Erhan İdiz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Erhan İdiz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Aralık 2021 Cuma

Bir güzel kelimenin peşinden açılır bir gönül

"Dil taşıyıcıdır; bir milletin kültürünü, sanatını, îmânını, düşünüş sistemini, yaşayış özelliklerini, sahip olduğu değerleri asırlar boyunca dünden bu güne taşıyan kutsal bir nehir gibidir."
- İlhan Ayverdi (Misalli Büyük Türkçe Sözlük)

Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Fütûhat-ı Mekkiyye'sinde; bir kelimenin onu işiten herkeste iz bıraktığını, bu yüzden Arapçada kelimenin yaralamak anlamına gelen "kelem"den türediğini söyler. İşiten, konuşan ve yazan herkesin hem yaralı hem de yaralayıcı olduğunu düşündüren bu hatırlatma şunu çağrıştırmalı belki de: Hâlden anlamak ancak insan olabilene mahsustur. William Shakespeare'in "Yarayla alay eder yaralanmamış olan" dizesini en güzel ifade eden hikâye Hoca Nasreddin'de yer bulur: Gece boyunca kar yağmıştır ve hoca damın çökmesinden endişe eder. Kan ter içinde dama çıkar, temizleye başlar. Derken ayağı kayar ve damdan düşer. Komşular hocanın durumuna feryad edip "Derhal hekim çağıralım" derler fakat hoca durdurur: "Hayır ben hekim falan istemem, bana damdan düşmüş birini getirin."

Sure-i İbrahim'de "Güzel bir söz, kökü (yerde) sabit, dalları gökte olan güzel bir ağaç gibidir." buyrulmuş. Kalplerin Tabibi "Ya hayır söyle ya sus" öğüdünü vermiş. Demek ki kelime, sahiden de yerini bulduğunda, insanını bulduğunda anlamlı olabiliyor. Kelimelere ve onların köklerine olan sevdam Nihad Sâmi Banarlı'nın Türkçenin Sırları adlı kitabını okuduğumda başlamıştı. Lütfen okuyunuz, okuduysanız bir daha okuyunuz ve çocuklarınıza, sevdiklerinize armağan ediniz. Ta lise yıllarında alıp okuduğum bu kitabı kütüphanemden yürüten her kimse, ona da kaşlarımı çatıp parmağımı sallayarak şöyle diyorum: Helal-i hoş olsun. Yeter ki Türkçe'ye sevdalı ol.

Etimoloji, kelimenin yara olduğunu öğreten bilimdir. Sosyal medyada son yıllarda rastladığım en güzel hesaplardan (twitter / instagram) birinin de adıdır. Erhan İdiz'in kitabı Sözün Başladığı Yer, bize bu bilimin hayretler veren yanlarını hatırlatıyor. İşitebildiğimiz, konuşabildiğimiz ve yazabildiğimiz her an için şükretmeye bir vesile. Kitaptan, en sevdiğim renklerden hâkîyi anlatan bir misal: "Toprak, toprağa ait, toprakla ilgili demektir. Yeşile çalan toprak rengi olarak da bildiğimiz hâkî, Farsça hâk 'toprak'tan geliyor. Kelime insanı anlatmak için de kullanılır. Geldiği yeri unutmaması için insana hâkî denir, yani topraktan olan."

Hâkî, hakîkî, hakîkat. Bir bağlantı var mı? Dil sevdası bu tip sorularla başlar, tadına doyum olmaz. Kelimelerin kökenine doğru bir yolculuğa çıktığımızda, bugün ağzımıza pelesenk olmuş sözcüklerin de çıkış noktasını öğrenmiş oluyoruz. Mesela sosyal medyada güncel hadiseler karşısında bir reaksiyon olarak ortaya çıkan ve psikolojik şiddet olarak görülen "linç", hikâyesi itibariyle pek ilginç: "Linç, Amerikalı bir yargıcın adıdır. Normalde bir lahana yetiştiricisi olan Charles Lynch (Linç) Amerika'nın iç savaşla çalkalandığı günlerde yargıçlık yapmıştır. Beğenmediği herkesi yargılayan ve garip cezalar veren Lynch, hızlı ve adaletsiz yargılamanın adı olmuştur. Sanıkları adil bir yargılama olmadan kalabalığın önüne atan Lynch’in bu cezaları Senato tarafından onaylanmış ve tarihe Lynch Yasaları olarak geçmiştir. Linç, yığınlar eliyle infazdır. Cehaletin göstergesidir. Toplumsal ve kişisel cehaletin."

Erhan İdiz bizi kelimelerin anlamla buluştuğu noktaya çekerken, dilin anlam arayışı içinde nasıl bir öneme sahip olduğunu da hatırlatıyor. Türkülerimiz, atasözlerimiz, deyimlerimiz ve birçok geleneğimiz esasında dilin anlamla buluşmasıyla ortaya çıkmış. Bu zenginliğin kaynağını bilmek, insanın ayaklarını yaşadığı coğrafyaya daha sağlam basmasını sağlarken, günümüzde sık görülen "bir yere ait olmama" duygusunun da önüne geçiyor. İdiz, kelimelerin peşine düşme hikâyesini şöyle anlatıyor: "Aşkın, sarmaşık ile aynı kökten geldiğini ve ikisinin de iç içe geçmek olduğunu öğrenince kelimelerin peşine düştüm. Yalnızca Farsça pa “ayak” kelimesinden patika, paytak, pabuç, paça, piyon, paten, sehpa, pedikür, payitaht, podyum ve futbol gibi sözcüklerin türetildiğini fark edince etimolojiye olan ilgim arttı. Teyzeye aslında hala dendiğini; üzmenin kesmek anlamına geldiğini; hasretin hasar verdiğini; tahammül, hamal ve hamilenin ortak noktasının yük olduğunu bu yolda öğrendim."

Yıkılma Sakın'ı, özellikle İsmet Özel'in kendi sesinden dinlediğimizde "Sana durlanmış kelimeler getireceğim / pörsümüş bir dünyayı kahreden kelimeler / kelimeler, bazısı tüyden bazısı demir..." dizeleri kulağımızdan gönlümüze daha sert iner. Şiirin meselesi de budur. Kişiye bir gönlü olduğunu hatırlatmak. Kelimeler, birkaç harften ibaret değildir. Onda tarifi mümkün olmayan duygularla bizi hayata tutunduran düşünceler bir araya gelir. Kimisi bunu resimle, kimisi heykelle yapabilir. Şarkı sözü yazılır ama müziksiz akılda kalması güçtür. Özellikle eski(mez) alfabemizi bilenler ve yazanlar hep şunu söylerler: O harflerin hem yazılış anında hem de okunuş anında bambaşka bir ahenk vardır. Durdukları yerde bile konuşur harfler. Göze ve gönle aynı anda hitap eder. Eskiden sadece tekkelerde değil evlerin en görünen noktalarında hatların, levhaların olması en çok da bundandır. Kökü geçmişte olan bir sahafa girdiğinizde her bir yanda bu harfleri görmek size müthiş bir manevi kuvvet verir. Çekim yasasının hikmeti ortaya çıkar böylece: O güzeldir, güzel olanı sever.

Özellikle Anadolu'da, eskiden biri ortalıktan uzun süre kaybolduğunda "kırklara karıştı" denirmiş. Bu sözün kökünde tasavvuftaki kırklar meselesi vardır. Gayb aleminin erenleri. Yine biri öldüğünde mesela, "hayatını kaybetti" denir. Buradaki kaybetme, bir şeyi yitirme anlamına geldiği gibi diğer anlamı da yine tasavvufîdir: gayba karışma, yokluk alemine göçme. Arife tarif gerekmez, abdal olan anlar gibi deyimlerimiz de yine Anadolu erenlerinin dilimize aşıladığı meyvelerdir. Bu misallerin de sonu yoktur. Bir ihtiyar, "yol göründü, çizmeleri giydim" ya da "ata eğer vuruyorlar artık" deyince anlarız ki bize öleceğini haber ediyor. Sezai Karakoç, "Artık ben gideceğim, ata eğer vuruyorlar / hatıralarımı birer birer yakacağım" der Monna Rosa'da. Madem gitmekten söz ettik, o hâlde "tahta at" kavramını da açalım. Malumunuz çocukların bir zamanlar en sevdiği oyuncaklardan biriydi tahta at. Üzerine binip "dıgıdık dıgıdık" gittiklerini düşünürler, hayal kurarlar, eğlenirlerdi. Diğer yandan tahta at, tabutu simgeler. Necip Fazıl'a kulak verelim: "Ölüm ölene bayram, bayramda sevinmek var / oh ne güzel bayramda tahta ata binmek var."

Birçoğumuz yol kelimesini çok severiz, yol fotoğraflarını ve yol türkülerini de. İnsan hep gitmekten örülmüştür sanki ama mutlaka bir yerde durmak, soluklanmak ister. Çünkü yaşamak yalnızca gitmekle değerlenmez. Durmak insanı biçimlendirir. Erhan İdiz bizi yol kelimesine daha da ısındırıyor kitabında: "On sekiz farklı anlamı vardır yol kelimesinin. Fakat ulaşım ve yöntem anlamları diğerlerine göre ağır basar. Yol, yürek ve yürümek sözcükleri aynı kökten geliyor. Türkçede birbirine bu kadar yakışan başka akraba kelimeler var mıdır? İki yüreğin aynı yolda yürümesinden daha güzel bir şey var mıdır?"

Sözün Başladığı Yer, lezzetinden ve manasından giderek uzaklaştığımız dilimizin kıymetini yeniden hatırlatıyor. Kitabın son sayfası da bitince, insan o lezzeti aramanın yollarını düşünüyor. İşte tam o esnada raflardan Karacaoğlan ile Yunus Emre, Ahmet Hamdi Tanpınar ile Sâmiha Ayverdi gülümsüyor...

Yağız Gönüler