İsmail Habib Sevük etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İsmail Habib Sevük etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Temmuz 2020 Cumartesi

Avrupa, bizim neyimiz olur?

Oldum olası merak etmişimdir: “Avrupa, bizim neyimiz olur?”, “Avrupa’ya nereden ve hangi gözle bakmalıyız?”. Bu soruları dini ya da ideolojik pencereden cevaplamak elbette mümkün, peki ya tarihi pencereden bakarsak “Avrupa bizim neyimiz olur?” sorusu aynı şekilde sığ görünür mü gözümüze? Öncelikle şunu netleştirmek gerekir ki Avrupa bir bütün olarak teklik arz etmez. Kavimler Göçü’yle birlikte Karadeniz’in kuzeyinden Avrupa’nın ortalarına hareket eden barbar kavimler, ilk göç dalgasıyla birlikte Balkanlar’a yerleşerek Hristiyanlaşan Eski Türk kavimleri, Doğu ve Batı Roma İmparatorluklarını oluşturan unsurlar etnik ayrışmayı oluştururken Katolik ve Ortodoks mezheplerine mensup olanlarla daha sonra ortaya çıkan Protestanlar da dini ayrışmayı ifade eder. Bütün bunların yanında ve bizim için bütün bunlardan daha önemli bir ayrışma ise Osmanlı tarihi ekseninde oluşmuş durumda. Bu ayrışmayı kısaca “Viyana ve Ötesi” şeklinde ifade etmek mümkündür. İki kez dayandığımız Viyana kapıları, hazin sebeplerle bize her iki seferde de geçit vermeyince hem Osmanlı’nın kaçınılmaz geri çekilişi hızlanmış oldu hem de bütün bir Avrupa’nın Türk ve Müslüman yurdu olması ülküsü sona erdi. Bugün, Viyana kapılarına kadar bütün Avrupa topraklarına ecdat yadigârı gözüyle bakarken Viyana’dan sonrasına karşı bir yabancı gibi hayranlık ve korkuyla karışık garip bir his besliyoruz.

İsmail Habib Sevük’ün “Tuna’dan Batı’ya” adlı gezi yazısı türündeki eseri, 1934 yazında yaptığı Avrupa gezisini konu alıyor. Bir yıl süreyle Cumhuriyet gazetesinde parça parça yayımlanan yazılar 1935’te kitap haline getirilmiştir. Kitap, bir gezi yazısı olmanın ötesinde bir Avrupa tarihi okuması sunuyor okuyucuya. Tuna boyunca gemiyle yaptığı yolculuğu Osmanlı’nın yükseliş ve duraklama dönemlerinden anekdotlarla süslerken Berlin ekseninde Alman Teknolojisini ve Paris ekseninde de Fransız estetiğini gözler önüne seriyor. Napoli ile İtalya’yı anlatırken ne Alman teknolojisini ne de Fransız estetiğini görebiliyorsunuz. Yazar İtalya’yı israf edilmiş bir zenginlik olarak sunuyor okuyucuya. Atina’yla Yunan mitolojisi ve Osmanlı tarihi tekrar okuyucunun karşısına çıkıyor. Çanakkale’yi anlattığı bölümde Boğaz Harbi’nin destansı sahnelerini gözler önüne seriyor ve son olarak İstanbul’la bitiriyor kitabı. Tıpkı son mebuslar meclisinin toplanışıyla Osmanlının fiilen İstanbul’da bitişi gibi kitap da İstanbul’da bitiyor.

Yazar, Evliya Çelebi’den mizaç olarak etkilenmişe benziyor. Hem gezdiği yerlere dair Seyahatname’de yer alan bilgilere yer vermiş hem de kendisi mizahi bir üslupla çeşitli değerlendirmeler yapmış. İstanbul Boğazı’nın oluşumuyla ilgili Zülkarneyn’e dayandırılan hikayeyi anlattıktan sonra yazar şunu söylüyor: “Masal yalan değil, İskender amelelerinin kazmalarını kaldır gerisi doğrudur!

Varna’nın anlatıldığı bölümde hem İkinci Murat’ın Hünyad’a karşı kazandığı zafere hem de Varna’nın elimizden çıkışına dair bir türküye yer veriliyor.

Saray önü sıra sıra söğütler
Oturmuş binbaşı asker öğütler
Bu kavgada ölen babayiğitler

Oynaşır balıklar deniz dalgalı
Bugün Varnacığın başı belalı


Bükreş’in anlatıldığı bölümde Mihne Bey’e dair yazılanlar devşirme sisteminin Osmanlı tarihi açısından ne büyük zorluklara sebep olduğunu göstermesi açısından mühimdir. Küçük yaştan itibaren Türk İslam terbiyesiyle yetişmiş bu kişi Eflak Prensliğine getirildikten sonra koca imparatorluğa başkaldırmış ve tabi karşılığını acı bir şekilde almıştır. Gagavuz Türklerini ve hala konuşmaya devam ettikleri Türkçeyi Osmanlı’nın bu bölgedeki hâkimiyetinin nişanesi olarak görüyor yazar.

Tuna’yı bir nehir olarak görmenin ötesinde etrafında oluşan medeniyetin esas kaynağı olarak takdim ediyor yazar. Ayrıca Osmanlı’nın Viyana’ya kadar uzanan hâkimiyetinde de hem askeri hem de kültürel olarak Tuna’nın ehemmiyetine değiniyor. “Bizim Tuna” alt başlığı ile verilen bölümdeki şu ifadeler Tuna’nın bizim açımızdan ehemmiyetini ifadeye yeter: “Şimdi yedi düvelin içinden geçen Tuna’yı o milletler edebiyatlarına ve sanatlarına aldılar. Kimisi onun güzelliğini şiir bestesine koydu. Kimisi onun sesini notanın çizgilerine sindirdi. Kimisi de fırçanın ucuyla onun renklerini avladı, lakin baştanbaşa onun tarihini biz yaptık: Onu toprağın böğrüne engin bir destan gibi yazarak.

Belgrad şehriyle İstanbul’daki Belgrad Ormanı ve Belgrad Köyü arasındaki ilişkiyi de kitaptan öğreniyoruz. Meğer bugün İstanbul’da bulunan bu yerler fetihten sonra Belgrad getirilerek buraya yerleştirilen Belgrad halkından almış ismini. Mohaç zaferi ve Budin’in alınışı da kitapta hikayeleştiriliyor. Buda ve Budin isimlerinin de birer hakimiyet ifadesi olarak okunabildiğini görüyoruz. Osmanlı hâkimiyetindeyken Budin olan isim daha sonra Buda olarak adlandırılıyor ve yeni kurulan Peşte şehriyle birleşerek Budapeşte ismini alıyor.

Yazar; Varna, Bükreş, Budapeşte ve Viyana gibi şehirlere dair hazin hatıraları da sunuyor kitapta. Bu topraklardan çekilirken yaşanan acılarla son askerlerimizin kahramanca savunmaları da anlatılıyor. Birinci Viyana Kuşatması’nın kaldırılışında her ne kadar iklim şartları etkili olsa da İkinci Kuşatma’da Tatar hanının ihaneti yüzlerce yılın ardından hala yüreklerimizi parçalıyor.

Yazar Viyana’dan sonra Berlin’i anlatıyor. Berlin okuyucuya bir teknoloji ülkesi olarak sunuluyor. Hatta tarihi olmadığı için dünyanın farklı bölgelerinde arkeolojik kazılar yaparak ele geçirdikleri tarihi eserleri Berlin’de sergilemelerini de kendilerine tarihi bir kök arama gayreti olarak gösteriyor yazar. Berlin, Almanların ilim ve teknikte gösterdikleri gelişmenin bir sonucu olarak zengin, müreffeh ve medeni bir şehirdir. Paris, teknikten ziyade estetiğin merkezidir. Berlin’i asker ve mühendisler inşa etmiştir belki ama Paris’i liderler ve sanatçılar inşa etmiştir. Fransızlar sanat ve edebiyat alanında çığır açmış isimleri hala hafızalarında günlük hayatlarında yaşatmaya devam ederken biz Türklerin kendi değerlerimizi unutuluşun karanlık dehlizlerine mahkûm edişimize hayıflanıyor yazar. Marsilya ve Nis de yazarın anlattığı şehirler. Bu iki şehir bugünkü gelişmişliğini Paris gibi sanatsal tarihinden ziyade limanlarına ve ekonomik faaliyetlerine borçludur.

İtalya, Napoli ekseninde yer alıyor kitapta. İtalya’ya dair estetik ya da teknik bir üstünlükten ziyade harcanmış bir zenginlik gözüyle bakıyor yazar. Sokaklarındaki düzensizliği İstanbul’la kıyaslayarak ele alıyor. Vezüv Yanardağı’nın Etkilerini de gözler önüne seriyor. Son olarak Atina’yla Yunan mitolojisi ve bölgedeki Osmanlı hâkimiyeti hakkında bilgi vererek Çanakkale’ye geçiyor.

Kitabın Viyana’ya kadar olan bölümlerindeki dil oldukça içten ve akıcı iken Berlin, Paris ve Napoli’ye dair olan bölümlerinde soğuk bir üslup görülüyor. Esasen bu üslup değişikliği, “Avrupa bizim neyimiz olur?” sorusunun da izahı. Viyana’dan sonrası bizim değildir. Viyana’ya kadar ise diliyle, tarihiyle, hatırasıyla hala bizimdir.

Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com