15 Kasım 2020 Pazar

Kendini anlatmayı seven bir yazardan konuşmalar

Orhan Pamuk edebiyatımızda, kendini anlatmayı en çok seven yazarlardan biridir. Bu kendini anlatma kısmından kastım, salt kendini övme, kendi hayatını gözümüze sokma durumu değildir. Evet, kendi hayatıyla da ilgili birçok detayı kurgu olmayan eserlerinde kitaplarına yansıtır ancak Pamuk’un tam yaptığı, kendine değen herhangi bir şeyle (bir kitap, bir olay) kendi hayatında olan şeyi birleştirmektir. Onun klasikler hakkındaki yazılarında bile bu durumu görürüz. Onu dikkatle takip edenler yazarın hayatındaki birçok detaya hâkimdirler.

Ancak Pamuk yine toplumca en çok eleştirdiğimiz kişilerin başında gelir. Bu eleştiri zaman zaman haddi aşar. Elbette “ancak” kelimesini kullanmam, yazarın eleştirilmesinden doğan bir üzüntümü belirtmek için değil. Kimler eleştirilmiyor ki Pamuk eleştirilmesin? Benim derdim daha çok, onu hiç tanımadan, sadece kulaktan dolma dedikoduları kullanıp kantarın topuzunu kaçıranlarla. Aslında onun kurgu olmayan bir iki eserini okuyanlar, onunla belki yine anlaşamayacaklar ama yine de bir saygı duyacaklardır. En azından çalışkanlığına.

Bütün bunları niye bu kadar yazdım? Bu kitapla ne alakası var dediklerimin? Orhan Pamuk’u en çok eleştirenlerin başında onun kitaplarını okumayanlar geliyor demiştim. Bu kitap, yazarı tanımak için onun en iyi kitabı olmasa da, niteliği tartışılmayacak ipuçları veriyor. Aldığı ödüllerden sonra veya katıldığı konferanslarda yaptığı dört konuşmadan oluşan Babamın Bavulu, kendini anlatmayı seven bir yazardan okunacak ve onun tanınmasını sağlayacak bir kitap.

Dört ana bölümden oluşuyor Babamın Bavulu: Babamın Bavulu (Nobel Edebiyat Ödülü Konuşması), İma Edilen Yazar (Puterbaugh Konferansı Konuşması), Kars’ta ve Frankfurt’ta (Alman Yayıncılar ve Kitapçılar Birliği Barış Ödülü Konuşması), Avrupa Fikri (Sonning Ödülü Konuşması).

İlk iki konuşmasını 2006 yılında, üçüncü konuşmasını 2005 yılında ve son konuşmasını 2012 yılında yapmış Orhan Pamuk. Nispeten günümüze daha yakın bir konuşma bu sonuncusu. Edebiyat, Hayat ve Siyaset Üzerine Dört Konuşma alt başlığını içeren kitabın ‘siyaset’ tarafını oluşturuyor (fakat kitabın en siyasi konuşması değil). Aslında Pamuk’un ülkemizde eleştirilmesinin en büyük ve belki de tek sebebi onun politik konumu. Bu konuşmada yazarın politik konumunu ve Avrupa’ya -ya da Batı’ya- ne anlamda baktığını görebiliyoruz. Bir kere şunu kabul etmemiz gerekir. Ömrünün neredeyse tamamını İstanbul’da Nişantaşı’nda geçirmiş bir yazar Orhan Pamuk. Üç yıl kadar bir süre de yanlış hatırlamıyorsam New York’ta yaşamış. Yani bir Kemal Tahir bir Mitat Enç gibi bakmasını bekleyemeyiz hem bu ülkeye hem de hayata. Fakat bizim istediğimiz bir şekilde bakmıyor diye de onu haddini aşan ithamlarla eleştiremeyiz. Önce yazarın konumunu kabul etmemiz sonra da bize yanlış gelen ve uymayan yönlerini akıl çerçevesi içinde eleştirmemiz gerekir. Bu yazıda yazarın Avrupa fikrine veya Avrupa Birliği’ne nasıl baktığını görebileceğimiz için onu eleştirecek yerler de bulabiliriz. Ancak tabii ki sağlam argümanlarla. Mesela Orhan Pamuk bizzat Avrupa’ya da eleştirilerini yöneltiyor üstelik bu eleştiriler gayet eli yüzü düzgün şeyler. Öyle suya sabuna dokunmayan laflar değil; fakat dediğim gibi, Nişantaşı’ndan hayata bakan bir yazar olarak yine de kopamıyor o kültürden. Kendi içinde bir haklı çıkma çabası içine giriyor yazar:

Avrupa’nın kültürel sermayesi dünya çapında yaygınlaşırken Avrupa siyasetinin göçmen korkusuna kapılarak muhafazakârlaşması ve dünyaya sırtını çevirmesi, tarihin kendine has ironik cilvelerinden biri. Ama ben bu çelişkinin beni etkilemesine izin vermiyorum. Çünkü Avrupa kültürü –kitapları, sanatı, ürettiği filmleri- benim için Avrupa Birliği’nden çok daha önemli. Romanlarım ve denemelerimin bu büyük kültürün küçük de olsa parçası olabileceğini düşünmenin bana verdiği mutluluk, ancak bu büyük ödülü almanın onuruyla ölçülür.

Bu alıntıdan, batıya yaranmaya çalışan bir yazarın çabasını okumak mümkün. Zaten diğer konuşmalarında da bu durumu görecektir bu kitabı okuyanlar. Ancak bu durum tam da Orhan Pamuk’luk bir durum. Ondan Kemal Tahir gibi bir duruş bekleyemeyiz. Bu demek değildir ki biri doğru biri yanlış yolda. Bu tamamen farklı koşullarda büyüyüp yazar olmuş iki yazarın hayata bakışıyla alakalı. Elbette bizim tarafımız belli.

Bir de Pamuk’un edebiyat ve yazı hakkında söylediği şeyler var ki benim en çok ilgimi çekenler onlar. Manzaradan Parçalar adlı uzun eserinde de edebiyat hakkında bolca kalem oynatmıştı yazar. Bu kitabının ilk konuşması olan Babamın Bavulu’nda da yani Nobel Ödülü aldığı zamanki yaptığı konuşmada bolca bu konulara giriyor. Yazının onun için ne demek olduğu, bir kitap oluşturma sürecini nasıl geçirdiği, yazarlığın ne olduğu, niye yazdığı gibi konular bu konuşmada yer alıyor. Pamuk’un ödüle ne kadar sevindiği de satır aralarından okunuyor doğal olarak. Coşkulu bir konuşma diyebiliriz kitabın ilk konuşması için. İkinci konuşması da yine edebiyat dışına pek çıkmadan gerçekleşiyor. Yazarın edebiyattan bahsettiği konuşmalarını okumanın tadı ayrı bir güzel.

Kars’ta ve Frankfurt’ta adlı konuşma kitabın en siyasi konuşması; hâlbuki yazar, benim de Pamuk’un en sevdiğim kitabı olan Kar’dan konuşuyordu. Fakat Kar kitabının içeriğinde bolca siyasi malzeme olduğu için konuşma politik yöne kayıyor biraz. Bu durum yazıyı çok kötü yapmamış fakat benim beklentim bu değildi. En keyif alarak okuduğum ve en çok benimsediğim Kar romanını nasıl yazdığını daha çok merak ediyordum ben. Kars’ın kahvelerinde yaşadıkları, Frankfurt günleri gibi biraz da magazinsel şeylerden bahsedebilirdi yazar ama konu bir şekilde siyasete bağlandı:

Ben Avrupa hayali olmayan bir Türkiye’yi düşünemediğim gibi, Türkiye hayali olmayan bir Avrupa’ya da inanamayacağımı biliyorum.

Babamın Bavulu, benim hep ilgimi çeken bir kitaptı. Bu günlere nasipmiş okumak. Yazarı ne kadar sevmiyor, Manzaradan Parçalar gibi hacimli bir kitapta Orhan Pamuk’a tahammül edemeyeceğinizi düşünüyorsanız, bu ince kitap yazarı tanımak için iyi bir kitap. Hiç olmazsa, edebiyat ve özelde roman sanatından bahsederken gözleri parlayan bir yazar görürsünüz.

Birkaç alıntı:

Benim için yazarlığın sırrı, nereden geleceği hiç belli olmayan ilhamla değil, inat ve sabırdadır. Türkçedeki o güzel deyiş, ‘iğneyle kuyu kazmak’, bana sanki yazarlar için söylenmiş gibi gelir.

Edebiyatın insanoğlunun kendini anlamak için yarattığı en değerli birikim olduğuna inanıyorum.

Gerçekliğe onu ancak değiştirerek katlanabildiğim için yazıyorum.

İyi edebiyatın seslendiği şey yargılama gücümüz değil, kendimizi bir başkasının yerine koyabilme yeteneğimizdir.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

Yanlışı doğru sözle anlatıp eşikte durmak

Zheijang'ta doğan ve gençken yazarlığa soyunan Yu Hua'nın sarsıcı romanı Yaşamak, yanlışı doğru sözle anlatıp eşikte duran bir roman. Yanlış yatak arkadaşlıkları ile meşhur politikanın insan yaşamına indirgendiğinde nasıl felaketlere gebe olacağını anlatmayı dert edinen bir yapıt. Sade fakat dramatik hissi yoğun bir roman olduğundan başında da sıkmıyor, ortasında da. Bu yüzden yazara iade edilecek her bir övgüde kitabın çevirmeni Bahar Kılıç'ın da hissesi var. 

Anlatı, köy köy gezip halk şarkıları derleyen bir gezginin hikâyenin anlatıcısı ve ana kahramanı olacak olan Fugui adında bir köylüyle karşılaşmasıyla başlıyor. Tarlayı güç bela süren ihtiyar bir öküzle konuşan ihtiyar Fugui, halk türlüsü derlemeye gelen gezginin istediğini kendi doğal ortamında fazlasıyla veriyor. Şundan emin olmalıyız ki duygular ile ezgiler arasında doğrudan bir ilişki vardır. Hiçbir ezgi, kendisini ortaya çıkarmayacak duyguya dökülmez. Fugui de bir süre muhabbet ettiği gezgin için önce türküsünü, ardından türküyü ortaya çıkaran duygusal nüvelerini anlatmaya koyuluyordu:

"İmparator, beni kızına istiyor.
Başkent ırak, yolları uzak, oy ben istemem!"

Sırtı güneşin etkisiyle neredeyse kapkara olan bir ihtiyarın kibirli sözlerle çığırdığı türküsü gezgin gibi okuyana da garip gelebilir. Fakat tekrar etmek gerekir: her türkü, kendisini var edecek duygularla ortaya çıkar. Hatta rivayet edilir ki İtalyan sanatçı Giovanna Marini, İtalya halk türkülerini derlemek için bir köye gitmiş. Köylülere "bir ağıt söyleyin." demiş, "Birisi mi öldü?" demişler. "Bir düğün havası söyleyin." demiş, "Birisi mi evlendi?" demişler. Eli boş dönmüş adamcağız. Döndükten kısa süre sonra köylülerden bir mektup almış Marini:

"Biri öldü. Ağıt söylüyoruz, acele gel!"

Rivayetteki öz gibi Fugui de türküsünün ardındaki yaşanmışlıkları birer birer döküyor ve hikâyemiz başlamış oluyor.

Olayın gerçekleştiği zamanlar Mao dönemi. O meşhur Büyük İleri Atılım Projesi dönemi. Kitabın yayınlandığında yasaklandığı söyleniyor. Hatta yasaktan sonra filmi çekilen hikâye bu alanda da yasağı yiyor. Yine de Fugui'nin gençliğinde ailesinin servetini tüketmesiyle başlayan ve kendisiyle birlikte altı kişinin de hayatını doğrudan etkileyen hikâyesi bugün modern bir klasik olmayı başardı. Mao'nun baskıcı yönetiminin gölgesinde can çekişen yaşamları konu alan Yaşamak, devletin ideolojik aygıtlarının kendi belirledikleri ahlâki yaşam tarzını bir norm olarak dayatma gücünü irdeliyor. O hâlde önce duyguları ortaya çıkaracak ortam-zaman-şartları sonra da duyguları irdeleyelim.

1 Ekim 1949'da Tiananmen Meydanı'nda yaptığı zafer konuşmasıyla Mao Zedong, Çin'i resmen ilan ederek kendisinin de 27 yıl kesintisiz sürecek iktidarını da netleştirmiş oldu. Marsist bir lider olan Mao, tarihte kendisinden sıkça bahsettiren bir isim. Meşhur "Uzun Yürüyüş"ü siyasal ve ideoloji tarihinde kahramanlık hareketi olarak kabul edilirken birçok cenah için de tam bir korkaklık ve kaçış örneği. İster kaçış ister yürüyüş olsun, fark etmez, bu olay Mao'yu halk kitleleri karşısında açık bir kahraman ilan etmeye yetmişti. Mao'nun kimilerinde kahraman kimilerince gaddar bir diktatör olmasında Makyavelist izler taşıyan duruşu da etkili. Amaca ulaşmak için her şeyi araç gören, toplu kıyımları bile farklı iktidar mekanizmalarını ele geçirmek için reva gören tutumu onu bir tek şey yaptı: kahraman. Bu kavramı sıkça vurgularken bir şeye dikkat çekme peşindeyim. Mao'ya kendi durdukları yerden diktatör sıfatını layık gören düşmanları, benzer şekilde Mao'nun gözünden bakıldığında yine bir diktatörden öteye gitmezler. Alabildiğine kötülük yaparak Mao'yu alaşağı etmeyi kafalarına takan ve onu ortadan kaldırmak için fırsat kollayıp "savaşan" düşmanları da birer İsa değil, olsa olsa yeni Maolar'dır. Bunu söylerken cehenneme iltifatlar etmenin peşinde değilim. Bir yerlerde totaliter bir kahraman varsa oralarda biat etmeye hazır, tutsak olmaya razı bir kitle de var demektir. Bu da bizleri kahramanların özünde ne olmadıkları sorusuna götürür.

Toplumların, toplulukların, sevenlerin veya körkütük aşık olanların dahi peşinden gittikleri, kutsadıkları, biat ettikleri ve nihayet öldürmek için fırsat kolladıkları kahramanları vardır. Dostoyevski, Raskolnikov'u kurgularken bize başka ne anlatmaya çalışmıştı ki? O, ne olmadığımızı anlatmak için ne olduğunu alenen izah ettiği bir kahraman kurgulamıştı. Raskolnikov'un baltası, özünde o toplumun hasret duyduğu totaliter yanlarının temsilcisiydi. Onlar adına baltayı indiriyor, kendi hesabına vicdanını sorguluyordu. Benzer şekilde ayaktakımından olan Hitler'i yükseklere çıkaran şey ne ise Mao'yu da büyük bir kahraman yapan oydu. Eğer kahramanlar doğal ve sizden birisi olsaydı bugün Hitler ve Mao'dan söz etmek için sebebimiz kalmaz veya oldukça cılız olurdu. Oysaki Hitler gibi Mao da kendi halkının totaliter hasretinin kurbanıydı. Onlar adına karar veriyor, onlar adına yakıp yıkıyordu. Mao da kendisinden beklenen "kahraman" rolü gereği sert, kararlı, yumruğunu masaya vuran birisi olmak zorundaydı. Bir süre sonra kendisi de olmak zorunda olduğu karaktere dönüşüverecek, öyle olduğuna kesinkes inanacaktı zaten. 1957 yılında Moskova'da Komünist Partilerin Enternasyonel Konferansı'nda konuşan Mao, Çin'in kısa süre içerisinde çelik üretiminde Büyük Britanya'yı geride bırakacak seviyeye geleceğini ve bunu gerçekleştirmek için de "ne gerekiyorsa onu yapacağını" söylediğinde toplumun kendisine cevaz verdiği kavramlarla konuşuyordu. Romanda sıkça bahsi geçen Büyük İleri Atılım Projesi de işte bu sözlerin ürünüydü. Mao'nun demir yumruğu olan Büyük İleri Atılım'ıyla kırsal kesimlerde sanayi revize edilecekti. Bunu yapmak için de köylülerden toprak mı alınmalıydı? Alınacaktı. Evlerinden edilemeleri mi gerekiyordu? Edilecekti. Evlerde ne kadar kap kacak varsa toplanıp eritilerek çelik üretimi mi gerçekleştirilmeliydi? Yapılacaktı. Çünkü kahramanlar halk kitlelerinden rızayı aldıktan sonra içeriği hususunda istişare etmekten imtina ederler. Haz ve iktidar hevesi "ne gerekiyorsa onu yapmak" için yanıp tutuşturur. Mao da bir şekilde çelik üretiminde tekel olmalıydı. Nasıl olacağını bilen yoktu, fakat yapılacaktı! Kitapta, sayfa 91'deki alıntıyı hatırlatayım: "Geçtiğimiz on sene boyunca ailemizin geçimini o tarladan sağlamıştık, şimdi bir çırpıda halkın malı olmuştu."

Bir çırpıda olmuştu, fakat olmuştu. Her şey olup biterken karanlıkta fısıldaşıp itiraz edenler boşluğa konuşmaktan öteye gidemeyenlerdi. Geçmiş olsundu. Kitapta da onca itiraz, isyan ve soru havada asılı kalmış, icabında hain yaftasıyla ortadan kaldırılmalarına kadar varmıştı. Ancak komünizmin yaşam pratiklerini deklare edenlere yukarıdaki alıntı şu basit soruyu soruyor:

"Komün, ama neden?"

Mao'nun vaadi uğruna bir çırpıda sanayi toplumuna zorlanan eski tarım toplumu Çin'de Fugui'nin de evi başta olmak üzere herkesin ne kadar tencere, tava gibi araçları varsa el konulmuş, devasa bir kazadan komün yaşam gereği nöbetleşe şekilde yakılıp eritilmeye çalışıldı. Önceki rejimde "muhtar" şimdi ise "Yoldaş Başkan" olan komün liderlerinden de anlaşılacağı üzere her iktidar kendi ahlâki yargılarını norm olarak dayatır. Buna terminolojiler, semboller ve takvim de dahildir. Mao'nun yeni sanayi toplumu istenen üretimi başaramayınca kriz ve kıtlıkla burun buruna kalan Çin'de bir iç savaşın izleri yeniden patlak verdi. Ancak olan biten her şey Mao özelinde başlayan fakat toplumsal kabullenişin izlerini taşıyan bir kahramanlık süreciydi. Gündüz Vassaf'ın harika tespitiyle "kötülük, düşmanın özelliklerinden ya da kişiliğinden çok, hepimizin içindeki 'düşman' kavramı içinde saklıdır."

Son kez Mao'ya geri dönelim ve hem onu hem de onu idealize eden toplumsal duruşu konuşarak "kahraman üretme" konusunu bir daha düşünelim. 2008'deki bir araştırmaya göre "hakkında en çok eser yazılan ilk 100 kişi" arasında olan Mao'nun bu denli gündemde kalmasında yalnızca yaptıkları ve söylediklerinin payı olabilir mi? Pek tabi hayır. İdealize edilen her kahraman, kendisine biçilen role uygun davrandıkça muallakta kalmaya mecbur kalır. Bir yandan alkışların, hayranlık ve biat naralarının muhatabı olan Mao'nun bir anda yuhalanmalar, protesto ve lanetlere konu olması olağan bir durumdu. Milyonlarca insan tarafından kutsanan ve omuzlar üzerinde taşınan Mao'nun alaşağı edilmesinden bir gün sonra aynı omuzlar tarafından terk edilmesini başka neyle açıklayabilir? Mao, omuzlar üzerinde taşındıktan yirmi yedi yıl sonra, 9 Eylül 1976'da omuzlardan yerlere atıldı, yeni yönetim -yenin totaliter kahramanlar ona ait ne var ne yoksa ortadan kaldırmaya koyuldu. Daha bir gece önce Maocu olanlar, bir gece sonra onu ikinci, üçüncü hatta sonsuz kere daha yerin dibine sokmak için kollarını sıvadılar. Mao'nun mehşur Küçük Kırmızı Kitap'ı bir gece arayla zırvalar, masallar kitabına dönüştürüldü. Uzak değil, yakın tarihimizde de benzer bir olay Libya'da yaşandı. Kırk iki yıllık iktidarında halk kitleleri tarafından "baba" olarak adlandırılan Kaddafi, kaşla göz arasında diktatör ilan edilip aynı halkın ayakları altında ortadan kaldırıldı. Kahramanlar totaliterdir, evet, fakat bizlerin toplam totaliter özlemlerinin temsilcileri olan totaliterlerdir. Mao'yu 27, Kaddafi'yi 42 sene tepede tutanlar yeni bir kahraman belirinceye kadar alkış tutarlar. Budur.

Romana dönersek işte bütün bu korkutucu dönemin ortasında kalan aileler Fugui ve beraberinde sürüklediği altı kişi özelinde anlatılıyor. Yu Hua, kendisinin de etkilendiği o buhran dolu dönemleri Fugui'nin anlatıcı koltuğundan aktardıklarıyla okurlara sunuyor. Fugui de bu fırsatı kaçırmıyor ve şöyle diyor:

"İnsanların unutmaması gereken dört kural vardır: Yanlış söz söyleme, yanlış yatakta uyuma, yanlış eşikten girme, elini yanlış cebe atma."

Hikâye boyunca yaşam karşısında bir çeşit ayakta kalma mücadelesi veren Fugui, yaşamanın formulünü de veriyor. Ona göre yaşamak yüreğinde öldürmemekti. Fugui de gençliğinde bulaştığı hataların bedelini sevdiklerini birer ikişer kaybederek, aile düzeninden olarak, sefalet ve açlığın dibini görerek ödemiş olsa da yeterli görmemiş bütün hata ve acılarını kendisine sıkça hatırlatma yolunu tercih etmişti. Tabiat ve nesnelerle olan bağı retrospektif olan Fugui'nin geriye dönüş özlemi bir çeşit ıstırapla birleşip af dileme ve kendisini cezalandırma üzerine şekilleniyor. Tarlayı güç bela süren öküzün adı Fugui. Kusurlu Fugui, akıldan muaf ve tek işi gün boyunca çalışmak olan diğer Fugui'ye sıkça bağırıp hem dostluk kuruyor hem de yaşamak için belli kuralların olduğunu hatırlatıyor. Kitaptaki bir alıntı bugün hâlâ yıkılamayan paradigmaları ifşa ediyor: "Öküzler toprağı sürer, rahipler yoksullara bağış toplar, horozlar şafağı haber eder, kadınlar kumaş dokur. Tarlayı sürmeyen öküz mü olurmuş? Bu ezelden beri böyledir, hadi yürü, yürü!"

Fugui'nin öküzüyle olan münasebeti tamamen semboliktir. O diyalogtan gerçek yaşam pay çıkarma derdindedir Yu Hua. Tarlayı süremeyen öküzün olmaması inancı, akıldan ve düşünceden muaf olanların işinin ömür boyu eziyeti içerisinde yaşamaları olduğuyla pek de uzak sayılmaz. Fugui'nin öküzüne daha sıkı tarla sürmesi için uyguladığı taktik de semboliktir. Öküze bağırırken Erxi, Youqing, Jiazhen ve Fengxia'nın da canla başla çalıştığını hatta Kugen'in bile bu işi başardığını söyleyen Fugui, eşinin, çocuklarının, damadı ve torunun isimlerini başka öküzlere vererek kolektif itici güç oluşturmayı hedefliyor. Modern zamanlarda yüksek katlı iş yerlerinde, plazalarda diptekilerin emeklerini yoğun şekilde satarak yorulmalarına karşın tepedekilerin "personel şefi", "satış müdürü" gibi isimlemelerle emek sürecini devam ettirmesine ne kadar da benziyor, değil mi? Takım ruhu oluşturmak için türlü çalışmalar yapan ve emek harcayanlara terfi maksatlı statüler lütfeden iş dünyası ile sıkı çalışsın diye başka öküzlerin de çalıştığını duyan ihtiyar öküz Fugui'nin kaderi bizlere birşeyler fısıldıyor.

Romandaki sembolik anlatımlardan bir diğeri de karakter aşınmalarıdır. Olan ile görünen arasındaki farkı yansıtan bazı sahneler varoluş problemini işliyor. Romanda Fugui, yaşlandığını, saçlarına akların düştüğünü aylar sonra karşılaştığı bir dostundan duyuyordu. O an kendisinin farkında varıyordu. Bir şeyi bilince toprak ayaklarımızın altından nasıl kayıyorsa Fugui'nin de ayaklarının altından toprak kaymış, ardından eşinin de yaşlandığını fark ederek onun da kişisel miladını başlatmıştı. Buradaki durum, Luigi Pirandello'nun Biri, Hiçbiri, Binlercesi romanında tamamen işlenen konuya benziyor. Yirmi sekiz yaşındaki evli bir adamın yıllardır her sabah ayna karşısında yaptığı rutin hazırlarının eşi tarafından baltalanmasıyla başlıyor roman. Kendisine her gün bakan fakat varoluşunu eşinin "burnunun sağa doğru eğik olması, kaşlarının da çatı gibi olduğunu" söylemesiyle fark ediyor. Ardından da başkalarına fark ettiriyor. Fugui de buna benzer bir durumu yaşayarak kendi varlığını idrak ediyordu.

Erving Goffman'ın Günlük Yaşamda Benliğin Sunumu kitabında bahsettiği üzere rollerin amaçlarla örtüşmediği zamanlarda gerçeği ve amaçları saklayabilme imtiyazı, olayları olduğundan daha önemsiz gösterme girişimidir. Yu Hua ise rol ve rollerin sunumu noktasında tam bir Goffmanvari tutum sergilese de onun için rollerin berlilenmesinde zaman-çevre-ilişkilerin dönüştürücü rolüne vurguda bulunur. Fugui de roman başında başkası, ortalara doğru bir başkası ve roman sonunda bir başkası daha olup çıkıveriyor. Yani biri iken hiçbiri, hiçbiri iken binlercesi oluveriyordu.

Teknik ve kısmen içeriklerini etraflıca vermeye çalıştığım romanın her okuyuşta yeni yorumlara müsait olabildiğini düşünüyorum. Benim gördüklerim bunlar.

Hüseyin Hakan
twitter.com/huseyinhakann

13 Kasım 2020 Cuma

Yazarın cam kapısının ardından hayata ve insana bakışı

Natsume Soseki, asıl ismiyle Natsume Kinnosuke gerçek hayatındaki karakterleri veya yaşadıklarını kurgu eserlerine yansıtan önemli yazarlardandır. Hatta bu otobiyografik ögeler oldukça yoğundur bazı eserlerinde. Hâl böyleyken Soseki’nin sadık okurları olarak onun nasıl bir hayat yaşadığını, günlük hayatını merak etmemiz gayet doğal. Kısa hayatına (1867-1916) büyük eserler sığdıran, modern Japon Edebiyatı’nın kurucusu bu büyük yazarın aslında hayatı acılarla başlar. Henüz iki yaşındayken evlatlık verilir; iki yaşında gerçek anne ve babasının yanına döner. Dört yaşında tekrar evlatlık verilir. Sekiz-dokuz yaşlarında ise gerçek anne ve babasını başka insanlar olarak tanıdığı asıl evine döner. Başkaları sandığı kişilerin gerçek anne ve babası olduğunu ise hizmetçilerinin ona uyku arasında fısıldadığı kadarıyla öğrenir. Hayata dramatik ve sert bir başlangıç. 

Soseki’nin yaşadığı dönem Meiji dönemidir. Yani Japonya’nın Batı’ya açılmaya başladığı dönemlerdir. Soseki’nin hem kişisel hem de edebî hayatı bu açılımdan oldukça etkilenir fakat daha sonra kendi düşüncelerini rayına oturtacaktır. Toplumsal olarak o zamanın Japonya’sı bu şekildedir. Siyasi olarak da savaşlar görmüş biridir Soseki. Hem Rus-Japon savaşı hem de İkinci Dünya Savaşı’nı hazırlayan olaylar ve savaşın başları onun gördüğü olaylardandır. Belki ondan uzakta gerçekleşmiştir bu savaşlar ancak o zamanlar dünyada savaşlardan etkilenmeyen kim vardır ki? Soseki de bir yazar ve bir vatandaş olarak savaşlardan kendince etkilenmiştir. İşte bu kitap, Cam Kapının Ardı, böyle bir iklimi de içine alabilen bir kitaptır. Yazarın çalışma odasının cam kapısının ardından hayata, olaylara, kişilere bakışıdır bir bakıma. Çocukluğu geniş yer tutar bu bakışta, köpeği Hektor, annesi… Hepsini Soseki’nin samimi üslûbuyla okuruz. Yer yer gülümsetir bu anılar yer yer hüzünlendirir. Okurlarıyla mektuplaşmaları zaman zaman sesli güldürürken annesiyle olan ilişkisi(zliği) hüzünlendiren detaylardandır: “Buradan annemin hatırasına da bir şeyler yazmak isterim. Ama sevgili anneciğim ne yazık ki bunu yapabilmem için bana yeteri kadar anı bırakmadı."

Bu yazıların, anıların bir önemi de şudur: Soseki, başlıksız, numaralandırarak kısımlandırdığı bu yazıları ölümünden çok kısa süre önce kaleme almıştır. Yani yazarın hayatından bir örneklem içerir bu yazılar. Hayatına genel anlamda bir bakış sağlar. Soseki’yi sevenler veya tanımak isteyenler için daha iyisi bulunmaz sanırım. Japonya’daki bir gazeteye (Asahi) kırk günlük süre zarfında yazdığı otuz dokuz yazıyla bize kendini anlatmaya çalışır bu büyük yazar.

Cam Kapının Ardı, yeni bir yayınevi olan Africano Kitap tarafından yayınlandı. Buna rağmen iyi bir yazarla başlamaları çıtayı koydukları yeri gösteriyor. Bunun dışında farklı ülke edebiyatlarıyla yayın hayatına devam edecekleri gibi bir intiba uyandı bende. Bir yayınevi için gayet iyi bir başlangıç bence. Bu kitapta da özenli bir çeviri ve basımla kalite konusunda kendini kanıtlamış bizlere.

Dr. Zeynep Gençer Baloğlu’nun direkt Japoncadan çevirisini okuyoruz. Aynı zamanda Baloğlu, kitabın başına kısa sayılmayacak bir Soseki biyografisi de yazmış ki gayet mantıklı bir şey. Soseki’yi bilenlerin daha iyi tanıyacağı bilmeyenlerin ise hakkında geniş sayılabilecek bir malumat edineceği bu biyografide eleştireceğim tek nokta kitaptan bazı alıntıların olması. Bazı kitapların ön sözlerini yazanlar veya çevirmenler bunu yapıyor. Kitapta geçen pasajların bir kısmını, yazdıkları ön söze kanıt olması için alıntılıyor. Fakat buna gerek olmadığı kanaatindeyim, okur zaten biraz sonra o pasajları kendi okuyacak. Tekrar bir okuma oluyor okurun daha sonra yaptığı. Buna dikkat edilirse daha iyi olacaktır.
Diğer yandan, Soseki’nin bazı fotoğrafları, küçük açıklamalarla kitabın başına yerleştirilmiş. 17 kadar fotoğraf. İyi düşünülmüş bir şey bu.

Peki, Soseki bize hayatından neler anlatıyor? Bu tür kitaplarda aradığım şey samimiyettir benim. Yazar olabildiğince samimi ve açık olmalıdır. Üstü kapalı anlatımların hiçbir işe yaramadığını gördük çünkü. Eğer yazar üstü kapalı konuşacaksa, bazı hassas şeyleri söylemeyecekse zaten hatırat yazmasının hiçbir gereği yoktur. Okura biraz duygu biraz da magazinsel bilgiler vermesi gerekir. Soseki’de bunu görüyoruz. Belki çok magazinsel bir hayatı yok ancak samimi duygularını anlatıyor yazar bizlere. Anne ve babasının onun için ne ifade ettiğini de köpeği Hektor’u ve ölümünü anlatırken de o samimi anlatımı yakalayacaktır okur:

Ben, annemle babamın olgunluk çağlarında dünyaya getirdikleri bir çocuğum. Yani evin tekne kazıntısı da diyebilirsiniz. Annem beni doğurduğunda, o yaşta hamile kalmış olmaktan ne kadar utandığını anlatır dururmuş. Bu utanç, tek sebep değildir muhtemelen ama doğar doğmaz evlatlık verilmemde etkisi olduğunu düşünmüyor da değilim.

Uysal bir çocuk olmadığım için mi, orada burada evlatlık olarak büyütüldüğüm için mi, bilmiyorum ama bir kerecik olsun şımartıldığımı hatırlamıyorum. Hatırladığım tek şey, babamın bana karşı son derece zalim olduğuydu. Bu yaşımda bile hâlâ gözümün önündedir.

Yazılarda şu göze çarpıyor: Böyle bir hayat başlangıcından ve aile ortamından sonra bazı kişiler/yazarlar tamamen kötümser olurlar ve yazdıkları yazılar sertleşir, psikolojik olarak daha katı olabilirler. Soseki’de ilginç bir dinginlik var sanki. Fakat kırgın bir dinginlik bu: “Her çan sesinde tıpkı çocukluğumdaki gibi yapayalnız hissederim kendimi. Değişen, sanki mevsim değil ben olurum. Soğuyan, sanki hava değil çocukluğum olur.”.  Kitabın adındaki gibi, kendiyle hayat arasına bir duvar çekiyor yazar ancak bu duvar betondan değil, camdan. Böylece hem hayatı bir yönüyle görüyor, yakalıyor hem de hayata tamamen karışmıyor: “Ben de yeryüzünde yaşayan milyarlarca insandan biri olduğum için onlardan tamamen kendimi soyutlayarak yaşamak mümkün olmuyor ne yazık ki!...”. Bir de onu sürekli rahatsız eden kronik hastalıkları bu cam duvarın haklı sebebi olmuş olabilir: “‘Kronik’ kelimesinin anlamını bilmeyen, sonuçlarından endişe duymayan, sıradan ölümlüleri çok kıskanıyorum.

Japon yazarların kurgu eserlerini sevdiğim kadar kurgu dışı eserlerini de okumayı seviyorum. Deneme veya anı olması fark etmiyor, bir Batılı yazarın denemelerini okumaktansa Japon yazarlar bana daha yakın geliyor. Bunu Tanizaki’de yaşamıştım, Soseki’de de aynı duyguları yaşadım. Çok fark edilmiyor bizim ülkemizde ancak bu denemeler önemli bakış açıları kazandırıyor okuyucuya.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

Merak ederiz çünkü anlamakla zenginleşiriz

"Benim mizacım pek çok çocuksu özelliği barındırdı kendisinde, pek çok merak duygusunu ve oyun dürtüsünü, boşa zaman harcamaya yönelik pek çok hevesi barındırdı."
- Hermann Hesse, Bozkırkurdu

Bir çocuğun kendini izah etmeye başlaması “ne?” sorusunun en sık duyulduğu dönemi işaret eder. Mesela önce göğü sonra bulutu gösteren çocuğun “bu ne?” sorusu bir meraktır. Cevabın bulut olduğunu işitip ikinci ve belki de insanın varoluş mücadelesine geçtiğini belli eden asıl soru gelir: “Neden?

Neden sorusunu karşımızdakine yöneltmemizin ardında bilmek isteme kaygısı yatar. İnsan neyi bilir, neyi bilmek ister, bildiğiyle ne yapar gibi sorular bunun peşi sıra, biraz da olgunlaşma dediğimiz dönemle birlikte ortaya çıkar. Yani biz insanlar aslında soru sorarak bir yol inşa ederiz yahut merdiven. Kurduğumuz yolda ilerledikçe yeni sorular ve yeni cevaplar karşımıza gelir. Elbette bu sorular düşüncelerimizle, fikirlerimizle ve yorumlarımızla gittikçe dallanıp budaklanır. İşte bu çatışma ve karışma hâli her ne kadar yorucu gibi gözükse de burada bizleri merak duygumuz zinde tutar. Merak ettikçe zinde kalırız. Soru sordukça insanlığımızı taçlandırırız, cevap buldukça bu taç daha da zenginleşir. “Kabını doldurmak” dediğimiz hâl işte bu hâldir. İnsan basamakları kabını doldurarak çıktıkça ağırlaştığını fark eder. Bu esasen anlamı arama yolunda lezzet verir. Keyif ise soru sormayan insanların en çok hissettiği şeydir. Geçicidir ve dünyevidir, burada kalır. Öteye varmaz. Çünkü cevaplar oldukça yapaydır. Tıpkı içinde yaşadığımız ve merak duygusunu gittikçe kaybetmemize vesile olan çağ gibi. Behçet Necatigilçok çiğ çağ” diyordu evet ancak İsmet Özel bizi her zaman diri tutmaya çağırıyordu bu çağda: “Merak bir devrimcinin hazırlığıdır.

Grimm Kardeşler’in Masalları, Binbir Gece Masalları ve İlahi Komedya, Alberto Manguel’in merakı enine boyuna tartışmaya açtığı kitabında aynı masada oturan birer arkadaş gibidir. Hatta hepsi aynı kişi de olabilir. Yazarın kitabında en çok üzerinde durduğu hikâye ve hikâye anlatma sanatı, günümüzde tartıştıran ve çatıştıran düşünce dünyasına nazaran birleştiren ve bütünleştiren bir özelliğe sahiptir. Hikâyeler de merakla ortaya çıkan ve hakikati anlatırken “yalanla süslenebilen” bir sanat türüdür. Buradaki yalan abartı bir söylem olabilir ancak Manguel’in açıklaması oldukça gerçekçi: “Bir okur olarak, hikâye edilen şeylerin ötesinde, bir iyilik perisinin ya da kötü kalpli kurdun varlığına inanmadan da bir hikâyenin anlamına inanma konusunda hak iddia ediyorum. Hakikatlerine inanmam için Kül Kedisi ve Kırmızı Başlıklı Kız’ın gerçek olması gerekmez...Bizi ikna eden, hikâyelerdir.

Dante’yi rehber ediniyor kendine Manguel. Onun sorularıyla yol kuruyor ve cevaplar arayarak ilerliyor. “Asıl hikâye”yi merak ederek. Çünkü: “Neler olup bittiğini anlatmaya çalışırız ama kelimelerimiz hep yetersiz kalır ve pek çok başarısızlığın ardından, gerçeğin doğru bir versiyonuna en yakın benzerliğin sadece uydurduğumuz hikâyelerde bulunduğunu öğreniriz.

Dilimize çevrilen bu kitaplardan sonuncusunun adı Merak. Sokrates’in “Kendini tanı” öğüdünün yanına Montaigne’nin “Ne biliyorum?” sorusunu ekliyor Manguel. “Merak nedir?” sorusuyla başlayıp “hakikat nedir?” sorusuyla bitiriyor kitabını. Okuyucuyu cesur ve sürükleyici bir okuma serüvenine davet ediyor. İlginçtir ki bir şeylere merak duymak da aslında kişinin insanlığa yönelmesine bir davettir. Merak duyarız çünkü insan oluşumuzu anlamlandırmak ve bu dünyaya neden geldiğimizi bilmek isteriz. Bilme gayretimiz bizi her seferinde yapaydan doğala doğru götürür. Çünkü merak insan hayatındaki en doğal duygudur; has, temiz ve kalıcıdır. Zor kazanılır, kolay yitirilmez, sadıktır. Tüm sanatların ve dolayısıyla sanatçıların annesidir merak.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

10 Kasım 2020 Salı

Alçaklığın evrensel talihi: işler neden rast gidiyor?

Cennete, kapıyı kırarak giremeyiz.
- Murat Menteş (Diken, 27.01.2015)

Kötülükle arasına mesafe koyamayanların, alçakların, karanlığın tarafında yer alanların bir gün mutlaka layığını bulacaklarına hepimiz inanırız. Çok azımız hariç, mücrimin önünde sonunda kımıltısız bir cesede dönüşeceğinden, hiç değilse yaşarken çürümüş bir kumaştan farksız olacağından şüphe duymayız. İnancımız bizi ayakta tutar. Üç beş sarsılmaya aldırış etmeyiz bile. Nasıl olsa alesta bekleyen ilahi adalet ya burada ya da kendi huzurunda tecelli edecektir. Umursamazın, gammazın, alçak ve kötünün, ihanetle arasından su sızmayanın yaptıkları yanına kâr kalmayacaktır. Alçaklığın evrensel tarihi bize bunu söylüyor.

Tarih bunu söylerken yepyeni bir soruyu görmezden geliyor. Alçakların, hodbinlerin talihlerinin neden hâlâ rast gittiğini cevaplayamıyor. Veya arada kalmışlık hissi bu sorunun ve cevabının arasına mermiler, gürültüler, ölümler ve öldürmeler, yanlı kararlar, paktlar, uzlaşmalar sokarak işi uzun tutuyor. Arada kalmışlık hissi, yani ılık suya elimizi daldırdığımızda her iki ısıyı da hissedip hangisinin baskın olduğunu anlamlandıramama durumu. Tarihin çıkmazı belki de budur. Bu çıkmaza rağmen yaşamak, hâlâ kalanlar için bir ıstırap sürecidir. Ölünceye kadar oynanan oyunlardan bir oyundur. Ve maalesef yaşamak, komplocuların, bir koyup beş alanların ustaca oynadığı, sıklıkla galip geldiği bir gölgeler oyunudur.

Alçaklıktan bahsederken olabildiğince naif bir tanımlamadan söz ettiğimiz anlaşılmasın. Yolunu şaşırmış, karakterinde tahribatın olduğu kimselerin yaptıkları mezalim duruştan söz etmiyoruz. Her eli kanlı şiddet yanlısı gasp etme, musallat olma hatta cana kıyma gibi cürümleri kolayca işleyebilir. Olağandır. Sözünü ettiğimiz alçaklık, alçağın hedef gözetmeksizin, etik kaygıları bertaraf ederek giriştiği düzenbazlığın, kurnazlık ve aldatmanın bütünüdür. Dahası, bu tutumunu sürekli hale getirmesi, uluslaştırması, ırksallaştırması, sistemleştirmesidir. Eğer bir çeşit mutluluk rüzgârına kapılmış giderken olur olmadık bir anda başımıza iş açılıyor, elimizde avucumuzda ne varsa yitiriyorsak kaderin cilvesine değil, bir alçağın kurduğu tuzağa kapıldık demektir.

Alçaklığın evrensel tarihi insanlığın öz bilgisine eriştiği ilk andan beridir var. Jean-Jacques Rousseau'cu görüş, meseleyi bir toprak parçasını çitle çevirenin iddiasına kadar götürür. Bir çit, ilk alçağı idealize etmiştir. Çelişki, su götürmez bir gerçeğe kaşla göz arasında dönüşmüştür. Benzer şekilde, İbn Haldun’da da bu tasavvuru farklı metaforlarla görürüz fakat kaderin cilvesidir ki İbn Haldun’u garbın literatüründe göremeyiz. Alçaklık, dar bakış açısına buyur edeceği kimseleri ince elemez, sık dokumaz. Görmeyi arzu ettiğini görür. Alçaklığın evrensel talihi, bir noktadan sonra Westphalia modeline uygun olarak işler. Uluslaştırmaktan kastım da tam olarak buydu. Ortadoğu coğrafyası, 2011 sonrasında yine Whesphalia’ya uygun şekilde tanzim edilirken alçaklık da kurulup serpileceği sofrayı hedef gözetmeksizin hazırlamış oldu. Alçaklığı yirmi ana madde ile tasavvur edeceğiz, ancak uzlaşıyı ve kamusallaştırmayı -barış ve sükûnet anlamına gelen hesuschiayı gerektiren medeniyet, alçakların elinde yalnızca elde edilmek istenene uygun olarak tasarlandı. Vazdalizmi önceledi. Kötülük, kendisine çamur iken şekil verenin, şekil verirken ruh üfleyenin, ruhuna uygun olarak sömürenin elinde arkaik fakat her daim güncellenerek lanetlemelerle, katliam ve el koymalarla kâr kaldı. Dolayısıyla arzu, alçağın ve hodbinin kılığına girdi. Alçağın ve alçaklığın tanımını yaparken sizler de tarihteki olan bitenleri tasavvur edin, isim vermesek de hangi ulus-bayraklara denk geldiğini tahmin edin. Böylece işlerinin neden rast gittiğini kavrayabiliriz.

Alçaklık 1: Alçak, elde edecekleri uğruna kitlesel yok edişleri reva görür. Yazılı bir tarihe değil, yazılabilir tarihe biat eder.
Alçaklık 2: Alçak için ganimet, tabiatın herkes için adil dağılımla verdiklerini kendi hissesine geçirmesi için göz kamaştıran sebeplerden bir sebeptir. Elde edeceklerinin hırsı, elden çıkaracaklarını basitleştirir, değersizleştirir.
Alçaklık 3: Alçak için kutsiyet, ancak ve ancak yapmayı tasarladığı alçaklığın değirmenine su taşıyorsa saygıya değerdir. Kof bir inanç, güçsüzlük alametidir.
Alçaklık 4: Alçak, kolayca kazanmanın değil herkesin görebileceği ölçüde bir mücadelenin yanlısıdır. Haklı gösterilmek yerine haklı görünmek alçağın meziyetidir.
Alçaklık 5: Alçaklık, bir an için kendisine inananları doymaz iştahına kurban eden sürekliliğin adıdır. Bir defaya mahsus olan, kötülüktür. Alçaklık, melanetlerin sürekli olarak zuhur etmesidir.
Alçaklık 6: Alçaklıkta kendi halindeki naifin, saf olanın rızkına çullanmak olağandır. Alçak olan, çullanırken kendisine karşı direnenleri gözünün yaşına bakmadan yok eder.
Alçaklık 7: Alçaklık, kendisine meşru zeminler “oluşturup” zarar vermeyi önceler. Bu öncelik, kurbanın bir anlık kusur veya boşluğu bulunduğunda kusursuzca uygulanır. Alçak için aldanmak veya boşluk vermek, galebe çalmaya yeter sebeptir.
Alçaklık 8: Alçak olan, ahlâki değerleri veya evrensel yasaları yalnızca alçakça davranmasına icazet verecekse kaale alır. İnançlar, suistimal edildikçe kıymete biner.
Alçaklık 9: Alçaklığın nezdinde dürüstlük, hilesine sadık kaldıkça geçerlidir. Hileli alçak, dürüsttür.
Alçaklık 10: Alçak olan, bir öncekinden daha kayda değer kötülük yapmadıkça kendisine olan saygısı yerine gelmez. Alçaklık büyüyerek, güçlenerek var olur.
Alçaklık 11: Alçağın nezdinde zafere giden yolda kaybedilen her şey ufak tefek kayıplardır. Aslolan, yutarak büyümek, iktidarı sağlama alabilmektir.
Alçaklık 12: Alçak olan, kendisini var etmek için kazanca tamah eden yeni tipolojiler icat eder. Onlarsız bir hiç, onlar varken ilahlaştırılacak bir güç gibi olur. Bilinçsiz bir hazıra konucu, iyi bir alçağın yükselmesi için nimettir.
Alçaklık 13: Alçak, zanaatıyla yaşam sevinci üreten ve böylece ilkeli bir şekilde yaşayanları kendi zalimce himmetlerine muhtaçlar hâline getirir.
Alçaklık 14: Alçaklık, konfor ve tatmin duygusu uğruna başka her şeyi gözden çıkarmaya hazırdır. Gözden çıkanlar, alçaklığın kontrolü dahilinde azat olunur.
Alçaklık 15: Alçak, kurulu bir sofra varsa kurulup sömürmek; yoksa, bir sofra kurarak sömürmek ister. Gökten icazet alarak veya yeryüzünün beyhudeliğine inandırarak sofrasını kurar, kurulu sofraya yerleşir.
Alçaklık 16: Alçak, kendisinden daha alçakça davranan bir başkasını yutmadan serpilemez. Tekelleşmek, alçağın nazarında yegâne maksattır.
Alçaklık 17: Alçak, arzunun kendi ruhunda iktidar olmasına razı olur. Cesareti yaratmak yerine, yaratmanın cesaretine kapılarak inandığını yapmaz, sıklıkla yaptığına inanır.
Alçaklık 18: Alçaklık, gözü pek olmayı durum ancak lehine dönmeyecekse kof görür. Aksi durumda tüm gözü pek hamleler alçağın kibrini okşar.
Alçaklık 19: Alçaklık, her gözü pekten çıkmaz, ancak her alçağın içinde hain bir gözü peklik barınır.
Alçaklık 20: Alçak, kazandıklarıyla başı dönen, minnet duygusundan yoksun olan ve geldiği noktadan geriye bakmayı kabahat görendir. Kazandıkça kazanmaya odaklı bir tüccardır o.

Alçaklığın evrensel talihi bu yüzden yaver gidiyor, işleri tam da olması gerektiği gibi ilerliyor. Kâh siyah ırkın lanetlenmesi için tarihi Eski Ahit’e götürüp Kabil’in soyuna bağlıyor; kâh da yeni bir dil peyda ederek ortak sömürge tarihinin meşruiyetini ilan ediyor. Yetmiyor, bu alfabeyi bir başka kavmi yok saymak için kullanabiliyor. Yerli halkı lağvediyor, kanlı tarihin izlerini bir kez bile anmıyor. Coğrafi keşifleri legal, bu esnada katledilen binlerce insanın hatırlatılmasını illegal addediyor. Devrimler, önce kendi evladını tükettiğinde alçak sessiz kalıyor, kendisine karşı yükselen her sesi kısmak için ise türlü melanetleri derhal uyguluyor.

Bu döngü ve daha bir yığın hadise tarih boyunca ufak tefek aksamalar dışında işlerin tıkırında ilerlemesini sürdürürken alçağın bu dünyada emeline ulaşmasının önünde henüz kayda değer bir engel oluşmuyor bile. İşler, alçak nezdinde şimdilik rast gidiyor. Çünkü şiddet, alçak için bir lükstür. Benzer şekilde, lüks de bir şiddettir. Jorge Luis Borges’in işaret ettiği gibi, iyi bir köle oldukça pahalıdır ancak onlar da o kadar değer bilmezdir ki hastalanıp ölebilirler. Bu nazar, alçağın dünya tasavvurunu ifşa eder. Oysa bizler, yani alçağın dünyasındaki ötekileştirilen lanetliler, görülen ve görülmeyen bütün alçaklar karşısında duruyoruz. O kadar yalnızız ki, neredeyse çağdaşımız yoktur, herkes ölüdür. Yine de canla başla raks eden dervişlerimiz diri, halaya duran kızlarımızın feri belirgindir. Ötelerde mutlaka, fakat bu dünyada da akıbetlerine merak döllüyoruz.

Hüseyin Hakan
twitter.com/huseyinhakann

8 Kasım 2020 Pazar

Kahraman olma hakkı ya da vatana sahip çıkma derdi

Okumak, bir keşif hissi de doğuruyor failinde. Kitap kitabı çağırıyor. Ve böyle devam ediyor ya da etmesi gerekiyor. Öte yandan okunması gereken çok fazla kitap var. Bu gereklilik de bir zorunluluktan öte arzudan besleniyor. Ama bir yerden sonra da bir okuma düzeni kaçınılmaz şekilde klasiklerden besleniyor. İyi metinler, sanki herkesin okuduğu kitaplar oluyor. Dostoyevski okumayan ayıplanıyor, Tolstoy’u bilmeyen garipseniyor. Sanki bir yola zorla itilmek gibi. Bu, zararsız bir baskı gibi dursa da keşif hissini, arama dürtüsünü törpülüyor. Güdüsel bir okumaya dönüşüyor eylem. Ve sonuç; değişik tatlardan, kalemlerden uzak bir düzene esir olunuyor.

Yukarıda anlattığım durum Roy Jakobsen’in Oduncular kitabını okurken aldığım lezzete bağlı olarak düştü zihnime. Türkçe’ye çevrilmiş birçok eserine rağmen bu kadar duru bir kalemi tanımamaktan hayıflandım mesela. Hatta kendi kendime de üzüldüm. Norveç dolayısı ile de İskandinav edebiyatının yaşayan en önemli yazarlarından birini tanımamak ve hiç okumamak hem de bu kadar duru ve bu duruluğun altında derin bir his barındırmasına rağmen.

II. Dünya Savaşı’na dair anlatılar çoğunlukla Almanya, Rusya ve sonunda Amerika etrafında toplandığından elli milyon insanın öldüğü bu savaşın en uç bölgeleri hep ihmal edildi. Ya da biz öyle zannettik. Düşünsenize bu savaşın İskandinavya kısmına dair ne kadar bilgiye sahibiz? Bugün Dünya’da en müreffeh ülkeler olarak kabul edilen kuzeyin en beyaz ülkeleri Norveç ve Finlandiya’nın bir vakitler savaştığını, Rus ordularının Norveç’e ulaştığını ve buralarda da nice acıların yaşandığını biliyor muyuz? Uzmanı değilsek hayır. Edebiyat bu yüzden büyük şans işte. Tarihin akademik ve soğuk yüzünün, ilgilisi değilseniz sizi kendinden uzak tutan anlatısı, bahse konu bilgilere ulaşmayı mümkün kılmaz iken bir gün okuduğunuz minicik bir kitap size tam da bu gerçekliği oldukça canlı şekilde anlatıyor. Örnekleri çok ve belki de tarihçi kimliğimizle buna örnek eserleri bu platformda zaman zaman paylaşacağız sizlerle.

Oduncular’ın ana karakteri Timmo. Aslına bakarsanız bir kahraman da değil. Alelade biri. Akılda kalması zor. Oduncu. Vazifesi, hatırlaması zor isimli köyünün (Suomussalmi) odun ihtiyacını karşılamak. Kaldı ki romandaki üçüncü düşman da öldürücü kış. Diğer ikisi Fin ve Rus ordusu.

Oduncular sadece 125 sayfa, hem de her şeyi ile. Ve 125 sayfada II. Dünya Savaşı’nın en soğuk yüzünü, iki farklı ordu tarafından işgal edilişini, kuzey kışı denen beyaz ve soğuk cehennemi anlatacak, üzerine de vatan, ev, yuva, halk ve dahi aidiyet hislerini sonuna dek hissettireceksiniz. Zor iş. Ustalık ister. Ve Jacobsen bunu sonuna dek becermiş.

Oduncular tam ortasından başlıyor hikâyesini anlatmaya. Kendinizi doğrudan masalsı bir gerçekliğin içinde buluyorsunuz. Aralık ayında Ruslar karşısında geri çekilen Fin ordusunun yakıp yıktığı dört bin kişilik Suomussalmi köyünden/kasabasından kimse kalmamıştır geriye. Ama Timmo ve donmuş ormanların sessizliği buraya sahip çıkmıştır.

Herkes gittiğinde geriye kalan yirmi kadar evin ahalisinin buradan ayrılışı ile başlar zaten öykü. Hepsi de Timmo’nun burayı terk etmesini ister. Okurken, onun oradan ayrılmasını isteyen her kasaba sakinin gerekçesini gözleriniz dolarak hissedersiniz. Mesela tüccar Antti’nin gitme gerekçesi şu kısacık cümledir: Evimi yakacaklar (Ruslar) ve ben bunu görmek istemiyorum.

Timmo her gidene sorar; dönecek misiniz? Nedenini anlamasanız da sanki orada kalıp kasabayı korumak için kendine sebepler arar gibidir. Dönecekleri için kasabaya sahip çıkmalıdır, hayatta kalmalıdır.

Oduncular incelikli bir hikâye. Bir kış gecesini sizin için kuzey ışıklarına kavuşturacak ve bilhassa savaşın en çaresiz yüzünü hiçbir ajitasyona başvurmadan ama yüreğinize usul usul işletecek bir metin. Kısacık bir öyküye, zaman dilimine roman dedirten her bir ayrıntı Jacobsen’i okuduğu için okuyucuya çokça şükrettiriyor. 19. Yüzyıl Rus Edebiyatı’nın bir döneme dair canlı anlatımının birçok benzer noktasını burada okuyor ve aslında benzer acıların benzer anlatılar doğurduğuna şahit oluyorsunuz. Hatta Gabriel Garcia’nın Kolombiyası’nın acı dolu hikâyesinin Yüz Yıllık Yalnızlık halinin büyülü gerçekliğini en soğuk, en sessiz ve en donuk haliyle burada okuyorsunuz. Güzel haber şu ki; Jacobsen’in daha birçok metni Türkçe’ye çevrilmiş durumda. Eminim ki okuyan ve tanıyan için bu güzel bir haber olacak.

Son söz Jacobsen ve Oduncular’ın;

"Hiçbir yerde ışık yanmıyordu, kum gibi kuru karlarda tek bir ayak sesi duyulmuyordu, konuşmalar yoktu, köpek havlamaları yoktu, tepinen ya da burunlarından soluyan atlar yoktu, kasabanın sesleri sönüp gitmişti ve her şeyden önemlisi bacalardan duman çıkmıyordu; dört bin nüfusun ve en az bir o kadar hayvanın yaşadığı kasaba birkaç saat içinde, insanlarla hayvanların yaratılması düşünülmeden çok önceki zamanlardan beri buradaki ormanları kasıp kavuran buz gibi soğukta omuz omuza verip soluklarını tutarak bekleşen boş ağaç kabuklarına dönüşmüştü."

Galip Çağ
twitter.com/caggalip

7 Kasım 2020 Cumartesi

Esas fırtına insanın içindedir ve bunu çocuklar iyi bilir

Tam adıyla, Richard Arthur Warren Hughes’un kitabı Jamaika’da Bir Fırtına, Jaguar Kitap tarafından yayımlandığında dikkatimi ilk ismiyle çekmişti. Açıkça söylemek gerekirse isimdeki fırtına kelimesinin mecazî bir anlamda kullanıldığını düşünmüştüm ancak kitabın kırılma noktasını belirleyen şey tam olarak, gerçekten çıkan, ortalığı yıkıp geçen bir fırtınadır. 

1800’lerin ortalarında, Bas-Thornton ailesi İngiltere’den Jamaika’ya taşınır. Her ne kadar köleliğin yasaklanmasından kısa bir süre sonrasının romanı olsa da kölelik ya da ırkçılık etkisini hâlâ sürdürür o dönemde (öyle ki Avrupa’dan Jamaika’ya taşınan Avrupalı ailelerle Jamaika’da doğan Avrupalı aileler arasında bile bir fark hissettirilir romanda). Kendi hallerinde yaşamlarını sürdüren Thornton ailesi bulundukları Ferndale bölgesini yıkıp geçen fırtınadan sonra (bir yerin tropikal özellikleri arazinin şeklinden değil de bitki örtüsünden anlaşılır, ama şimdi bütün bitki örtüsü kilometreler boyunca ezilip posa haline gelmişti… Görünürdeki tek canlı bir inekti ve onun da boynuzları kopmuştu) beş çocuğunun Jamaika’da daha fazla bulunmasını, o şartlarda büyümelerini istemezler ve onları İngiltere’ye gönderme kararı alırlar. Bu gönderme kararına Jamaika’da bulunan başka bir Avrupalı aile de iki çocuğunu göndererek katılır. En büyükleri 13-14 en küçükleri ise 4 yaşındaki çocukları bir gemiye bindirip İngiltere’ye yollarlar fakat bir süre gittikten sonra çocukların bulundukları gemi korsanlar tarafından ele geçirilir. Çocukların yaşamı da bu noktadan sonra değişiklik gösterecektir. Öyle ki daha sessiz sakin bir şekilde yol aldıkları gemilerinden korsanların guletine geçtikten sonra bir takım olumsuz olaylarla karşılaşacaklardır. Aslında korsanların gemisinde de çocukların hem kaptan Jonsen’le hem ikinci kaptan Otto’yla araları iyidir. Silahları bulunmayan ve bir korsan gemisinden görece farklılıklar içeren bu geminin mürettebatı da çocuklara karşı genelde olumlu bir tavır içindedirler ancak her çocuğa karşı değildir bu olumlu tavır. Gerek erkek cinsiyeti üzerinden çocuklara (özellikle yaşı büyük olanlara) bakış açısı gerekse de şiddet olaylarının anlatılması, kitabın yayımlandığında tepki çekmesine sebep olan ögelerindendir. Şiddet kavramı üzerinden ahlâk, vicdan gibi sorgulamalara girişen yazar, çocuklar üzerinden masumiyet kavramını kullanarak iyi-kötü kavramlarını çatıştırır. Bunu bazen basit bir şiddet olayıyla bazen de daha komplike bir şekilde gerçekleştirir.

Jamaika’da Bir Fırtına 1929 yılında yayımlandığında ülkede ciddi sayılabilecek bir etki yaptı demiştim. Sineklerin Tanrısı gibi kült bir esere de ilham kaynağı olan kitap tartıştığı fikirlerle dönemine damga vurmuştur. Kitap yer yer psikolojik roman özelliklerini de gösterir ancak bu durum çok belirgin değildir. Olayları genelde görünen yüzüyle gösterip, o görünen kısım üzerinden tezlerini savunan yazar çocukların iç dünyalarına az yer vermiştir. Kitabın ana kahramanlarından 10 yaşındaki Emily’nin bile psikolojisini detaylı irdeleseydi, eser çok daha başarılı olacaktı.

Gemide küçük bir distopya ortamı oluşturan Hughes küçük karakterlerinin çocuklukla ergenlik arasındaki çizgide gidip gelmelerini başarılı bir şekilde işlemiş diyebiliriz. Özellikle daha çok diyaloga yer verdiği kahramanların kişilik gelişimlerini irdelediği yerlerde görürüz bunu. Zaten üzerinde durduğu kavramları (ahlâk, vicdan vb.) çatıştırırken çocukların bu büyüme hâlinden iyi yararlanmış. Fakat Sineklerin Tanrısı’ndaki gibi salt iyi veya salt kötü olma durumu burada çok belirgin değil. Kült yapıt Sineklerin Tanrısı’ndan daha mı aşağı bir eser diye soracak olursak, buna evet diyemem. Sadece daha az detaylı ve biraz daha durgun bir eser diyebilirim (Sineklerin Tanrısı çok bilinen bir eser olduğu için bu kitapla kıyaslıyorum).

Birkaç olumsuz gördüğüm noktaya değineyim: Olay geçişleri ve vurucu olaylar çok keskin gösterilmiş romanda. Yani gelecek olan olay hissettirilmiyor. Olayın alt yapısını hazırlama konusunda anlatım başarılı değil. Aynı şekilde daha önce değindiğim gibi sadece çocukların değil, baş kahramanlardan kaptan Jonsen’in de psikolojik durumu pek irdelenmemiş. Bunlar da olsaydı kitap zaten bir üst seviyeye çıkardı. Bir de çocuklardan biri, baş kahraman Emily’nin ağabeyi John’un başına gelenler ve sonrasında o olay hiç olmamış gibi davranılması, kekremsi bir tat bırakıyor okurda. Bunların dışında ele aldığı konuyla beraber, bir macera romanı olarak değil daha ciddi sorunları irdeleyen bir roman olarak görülmesini tercih ederim Jamaika’da Bir Fırtına’nın.

Aslında başlangıç olarak, özellikle kırklı sayfalara kadar çok bir şey vaat etmeyen romanın, 20.yy İngiliz Edebiyatı’nın önemli eserlerinden biri olduğunu düşünüyorum. Emin Yaşar Sınır’ın çevirisinde de bir problem yok. Kendini okutan ve edebiyatın hemen her alanında eser vermiş yazarın diğer eserlerini de merak ettiren bir kitap olarak görüyorum Jamaika’da Bir Fırtına’yı. 1965’te sinemaya da uyarlanan eser, çocuk kahraman(lar) kullanılarak oluşturulan yapıtların en iyilerinden belki de.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10