıklıyor: “Bir tür isyan duygusu şeklinde bir karşılığı var aslında. Kadınların kadınlarla olan ilişkisini merak ediyorum, o bakış, seviş, görüşteki iktidarı… İki kadının arasında erkin, toplumsal ilişkilerin zorlamalarının ve sevme biçimlerinin yarattığı ilişkileri sorgulamak galiba maksadım.”*

Ancak Çerçialan’daki öyküler, yalnızca insanı merkeze almıyor, varlığın ve varoluşun tümüne dokunan bir anlatı söz konusu. Okur, bir anda kendini içinde bulduğu hal ile şaşıran ve devam edebilmek için deliliğe sığınan karakterlerin hayatlarına tanıklık ediyor. Leylâ Erbil’in, Mine Söğüt’ün karakterleri karşısında hissedilen türden bir ürkme ve sürüklenişin hâkim olduğu bu öyküler, karakterlerin birbirinden bağımsız gibi görünen ortak yazgılarına işaret ediyor gibi. Gamze Arslan’ın öyküleri okuru sürüklüyor; yazar, okura varacağı yeri telkin etmiyor, herkes kendi penceresinden, kendi tanıklığının inşasına koyuluyor.

Çerçialan’ın karakterleri de karakterlerinin hikayeleri de alıştığımız gibi değil. Nasırına kul olan parmaklar, canavara dönüşen anneler, sevgisiyle öldürenler, acısıyla yaşatanlar; sözün özü, Gamze Arslan’ın mahallesi epey kalabalık.

Northop Erye, Eleştirinin Anatomisi’nde eserlerin üç önemli unsuru olduğunu söyler: dianoia (anlamla ilgili), mythos (anlatıyla ilgili) ve ethos (karakterizasyonla ilgili). Erye’ye göre dianoia’nın mümkün olan en iyi anlamı temadır. Aslında kavram, metni okuduktan sonra okurun varacağı sonuç anlamını da taşır. Yani yazar tarafından, okur için belirlenmiş bir izlek ve okurun varacağı son anlamına gönderimde bulunur. Peki Çerçialan’da yazar bizi kendi yolundan ve kendi seçtiği sona sürüklemek istiyor mu, sanmıyorum. Yazarın da vardığı bir son anlam var elbet ancak çoksesli ve yeniden üretilmeye açık bir son anlamdan söz edildiğini söylemek gerekir.

Öykülerdeki şiddeti karakterler için bir çıkış olarak okumak mümkün. Bunu bir şiddet güzellemesi yorumuyla okumak yanlış olur. Öykülerdeki şiddeti, kapana kıstırılmış, zihinleri-bedenleri ele geçirilmiş kadınların sesinin çığlığa dönüşmesi ve kendileri için bir tür erginleşme töreni yaratmaları olarak yorumlayabiliriz. Karakterlerin geçmişlerinde, şimdilerinde ve geleceklerinde çeşitli kayıplar söz konusu ancak bu erginlenme töreniyle birlikte belki de ilk defa kendi seslerinin yankısını da duyurmuş oluyorlar.

Çerçialan’daki öykülerin sonları hep umulmadık şekilde bitiyor. Kederi, umutsuzluğu, kimsesizliği sırtlanan öyküler ironiyle buluşuyor; okur, sanki hayatı okuyormuş hissine kapılıp sürpriz sonlara teslim oluyor. Arslan’ın dilindeki ironi, öykülerdeki kederin telafisini fısıldıyor gibi. Her şey öylesine iç içe ve kendisine özgü ilerliyor ki bu yazıda tek tek öykülerden bahsetmemin imkânı yok. Şimdilik bize düşen Arslan’ın yeni öykülerini ve umulmadık sonlarını merakla beklemek.

Özge Uysal
twitter.com/ozgelerinuysal
* “Soner Sert, ‘Çok fazla ses birikti zihnimde”, Gazete Duvar
* Bu yazı daha önce sabitfikir'de yayınlanmıştır.

5 Aralık 2021 Pazar

Şebeklik öncesi son çıkış

Sadece senarist olarak sinemaya yaptığı katkılarla değil, yaşam serüveni ve kişiliğiyle de entelektüel dünyamızın en şahsına münhasır isimlerinden biridir Ayşe Şasa (1941-2014). Onun hakkında bir şeyler öğrenmeye başladığınızda yaşamöyküsü bir girdap gibi içine çeker ve her aşamasında şaşırmaya devam edersiniz. Laik ya da seküler görüşün kutsadığı bir dünyada imkânlar içinde büyümüş ve maneviyatı materyalizmle sınırlandıran sanat anlayışının hâkim olduğu piyasanın içinde bulmuştur kendini. Yaşadığı bunalım sonucu başladığı işten elini eteğini çekmesi de bu alana girişi gibi sert olmuştur. Uzun yıllar mücadele ettikten sonra aydınlık bir muhayyile ve temiz bir dil ile çıkmıştır kendi zindanından. Manevi ortamın içine modernitenin en kesif yerinden yaşayarak kopup gelmiştir. Fazla söze hacet yoktur aslında; yeteneği, birikimi, karakteri ve üslubuyla ayrı bir yeri vardır.

Ayşe Şasa’nın 1960’larda dâhil olduğu Yeşilçam Sineması’nda onlarca filmde senarist olarak emeği vardır. Psikolojik sorunları nedeniyle 1960’ların sonunda ara verdiği yazma eylemine 1980’lerde yeniden döndüğünde senaryonun yanında deneme, otobiyografi ve roman türünde de eserler vermiştir. O, tek romanı olan Şebek Romanı’nda edebiyat dünyamızda pek rastlanılmayan bir kurguyla karşımıza çıkar. Felsefi açıdan tipik bir distopya ve fütürizm edebiyatı diyebileceğimiz Şebek Romanı içerdiği bilim-kurgu ve nahif mizahi üslubuyla özgünlüğünü kanıtlıyor. Romanın muhtemelen Ayşe Şasa’nın senaristliğinden kaynaklanan bir diğer özelliği sinematografik yönünün olması. Akıcı, zorlamayan ve detaylarla boğmayan metni okurken anlatılanlar film şeridi gibi gözünüzün önünden geçiyor. Film şeridi demişken, kitabın yazarına yakışan kendine has bir özelliği var. Yüz yirmi dört sayfalık eserin sağ sayfasında roman kendi hâlinde akarken sol sayfası metinle ilgili bir çizim yer alıyor. Çizimlerle düşünce dünyası derinleşen okur romanı bir nevi fotoroman gibi okuyor.

Şebek Romanı gelecekte geçiyor: Sene 2075 ve mekân artık kod adla anılan Viyana. Romanın birden çok kahramanı var ve kahramanlara verilen isimler, romanın felsefesiyle örtüşecek biçimde özel olarak seçilmiş. Böylesi kısa bir yazıda isimlerin detayına girmemenin daha doğru olduğu düşüncesindeyim. Zira romanın bütünselliği açısından alegorik olarak seçilen her bir ismi özel olarak ele almak gerekir. Benzer şekilde mekânın Viyana olarak seçilmesi üzerine de tahminler yapılabilir. Bu bağlamda seçilen sembolik isimlerin Batı kültürü ve felsefesinin bizde kök salmış yansımalarından oluştuğunu söylemekle iktifa etmiş olayım.

Sene 2075 ve orangutan-insan çatışması, daha doğrusu savaşı söz konusu. Elbette bir de şebekler var. Şebekliği nihai hedef, varılacak nokta veya tekâmülün ya da evrimin son aşaması şeklinde niteleyebiliriz. Romanda bu durum “Maymundan geldik, şebeği arıyoruz. Maymundan geldik, şebeğe gidiyoruz.” şeklinde veciz hâle getirilmiş. Şehir merkezinde lüks içinde yaşayan şebekler sanat, edebiyat, eğlence ve bilimle ilgilendikleri steril bir hayata sahipler. Romanda göçmen denilen üçüncü bir grup daha var. Göçmenler şebekler tarafından ilkel olarak tanımlanıyor ve onlardan şebekliğe giden evrimsel süreci kabul etmeleri isteniyor. Aralarında şebekliği kabul edenler olduğu gibi şebekliğe uyum sağlayamayanlar da bulunuyor. Şebekliğe uyum sağlayamayanlar deney merkezlerine götürülerek cyborg’e (robot-insana) dönüştürülüyor. Diğer yandan güven tesis eden göçmenler temizlikçilik ya da kapıcılık gibi işlerde şebeklerin hizmetinde çalıştırılıyor.

Şehrin dışında kendi bölgelerinde yaşayan göçmenlerin büyük çoğunluğu şebek değil, insan oldukları iddiasını sürdürüyor. Buna karşın şehrin her yeri denetim altında ve yönetime göre aşırılık yanlısı göçmenlerin taşkınlıklarına karşı sıkıyönetim uygulanıyor. Alınan tüm önlemlere rağmen şehirde insan olma propagandası yapıldığı görülüyor. Bunu din tebliği olarak niteleyen yönetim orangutanlar aracılığıyla gün aşırı operasyon düzenliyor. Medya üzerinden tüm dünyanın tehlike altında olduğuna yönelik korku pompalayan yayınlarla yapılan baskın, tutuklama ve öldürmeler meşrulaştırılıyor. Yönetim şebeklerin karşı karşıya olduğu tehlikeyi göçmenlerle sınırlı tutmayıp uzun süreli depremler ve salgınlarla da pekiştiriyor. Depremlerin başlangıç ve bitiş zamanlarının alarm ile bildirilmesi bir plan olduğu izlenimi verse de şebekler boyun eğiyor. Diğer yandan salgınlardan korunmak için sık sık aşı olmaları gerekiyor. Bu küçük ayrıntı yaşadığımız pandemi dönemi açısından ilginç bir tevafuk.

Yönetimin tabiriyle göçmenler ya da kendi tanımlarıyla Allah’ın kendilerini insan olarak yarattığını söyleyen bu topluluk kimlik ve ibadetlerini gizleyerek yaşamaktadır. Bu topluluğu Müslümanlar olarak tanımlayan Ayşe Şasa’nın, onları anlatırken kendi hayatından kesitlerle izdüşümlü kurguladığını görüyoruz. Şasa’nın değişiminde -ya da iyileşmesinde- tasavvufun hayati bir yeri vardır. Romanda da yozlaşarak şebeğe dönüşmüş insan için tek kurtuluş yoldur tasavvuf. Şehir ve göçmenlerin arasında bulunan tampon bölgede ihtiyaç duyanlara himmet eden bir keçi çobanı vardır. Bu keçi çobanı tasavvuf ehli bir zattır. Ayrıca şehirde şebek olarak bilinen birkaç kişi bu zatla ilişki hâlindedir ve ruhsal açıdan hazır olduğunu düşündükleri şebekleri bir yolunu bularak onun yanına getirmektedir. İnziva ve ders sonrasında kurtuluşları sağlanır. İslam’la şereflenen şebek insanlaşmaktadır. Şasa 2000’li yıllarda yazdığı romanda geleceği tahayyül ederken otomasyonun üst düzey olduğu bir dünya kurgulamış. Özellikle şebeklerin yaşadığı hayatı tanımlarken teknolojik cihazlar sayesinde kavuşulan sefahat göze çarpıyor. Burası şebeklerin rahatlamak için serebral masaj yaptırdığı, sanal gözlüklerle istedikleri yerde hissederek terapi uyguladıkları bir dünyadır. Benzer şekilde duygu ve haz için de teknoloji kullanılıyor. Bu aşamaya birden gelinmemiştir. Dolayısıyla şebekleşme de aniden ortaya çıkmış bir şey değildir. Kökleri asırlar öncesine dayanır. İnsanlık Rönesans ve Reform hareketleri sonrasında ortaya çıkan Aydınlanma ile metafizikten uzaklaştırılarak sekülerleştirilmiştir. Şasa bu gerçek üzerinden kurguladığı romanını 2000’lerden itibaren başlattığı “İkinci Aydınlanma” çağıyla devam ettiriyor. Onun “Neo-Darwinci Aydınlanma” dediği bu dönem Darwin, Pavlov, Marx ve Freud gibi sembol isimler üzerinden şekillenmiş ve insan biyolojik açıdan olmasa bile zihinsel ve psikolojik açıdan şebekleştirilmiştir.

Kitabın sonunda romana dair üç değerlendirmeye yer verilmiş. Nihat Dağlı, Berat Demirci ve Betül Özel’in değerlendirmeleri bugünün gerçekliği ile romanın kurgusu arasındaki ilişkiyi irdeliyor. Modern bilimin metafiziği yok sayan anlayışının insan ruhunda bıraktığı derin yaralara dikkat çekiliyor. Ve son olarak otomasyona dayalı inşa edilen bugünün distopik dünyasında teknoloji ve bilimciliğin rolü vurgulanıyor. Her üç değerlendirmede de çare de yine Ayşe Şasa’nın işaret ettiği yerde, irfanî ve tasavvufi gelenekte aranıyor.

Şebek Romanı modernite eliyle insanlığın geçirdiği aşamayı eleştiren bir metin. Bir distopya ya da bilim-kurgu olarak nitelendirebileceğimiz eserde bugünün dünyasından çok fazla detaya rastlanıyor. Romanda yönetim tarafından ilkel ve tehlikeli olarak tanımlanan göçmen olgusu günümüz dünyasının göçmene bakışıyla birebir örtüşüyor. En önemlisi -belki de en korkuncu- artık bu oryantalist bakış açısı bir yere hasredilemeyecek derecede küreselleşmiş durumda. Materyalist evrime bel bağlayıp metafiziği hayattan soyutlayan insanlığın savrulduğu felaketi bile göre kabul etmeyişinin ise izahı yok. Ayşe Şasa bugün yaşadığımız dünyayı şekillendiren tekno-determinist anlayışın çok daha etkili olduğu bir dönemi resmediyor. Onun tabiriyle “sürekli hazzın bir hayat ideali olarak en yüksek ifade biçimlerine ulaştığı günümüzde” insanın şebekleşmesi ile dijitalleşmesi arasında sıkı bir bağ olduğu gerçeğiyle karşı karşıyayız. Ezcümle, ilahi olanla bağını kesen insanın şebekleşmesi kaçınılmaz oluyor. Bu bağlamda şebek kelimesinin öylesine seçilmiş bir kelime olmadığının da altını çizmemiz gerekir. Bir maymun türüne karşılık gelmesinden öte çok daha metaforik anlamları bulunuyor şebek kelimesinin. Üzerine düşünülesi derin anlamlar.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp