Doğan Cüceloğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Doğan Cüceloğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Mart 2022 Cuma

Kendine ait bir yaşam sürmek

"Her şey yoldur."
Lao Tzu (MÖ 571)

"Kendi heykelini yontmaya devam et."
- Plotinus (MS 205)

Kendimden çıktım yola, bir yere varamadım."
- Yıldız Tilbe (20. Yüzyıl)

Dante'den Cahit Sıtkı Tarancı'ya, Marcus Aurelius'tan Jung'a İmam Gazali'den Goethe'ye dek birçok kimse yaşamın ikinci yarısında anlamla buluşmanın şart olduğu üzerinde yoğunlaşır. Çünkü esas kaygılar, otuzlu yaşların ortalarında yahut kırklı yaşların başında "selam, ben buradayım" der. Bu kaygılar öyle bilindik geçim, iş-güç, aile, çocuk gibi meseleler değil daha çok kişinin kendi öz yaşamı, kendilik bilinci ile ilgili. Ne kadar kendimim, ne kadar kendime ait bir yaşam sürüyorum, başkasının hayatını mı yaşıyorum soruları merkezde.

"Başkalarının beklentilerini yaşamak çoğu kimseye kolay gelir. Ne var ki, çaresizlik nedeniyle başkalarının beklentilerini yaşayan insan yalnızdır, hem de derin bir yalnızlığa gömülüdür." diyor Doğan Cüceloğlu. Belki alışıldık bir formu devam ettiriyoruz, belki de işimize öyle geliyor. Çoğu zaman kendimiz olamıyor, kendimizden giderek uzaklaşıyor ve benliğimize yabancılaşıyoruz. Belki de bir ömür boyunca kendimizi tanımadan yol alıyoruz. Cüceloğlu bu tip bir yaşam için bir sohbetinde şöyle diyordu: "Gönlünün muradını keşfedemeden ölenler çok fazla, yazık. 'On dördünde öldü yetmişinde gömüldü' dediğimiz insanlar... Onlar gönlünün muradını keşfedemedi. İnsanın gönlünün muradını keşfetmesi için önce kendi iç dünyasının, özünün farkına varması lâzım."

Onun hangi kitabını bitirince ayağımız yerden kesilmez ki? Hiç beklemediğimiz bir anda kolumuza girip bizi karşıdan karşıya geçiren, sonra da öylece bırakmayan, yaşamın derinliğini fark etmemizi sağlayan bir bilge Doğan Cüceloğlu. Kitaplarını okumanın en büyüleyici tarafı, onu yanınızda hissetmeniz. Sesiyle, sözüyle, bakışıyla, üslubuyla, iç çekmesiyle, gülmesiyle, ağlamasıyla, tüm varlığıyla.

Gerçek Özgürlük’ü bir Cüceloğlu efsanesi olan ve sayısız kimseyi yüreklendirmiş Savaşçı’nın devamı diye düşünüyorum. Kitapta Yakup Bey karakteriyle karşımıza çıkıyor Cüceloğlu ve hem yüzüyle hem de canıyla henüz tanışmamış, bu sebeple de kendini keşfedememiş Timur Bey’e (ve okuyanlara) rehberlik ediyor. Onunla “insan insana” bir iletişim kuruyor ve nelere dikkat etmesi gerektiğini bu coğrafyanın insanlık hikayeleriyle birlikte aktarıyor. Bendeniz çok az kitap için “hayati” derim. Doğan hocanın her kitabı hayatidir. Sizi, çevrenizi ve dolayısıyla toplumu dönüştürür, geliştirir. Size bir can taşıdığınızı, başkalarının canını önemseyerek insan olma yolunda ilerleyeceğinizi hatırlatır.

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın hikâyelerinin birinde çok sarsıcı bir ‘kendine kendine konuşma’ vardır. Özellikle bu hissiyata fazla kapılanlar, bu duyguyla yaşayanlar, sanırım Gerçek Özgürlük’ü daha etkileyici bulacaklar ve onu yeniden başlama, yeniden yola koyulma rehberi olarak kabul edecekler. İşte o paragraf: “İçimde kendi hayatımı yaşamadığım kanaati var. Daha samimi olayım ister misiniz? Bu yaşadığım hayat, o kadar benim değil ki herhangi bir saatimde birisi gelip de bana ‘Haydi kalk, sıran geldi, kendin ol!’ diye bağırsa sanki böyle bir şey mümkünmüş gibi inanıp koşacağım. Bu his bende o kadar kuvvetli… Herhangi bir kalabalıkta kendimden başka herkes olmaya razıyım. Ah, bir elbise değişir gibi hüviyetini değiştirebilmek, laletayinin içinde kaybolmak, bir avuç kum içinde bir kum tanesi olmak ve böyle olduğunu dahi bilmemek.”. Tanpınar, Hikâyeler’in başka bir yerinde de “Ölmüş saatlerimiz, günlerimiz, senelerimiz olduğunu, yıllarca farkına varmadan bir hiçin sarraflığını yaptığımızı, yaşamadan yaşadığımızı kim inkâr edebilirdi. Hattâ öyleleri var ki bir kere olsun ruhlarının gerçeğine doğmadan ölürler” der. Bu ifadeler, bir yazarın duygularından çok, kendi toplumuna dair çektiği bir fotoğraftır. Ne hazin ki fotoğraf, bugün de her birimizin önüne çıkar. Kendimize, en yakınımızda ya da en uzağımızda. Yakup Bey, Timur’a “Yaşamının sorumluluğunun bilincine varmış bir insan, kültür robotu olmak yerine bir şahsiyet olmayı hedefler. Bu kişi anlam çerçevesini kendisi oluşturmuştur ve bilinçli yaşar.” derken her birimize çok önemli bir kılavuz sunuyor. Neyi neden yaptığımızın farkında olmak, hiçbir şeyi mış gibi yapmamak ve dolayısıyla mış gibi yaşamamak için gerçek benliğimizi keşfetmemiz gerekiyor. Gerçek Özgürlük’e giden yol, kendini bilmekten geçiyor. Kendini bilen insanlardan oluşan bir toplum, şüphe yok ki insanlığa daha anlamlı hizmetlerde bulunabilecek ve daha sağlıklı bir ömür sürebilecektir.

Bazen hüznün girdabı içine çekiliriz. Bin bir soru yanaşır zihnimize. Oturduğumuz yerde soluk soluğa kalırız. Yaşam, geçip gitmektedir. Toparlanmak isteriz. Bunun için bir söz bekleriz, güçlü bir söz. Tıpkı kitabın henüz başında Yakup Bey'in, Timur'a söylediği “Sen hüzünlüsün diye; dünya durup sana yol vermeyecek." sözü gibi.

Yaşamda kendimiz olarak var olabilmek çok büyük bir iştir, savaştır. Bu savaş tek başına verilse de birçok rehberden yararlanmamız gerekir. Yoksa en ufak bir savrulmada vazgeçebiliriz. Gerçek Özgürlük, çok güçlü bir rehber...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

31 Temmuz 2021 Cumartesi

Şükür makamında bir bilge: Doğan Cüceloğlu

Şu üzerinde yaşadığımız coğrafya ne kadar bereketli ki bizi ayağa kaldırmak için mücadele eden, ömrünü insana hizmete adamış nice büyük gönül sahibini barındırıyor. Biri gidiyor, biri geliyor, hiç bitmiyor. Onlar bu coğrafyanın kendilerine kazandırdıklarının gayet farkındalar. Bu farkındalıkla, yeterli donanıma eriştiklerinde "bu topraklara ve insanına bir borcum var" diyerek hizmetlerini her alanda artırıyorlar. Kitaplarıyla, söyledikleriyle, bazen davranışlarıyla ve tavırlarıyla bize çok önemli şeyler işaret ediyorlar.

Doğan Cüceloğlu da seksen yılı aşan ömrünü Türk insanını anlamaya, ona hizmet etmeye adamış bir bilge. Varlığına kattığı birikimi, görgüyü, zihniyet bileşenlerini yediden yetmişe herkese aktarmak için canla başla gayret eden, yüzüne baktığımızda daima yaşam coşkusu gördüğümüz bir yüksek gönül sahibi. Burada alçak gönüllü de diyebilirdim fakat gönül öyle bir kelime ki yanına ancak yüksek yakışıyor. Evet, şimdiye kadar hocaya dair geçmiş zaman kalıbı kullanmadığımın farkındayım. Bazı insanlar ölmüyor, göçüyor. Buna iman etmişiz.

Savaşçı'yı ilk okuduğumda lise yıllarımdaydım. Gelecekte ne yapacağına henüz karar verememiş, düşünce dünyasını zenginleştirmenin tadını yeni yeni tadan ve bir evin bir evladı olması sebebiyle kendini korumayı bir yaşam biçimi hâline getirmeye başlamış biri olarak dört elle sarılmıştım kitaba. Çünkü kitap bana, ömrümün geri kalan kısmında hep ihtiyaç duyacağım bir abi yahut abla olmuştu, kılavuzdu. En yakınlarıma bile soramadığım soruların, henüz peşine düşmediğim meraklarımın cevabını erkenden alabilmiştim Cüceloğlu vesilesiyle. Özellikle "Niyetiniz, yaşamınızın pusulası olmalı" ve "Hayır demesini bilmeyen kişinin evet'inin de anlamı yoktur" cümlelerini zihnimin 'yardım odası'na yerleştirmiştim daha o zamanlarda. Şimdi, otuz beş yaşında, evlenip bir aile kurmuş, iki evladın mesuliyetini üstlenmiş, ilk yaptığı işi gönlüne uygun bulmadığından çok daha düşük maaşa asıl istediği mesleğe yönelip işini zevk hâline getirmiş, kendine doğru meşgaleler seçebilmiş ve dolayısıyla hayatta her zaman güzele, huzura, paylaşıma yönelebilmiş biriysem, bunu Cüceloğlu gibi bilgelerin yazdıklarını samimiyetle okuyup, söylediklerini cesaretle hayatıma katabilmeme borçlu olduğumu söyleyebilirim. Belki bu yazıyla, hocaya olan borcumu -asla mümkün olmayacağını bilsem de- öderim. Hiç değilse bir selam gönderirim, yürekten…

16 Şubat 2021. Marketteyim. Süt, yumurta, yoğurt. Hiçbiri köy kokmayan ama üzerinde organik yazan birkaç ürün alıp çıkıyorum. Eve girerken eşim kapıda, “kötü bir haberim var” bakışını fırlatıyor önce üzerime. Sözünü bitirmeden telefonum çalıyor. Yekta Kopan. “Başımız sağ olsun” diyor. Öyle bir diyor ki salonun orta yerine çöküyorum. Neredeyse yirmi senedir ne yazsa ne söylese takip ettiğim bir güzel insan, ansızın göçüveriyor bu diyardan. 2021’in başından itibaren kendisine dair epey mesaim olmuştu üstelik. Evvela, “Var Mısın?” kitabına bir arka kapak metni yazmıştım. Akabinde, editörlüğünü yaptığım Yekta Kopan ile Yazar Söyleşileri programı için yoğun bir mesaiyle daha evvel okuduğum kitaplarını gözden geçirip sorular hazırlamıştım. Sorulardan birini hazırlarken, hocanın “şükür makamında” olduğunu düşünmüştüm. Öyle bir yaşıyordu ki her yönüyle lezzetli. İnsan insana. Ve daima şükür hâlindeydi. Bu kadar insanın yüreğine dokunmak, bunca kitap, seminer… Yekta Kopan, soruyu kendisine yönelttiğinde bir şey dikkatimi çekti. Doğan hoca, sorudaki “şükür makamı” sözünü duyar duymaz bir kenara not etti ve bu tabirin çok hoşuna gittiğini söyledi. Yekta Kopan, büyük bir hakkaniyet göstererek bu tabirin fakire ait olduğunu belirtti. Hoca tebessüm etti. O tebessümde şu sözlerini görmüştüm sanki: “Hatalarım, günahlarım, sevaplarım, başarılarım, yenilgilerimle ben benim ve bugün hepsini sahipleniyorum.

Yaşamında gönül kelimesine özel yer ayıran insanlar tanıdım. Hepsinin ortak özelliği, hiçbir koşulda kendilerini düşünmemeleriydi. Gönlün tek başına bir şey edemeyeceğini biliyorlardı. Bir başkasını mutlu etmek ve kenara çekilmek. Teşekkür dahi istememek. Buydu onların hakikati. Bir insan düşünün ki en büyük isteği tüm insanların "gönlünün muradını" keşfetmesi. Doğan Cüceloğlu hoca yeryüzünün her yerinde bunun için çalıştı. Kimse ömrünün sonuna geldiğinde "Ben boşa yaşamışım, hep başkaları için çalışmışım, kendimi unutmuşum" demesin diye. Ne büyük gönül… Hocanın hayatındaki bazı noktaları Damdan Düşen Psikolog adlı nefis nehir söyleşisi eşliğinde düşünürken, şu acizane yazıyla onu Söğüt’te ağırlamanın çok yerinde olacağını düşündüm.

Silifke’nin Mukaddem Mahallesi’nde doğmuş Doğan hoca. Babası Sami Cüceloğlu, delidolu bir adam. Rüştiye Mektebi’ne gitmiş. Velisi kim olmuş dersiniz? Enver Paşa. Birisi onun hakkında “akıllı çocuk, mutlaka okumalı” deyince Enver Paşa, Adana’daki bir okula mektup yazmış, “ilgi gösterilsin” diye. Okulun yemekhanesinden hep sarımsaklı yemekler çıkınca baba Sami giymiş şalvarını, çarşafını, kaçmış. Okuma yazma bildiği için Birinci Dünya Savaşı’nda çavuş olmuş: Sami Çavuş. İstiklâl Harbi’nde Silifke Erdemli civarında Karakol Komutanlığı yapmış. Toplam 9 yıl süren bir askerlik. Ardından manifatura dükkânı. Hiçbir zaman başarılı bir esnaf olamamış, şair mizaçlıymış. Bir süre CHP İlçe Başkanlığı yapmış. Çok güzel Kur’an ve ezan okurmuş. İyi derecede keman, ud ve saz çalarmış. Velhasıl, ihtiyarlık dönemlerine dek delidolu imiş. Ta ki hürmet ettiği bir komşusundan etkilenerek Nakşibendi yoluna bağlanana kadar. Sonra meşk meclislerini bırakmış, aile efradına dini telkinlerini artırmış, müziği hayatından çıkarmış. Doğan hoca, anne tarafından da Yörük. 10 yaşındayken annesi Zehra Cüceloğlu vefat ediyor. Altı ay sonra Sami Cüceloğlu eve bir kadın getiriyor. O da Yörük. Geniş ev halkı ‘yeni gelen’i kabul etmiyor tabi. Yaramazlık gırla. Fakat burada bir hadise var. Doğan Cüceloğlu'nun "annen yok kimsen yok" anısı çok yakıcı. Ama bir de "analığım" dediği Yörük Ayşe'nin ona bir öğüdü var ki hayatına yön vermiş. Cüceloğlu, "bannak gibi güpgüççük" bir kuşu sapanla vururken şöyle demiş Ayşe Teyze: "Vurma yavrum, günah. Canın küçüğü olur mu?"… Canın küçüğü büyüğü olur mu? Müthiş bir tohum aslında bu soru. Ayşe Teyze’nin attığı tohumu, kırklı yaşlarının sonuna doğru fark ediyor Doğan hoca. “Ya hu, Yunus’un ‘bir ben vardır bende, benden içeru’ dediği bu işte. Bizim bakmamız gereken her şey tasavvufta var.” diyor.

Doğan Cüceloğlu’nun eğitim hayatında bugün hepimizin saygıyla ve sevgiyle andığı birçok büyük isim var. Hepsi de Söğüt’ü mayalayan kaynaklar. Mesela, Ankara Atatürk Lisesi'ndeyken Cüceloğlu’nun edebiyat ve kompozisyon öğretmeni Cahit Okurer. Bir gün hocasına ona ne olmak istediğini soruyor, mühendis olmak istediğini duyunca, “bilim adamı olmak istemez misin?” diye tekrar soruyor. Okurer’in onu etkileyen diğer sözleri de çok önemli: “Bu ülkenin sorunlarının temelinde eğitim sisteminin bozukluğu var. Eğitim sistemini de düzeltecek olan Türk psikologlar olacak. Senin bir Türk psikoloğu olman gerekir.

Okurer zaten İstanbul’a bir mektup göndermiş bile o vakitlerde, Mümtaz Turhan’a. “Sana bir talebemi gönderiyorum, eti senin kemiği benim” kabilinden. Cüceloğlu nihayet, İstanbul Üniversitesi Psikoloji bölümüne kaydoluyor. Mümtaz Turhan, çok çekinilen bir isim. Okurer gibi sıcak bir yapısı yok, daha haşin. Onunla diyalog geliştirirken asistanı Yılmaz Özakpınar da ağabeylik yapıyor Cüceloğlu’na. Öte yandan, hukuk fakültesi öğrencisiyken Fethi Gemuhluoğlu’nun tavsiyesiyle bölümünü değiştiren ve edebiyat fakültesine, felsefe bölümüne geçen Erol Güngör de Cüceloğlu’nun hayatında çok önemli bir yere sahip. 4 yıl boyunca aynı odayı paylaşmışlar. Kasım 2018’de, doğumunun 80. yıl dönümünde Marmara Üniversitesi Rektörlük Binası'nda gerçekleştirilen bir toplantıyla anılmıştı Erol Güngör. Orada merhum Mehmet Genç hocayla birlikte konuşma yaptı Cüceloğlu. Şu güzel sözleri söylemişti Güngör için: “Rahmetli dedesi İmam Hafız Osman Efendi, çok küçükken Güngör'ün yeteneğinin farkına varıp, mayalamaya başlamış, öyle görüyorum ben. Bu nedenle dedesi ile beraber yaptığı yolculuk, orta okul zamanında sohbetlere katılması ve Arapça'yı öğrenerek, Osmanlıca'ya hâkim bir şekilde, literatüre girmesi gibi... Ben Erol'la konuşmaya başladığım zaman unuturdum bir insanla konuştuğumu, sanki bir kütüphaneye girmişim de kütüphane konuşuyor gibi gelirdi bana. Hiçbir zaman bana bilmişlik taslamazdı. Sadece ısrar eder, sorarsam birkaç cümle söylerdi. Onun çok önemli bir kaynak olduğuna inanıyorum ve yazdığı eserlerden dolayı ona çok müteşekkirim. Çünkü tarihine, toplumuna, kültürüne, dinamiklerine, insanına, bir bilim insanının kafasıyla bakabilmek önemli. Buna çok ihtiyacımız vardı ve hala da var. Bundan dolayı kitaplarının yeniden basılmasına ön ayak olmak çok önemli.

Doğan Cüceloğlu henüz doğmadan evvel, annesi bir rüya görmüş. Onun deyimiyle “ak sakallı bir pir”, annesine doğacak olan evladının “özel” biri olduğunu bildirmiş. Nitekim babası da, tuttuğu günlüklerinde oğlu Doğan için “diğerlerinden farklı, sezgileri kuvvetli” kabilinden cümleler yazmış. Şunu net biçimde görüyoruz ki Cüceloğlu hoca insanların hayatına dokundu çünkü onun hayatına dokunan, çok önemli hikâyelere sahip kimseler vardı. Annesi, çok sonraları affedip anlayabildiği babası, ağabeyleri, öğretmenleri… O, her şeyin kadim bilgelikte olduğuna inananlardandı. Nitekim şöyle der: “Kitap yazıyorum, ismim var ama içten içe, bir dağ başında, okuma yazma bilmeyen bir köylüden daha önemli olmadığımı biliyorum.

Kıymetli Mahmud Erol Kılıç hocama “Oedipus kompleksi için tasavvuf bize ne söylüyor?” diye sorduğumda, “creative suffering” diye bir kavramdan bahsetti. Acılarını birer elem, keder, gam meselesi hâline getirmeyip onlarla yaratıcı bir sürece giren, hayatı boyunca da üreten kimselerin beslendiği kaynak: yaratıcı acı. Cüceloğlu da bu kimselerden gibi gelir bana hep. “Ben çocukluğumun eseri değilim. Şu andaki Doğan olarak çok daha karmaşık bir sürecin eseriyim. Hâlâ devam eden bir süreç… Olmuş bitmiş değilim. Irmak akmaya devam ediyor” der. Kızılderili bilge Don Juan Matus’un “Eğer sen kendini bir kurbağadan veya bir kuştan daha önemli görüyorsan, bu sadece senin bilgelikten uzak olduğunu gösterir” sözünü benimsemiş bir yürek o. Ve o yürek hâlâ aramızda, hep aramızda olacak. İşin içinden çıkamadığımız anlarda bize yol gösterecek, içimizi ferahlatacak, ışık olacak. Var oluşumuzu anlamlandırma yolunda kuvvet verecek. “Sen insansın” diyecek, “kadrini kıymetini bil ve varlığının hakkını ver, güzel gör, güzel söyle, güzel yaşa” öğüdünü fısıldayacak. Daima şükretmeyi hatırlatacak. Ne mutlu ki seni tanıdık Doğan hoca, şerefyâb olduk. Ne mutlu…

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
* Bu yazı daha evvel Söğüt dergisinin 8. sayısında yayınlanmıştır.

30 Ocak 2021 Cumartesi

Gönlünün muradını keşfetmek

"Sultan suyu gibi çağlayıp, akma
Durulur, gam yeme, divane gönül."
- Pir Sultan Abdal

Şu üzerinde yaşadığımız coğrafya ne kadar bereketli ki bizi ayağa kaldırmak için mücadele eden, ömrünü insana hizmete adamış nice büyük gönül sahibini barındırıyor. Biri gidiyor, biri geliyor, hiç bitmiyor. Onlar bu coğrafyanın kendilerine kazandırdıklarının gayet farkındalar. Bu farkındalıkla, yeterli donanıma eriştiklerinde "bu topraklara ve insanına bir borcum var" diyerek hizmetlerini her alanda artırıyorlar. Kitaplarıyla, söyledikleriyle, bazen davranışlarıyla ve tavırlarıyla bize çok önemli şeyler işaret ediyorlar. Doğan Cüceloğlu da seksen yılı aşan ömrünü Türk insanını anlamaya, ona hizmet etmeye adamış bir bilge. Varlığına kattığı birikimi, görgüyü, zihniyet bileşenlerini yediden yetmişe herkese aktarmak için canla başla gayret eden, yüzüne baktığımızda daima yaşam coşkusu gördüğümüz bir yüksek gönül sahibi. Burada alçak gönüllü de diyebilirdim fakat gönül öyle bir kelime ki yanına ancak yüksek yakışıyor.

Savaşçı'yı ilk okuduğumda lise yıllarımdaydım. Gelecekte ne yapacağına henüz karar verememiş, düşünce dünyasını zenginleştirmenin tadını yeni yeni tadan ve bir evin bir evladı olması sebebiyle kendini korumayı bir yaşam biçimi hâline getirmeye başlamış biri olarak dört elle sarılmıştım kitaba. Çünkü kitap bana, ömrümün geri kalan kısmında hep ihtiyaç duyacağım bir abi yahut abla olmuştu, kılavuzdu. En yakınlarıma bile soramadığım soruların, henüz peşine düşmediğim meraklarımın cevabını erkenden alabilmiştim Cüceloğlu vesilesiyle. Özellikle "Niyetiniz, yaşamınızın pusulası olmalı" ve "Hayır demesini bilmeyen kişinin evet'inin de anlamı yoktur" cümlelerini zihnimin 'yardım odası'na yerleştirmiştim daha o zamanlarda. Şimdi, otuz beş yaşında, evlenip bir aile kurmuş, iki evladın mesuliyetini üstlenmiş, ilk yaptığı işi gönlüne uygun bulmadığından çok daha düşük maaşa asıl istediği mesleğe yönelip işini zevk hâline getirmiş, kendine doğru meşgaleler seçebilmiş ve dolayısıyla hayatta her zaman güzele, huzura, paylaşıma yönelebilmiş biriysem, bunu Cüceloğlu gibi bilgelerin yazdıklarını samimiyetle okuyup, söylediklerini cesaretle hayatıma katabilmeme borçlu olduğumu söyleyebilirim. Belki bu yazıyla, hocaya olan borcumu -asla mümkün olmayacağını bilsem de- öderim. Hiç değilse bir selam gönderirim, yürekten...

2016 sonbaharında yayın hayatına başladı Kronik Kitap ve ağırlıklı olarak tarih kitaplarıyla, bu alana çok büyük bir ivme kazandırdı. Zamanla çok önemli anı ve biyografi kitapları yayınlayarak çemberini genişletti. Nihayet, çok sıkıntılı geçen 2020'nin ardından 2021'i heyecan verici bir kitapla karşıladı: Var Mısın? Deniz Bayramoğlu'nun son derece yerinde hazırladığı sorulara Doğan Cüceloğlu'nun ilmi ve şahsi derinliğiyle verdiği cevaplardan oluşan bu kitap, insana kendini keşfetme ve zorlukla başa çıkma noktasında ufkunu genişletecek bir enginliğe sahip. Doğan hocanın verdiği tüm cevaplarda şunlar dikkati çekiyor: asla yukarıdan -bilgiç- konuşmuyor, her zaman muhabbet ve sevgi temelli bir yaklaşım -bilge- kuruyor. Dünyanın farklı bir kıtasında eğitim alıp orada uzun seneler geçirmiş olsa da, yeryüzünün birçok yerine ayak basıp genişlettiği görgüsünde en çok Anadolu yer tutuyor. Acılarıyla, dertleriyle, neşesiyle, üretkenliğiyle daima Anadolu. Davranışlarıyla, gelenekleriyle, kayıplarıyla, inançlarıyla, yoksunluklarıyla Anadolu insanı.

Hayatının anlamı nedir? İnsan kendini nasıl geliştirir? Umutsuzluğu nasıl aşarız? İçimizdeki "öz"ü nasıl buluruz? Çevremiz bizi nasıl etkiler? Kime akıl danışılır? Yaşam neleri ödüllendirir? Nasıl eş seçilir? Zihnimiz nasıl işler? Nasıl meslek seçilir? Nasıl biz oluruz? Toplum nasıl dönüşür? Nasıl okumalı, gezmeli ve ne dinlemeliyiz? Neleri okumalı, dinlemeli ve seyretmeliyiz? İşte kitap boyunca, Bayramoğlu'nun yönlendirmeleriyle Cüceloğlu'nun cevap aradığı sorular. Bu cevaplarda, Doğan hocanın sürekli vurgu yaptığı iki önemli mesele var: gönlünün muradını bulmak ve kendi özünü bulmak. Esasında her ikisi de birbiriyle ilgili meseleler. "İnsan kendi özünü ne kadar erken fark ederse, kendisiyle ne kadar erken ilişki kurarsa o kadar yaşıyor demektir. Bana göre hayatın anlamı 'keşif'tir. Hayat bir keşif yolculuğudur. Neyi keşfedeceksin? Özünü, kendini." diyor hoca. Demek ki evvela keşfetmek için yola çıkmayı göze almak gerekiyor. Tüm acılarımızla, hesaplaşmalarımızla, hüzünlerimizle yüzleşmek. Af dilemek, kabullenmek, sabretmek ve şükretmek. Burada belki hüzün kelimesi dikkat çekmiş olabilir. Hüzün önemlidir. "Hüzün insanın kendisini ihmal etmesinin bir sonucudur" diyor Doğan Cüceloğlu hoca. Muazzam bir söz olarak yazmalı bir kenara. Hüzünlendiğin an yüreğin seninle konuşmaya başlar çünkü. Kendine gel der, gönlünün muradına sahip çık der, bir türkü yahut şiir ısmarlar sana. Hüzün, sağaltır.

Her insan mutlaka yaşadığı hayatta bir anlam arar. Bunu bazen geç fark eder ve bir eksiklik olarak peşine düşer. Bazen de erken fark eder ve anlamını geliştirmek, genişletmek için çabalar. Kişi, geçmişiyle, yaşadığı şehirle, komşularıyla, dostlarıyla ve mutlaka işiyle, eşiyle, varsa evlatlarıyla kuvvetli bağ kurabilmek için muhakkak bir hikâyesi olmalıdır: "Hayata anlam verme beynin bir öykü oluşturmasıyla başlar. Doğası gereği insanın hayatında olayları anlamlı bir öykü biçimine sokma ihtiyacı vardır. Öyküleştiremediği bir hayat insanı sıkmaya başlar ve zamanla insan hayattan kopar." diyor hoca. Ne yapıyorum, ne yapmalıyım, ne yapacağım? Bu sorular, bir kariyer planlaması gibi değil, şahsiyet kurma biçiminde şekillenmeli. Şahsiyet kurmak önce insanın kendi elinde ve elbette çevresinin de etkisi var. Mesela hayır demeyi bilmek, şahsiyet kurma noktasında çok kritik bir yerde durur. "Kişiliğinin sınırlarını belirleyen insan tahribe uğramaz" demişti bir bilge. Çünkü insanın başına gelen sıkıntıların çoğu hiç hayır diyememekten. Hayır diyememek, sınır ihlalini, o da beraberinde tahribi getiriyor. Oysa şahsiyet, sınır çizmekle mümkün. İnsan annesiyle ve babasıyla olduğu gibi, eşiyle ve çocuklarıyla da kurduğu ilişkide kendi sınırlarını gözetmeli. Aksi hâlde tahribat başlıyor. Varoluşa saldırı. Kişiliğin yok oluşu.

Bugün en çok konuşulan meselelerden biri de çocuklarla kurulan iletişim. Burada bir nokta es geçiliyor. Bir insanın kendi çocuğuyla iyi iletişim kurabilmesi için evvela kendi çocukluğuyla iletişime geçmiş olması gerekiyor. Neler eksikti orada? Hangi kayıplar ve yaslar yaşandı? Ne tür neşeler ve sevinçler var? Anlamlı olan neydi? İmkânlar ve tuzaklar arasında nasıl mücadele edildi? Yalnızlık mı var yoksa tek başınalık mı? Birileri dinledi mi o çocuğu, anladı mı? Hep kendi kendine konuşmak zorunda kalan biri miydi o çocuk? Şimdilerde yardım alamıyorsa, kendisini ifade etmekte güçlük çekiyorsa, şahsiyet mücadelesine çok geç başlamanın yorgunluğuyla yaşıyorsa, tüm bunların arka planında boşluk hissinin yoğun olduğu bir çocukluk dönemimi vardı? Tam burada aklıma geldi, henüz "çocuğum sık sık uzaklara dalıp gidiyor acaba pedagoga mı gitsek?" diye tutuşanların olmadığı zamanlarda Kenan Rifâî şöyle ikaz etmiş bir dervişini: "Dünyaya evladın için değil Allah'ını bilmek için geldin. Evlat sana verilmiş bir emanettir. Gayret göster fakat tek gayen o olmasın." Ve sonra çocuklar da ebeveynlerine tapıyorlar. Ortaya her yönüyle sakat bir "ebeveyn dini" çıkıyor böylece. Evladı bir mobilya gibi görüyor. Onun hayatının her yönünü çizmeye, her tarafını dizayn etmeye çalışan korkunç bir ebeveyn tipi ve ezilmiş, insan bağımlısı olmuş bir çocuk. Kitapta Cüceloğlu bu tehlikeli hâllerin izahını da yapıyor. İlişkiler neden bu hâle geliyor, işte tam oranın üzerinde durmak gerekiyor.

"Hatalarım, günahlarım, sevaplarım, başarılarım, yenilgilerimle ben benim ve bugün hepsini sahipleniyorum." diyor Doğan Cüceloğlu. Şükür makamından sesleniyor. Kimse türküdeki gibi "Yıllarca aradım kendi kendimi / hiçbir türlü bulamadım ben beni" demesin diye hâlâ savaşıyor, keşfediyor ve insanlara birikimini aktarıyor. Uğruna ömrünü verdiği ilmiyle şifa dağıtmaya çalışıyor ve soruyor: Gönlünün muradını bulmaya, kendini keşfetmeye, daha güçlü yaşamaya var mısın?

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf