31 Ocak 2021 Pazar

Ne varsa kendi özümüzde ve geçmişimizde var

"Aziz dost! Sen tek bir kişi değilsin, sen bir alemsin. Ey insan-I kamil! O senin muazzam varlığın belki dokuz yüz kattır; dibi, kıyısı olmayan bir denizdir. Yüzlerce alem o denize gark olup gitmiştir."
- Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî

Felsefe, psikoloji, sosyoloji gibi ilimlerle yüzyıllardır insanı tanımanın ve anlamanın peşindeyiz. Ben de insanı biraz daha tanıyabilmek, psikolojiye biraz daha vakıf olabilmek için yakın zamanda Engin Geçtan’ın İnsan Olmak adlı kitabını okudum. Kitapta insan davranışlarının altında yatan nedenler ve farklı psikoloji ekollerinin insanı değerlendirme biçimleri yer alıyordu. Yazar, içimizde iyi ve yapıcı özelliklerle kötü ve yıkıcı özelliklerin bir arada bulunduğunu ifade ediyordu. Sevgi ve kabulün olduğu bir ortamda büyüyen kişilerde iyi ve yapıcı özelliklerin öne çıkacağına inanıyordu. Ne var ki insan psikolojisine dair birçok bilgi edindiğim bu kitabı bitirdiğimde bir şeyin eksikliğini hissetmiştim içimde. İnsanı anlamaya ve anlatmaya yönelik yazılmış bir kitapta onu yaratandan hiç söz edilmemesinin eksikliğini. Değil mi ki türlü halleri, davranışları olan insan kendi kendine var olmamıştı. Onun her halinden haberdar olan, iyiye ve hakikate yönelmesini arzulayan bir yaratıcısı vardı.

Bu kitabın ardından okumaya başladığım Dokuz Yüz Katlı İnsan adlı kitap ise adeta hissettiğim bu eksikliği kapatmak için yazılmıştı. Yazarı Mustafa Merter uzun yıllar yurt dışında yaşamış, kendi deyimiyle gençliğinde hippicilere özenmiş, tüm edindiği psikoloji ilmine rağmen defalarca depresyona girmiş, meditasyon gibi yöntemlerle ruhunu yüceltmeye çalışmış ancak aradığı huzuru yıllar sonra ülkesine dönüp İslam’ı yaşamakta ve tasavvufta bulmuştu.

Kitaptan söz edecek olursak ilk sayfalarda bilinçdışının keşfinin tarihçesi, Freud, Jung, Maslow gibi farklı psikiyatristlerin düşünceleri ve kullandıkları yöntemler ayrıntılarıyla karşımıza çıkıyor. Psikoloji tarihine hakim olmayan biri buraları kavramakta zorlanacaktır. Ben bu kısımları birkaç kez art arda okuyup kısa notlar alarak ilerledim.- Kitabın ilerleyen sayfalarında bilinç halleri üzerinde durulduğunu görüyoruz. Günlük alışılmış bilinç durumundan ve bunun dışına çıkmak için kullanılan meditasyon, sarhoşluk, hipnoz, uyku gibi farklı bilinç durumlarından söz ediliyor. Tüm bunların ötesinde C. Tart tarafından araştırılan Değişik Bilinç Halleri’nin aslında bizde yüzyıllar önce ortaya konmuş tasavvuftaki “hâl” kavramını yansıttığı tespiti kıymetli. Benötesi psikolojisinin tasavvufla ne kadar örtüştüğünü de görüyoruz. Ama bunları keşf edenler uzak Doğu mistisizminin etkisinde kalmalarına rağmen tasavvuftaki nefs anlayışını bilmeden ortaya bir şeyler koymuş ve bir noktadan sonrasına geçememişlerdir. Bu tespitten sonra kitap ağırlıklı olarak tasavvufi bilgiler eşliğinde ilerliyor. Kuran’dan ve Mevlânâ'dan yapılan alıntılarla insanın, şu dokuz yüz katlı ruhu olan insanın ulaşabileceği mertebelerden söz ederek hayat yolculuğuna ışık tutuyor. Kitap boyunca bizle sohbet eden, kendi hayat tecrübelerini anlatan, İslam’la hayatını güzelleştiren, tasavvufla yaşamın anlamını keşf eden bir Mustafa ağabey sanki bizle sohbet ediyor. Bize yaratıcısının insanı ne için yarattığını anlamadan kat edilen psikoloji yolculuğunun ne kadar eksik ve yetersiz olduğunu, insanın çıkabileceği, ruhunu yüceltebileceği daha birçok basamak olduğunu hatırlatıyor.

Şöyle ki esasen insanın yaşadığı tüm zorluklar bir üst kata çıkabilmesi, kendini tanıyabilmesi içindir. Bu üst kat kavramı yani nefs mertebeleri kitapta bir gökdelen benzetmesiyle somutlaştırılıyor. Gökdelenin en alt katındaki karanlık odada kendini eğlenmeye veren, anlık hazlar peşinde koşup bir süre sonra iyice bunalan insanlar var. Bir üst katta parayı her şeyin önüne koyan, aklı fikri maddiyatta olan insanları görüyoruz. Onun üstünde dış görünüşe takılmış, estetik peşinde, kendini farklı gösterme derdinde olan insanlar yer alıyor. Bir üst katında ailesiyle ilgilenen, vaktini çoluk çocuğuyla geçiren bir insan görüyoruz. Onun üstünde ise bir aydınlık kaplıyor etrafı. O katta hastalara bakan, yetim başı okşayan bir insan var. Bir üst katta ışık daha da artıyor, kendisini ibadete vermiş, ağzı dualı bir zat görüyoruz. En son katta ise artık sadece ışık (nur) var, insan o ışığa karışmış ve artık ayrı bir varlık olarak görünmez olmuş. Ve bu katlarda olan kişiler aslında aynı kişi. Hepimiz bu katlar arasında gezinebiliriz. En alt katta hapis kalmak da mümkün, üst katlara çıkıp ışığa karışmak da. Batı psikolojisi maalesef bu katların varlığından habersizdir.

Yazar kitabında özetlediği tüm ekollerden sonra Batı psikolojisi ekollerini eleştirmeye ve eksik bulduğu yanlarına ışık tutmaya çalışıyor. Ona göre bu psikoloji bilimini inşa edenler; narsist ve hedonist insanların ortaya çıkmasını kolaylaştırmış, insanı vermek yerine daima almaya teşvik ederek adeta insanlığın çöküşünü hızlandırmışlardır. Bütün insanlar üst katlara hasret olmasına rağmen ona gidecek olan yolu bilmemektedir. Psikologlar insanı bir üst kata çıkarmak yerine içinde bulunduğu katı süslemeye yönlendirmektedir. Böylece insanlar kendini mutlu etme peşinde gittikçe bencilleşmektedir. Bu bencilleşmeyle insan sadece kendine zarar vermiyor, küresel boyutta ekolojik bir kirlenmeyi de beraberinde getiriyor. Oysa gerçek özgürlük için yükselmek gerekiyor, yükselmek ise vermekle, en az kendin kadar bir başkasını düşünebilmekle, sendekini paylaşmakla başlıyor.

Psikoloji alanında çok ilerlememize rağmen insanların neden tekrar eden depresyonlara, kaygıyla ilgili hastalıklara duçar olduğu sorusunu akla getiren kitap bu soruya verdiği tatmin edici cevaplarla benim başucu kitaplarım arasında yerini aldı. Bir kez daha görmüş oldum ki geçmişimiz, büyüklerimiz, verdikleri eserler, dikkat çekmek istedikleri noktalar çok kıymetli. Böyle bir geleneğin içerisinde, hak dine gönül vermiş zatların ardından var olmak da öyle. “Cihân-ârâ cihân îçindedir ârâyı bilmezler / O mâhîler ki deryâ içredir deryâyı bilmezler” dizelerinde Fuzûlî’nin dikkat çektiği gafillerden olmayıp kendi değerlerimize sahip çıkarak önce onları özümseyebilmek ne kadar da önemli. Yeni çağ manevi arayışlarının çokça arttığı şu günlerde inancımızın, özümüzün, gerçek huzuru bulan büyüklerimizin kıymetini bilenlerden olmak ümidiyle…

Zeynep Odabaş
twitter.com/zeynneppakyol

30 Ocak 2021 Cumartesi

Tatlı gelen acılar

Ölüm Allah’ın emri, ayrılık olmasaydı.

Taze, demli bir çayın insanın dilinin ortasında bıraktığı tatlı bir acılık vardır ya hani, işte bazı kitaplar da dimağımızda öyle bir iz bırakıyor. Suzan Defter, benim için öyle bir kitap oldu. İnsan gönlünün kaybettiklerini kabullenemeyişi, geçmişte yaşayışı, ezilmişlik duygusu, unutmak ve unutulmak, bazen unutamamak.. Ayrılığın insan dimağında yarattığı tartışılmaz acı.. İnsan ve insana mahsus halleri, muazzam bir şekilde kaleme almış Ayfer Tunç.

Suzan Defter’de, vuslatla bitmemiş acıklı bir aşk hikayesi, gözlerimizin dolmasına sebep olacak melankolik bir üslupla anlatılmış. Kitap, iki farklı kişiye ait günlükler üzerinden ilerliyor. Kitabın sol sayfaları, Ekmel Bey’in günlüğünden, sağ sayfaları ise Derya’nın günlüğünden oluşuyor. Günlüklerde, esasen Ekmel ve Derya’nın mazileri ve bu mazilerin zihnî ve kalbî olarak bugüne etkisi hikaye ediliyor. Kitaba ince işlenmiş bir yalnızlık ve anlaşılmama duygusu hakim. Ekmel’in sırf eve gelen giden olsun diye evini satılığa çıkarması, kuşkusuz kitabın en etkileyici olaylarından biri. Keza Derya ve Ekmel’in yolları bu satılık ev ilanı sayesinde kesişiyor. İnsanın yalnızlığa, kendini ifade edememeye tahammül etmesinin ne kadar güç olduğunu kurguya muazzam bir şekilde yedirerek okura sunmuş Ayfer Tunç.

Kitapta günlüklerini okuduğumuz Ekmel ve Derya karakterlerinin birbirine benzeyen geçmişleri olduğu dikkat çekiyor. Derya’nın annesi, babası tarafından aldatılmış bir kadın, Ekmel’in babası ise annesi tarafından sevilmemiş. İki karakterin de hayatlarında bir sevgi eksikliği görülüyor. Genellikle kız çocuklarının kadın olarak annelerini ve erkek çocuklarının erkek olarak babalarını kendilerine idol seçtikleri görülür. Suzan Defter’de cinsiyet olarak bu iki karakterin de, hayatlarında rol model aldığı şahıslardan yaralı olduğunu söylemek mümkün. Ekmel ve Derya’nın birbirini anlamasında, benzer geçmişlerden geliyor olmaları oldukça etkili oluyor. Kitaba adını veren Suzan karakteri ise, Derya’nın abisinin, onu on beş yıl boyunca bekleyen sevgilisi. Derya, Suzan’ı abisinden daha çok sahipleniyor. Suzan’ın abisini sevişinde gerçek olan, aradığı sevgiyi görmesi, Suzan’a olan bakışının önemli bir kısmını oluşturuyor. Bu sebeple de Ekmel’e kendini Suzan adıyla tanıtıyor.

Suzan ile Derya’nın abisi arasında geçen, oldukça dramatik ve üzücü bir aşk. Derya’nın abisi, 12 Eylül olaylarına karışmış ve polis tarafından aranan birisi olduğundan Suzan’ın annesi kızı için endişeleniyor. Ancak Suzan, aşkından vazgeçmiyor. Sevgilisiyle mektuplaşmaya devam ediyor. Bu sırada Derya ile görüşüyor. Bir süre sonra, Derya’ya gelen mektuplar tek tük de olsa devam ederken, Suzan’a gelen mektupların ardı kesiliyor. Derya’nın abisi, Suzan’ın aşkı karşısında çaresiz düşüyor, eziliyor ve bu aşkı kaldıramıyor. Ancak bu aşk hikayesinde kucağında bir kucak dolusu korla kalan bir tek Suzan olmuyor. Derya da abisinin acıklı aşkından nasibini alıyor, yıllar sonra yeğenleri bile olmasına rağmen Suzan’ın hatırasını içinden atamıyor.

Ama bir kucak korla kalan siz olmuşsunuz.
İyi ya boş değildi kucağım.
Ama yandınız, kül oldunuz.
Ama vardım, kül bunun kanıtı.

Suzan Defter’de aşkı, aşkın izlerini, gerçek aşkın, sonunda vuslat olmasa bile unutulmadığını, acının nasıl tatlı olabildiğini okuyacaksınız. İnsanın, öldürücü görülen bütün acılara rağmen nasıl yine de yaşayabildiğini.. Suzan Defter’i okuyacak olan herkesin, bu güzel kitabı keyifle okumasını diliyorum.

Nidâ Karakoç
twitter.com/nida_karakoc

Gönlünün muradını keşfetmek

"Sultan suyu gibi çağlayıp, akma
Durulur, gam yeme, divane gönül."
- Pir Sultan Abdal

Şu üzerinde yaşadığımız coğrafya ne kadar bereketli ki bizi ayağa kaldırmak için mücadele eden, ömrünü insana hizmete adamış nice büyük gönül sahibini barındırıyor. Biri gidiyor, biri geliyor, hiç bitmiyor. Onlar bu coğrafyanın kendilerine kazandırdıklarının gayet farkındalar. Bu farkındalıkla, yeterli donanıma eriştiklerinde "bu topraklara ve insanına bir borcum var" diyerek hizmetlerini her alanda artırıyorlar. Kitaplarıyla, söyledikleriyle, bazen davranışlarıyla ve tavırlarıyla bize çok önemli şeyler işaret ediyorlar. Doğan Cüceloğlu da seksen yılı aşan ömrünü Türk insanını anlamaya, ona hizmet etmeye adamış bir bilge. Varlığına kattığı birikimi, görgüyü, zihniyet bileşenlerini yediden yetmişe herkese aktarmak için canla başla gayret eden, yüzüne baktığımızda daima yaşam coşkusu gördüğümüz bir yüksek gönül sahibi. Burada alçak gönüllü de diyebilirdim fakat gönül öyle bir kelime ki yanına ancak yüksek yakışıyor.

Savaşçı'yı ilk okuduğumda lise yıllarımdaydım. Gelecekte ne yapacağına henüz karar verememiş, düşünce dünyasını zenginleştirmenin tadını yeni yeni tadan ve bir evin bir evladı olması sebebiyle kendini korumayı bir yaşam biçimi hâline getirmeye başlamış biri olarak dört elle sarılmıştım kitaba. Çünkü kitap bana, ömrümün geri kalan kısmında hep ihtiyaç duyacağım bir abi yahut abla olmuştu, kılavuzdu. En yakınlarıma bile soramadığım soruların, henüz peşine düşmediğim meraklarımın cevabını erkenden alabilmiştim Cüceloğlu vesilesiyle. Özellikle "Niyetiniz, yaşamınızın pusulası olmalı" ve "Hayır demesini bilmeyen kişinin evet'inin de anlamı yoktur" cümlelerini zihnimin 'yardım odası'na yerleştirmiştim daha o zamanlarda. Şimdi, otuz beş yaşında, evlenip bir aile kurmuş, iki evladın mesuliyetini üstlenmiş, ilk yaptığı işi gönlüne uygun bulmadığından çok daha düşük maaşa asıl istediği mesleğe yönelip işini zevk hâline getirmiş, kendine doğru meşgaleler seçebilmiş ve dolayısıyla hayatta her zaman güzele, huzura, paylaşıma yönelebilmiş biriysem, bunu Cüceloğlu gibi bilgelerin yazdıklarını samimiyetle okuyup, söylediklerini cesaretle hayatıma katabilmeme borçlu olduğumu söyleyebilirim. Belki bu yazıyla, hocaya olan borcumu -asla mümkün olmayacağını bilsem de- öderim. Hiç değilse bir selam gönderirim, yürekten...

2016 sonbaharında yayın hayatına başladı Kronik Kitap ve ağırlıklı olarak tarih kitaplarıyla, bu alana çok büyük bir ivme kazandırdı. Zamanla çok önemli anı ve biyografi kitapları yayınlayarak çemberini genişletti. Nihayet, çok sıkıntılı geçen 2020'nin ardından 2021'i heyecan verici bir kitapla karşıladı: Var Mısın? Deniz Bayramoğlu'nun son derece yerinde hazırladığı sorulara Doğan Cüceloğlu'nun ilmi ve şahsi derinliğiyle verdiği cevaplardan oluşan bu kitap, insana kendini keşfetme ve zorlukla başa çıkma noktasında ufkunu genişletecek bir enginliğe sahip. Doğan hocanın verdiği tüm cevaplarda şunlar dikkati çekiyor: asla yukarıdan -bilgiç- konuşmuyor, her zaman muhabbet ve sevgi temelli bir yaklaşım -bilge- kuruyor. Dünyanın farklı bir kıtasında eğitim alıp orada uzun seneler geçirmiş olsa da, yeryüzünün birçok yerine ayak basıp genişlettiği görgüsünde en çok Anadolu yer tutuyor. Acılarıyla, dertleriyle, neşesiyle, üretkenliğiyle daima Anadolu. Davranışlarıyla, gelenekleriyle, kayıplarıyla, inançlarıyla, yoksunluklarıyla Anadolu insanı.

Hayatının anlamı nedir? İnsan kendini nasıl geliştirir? Umutsuzluğu nasıl aşarız? İçimizdeki "öz"ü nasıl buluruz? Çevremiz bizi nasıl etkiler? Kime akıl danışılır? Yaşam neleri ödüllendirir? Nasıl eş seçilir? Zihnimiz nasıl işler? Nasıl meslek seçilir? Nasıl biz oluruz? Toplum nasıl dönüşür? Nasıl okumalı, gezmeli ve ne dinlemeliyiz? Neleri okumalı, dinlemeli ve seyretmeliyiz? İşte kitap boyunca, Bayramoğlu'nun yönlendirmeleriyle Cüceloğlu'nun cevap aradığı sorular. Bu cevaplarda, Doğan hocanın sürekli vurgu yaptığı iki önemli mesele var: gönlünün muradını bulmak ve kendi özünü bulmak. Esasında her ikisi de birbiriyle ilgili meseleler. "İnsan kendi özünü ne kadar erken fark ederse, kendisiyle ne kadar erken ilişki kurarsa o kadar yaşıyor demektir. Bana göre hayatın anlamı 'keşif'tir. Hayat bir keşif yolculuğudur. Neyi keşfedeceksin? Özünü, kendini." diyor hoca. Demek ki evvela keşfetmek için yola çıkmayı göze almak gerekiyor. Tüm acılarımızla, hesaplaşmalarımızla, hüzünlerimizle yüzleşmek. Af dilemek, kabullenmek, sabretmek ve şükretmek. Burada belki hüzün kelimesi dikkat çekmiş olabilir. Hüzün önemlidir. "Hüzün insanın kendisini ihmal etmesinin bir sonucudur" diyor Doğan Cüceloğlu hoca. Muazzam bir söz olarak yazmalı bir kenara. Hüzünlendiğin an yüreğin seninle konuşmaya başlar çünkü. Kendine gel der, gönlünün muradına sahip çık der, bir türkü yahut şiir ısmarlar sana. Hüzün, sağaltır.

Her insan mutlaka yaşadığı hayatta bir anlam arar. Bunu bazen geç fark eder ve bir eksiklik olarak peşine düşer. Bazen de erken fark eder ve anlamını geliştirmek, genişletmek için çabalar. Kişi, geçmişiyle, yaşadığı şehirle, komşularıyla, dostlarıyla ve mutlaka işiyle, eşiyle, varsa evlatlarıyla kuvvetli bağ kurabilmek için muhakkak bir hikâyesi olmalıdır: "Hayata anlam verme beynin bir öykü oluşturmasıyla başlar. Doğası gereği insanın hayatında olayları anlamlı bir öykü biçimine sokma ihtiyacı vardır. Öyküleştiremediği bir hayat insanı sıkmaya başlar ve zamanla insan hayattan kopar." diyor hoca. Ne yapıyorum, ne yapmalıyım, ne yapacağım? Bu sorular, bir kariyer planlaması gibi değil, şahsiyet kurma biçiminde şekillenmeli. Şahsiyet kurmak önce insanın kendi elinde ve elbette çevresinin de etkisi var. Mesela hayır demeyi bilmek, şahsiyet kurma noktasında çok kritik bir yerde durur. "Kişiliğinin sınırlarını belirleyen insan tahribe uğramaz" demişti bir bilge. Çünkü insanın başına gelen sıkıntıların çoğu hiç hayır diyememekten. Hayır diyememek, sınır ihlalini, o da beraberinde tahribi getiriyor. Oysa şahsiyet, sınır çizmekle mümkün. İnsan annesiyle ve babasıyla olduğu gibi, eşiyle ve çocuklarıyla da kurduğu ilişkide kendi sınırlarını gözetmeli. Aksi hâlde tahribat başlıyor. Varoluşa saldırı. Kişiliğin yok oluşu.

Bugün en çok konuşulan meselelerden biri de çocuklarla kurulan iletişim. Burada bir nokta es geçiliyor. Bir insanın kendi çocuğuyla iyi iletişim kurabilmesi için evvela kendi çocukluğuyla iletişime geçmiş olması gerekiyor. Neler eksikti orada? Hangi kayıplar ve yaslar yaşandı? Ne tür neşeler ve sevinçler var? Anlamlı olan neydi? İmkânlar ve tuzaklar arasında nasıl mücadele edildi? Yalnızlık mı var yoksa tek başınalık mı? Birileri dinledi mi o çocuğu, anladı mı? Hep kendi kendine konuşmak zorunda kalan biri miydi o çocuk? Şimdilerde yardım alamıyorsa, kendisini ifade etmekte güçlük çekiyorsa, şahsiyet mücadelesine çok geç başlamanın yorgunluğuyla yaşıyorsa, tüm bunların arka planında boşluk hissinin yoğun olduğu bir çocukluk dönemimi vardı? Tam burada aklıma geldi, henüz "çocuğum sık sık uzaklara dalıp gidiyor acaba pedagoga mı gitsek?" diye tutuşanların olmadığı zamanlarda Kenan Rifâî şöyle ikaz etmiş bir dervişini: "Dünyaya evladın için değil Allah'ını bilmek için geldin. Evlat sana verilmiş bir emanettir. Gayret göster fakat tek gayen o olmasın." Ve sonra çocuklar da ebeveynlerine tapıyorlar. Ortaya her yönüyle sakat bir "ebeveyn dini" çıkıyor böylece. Evladı bir mobilya gibi görüyor. Onun hayatının her yönünü çizmeye, her tarafını dizayn etmeye çalışan korkunç bir ebeveyn tipi ve ezilmiş, insan bağımlısı olmuş bir çocuk. Kitapta Cüceloğlu bu tehlikeli hâllerin izahını da yapıyor. İlişkiler neden bu hâle geliyor, işte tam oranın üzerinde durmak gerekiyor.

"Hatalarım, günahlarım, sevaplarım, başarılarım, yenilgilerimle ben benim ve bugün hepsini sahipleniyorum." diyor Doğan Cüceloğlu. Şükür makamından sesleniyor. Kimse türküdeki gibi "Yıllarca aradım kendi kendimi / hiçbir türlü bulamadım ben beni" demesin diye hâlâ savaşıyor, keşfediyor ve insanlara birikimini aktarıyor. Uğruna ömrünü verdiği ilmiyle şifa dağıtmaya çalışıyor ve soruyor: Gönlünün muradını bulmaya, kendini keşfetmeye, daha güçlü yaşamaya var mısın?

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

25 Ocak 2021 Pazartesi

Günlük hayatın sevimli ve acı yanları

Barış Bıçakçı ile yaklaşık iki ay önce Bizim Büyük Çaresizliğimiz adlı romanıyla tanıştım. Çok sevmiştim o romanı okurken. Daha sonra okulda aldığım bir ders vesilesiyle Baharda Yine Geliriz adlı öykü kitabını okudum. İlk romanı olan Herkes Herkesle Dostmuş Gibi'yi okumak, bugüne kısmetmiş.

Bir yazarı okurken, bir kitabında aynı yazarın başka bir kitabının atmosferini solumak çok olağan bir durumdur. Barış Bıçakçı’da da aynı durum söz konusu oluyor. Ancak bendeniz bunun fazlasını gözlemledim. Şimdilik üç kitabını okumuş olmama rağmen, Herkes Herkesle Dostmuş Gibi kitabında, Baharda Yine Geliriz kitabındaki Anlamayan Kadınlar öyküsünün adını ve Bizim Büyük Çaresizliğimiz romanının baş karakterleri Ender ve Çetin’in de küçük öykülerini buldum. Bunun yanında henüz okumadığım Veciz Sözler kitabının adı da bu romanda bir cümlenin içinde geçiyor. Yazarın ilk kitabı olduğu düşünülürse, Herkes Herkesle Dostmuş Gibi ve bundan sonra yazdığı diğer kitaplarındaki karakterler ve tabii ki atmosfer, bu kitapta toplanmış diyebilirim. Barış Bıçakçı’nın diğer kitaplarını okuduğumda bazı isimleri görüp, tekrar bu kitabı hatırlayacağımı düşünüyorum.

Roman, Abidin karakteriyle başlayıp, Burhan ve Mustafa Amca karakterleriyle sona eriyor. Esasen kitap, olaydan çok, duygusal dünya ve karakterler üzerine kurulmuş. Karakterlerin yaşamlarından kısa kesitler ve karakterlerin duyguları anlatılmış kitapta. Ancak, bu kısacık yaşam kesitlerinin, çok mühim, yaşamsal dönüm noktaları olmaması dikkat çekici. Gün içinde bir arkadaşınızla telefonlaşmanız kadar basit zaman dilimleri ele alınmış. Ya da evde yemek yaparken bir lise anınızın aklınıza gelmesi gibi. Hayatta gözümüze çok önemsiz görünen basit şeyler vardır ya, ama onları içimizde biriktirdikçe büyük sorunlar haline gelirler. İşte Barış Bıçakçı, bu küçükken birikip kocaman bir dağa dönüşen gündelik sorunlarımızı aydınlatmakta, oldukça usta. Aynı zamanda kitapta adı geçen kahramanların hepsinin birbiriyle arkadaş olduğunu düşündüm okurken.

Kitapta iç monolog ve bilinç akışı tekniğiyle yazılmış kısımlara rastlamak mümkün. Olay bütünlüğü olan bir roman şeklinden çok karakterler üzerine kurulu öykülerin ucu ucuna eklenmesiyle oluşturulmuş gibi görünüyor kitap. Bu da incecik bir kitapta, pek çok duyguyu tatma fırsatı bulduruyor okura. Anlatım ve hissettirilen duygular bakımından bazı paragraflarda Oğuz Atay kokusu aldım diyebilirim. Ayrıca birbiriyle arkadaşmış gibi görünen insanların öykülerini ele alması yönünden de Oğuz Atay anlatılarıyla kitap arasında bir benzerlik kurulabilir. Barış Bıçakçı’nın duygusal atmosferinin ise Behçet Çelik’le benzeştiğini düşünüyorum.

Okuduğumuz kitaplarda yazarın kendisini aramamız, okur olarak sık yaptığımız bir şeydir. Ve genellikle metinlerde yazarın kendi hayatından parçalar bulunur. Bu eserde ve yazarın diğer eserlerinde yazar karakterlere rastlanması, Barış Bıçakçı için bu durumu destekliyor. Kitabın tamamına yoğun, incelikli bir anlatım hâkim. Yani dikkatle okunduğunda basit görünen cümlelerden oldukça duygu yüklü anlamlar çıkarılabilir. Kitapta beni etkileyen birkaç kesiti paylaşmak isterim:

Böyle şeyler köyde o kadar olağandır ki! Orada herkes doğuştan bir ölü yıkayıcıdır. Köylüler doğar, yaşar ve ölür, şehirliler ise doğuyorlar, yaşıyorlar ve ölümden korkuyorlar.

Hayat yine de kitapta durduğu gibi durmuyor, demişti Sulhi.

Uzun bir fermuarın dişlileri gibi birbirine kenetleniyor kendisi ve şu dünyanın dertleri. Kalbine dikiş iğneleri, topluiğneler, tığlar gibi saplanıyor tasalar."

Çünkü zamanla her şeyi sever insan. Çünkü bir gün öleceğini anlar.

Herkes Herkesle Dostmuş Gibi, benim için, anlatılarını tanıdığım yazarların, hayatın ve gençliğin kokusunu aldığım, bazen anlık kahkahalar attıran, bazen acı tebessümler ettirip, bazen de hayrete düşüren satırlarla karşılaştığım, okurken çok zevk aldığım bir eser oldu. Kitabı okuyacak olan herkese keyifli okumalar dilerim.

Nidâ Karakoç

23 Ocak 2021 Cumartesi

Haklı suskunlukların romanı

"Bizim kanatlarımız uçmazken de çırpar, âh
Yazgımızı biliriz, hep başkasına ıslanan mendiliz."
- Kemal Varol, Bakiye

Taşkale Cezaevi'ndeyiz. C-6 koğuşunda. Hepimiz oradayız. Tüm mahkumların pişmanlıklarına, sessizliklerine, zaaflarına şahidiz. Bu şahitlik kimi zaman yürekte bir acı, kimi zaman ve her şeye rağmen yaşama tutunma inadı. Mesut Hoca anlatıyor, koğuşun hikâyecisi. O aslında mahkumları ve hayat hikâyelerini bize aktarırken, kendi hikâyesini de ancak bir yere kadar gizleyebileceğini biliyor. Elbet koğuşa biri gelecek ve Mesut Hoca'ya sen neden buradasın diye sormadan, hoca tüm yaşamını, neden hüküm giydiğini anlatacak. İçini dökecek. Pişmanlığını bir kez daha, belki de daha güçlü biçimde yaşayacak. Ama hiç değilse anlatacak. Anlatmak, böyle durumlarda bir ekmeği ikiye bölüm paylaşmak gibidir. Dinleyen, duyduğu hikâyeden payına düşen lokmayı yerken belki kendinden bir şeyler bulacak, belki de bulmayacak. Ama neticede ortak olacak. Dostluk ve muhabbet, hayata 'her şeye rağmen' ortak olmayı gerektirir çünkü.

Bir gün Taşkale Cezaevi'ne yeni bir mahkum gelir. Adı, Barana. Müebbet yemiştir. İşlediği suçu kimse bilmiyor. Oysa bir cezaevinde hiçbir şey gizli kalmaz. Hiç yoksa, duvarlar şahit olur kimin hangi suçu işlediğine. Duvarlar dinleyicisi olur susmuşların, yalnızların. Barana, sanki dudaklarını mühürlemeye yeminli biri gibi giriyor cezaevine. Ta ki rüzgârın egemenliğine kendini bırakıp avluya düşen bir kızıl saç teli ona hayat verene kadar. O, bulduğu umut ve hayatla birlikte suskunluğunu bozmuyor aslında. Susmaya devam ediyor. Elindeki temizlik malzemeleriyle koğuşu kıyı bucak tertemiz ediyor. Yeryüzüne temizlik yapmak için gelmiş gibi yaşıyor, yaşamaya devam ediyor. Tam, acaba vicdanını temizlemek için mi bu kadar temizliğe düşkün diye düşünürken okuyucu, Barana'nın hikâyesi açılmaya başlıyor. Mesut Hoca, sonsuz sabırlı bir psikiyatrist gibi yaklaşıyor ona. Yavaş yavaş çözüyor. Sonra hikâyesine ortak oluyor. Zaman zamana Taşkale Cezaevi'ne çöken meşhur kara sisle birlikte tüm parçalar yerine oturuyor. Mesut Hoca aslında baştan biliyor ne yaşayacağını. Çünkü bir hikâyede mutlaka 'geriye kalanlar' vardır. Onların parçaları tamamlanmaz, koca bir eksiklik olarak kalırlar: "Dünya ve zamandan umudunu çoktan kesmiş kapkara bir nokta gelip adımızın yanına konmuştu. Hatta Barana'da fazladan iki nokta daha vardı. Herkes günün birinde dışarı çıkıp kendi yarım cümlesinin peşine düşecekti ama bizim cümlemiz hiçbir zaman tamamlanmayacaktı."

Koğuşun elbette başka misafirleri de vardı. İşlediği suça karşılık Kuran-ı Kerim'de ve hadis kitaplarında öbür dünyada alacağı cezayı aramakla zaman geçiren Asım Abi. Suçu sorulduğu zaman en yakın arkadaşını 'Timur adlı şahıs' diye anarak hikâyesini anlatmayı çok seven ve en az herkes kadar haksızlığa uğrayan Sıçan. Çevre köylerdeki bağ sahiplerinden aldığı birbirinden lezzetli boğazkere üzümlerini kasabadaki rakı fabrikasına satarak son derece rahat geçinen, günün birinde geçinemeyişine sebep olarak fabrika müdürünü vuran ve dolayısıyla hiç pişman olmayan Reco Dayı. Allah vergisi uzun parmaklarıyla kendisini çağa uydurmaktan asla geri kalmayan, kendi düğününde bile hırsızlık yapmaktan geri durmamış azılı bir yankesici, Casper. Babasının, en sevdiği türküyü kendisine isim olarak seçmesiyle kaderine bu türkünün şekil verdiğini düşünen Candan İleri. Burada, romanın her bir karakterinin kendisine verilen rolü yerli yerince oynadığını, ne bir eksik ne de fazla bir şey yapmamak için yazarın tüm maharetini ortaya koyduğunu söylemek gerekiyor. Onlar belki çok sonraları birbirlerine karşı vefasız oldular ama koğuşu paylaştıkları her anda dosttular. Bazı dostlukların nasıl bir yol süreceğine mekan ve zaman karar verir. Mühim olan, ortak mekanda ve zamanda aynı pencereden yeryüzüne bakma zorunluluğunu bir sabra, hatta şükre dönüştürmek belki de. Üstelik bunu yaparken mekanı da zamanı da hayatta kalmak, çökmemek, delirmemek için unutmak, unutmaya çalışmak.
Karşındakinin hırsız mı yoksa Hızır mı olduğuna takılmadan, acının birleştirici gücüyle nefes almaya çalışmak: "Çünkü bazı insanlar birbirlerini acılarından tanırdı ve yara sarmasını ancak canı yananlar bilirdi."

Barana, koğuşta bir tek Sıçan'a yakınlık besliyor, o da Sıçan delirdikten sonra. Sanki anlaşmak için delirmek gerekiyormuş gibi. Mesut Hoca'yla, bazı öteberi alışverişleri dışında hem koğuşu hem de maruz kaldığı işkencelerdeki yaralarını temizlemek için bir yakınlık kurduğu doğru. Ama bu yakınlık konuşkan bir yakınlık değil. Daha çok, müebbet yemiş bir mahkumun dahi kendisine mutlaka bir yaşama gücü bulabileceğine dair başka birini şahit tutma hevesi belki de. Heves demişken, Âşıklar Bayramı'nın saz ustası Heves Ali de, yazarın hayal gücümüze armağan ettiği coğrafya, Arkanya da kendini hatırlatıyor romanda. Barana, kimliği belirsiz ama âşık olduğu çok belli olan birine yazdığı mektuplarda tüm suskunluğunu konuşturuyor. Edebi derinliğine edebiyat öğretmeni olan Mesut Hoca da şaşırıyor. Barana hemen her mektubunda sanki yarın intihar edecekmiş gibi bir duygu hâli sergiliyor. Diğer yandan, intiharın işaret ettiği bazı diğer duyguları da akla getiriyor: kaçma, karşılama, kovulma, kurtulma: "Hayat her seferinde bir ağaç dalından düşmektir. Bir kez de benim için düş dünyadan. Bir kez de benim için kanat dizlerini. Bir kez de benim için sar yaralarını. Duyulmaz yaraları vardır çünkü aşkın ve çocukluğun.

Bir yazara sahiden gönül verdiğinizde, onun içinizdeki ses olduğunu düşündüğünüzde, yazdığı romanın karakterleriyle bir yakınlık kurduğunuzda, o yazarın kitabıyla yürüyüşe çıkarsınız. Kitabı montunuzun cebinde gezdirmek ferahlık verir. Dünyanın saldırısı yavaşlar. Kalp ferahlar...

Kemal Varol
, 21. yüzyıla Türkçenin en güzel romanlarını emanet etmiş bir şair. Kara Sis, susmanın vazgeçmeye değil umuda dönük yüzünü hatırlatan bir roman. Haklı suskunlukların romanı. En esaslı suskunluklar haklılara yakışır çünkü yalnız haklılar pişman olmazlar.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Bu kadar kalabalığın içinde insan nasıl yalnız kalır?

Ben yalnızlığı istemiyorum ama yalnızlığa gereksinim duyuyorum."

Roland Barthes’in Yas Günlüğü kitabından yaptığı alıntıyla okuyucularına merhaba diyen Jean-Louis Fournier, yazdığı kitapları ile okuyucularına her zaman ki gibi duygu hazları yaşatmaya devam etmekte. Bu sefer ise yalnızlık üzerine bir kitap kaleme alır ve Yapı Kredi Yayınları tarafından Tek Yalnız Ben Değilim adıyla okuyucunun takdirine sunar. Kitabın ilk sayfasında yaptığı alıntıyı okuyunca 20. yüzyıla damgasına vurmuş sanatçı Orson Welles’in “Yalnız doğarız, yalnız yaşarız ve yalnız ölürüz. Sadece aşk ve arkadaşlık hissettiğimiz dönemlerde yalnız olmadığımızı düşünürüz” sözünü aklıma getirdi.

İki engelli evlada sahip bir babanın, çocuklarının hislerini, umutlarını, umutsuzluklarını, beklentilerini ve hayal kırıklıklarını samimiyetle kaleme aldığı "Nereye Gidiyoruz Baba?", Fournier’a ödül kazandırmakla beraber ünü Fransa sınırlarının dışına çıkıp geniş kitlelere hitap etmeye başlamasını sağladı.

Ayşe Ece çevirisiyle raflarda yerini alan Tek Yalnız Ben Değilim kitabı yalnızlıktan şikâyet etmemekte olup, bu kadar kalabalığın içinde insan nasıl kendisini yalnız hissettiğini sorgulamakta veya haykırmakta. "Bu kadar çok sayıda insanın yalnız olabileceğini hiç düşünmemiştim" cümlesiyle aslında kitabın içinde bize sesini duyurma çalışmaktadır.

Şuan yaşanan Covid-19 süreci belki bizi biraz birbirimize, iletişim halinde olmamıza bir dirhem olanak sağladı. Yalnız süreç içeresinde bizler sağlıklı iletişim kanalları içerisinde miydik? Cevap: Hayır. Elbette bu satıların size doğru iletişim kanallarını sunmayı vaat etmiyor ama iletişimin, sosyalleşmenin koptuğu bu çağda covid-19 ile birlikte daha da diplere indiği bir gerçektir. Sosyal medyanın başımızı gömdüğümüz kum olduğunu her gün bir uçak dolusu insanın vefat ettiği ortamda duyarsızlaşıp narsistik çağın hakkını vererek gösteriyoruz. İşte tam da burada Fournier yetişiyor imdadımıza, bu çağın başına gelmiş en büyük belanın kalabalık olduğunu satırlara düşerek.

İnsan sosyal bir varlık mıdır? İbn Haldun bu durumu "İnsan için, toplum içerisinde yaşamak zorunludur" diye belirtirken Fournier’da kitabında "Çiçeğin açmak için nasıl güneşe ihtiyacı varsa insanın da gelişmek için başka insanların sıcaklığına ihtiyacı var" diye yazar. Sanal bir kalabalığa dönüştüğümüz bir ortamdayız. Fakat Fournier kitabında bu yalnızlığın iç savaşını vermekte. İyi mi? kötü mü? Bunu okuyucunun görüşüne bırakmakta. Sizi bir yola sokmamakta ama yaşadığı tecrübeleri yalın ve mizahi bir dille eleştirmekten kaçınmamaktadır. Fournier hazırladığı bir belgesel sonunda bir mektup alır ve o mektupta kadın eşi ile arasında geçen diyaloğu anlatır. Fournier bu mektubun sonunda şöyle yazar: "Yalnızlık insanın başına gelecek en kötü şey mi yoksa en iyi şey mi?"

Burada Carl Gustav Jung’a kulak verelim: yalnızlık, çevrede insan olmaması değil, önemsediği şeyleri başkalarına ulaştıramaması ya da başkalarının olanaksız bulduğu bazı görüşlere sahip olduğunda hissedilen duygudur. İşte Fournier kitabında okuyucuya aslında bunu anlatmaktadır. Ve satırlarına kitabın ilk başlarında şu notu düşmektedir: "Yaşadığımız bu çağın vebası yalnızlık."

Bu kitapta gizli Şükrü Erbaş dizeleri gördüm. Yaş aldıkça yalnızlaştığını söyleyen Fournier, "çok kötüyüm… daha da acısı bütün kadınlar öldü" diye yazarken şair Erbaş'ın Ağaran Bir Suyum şiirinde “Nerden mi anlıyorum yaşlandığımı / kadınlar gittikçe daha güzel” dizelerini aklıma getirdi.

Kırlarda hiç yalnız olmayız, hep bir gürültü olur der Fournier, devamında ise; “köy boşalır her yeri bir sessizlik kaplarsa, kuşlar bir yiyecek bulamazsa, geceleri şehir ışıklarının kör ettiği gece kuşları aramızdan ayrılıp soyları tükenmeye yüz tutmuşsa bende bu dünyada kalmak istemiyorum.” diye yazar.

Peki siz hangi yalnızlığı tercih edersiniz?

Yasin Baturhan Ergin
twitter.com/erginbaturhan

Gördüklerimizin öteki yüzü

Hayatta bazı manzaralar vardır. İnsanoğlunun gördüğünde, hatta göreceğini hissettiğinde beş duyu organını birden tıkadığı manzaralar. Asla sağalmayacağına inandığımız yaralar… Bir gün bir komşu kahve içmeye gelir, “Aşağı mahalledeki falan teyzenin başına şu hal gelmiş,” diye sanki kendi başına gelmesi imkansızmış gibi anlatır insanların acılarını. “Vah vah, yazık olmuş,” deriz. Oysa içeride duyumsadığımız tek cümle, “Nasıl olsa benim başıma gelmez,” ya da “İyi ki benim başıma gelmedi,” olur.

İşte Rüyalar Anlatılmaz’ı okurken, insanlar olarak o kulak tıkadığımız sesleri, çok yakından duyma fırsatı buldum. Bir tarafta kocası kaybolmuş bir kadının gelgitleri, bir tarafta kardeşini yıllardır görememiş, yalnızlığın burukluğuyla ciğer delmiş bir abla, hayatla bir türlü barışamamış, rüşdünü ne yapsa ispat edememiş ve edemeden göçmüş bir adam ve kadınca dertlerini hep içine atmış, anneliğini bile kendi iradesiyle seçememiş, kalbi ezilmiş bir kadın..

Nermin Yıldırım’la tanışma fırsatını bulduğum eser oldu Rüyalar Anlatılmaz. Kitabın her satırında hayatın bir başka acı yüzü, duru ve iz bırakan tasvirlerle anlatılmış. Roman, kahramanların duygu ve zihin dünyaları ve hedef kahraman Eyüp’ün rüyalarıyla ilerliyor. Romanda özellikle kadın karakterlerin, her yaştaki duygu dünyaları dikkat çekiyor. Bunlar, hayatlarının her döneminde mutluluğu beklemiş ama aradıklarını bulamamış gözü yaşlı kadınlar. Kitabın tamamına hâkim olan ana duygu “bekleyiş.” Bekleyişin ne denli can yaktığını şu satırlarla dile getirmiş Nermin Yıldırım:

Birini arayıp beklemek, onun varlığından başka her şeye kapatıyordu insanı. Beklenilenin sesinden başkasına sağır, arananın suretinden ötesine kör ediyordu. Beklenen bekleyene ne denli yakın olursa olsun, zamanla üçüncü tekil şahsa, uzaklaştıkça daha beter saplanılan bir bataklığa dönüşüyordu. Derken, varsa yoksa o oluyordu. Varsa o, yoksa hiç kimse!

Kitap, Pilar’ın bir sabah uyandığında yanında bulamadığı kocasının İstanbul’a uçtuğunu öğrenmesiyle başlıyor. Pilar, kocasının psikolog tavsiyesiyle tutmuş olduğu rüya günlüğünü de yanına alıp, ilk uçakla kocası Eyüp’ün peşinden İstanbul’a gidiyor. Ve kocasının yıllardır görüşmediği ailesinin evine misafir oluyor ve sorup soruşturarak Eyüp’ü aramaya başlıyor. Kitabın sonuna kadar nereye kaybolduğu çözülemeyen Eyüp’ün kaçışının altından büyük aile dramları çıkıyor. Kitapta okura, “aile” kelimesinin toplumsal bir kavram olmanın ötesinde, “birey”in zihin ve duygu dünyasının en derinlerini etkileyen çok önemli bir yapı olduğu mesajı veriliyor.

Pilar’ın kocasının kendisine bıraktığı küçük notu bulamayarak İstanbul’a gitmesi, kocasının en derin yaralarına dokunmasına ve ona hiç olmadığı kadar yakın olmasına vesile oluyor. Belki de o notu okuyup kocasının peşinden gitmeseydi, ya da notu okuduktan sonra İstanbul’a gitseydi, Eyüp’ün içinde boğuştuğu ailevi sıkıntıları hiçbir zaman öğrenemeyecekti. Roman, bu ve bunun gibi birbiri ardına sıralanmış sebep-sonuç zincirleriyle dolu. Günlük hayatta bir tesadüf olarak nitelendireceğimiz basit hadiselerin aslında ne büyük tevafuklar olduğunu görüyoruz Rüyalar Anlatılmaz’da. Hayattaki her şeyin ve herkesin var oluşunun bir sebebe bağlı olduğu açıkça vurgulanıyor. İnsanın zâhirde gördüklerinin, bâtını bilmesi için ne kadar yetersiz olduğunu net şekilde yansıtıyor roman. Dışarıda görünen yüzün, derinden gelen bir sebebi olduğu muhakkak. Kitaptaki eksiksiz her karakterin iç dünyasından hareketle bu kanıya varmak mümkün. Ve romandan çıkarılması gereken bir diğer önemli mesaj da, insanın kötü olanı hiçbir zaman kendine yakıştırmıyor oluşu. Oysa hayatta dışarıdan duyduğumuz acıklı masalların içinde, -tıpkı Pilar gibi- biz de olabilirdik.

Rüyalar Anlatılmaz’ı okumak benim için etkileyici bir deneyim oldu. Nermin Yıldırım’ın okurken hissettiren anlatımını her okurun çok beğeneceğini düşünüyorum. Kitabı okuyacak olan herkese iyi okumalar dilerim.

Nidâ Karakoç
twitter.com/nida_karakoc