3 Ağustos 2020 Pazartesi

Kalp kalbi çekermiş, aramadan da bulurmuş

"Ve sonra bir gün çıkmak dünyaya
Elimde bir ekmekle yollarda yürümek,
Çiçekleri sulamak, çocukları sevmek..."

- Ahmet Erhan, Milattan Önceki Şiirler, VI

Temmuz ayının sonlarına doğru elimde iki kitap vardı. Biri Haluk Dursun hocamızın Boğaziçi'nde Kırk Yılım'ı. Diğeri Sâmiha Ayverdi annemizin Yusufcuk'u. Biri okura oturduğu yerden Boğaz havası aldırıyor, diğeri "istediğin kadar gez sonunda kendinle kalacaksın" hatırlatması yapıyor. Ruhları şâd olsun. Gezi yazılarının ve gezi kitaplarının nasıl bir elden çıktığı çok önemlidir. Bir tarihçinin, bir şairin, bir âşığın yazacakları elbette farklı olacaktır. Şair ve yazar İbrahim Tenekeci'nin Geldik Sayılır'ı işte bu farklı kitaplardan. Gezerken, keşfederken, koklarken ve tadarken kendiyle kalabilmiş bir insanın, kendiyle kalabilme sanatını en doğal yollarla izah ettiği bir kitap.

Nedir bu doğal yollar? Suyla, çiçekle, dağlarla, taşlarla olan münasebeti kuvvetlendirmek. Bu münasebetler tevazuyla kurulduğunda insanın içindeki kimi cevherleri de ortaya çıkabilir aynı zamanda. "Tevazuyla varırsan meydan senindir / cevher senden çıkar maden senindir" diyen Yûnus EmreRisâletü’n-nushiyye'de. Neden 'büyükler' dediğimiz sırlı kimseler hayatlarında hep doğal olanı tercih ettiler? Geldik Sayılır'a Yalova, Esenköy'de başlamış ve orada bitirmiş, öyle İstanbul'a dönmüştüm. Bu vesileyle şunu düşünmüştüm: Şerafeddin Dağıstanî hazretlerini Güneyköy, Yalova'ya çeken neydi? İnsansız hava sahası' olarak anlatılabilecek dağlık arazileri mi? İnsanı hem fiziksel hem de ruhsal olarak rahatlatan yeşilliği mi? O yeşilliğin zirvesinden görülebilecek deniz mi? Sorular sorular, ama güzel sorular.

Muhit dergisinin Ağustos 2020 sayısında Hüseyin Atlansoy'un bir şiiri var. "Dağ başına gideceğim diyorum evdekilere / bir dağ yükselir bir dağı görmek isteyince" demiş şair. Geldik Sayılır'ın ilk sayfaları dağlarla başlıyor. Dağa çıkmak, dağlardaki kar sesine kulak vermek, o karı ayaklarla çiğnemek, üşümek, zirvedeyken bir hiç olduğunu hissetmek... Oradan gökyüzünün sakinleri olan kuşlarla olan ilişkisini anlatıyor Tenekeci uzun uzun. Derken ağaçlar, çiçekler ve sular. Kiraza gitmek, çileğe çıkmak, su gibi aziz olmak. Bilhassa 'su işleri' sandığımızdan çok daha önemli. Çayın harareti alması, akarsuyun âşıkların gamını hafifletmesi ataların dillerinden bugünlere gelmiş. Ancak bir de içme suyu meselesi var ve bendeniz bu meseleye epey meraklıyım. Küçüklüğüm Bursa'da, Kumsaz'da geçti. Cam şişelerde içtiğimiz suların tadını hâlâ unutamıyorum. O tadı bir tek Çorlulu Ali Paşa Medresesi'ndeki Erenler Nargile'de bulabildiğimiz Taşdelen suyunda bulabiliyorum. İbrahim ağabey de Taşdelen'cilerden. Şu satırlar önemli: "Her insan yol-yordam bilmez. Fakat her su yol-yordam bilir. Yetenekli ve sabırlıdır. Önceden, insanlar suyun ayağına giderdi. Şimdi ise su insanların ayağına geliyor. Bu ikisi arasındaki fark, sanıldığından daha büyük. Biri suya azizlik payesi veriyor, diğeri vermiyor."

Bahar, her şairde olduğu gibi İbrahim Tenekeci'de de özel bir yer tutuyor: yeniden başlamanın adı. Baharı karşılamak ne kadar güzel olursa olsun, 'bir insan bir insana kışın bakmalı' diyenlerdenim. Nitekim şair de şöyle söylüyor: "Yaşadığımız şehirlerde, kar, yetişkinlerin tek ortak düşmanı gibi. Onu adı anılınca, millî davalarda bile hemfikir olamayanlar, hemen ittifak kurabiliyor. Gerçekten de ilginç. Oysa karın, herkesi çocukluğuna götürüyor olması lazım. Bundan daha kıymetli ne olabilir? Çocukluğuna gitmeyi kim istemez? Kar yağışının güzelliklerinden biri de kartopu oynayan çocukların kıpkırmızı yanakları. Bu nasıl yazılır, anlatılır? Şiir bu değilse, nedir?"

Seyahatlerin yeri de çok kitapta. Gidilen yerler ancak bir haritayla anlatılabilir. "Beni heyecanlandıran varmak, ulaşmak, kavuşmak değil, yolda olmak duygusudur. Yolda olmak güzeldir. Akıp giden tarlalar, ağaçlar, insanlar, evler: Her şey akar. Bu size fâniliği, gelip geçiciliği hatırlatır." diyor şair. Buna katılmayacak insanın doğal meselelerle olduğu kadar kendi ruhuyla da pek ilgisi yoktur denebilir. Neticede gitmek için geldik ve bu gidişimize dek nasip yurdu olan dünyadan bilhassa insanlık adına ne kadar nasibimiz varsa almalıyız. Bunun için ille de kuşlar, sular, çiçekler ve toprak... Ama insanı unutmadan. İnsan, daima insan. Ama hangi insan? Temiz yüz, güzel mizaç, iyi huy, samimi davranış, kendine has tavır, yolcu misali takip mesafesi. Dünyadan göçtüğümüzde geriye bunlardan birini bırakabilirsek ne mutlu. Diğer her şey dünyada kalacak, yani yalan olacak.

Bir ağacın gölgesini, bir kuşun dala konmasını, bir köy insanının dalıp gitmelerini en güzel şairler izah eder. Edebiyat ve tabiat, insanın hâlini anlatır. Canlılar âleminden bahsederken kalbimizi, ruhumuzu unutuyoruz. Geldik Sayılır bunları hatırlattı, Mevlâ unutturmasın.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

İstanbul'a dair okumayı sevenlere not: Haluk Dursun'un İstanbul'da Yaşama Sanatı ve Sâmiha Ayverdi'nin İstanbul Geceleri, harikulade kitaplardır. Bir de Beşir Ayvazoğlu'nun Geceleyin Dersaadet kitabı vardır ki okuyan safâ bulur.

Kendime not: Eksik kalan tüm Sâmiha Ayverdi kitaplarını tamamlamalı. Dil zarafeti insanın ruhunu güzelleştirir zira.

25 Temmuz 2020 Cumartesi

Avrupa, bizim neyimiz olur?

Oldum olası merak etmişimdir: “Avrupa, bizim neyimiz olur?”, “Avrupa’ya nereden ve hangi gözle bakmalıyız?”. Bu soruları dini ya da ideolojik pencereden cevaplamak elbette mümkün, peki ya tarihi pencereden bakarsak “Avrupa bizim neyimiz olur?” sorusu aynı şekilde sığ görünür mü gözümüze? Öncelikle şunu netleştirmek gerekir ki Avrupa bir bütün olarak teklik arz etmez. Kavimler Göçü’yle birlikte Karadeniz’in kuzeyinden Avrupa’nın ortalarına hareket eden barbar kavimler, ilk göç dalgasıyla birlikte Balkanlar’a yerleşerek Hristiyanlaşan Eski Türk kavimleri, Doğu ve Batı Roma İmparatorluklarını oluşturan unsurlar etnik ayrışmayı oluştururken Katolik ve Ortodoks mezheplerine mensup olanlarla daha sonra ortaya çıkan Protestanlar da dini ayrışmayı ifade eder. Bütün bunların yanında ve bizim için bütün bunlardan daha önemli bir ayrışma ise Osmanlı tarihi ekseninde oluşmuş durumda. Bu ayrışmayı kısaca “Viyana ve Ötesi” şeklinde ifade etmek mümkündür. İki kez dayandığımız Viyana kapıları, hazin sebeplerle bize her iki seferde de geçit vermeyince hem Osmanlı’nın kaçınılmaz geri çekilişi hızlanmış oldu hem de bütün bir Avrupa’nın Türk ve Müslüman yurdu olması ülküsü sona erdi. Bugün, Viyana kapılarına kadar bütün Avrupa topraklarına ecdat yadigârı gözüyle bakarken Viyana’dan sonrasına karşı bir yabancı gibi hayranlık ve korkuyla karışık garip bir his besliyoruz.

İsmail Habib Sevük’ün “Tuna’dan Batı’ya” adlı gezi yazısı türündeki eseri, 1934 yazında yaptığı Avrupa gezisini konu alıyor. Bir yıl süreyle Cumhuriyet gazetesinde parça parça yayımlanan yazılar 1935’te kitap haline getirilmiştir. Kitap, bir gezi yazısı olmanın ötesinde bir Avrupa tarihi okuması sunuyor okuyucuya. Tuna boyunca gemiyle yaptığı yolculuğu Osmanlı’nın yükseliş ve duraklama dönemlerinden anekdotlarla süslerken Berlin ekseninde Alman Teknolojisini ve Paris ekseninde de Fransız estetiğini gözler önüne seriyor. Napoli ile İtalya’yı anlatırken ne Alman teknolojisini ne de Fransız estetiğini görebiliyorsunuz. Yazar İtalya’yı israf edilmiş bir zenginlik olarak sunuyor okuyucuya. Atina’yla Yunan mitolojisi ve Osmanlı tarihi tekrar okuyucunun karşısına çıkıyor. Çanakkale’yi anlattığı bölümde Boğaz Harbi’nin destansı sahnelerini gözler önüne seriyor ve son olarak İstanbul’la bitiriyor kitabı. Tıpkı son mebuslar meclisinin toplanışıyla Osmanlının fiilen İstanbul’da bitişi gibi kitap da İstanbul’da bitiyor.

Yazar, Evliya Çelebi’den mizaç olarak etkilenmişe benziyor. Hem gezdiği yerlere dair Seyahatname’de yer alan bilgilere yer vermiş hem de kendisi mizahi bir üslupla çeşitli değerlendirmeler yapmış. İstanbul Boğazı’nın oluşumuyla ilgili Zülkarneyn’e dayandırılan hikayeyi anlattıktan sonra yazar şunu söylüyor: “Masal yalan değil, İskender amelelerinin kazmalarını kaldır gerisi doğrudur!

Varna’nın anlatıldığı bölümde hem İkinci Murat’ın Hünyad’a karşı kazandığı zafere hem de Varna’nın elimizden çıkışına dair bir türküye yer veriliyor.

Saray önü sıra sıra söğütler
Oturmuş binbaşı asker öğütler
Bu kavgada ölen babayiğitler

Oynaşır balıklar deniz dalgalı
Bugün Varnacığın başı belalı


Bükreş’in anlatıldığı bölümde Mihne Bey’e dair yazılanlar devşirme sisteminin Osmanlı tarihi açısından ne büyük zorluklara sebep olduğunu göstermesi açısından mühimdir. Küçük yaştan itibaren Türk İslam terbiyesiyle yetişmiş bu kişi Eflak Prensliğine getirildikten sonra koca imparatorluğa başkaldırmış ve tabi karşılığını acı bir şekilde almıştır. Gagavuz Türklerini ve hala konuşmaya devam ettikleri Türkçeyi Osmanlı’nın bu bölgedeki hâkimiyetinin nişanesi olarak görüyor yazar.

Tuna’yı bir nehir olarak görmenin ötesinde etrafında oluşan medeniyetin esas kaynağı olarak takdim ediyor yazar. Ayrıca Osmanlı’nın Viyana’ya kadar uzanan hâkimiyetinde de hem askeri hem de kültürel olarak Tuna’nın ehemmiyetine değiniyor. “Bizim Tuna” alt başlığı ile verilen bölümdeki şu ifadeler Tuna’nın bizim açımızdan ehemmiyetini ifadeye yeter: “Şimdi yedi düvelin içinden geçen Tuna’yı o milletler edebiyatlarına ve sanatlarına aldılar. Kimisi onun güzelliğini şiir bestesine koydu. Kimisi onun sesini notanın çizgilerine sindirdi. Kimisi de fırçanın ucuyla onun renklerini avladı, lakin baştanbaşa onun tarihini biz yaptık: Onu toprağın böğrüne engin bir destan gibi yazarak.

Belgrad şehriyle İstanbul’daki Belgrad Ormanı ve Belgrad Köyü arasındaki ilişkiyi de kitaptan öğreniyoruz. Meğer bugün İstanbul’da bulunan bu yerler fetihten sonra Belgrad getirilerek buraya yerleştirilen Belgrad halkından almış ismini. Mohaç zaferi ve Budin’in alınışı da kitapta hikayeleştiriliyor. Buda ve Budin isimlerinin de birer hakimiyet ifadesi olarak okunabildiğini görüyoruz. Osmanlı hâkimiyetindeyken Budin olan isim daha sonra Buda olarak adlandırılıyor ve yeni kurulan Peşte şehriyle birleşerek Budapeşte ismini alıyor.

Yazar; Varna, Bükreş, Budapeşte ve Viyana gibi şehirlere dair hazin hatıraları da sunuyor kitapta. Bu topraklardan çekilirken yaşanan acılarla son askerlerimizin kahramanca savunmaları da anlatılıyor. Birinci Viyana Kuşatması’nın kaldırılışında her ne kadar iklim şartları etkili olsa da İkinci Kuşatma’da Tatar hanının ihaneti yüzlerce yılın ardından hala yüreklerimizi parçalıyor.

Yazar Viyana’dan sonra Berlin’i anlatıyor. Berlin okuyucuya bir teknoloji ülkesi olarak sunuluyor. Hatta tarihi olmadığı için dünyanın farklı bölgelerinde arkeolojik kazılar yaparak ele geçirdikleri tarihi eserleri Berlin’de sergilemelerini de kendilerine tarihi bir kök arama gayreti olarak gösteriyor yazar. Berlin, Almanların ilim ve teknikte gösterdikleri gelişmenin bir sonucu olarak zengin, müreffeh ve medeni bir şehirdir. Paris, teknikten ziyade estetiğin merkezidir. Berlin’i asker ve mühendisler inşa etmiştir belki ama Paris’i liderler ve sanatçılar inşa etmiştir. Fransızlar sanat ve edebiyat alanında çığır açmış isimleri hala hafızalarında günlük hayatlarında yaşatmaya devam ederken biz Türklerin kendi değerlerimizi unutuluşun karanlık dehlizlerine mahkûm edişimize hayıflanıyor yazar. Marsilya ve Nis de yazarın anlattığı şehirler. Bu iki şehir bugünkü gelişmişliğini Paris gibi sanatsal tarihinden ziyade limanlarına ve ekonomik faaliyetlerine borçludur.

İtalya, Napoli ekseninde yer alıyor kitapta. İtalya’ya dair estetik ya da teknik bir üstünlükten ziyade harcanmış bir zenginlik gözüyle bakıyor yazar. Sokaklarındaki düzensizliği İstanbul’la kıyaslayarak ele alıyor. Vezüv Yanardağı’nın Etkilerini de gözler önüne seriyor. Son olarak Atina’yla Yunan mitolojisi ve bölgedeki Osmanlı hâkimiyeti hakkında bilgi vererek Çanakkale’ye geçiyor.

Kitabın Viyana’ya kadar olan bölümlerindeki dil oldukça içten ve akıcı iken Berlin, Paris ve Napoli’ye dair olan bölümlerinde soğuk bir üslup görülüyor. Esasen bu üslup değişikliği, “Avrupa bizim neyimiz olur?” sorusunun da izahı. Viyana’dan sonrası bizim değildir. Viyana’ya kadar ise diliyle, tarihiyle, hatırasıyla hala bizimdir.

Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com

23 Temmuz 2020 Perşembe

Her devrim kendi hukukunu doğurur

“İhtilal Satürn gibidir, önce kendi evlatlarını yer.”
- Georg Büchner, Danton’un Ölümü

Tarihin kırılma noktalarından Fransız İhtilali’ni nasıl biliyoruz? En basit hâliyle, insanlığın gelişme/ilerleme hikâyesinin köşe taşlarından biri olarak. ‘Özgürlük, eşitlik, kardeşlik’ mottosu üzerine inşa edilen Devrim sonrası açıklanan İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi (1789), Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi (1776) ve Amerika Anayasası (1787) ile birlikte modernist paradigmanın kanonlarından sayılır. Öyle ki sekülarist anlayış tarafından kutsal addedilir. Zira Fransız İhtilali feodal dönemin sonunu getirerek gelecekteki demokratik, sosyal, hukuk devletinin zeminini hazırlamıştır. Ulusçuluk modern toplum için kurtuluştur. Hasılı, Devrim iyi yönüyle anlatılır, öğretilir ve doğal olarak öyle hatırlanır.

İnsanlık için bu kadar iyi bir olaya farklı açıdan bakmak, iç yüzünü araştırmak ve/veya görülmeyen yanlarını görmeye çalışmak cesaret ister. Bu cesareti içeriden birinin yapması ve üstelik değerlendirmesini entelektüel seviyeye taşıması çok daha zordur. Zira alışık olduğumuz bakış hayranlık ve hamaset içeren kutsama şeklinde değilse hınç ve nefret içeren aşağılama biçimindedir. Robert Darnton, "Fransız Devrimi’nde Devrimci Olan Neydi?" adlı çalışmasında Devrim’in arka planını ve iç yüzünü görmeyi deniyor. Farklı bir bakış açısı oluşturarak anlamlı tespitler yapıyor ve meraklı okura ışık tutuyor.

Zoom Kitap’ın “not defterleri” serisinin ikinci kitabı olan Fransız Devrimi’nde Devrimci Olan Neydi?, Utku Özmakas tarafından Türkçeye tercüme edilmiş. Bu arada çevirinin başarısını, metnin hiç de çeviri gibi durmadığını söyleyerek belirtebiliriz. Serinin ilk kitabı Ataç, Meriç, Caliban, Bandung gibi son derece doyurucu bir içeriğe sahip olan seksen iki sayfalık eser iki bölümden oluşuyor.

Yazar, “Sokaktaki Fransız Devrimi” başlığını taşıyan ilk bölümde Devrim’in gündelik hayatı nasıl etkilediğine değiniyor. Özellikle Devrim sonrası süreci ele alarak eski rejim yerine kurulmaya çalışılan yeni rejimin yol ve yöntemlerini anlatıyor. Devrimciler ve karşı devrim yanlıları arasındaki mücadelede devrimcilerin acımasız tutumları dikkat çekici. Bir kaos hâli söz konusu ve kendi hukuklarını oluşturan devrimcilerin linç eğilimiyle hareket ettikleri görülüyor. Her iki tarafın birbirini ‘vatan haini’ olarak tanımlaması şiddetin olağanlaştırılmasına ve adaletin gözetilmemesine yol açıyor. Yazar “terör dönemi” olarak tanımladığı bu durumu “devrim şiddetin içinde doğdu ve ilkelerini şiddet belirledi” şeklinde özetliyor.

Devrimciler sadece fiziki şiddet uygulamıyor; eskiye karşı düşmanca kurgulanan kültürel şiddet bir silindir gibi toplumun üzerinden geçiyor. Yazarın anlattıkları arasında toplum olarak bizim de pek yabancısı olmadığımız uygulamalara rastlıyoruz. Örneğin takvim, ölçü, kılık-kıyafet, dil gibi alanlarda yeniliğe gidiliyor veya eskiyi çağrıştıran coğrafi isimler değiştiriliyor. Sonuç itibariyle suni bir kültür üretilerek sosyal hayat yeniden kurgulanıyor. Yazar, eski rejimin dinsellik özelliği taşıyan toplumsal anlayışının yeni rejim tarafından rövanşist tavırla yok edilmeye çalışılmasına ayrıca dikkat çekiyor. Aslında burada görülen şey, devrim, ihtilal ya da darbe türü şiddet içeren kalkışmaların mantığının birbirine benzemesi; gücü eline geçiren her anlayışın kendi hukukunu oluşturmasıdır. Türkiye’nin tarihinde de benzer deneyimleri fazlasıyla bulmak mümkün. Yazar bu süreci “terör dönemi” olarak nitelendirerek anlatılan ile yaşanılanın aynı olmadığını belirtiyor. Yazara göre “devrimler olan hâlleriyle değil, olması istenen hâlleriyle anlatılır” ve bu sürecin “teröre dönüşmesinin sebebi ütopik enerji patlamasıdır”. Tüm toplumu tek ve ideal bir şemsiye altında toplamaya çalışan ütopik anlayış…

Kitabın ikinci bölümünü birinci bölümden çok daha ilginç bulduğumu söylemeliyim. Bu bölümde Fransız İhtilali’nin öncesini ele alan yazar, Devrim’e götüren süreci analiz ediyor. İlginç olan, Devrim’e gidişin siyasi düzlemde ele alınmayarak edebi bir analize tabi tutulması. Yazar evvela Devrim’i “edebi bir devrim” olarak nitelendiriyor ve Devrim’i hazırlayan süreci dönemin edebiyat dünyasının üretimi üzerinden ele alıyor. istatistiki bilgiler yardımıyla Devrim öncesi Fransa’sının sosyo-politik durumunu tespit etmeye ve bölgelere göre yazar sayısının yanında yazarların niteliği üzerinden toplumsal yapıyı çözümlemeye çalışıyor. Darnton bu aşamada Voltaire (1694-1778) ve Rousseau’yu (1712-1778) seçerek Devrim’e götüren süreci onların görüşleri üzerinden açıklamayı deniyor. Bir anlamda dönemin kültürel dünyasına yönelik arkeolojik bir çalışma yapan yazara göre edebi alanda başlayan devrimci düşünce zamanla siyasallaşmaktan kurtulamıyor. Edebi söylemin siyasallaşmasında dönemin basın ve sanat anlayışının önemi büyüktür. Dönem itibariyle iktidarın, nüfuzlu kişilerin veya zenginlerin himayesinde varlığını sürdürebilen sanat ve basın toplumla ilişkisi yeterince oluşamıyor. Yapılan tespitler aydınların toplumdan ayrı bir yol çizdiğini ve Aydınlanma’nın belirli kesimlere hizmet ettiğini gösteriyor. Kısacası entelektüeller, şartların üzerlerine yüklediği sorumluluğu yerine getirmekten uzak duran kişilerdir. Robert Darnton, Voltaire ve Rousseau’yu iki karşıt taraf olarak nitelendiriyor ve Devrim içinde her ikisinin de payının olduğunu belirtiyor.

Fransız Devrim’inde Devrimci Olan Neydi?, Devrim adı altında yapılanların neye karşılık geldiğini sorgulayan oldukça ufuk açıcı bir kitap. Öncesi ve sonrasıyla anlatılanlar üzerine biraz düşününce inkılap denilen uygulamaların aslında istibdat, erdem olarak öne çıkarılan değerlerin de devrimcilerin kendi oluşturdukları hukuk olduğunu görüyoruz. Zaman ve mekân fark etmeksizin dünyadaki tüm benzer hareketlerin adalet eksenli değil, tamamen iktidar (kazanç) odaklı olmaları da meselenin bir başka gerçeği olarak karşımızda duruyor.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

Okuyucu şiirin kendisidir!

Birçokları için “Anlar” şiiridir Jorge Luis Borges. Onlar bilirler ki; bu şiiri buzdolabının kapağına yapıştıranlar hayatın dönüşeceğine iman etmişlerdendir. Bilgi işi değildir bu. İman önemlidir! Evveliyatında Edgar Allan Poe’nin başlattığı fantastik edebiyat geleneğini izleyen Borges, felsefenin tadına baktıkça eklektik bir bütüne dönüşür. İlânihaye avangard akıma şöyle bir göz atıp onu da kendi felsefesi ile bezeyince, post-avangard bir kendiliğe ulaşır. “Öz sorgulama” der bu sürece ki “Anlar” bu öz sorgulamanın ve Borges felsefesinin etiketi gibidir.

Yayıncılıkta, uzun yıllardır yapılmış en keyifli ve kaliteli işlerden biri haline gelen Ex-libres serisi dâhilinde çevirisi sunulan Şu Şiir İşciliği, Ketebe Yayınları tarafından basılarak serinin incileri arasına yerleşti. Bir psikoterapistten yardım alarak bu öz sorgusunu konuşma yoluyla dinleyiciye ve bize ulaştırmaya ikna olan Borges’in, 67-68 yıllarında Harvard Üniversitesi’nde verdiği konferanslar; Şiir Bilmecesi, Metafor, Hikaye Anlatımları, Sözün Müziği ve Çeviri, Düşünce ve Şiir, Şiirin Amentüsü isimlerinde, altı başlıktan oluşuyor. Şiirin tanımını yapmaya çalışırken ortaya koyduğu cümlenin yetersizliğine, kahvenin de tadının bu kadar anlatılabileceğini ekleyen Borges, yetersiz kaldığı noktada dahi yeni bir şiir yazabilmenin şiarı gibidir. Budur işte o başkalığın kaynağındaki erguvan kokulu şairin dehası.

İçine felsefe bulaşmış her şeyde olduğu gibi Borges’de de mana ve cisim başkadır. “Şey” başkadır. Çünkü o, bir alana gömülmüş okumaların teşbihini “Yıldızlara hiç bakmamış astronomların eserlerini okuyormuş gibi” olmak cümlesi ile betimlerken, estetik üzerine yazmak ile şiir yazmak arasındaki farkın ifade edilebileceği en doğru cümleyi kurmuştur. Borges başkadır evet: Onda yaşam, şiirden ifade edilmiş bir algoritmadır; “kitaplar ise şiir için birer vesiledir.”. Emerson’ın ölüler mağarası olarak ifade ettiği kütüphaneler okuyucuyla dillenir, şiirlenir. Okuyucu şiirin kendisidir!

İlk bölüm Borges’in kendisine giriştir. Şiirin ontolojik statüsü ile ilgilenir. Ancak ve ancak etimolojiye ve dile hâkim olabilenlerin gerçek bir şiir yazabildiğini savunur. Onun için, her iki dili de özümsemiş bir çevirinin değeri paha biçilemezdir. Aksi halde, ismini ilk defa burada duyacağımız usta Rafael Cansinos Asssens’in, Tanrı’dan, kendisini güzelliklerden koruması dileği ile yazdığı şiirdeki duayı, nasıl böylesi haklı bulabilirdik ki? İkinci bölüm olan “Metafor” bahsinde ise şairlerin, bunca kombinasyon varken, aynı metaforlarda dolap beygiri gibi dönmelerinin gerçeğini ve aslında aynı görünen metaforun aynı kalamadığını anlatmaya çalışır. Metaforun değeri de budur zaten Borges için; okuyucu tarafınca belirlenir. Söz temsili: bugün, hiç kimse “kral” kelimesini, aynı soydan ve ulustan gelenlerin başında onlardan olan kişi anlamında kullanmaz. Kral kelimesi artık gerçek anlamını tamamen yitirip farklı metaforlar arasında gezinmektedir. Bu yüzden Jorge Luis Borges bunca sınırsız anlam arasında sınırlı kalan metaforlar üzerine uzunca düşünmüştür. Mesela bütün şairlerce “uyku” olarak kalıplaşmış “ölüm” bunlardan biridir. Hoş ve sanatsal algılatılmak istenilen “savaş” kelimesi için; “kılıçların dansı” denmesi de öyle... “Güçlü metafor anlamı zenginleştirmez hermenötik çerçevesini bozar” derken ise şiirin neden sıradan olanla daha şık ve kolay ifade edildiğini biraz daha derinleştirir. Artık Borges’i neden bunca sevdiğimizin de cevapları bir bir verilmektedir.

Sen ki müziksin müzik dinlerken hüznün niye? Odysseia’yı okurken dinlediğimiz, şiirden ziyade, tuzlu su akıntılarının hikâyesi değil midir diye sorar Borges. Öyledir de! Şiirden yana içinizi ikna etmeyenlerin ne olmadığını öğretir ince ince dokuduğu şiir işçiliğiyle. “Bütün sanatlar daima müziğin durumunu arzular” cümlesinden; şiirden iyi olan tek şeyin notalara eklenmiş şiir olduğunu anlatır. Sokaktaki insana entelektüelden daha yakındır şiir Borges için. Bu çok etkileyici bir detaydır. Gerçek şiirin günlük dille ifade edildiğinden bahseder. Ve müziğin onun üzerine çıkabilen biricik bütünlük olduğundan.

Son konuşmada yani altıncı günde, Borges, şiiri, gençken mutsuz olmak ile yaşlandıkça geç kalmış olmak korkusu arasında; “Şiirin Amentüsü”yle, şairin amentüsü olarak birbirinden ayırmıştır. Tıpkı her insanın Tanrısı’nın farklı olması gibi bir kinaye ile biter böylece şiirin işçiliği… Jorge Luis Borges başkadır evet: Onun, “Yazarken düşlere sadık kalmaya çalıştım” dediği düş kendi düşüdür. Konuşmaya zor ikna edilen mütevaziliği, dolu başağın başının eğik olmasından mülhemdir. Şiirin güneşi ya da şiir dilinde; Tanrı’nın parlak kandilidir. Ve dondurma her daim bezelyeden daha lezzetlidir.

Mavi Çınar
instagram.com/psikologmavicinar/

16 Temmuz 2020 Perşembe

Acısıyla tatlısıyla yengelik makamı

“Yenge olmak kolay fakat yenge kalmak zordur.”

Mustafa Çiftci ve Tanıl Bora'nın birlikte derlediği, İletişim Yayınlar'ından çıkan kitap “yenge” kavramını hem lisaniyat, morfoloji hem de bazı anılar üzerinden bizlere sunuyor. Mustafa Çiftci, sunuş yazısında kitaba, “İnsan, kendini insanda tanıyormuş” gibi hem çarpıcı hem de güzel bir cümleyle başlıyor.

Aslında hepimizin yengesi yahut yengeleri, yengelerimize dair birçok anılarımız var. Çiftci'nin anlattığı üzere, “Bir adam mahkemeye dilekçe vermek için arzuhalciye gitmiş. Ve başlamış anlatmaya. O anlatmış, arzuhalci yazmış. Dilekçe bitmiş, arzuhalci yazdığı dilekçeyi okumaya başlamış. Dilekçe okundukça adam başlamış ağlamaya. Arzuhalci sormuş neden ağlıyorsun? Adam demiş ki yahu meğer benim başıma neler gelmiş de haberim yokmuş. İşte aynen öyle diyorum; meğer “yenge” deyince ne çok söylenecek söz varmış da haberimiz yokmuş.

Biraz durup düşündüğümüzde aslında herhangi bir kavram üzerinde konuşacağımız o kadar çok şey çıkıyor ki günlük hayatın telaşesinde insanın gözünden kaçıyor ve insan bunları yakalayamıyor. Yine Çiftci'nin de dediği üzere, kitap buradan yola çıkarak çeşitli yazarların kaleminden yenge'yi anlatıyor.

Yengelerin dikkatleri vardır. Hangi akraba çay bardağında dudak payı bırakılmasını ister? Hangi komşu çok konuşur? Kayınvalidesinin yumurtası kayısı kıvamında olmazsa sofrada nasıl bir kıyamet kopar? Beşiktaş'ın (orijinalinde Fener) maçı olduğu gün, sevdiği er kişi nasıl hisseder? Daha birçok ince işin ilmini belirler yengeler.” (Mustafa Çiftci, sf.14 )

Kitapta, Mahir Ünsal Eriş, Hüsrev Hatemi, Fatma Barbarosoğlu, Cihan Aktaş, Metin Solmaz, Deniz Erkul Düzgün, Ercan Kesal, Ethem Baran, Adem Erkoçak, Rita Ender, Ender Özkahraman, Funda Şenol Cantek, Leyla Burcu Dündar, Sema Aslan, Kiraz Akın ve Sema Karabıyık'ın yazıları var.

Fatma Barbarosoğlu sitem ediyor: Nasıl oluyor da aynı kadın; sıfatı “teyze” iken anne yarısı, “yenge” iken akrebin izinden giden oluyor!

Mahir Ünsal Eriş, “onlara 'yenge' diyerek araya konan mesafe, aslında kadını erkeklerin arasındaki dünyanın dışına çıkarmaya hatta hiçbir zaman oraya ait olmadığını ima etmeye yarar.” gibi iddialı bir cümle sarfediyor. Ve ekliyor, “Bir kadından, 'yengeniz olur' bahseden erkek, o kadınla mevcut ya da muhtemel ilişkisini ifade etmek ister.

Devri hazırda bir satıcı, yanınızdaki eşinize, efendi adamsa sadece 'yenge', biraz salakça ise 'yengem benim' diye hitap edebilir.” (Hüsrev Hatemi, sf. 32)

Bir Korkunç Yenge Prototipi Olarak Semra Özal” başlıklı yazı kitabın en ilginç yazılarından biri olma özelliğine sahip diyebiliriz. Turgut Özal'ın eşi 'Semra Yenge'yi bizlere Funda Şenol Cantek özetlemiş.

Yenge olmadan yengeliği ne kadar bilebiliriz? Sema Aslan yazısında şöyle özetliyor: “Bu kelimeyle gerçek anlamda baş başa kalmayana kadar onun kastettiği mana ve oluşu, kendi çeperi boyunca yaydığı imayı, maruz kaldığı muameleyi, diğer kelimelerle gizli/açık ilişkilerini de göremiyor insan.

Kitabı okuyup bitirdikten sonra ben de yengelerime olan anılarımı düşündüm. Tabii ki iyi yahut kötü birçok anım var. İyi olanları yazıp diğer yengelerimi küstürmemek için ve kötü olanları yazıp da olur ya yazımı okuyup kendisini bilmesin, sonra kötü hissetmesin istediğim için anılarımı burada anlatmaktan caydım.

Velhasılı bu derleme kitap bize çok güzel tecrübeler kazandırıyor. Vaktimizi kıymetlendiriyor. Tavsiye edilir.

Yusuf Karakurt
twitter.com/sonsuzsakin