28 Mayıs 2020 Perşembe

Çocukluktan intihara: Bir yaşama denemesi

Müntehir yazar ve şairler, bu durumlarından ötürü uzun zamandır dikkatimi çekmiştir. Bu dikkatin sebebini bilmiyorum, belki de üniversite son sınıfta Durkheim’in görüşlerini baz alarak oluşturduğumuz bitirme ödevinden dolayıdır. Çünkü o ödevden sonra Durkheim’in görüşlerine duyduğum ilgi artmıştı, sanırım edebiyata da yansıması oldu bunun. Ancak yine de müntehir yazar/şairlerin sonuç olarak, dünyada veya kişisel hayatlarında anlamlandıramadıkları şeylerden dolayı intihar etmiş olmaları da ilgimi çeken sebeplerden. Neyi arıyorlardı sorusu dikkatimi çekmeye yeter bir neden bu isimlerin eserlerini okumam için. Stefan Zweig, Virginia Woolf, Ernest Hemingway, Yukio Mişima, Sylvia Plath müntehir yazarlardan sadece birkaçı. İntihar etmelerinde başka başka sebepler bulunsa da sonunda iş ‘insanın anlam arayışına’ çıkıyor. Bu yazarlara benim açımdan, daha önce hiç okumadığım, ilk kez İnsanlığımı Yitirirken adlı kitabıyla tanıdığımı Japon yazar Osamu Dazai de eklendi. Dazai ismi aslında Türkçeye çok yabancı değil. Daha önce birkaç kitabı dilimizde yayımlanmıştı ancak kitapçıda İnsanlığımı Yitirirken kitabını gördüğümde, benim ilk defa ilgimi çekti. Kitabın arka kapak yazısı ve ismi aklımda öyle yer etmiş olacak ki, bir sonraki gidişte ilk bu kitaba baktım ve satın aldım. Kitabı daha bitirmeden de diğer kitaplarını okumaya karar verdim yazarın. Kitabı bitirdikten sonra ise ilk yorumum, “çok sevdiğim Cioran sanki roman yazmış” oldu.

Dazai 39 yaşında intihar ederek yaşamına son vermiş bir yazar. İnsanlığımı Yitirirken yazarın öz yaşam öyküsüdür aynı zamanda. En azından yaşamıyla önemli ölçüde benzeşen yönleri olan bir eser. Anlattığı, İkinci Dünya Savaşı sonrası Japonya’sının toplumsal atmosferini kendini inceleyerek, kendi adımlarını takip ederek çözmeye çalışması. Bu durumu da Yozo karakteriyle cisimleştirmeye çalışmış.

Kitap 109 sayfayı içeriyor ve beş bölümden oluşuyor: Bir Öğrenci Fotoğrafı, Birinci Günce, İkinci Günce, Üçüncü Günce, Sonlanırken bölümlerinden oluşan eserin yazarla ilgisi günceler kısmıdır. İlk bölümü ve son bölümü, kitabı yayıma hazırlayan kişi yazmış. Bir Öğrenci Fotoğrafı adlı bölümde bir öğrencinin, bir adamın hayatının üç ayrı evresindeki fotoğrafını konu ediyor bu kitabı hazırlayan kişi. Fotoğraftaki kişi hakkında yorum yapıyor. Bu öğrenci, bu kişi elbette ki Osamu Dazai. Fotoğrafın hissettirdikleri ile başlayan roman daha sonra günceler kısmına geçiyor. Burada Dazai’nin kalemini ve hayatını görebiliyoruz.

Sadık Hidayet’in Kör Baykuş’undaki, Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’ındaki gibi, okuduğum kitaplardaki en ilgi çekici girişlerden biriyle başlıyor Dazai: Yaşamım utançlarla doludur diyor ve hayatına, otobiyografik romanına başlıyor. Başlangıçta Dazai’nin kişiliğini nasıl oluşturmaya çalıştığını görüyoruz. Sosyopat veya antisosyal, ya da sosyal fobisi olan biri gibi resmediyor kendini. Kendisinin çevresinden oldukça ayrık durduğunu, bu durumun da farkında olduğunu anlatırken bir kişilik incelemesine ve insanlara yaklaşma denemelerine de çalışıyor. Her ne kadar hayattan ve insanlardan ayrıksı dursa da, çocukluğundan itibaren hayatla asgari düzeyde bir bağ kurmaya çalışıyor: “…Böylece aklıma şaklabanlık yapmak geldi. Bu, benim insanlarda son sevgi arayışımdı. Bir yandan onlardan son derece korkarken, diğer yandan bir türlü aklımdan çıkaramadım. Böylece, şaklabanlık sayesinde ince bir çizgiyle insanlarla bağımı koruyabildim. Dış dünyaya durmaksızın gülümseyen yüzümü gösterirken, iç dünyam ölüydü. İşte bu, bin derdi tek bir saç teliyle taşımak gibi, yağa ter karıştırmak gibi bir çabaydı.”. Bu durum aklıma hemen Kemal Tahir’in Ayşe Şasa’ya söylediği “maskaralık yaptığın sürece seni alkışlarlar, ciddi bir şey yaptığında kimse suratına bakmaz, yolunu ona göre seç” sözünü getirdi. Dazai ya da romandaki karakter Yozo da yolunu bu şekilde çizmeye çalışıyor romanda.

Romanın ana unsuru Yozo ve onun karakteri aslında. Bir iç dünya romanı olsa da rahatça kendini okutuyor. Yozo yaşamı sorgularken, hayatına giren insanlarla ilişki halindeyken ya da sırf illegal ve heyecanlı diye Marksist toplantılara katılıp örgütte üst kademelere yükselirken de hep karakterinin ve ruh halinin izini sürüyor okur. Bunu rahatça yapmasını sağlayan da yine Yozo’nun karakteri; çünkü hiçbir zaman iki yüzlü davranamıyor. Çocuklukta denediği, sonrasında da devam ettirmeye çalıştığı ve bunun için şaklabanlık dahi yaptığı davranışları bir şekilde fark ediliyor ve bu da Yozo’nun kendi haline dönmesine sebep oluyor: Yani yazarın/Yozo’nun yaşamı anlayamamasına, karanlık ruh haline ve tabi ayrıksılığına. Ona göre dışlanmışlığına: “Dışlanmışlar diye tabir edilir. İnsanların dünyasında, zavallı, yenik, ahlaksız olanları ifade eden bir sözcük galiba. Ben doğuştan dışlanmış olduğumu hisseder, şu dışlanmış bir insan diye parmakla gösterilen biriyle karşılaştığımda, içimde mutlaka bir rahatlama duygusu uyanırdı. Üstelik bu sıradan değil, büyülenmiş gibi bir rahatlıktı.

Bu kitabı baz alarak Dazai’nin çok rahat bir şekilde psikolojik haritası çıkarılabilir aslında. Çünkü karakteri, kişiliği ve mizacı hakkında altı çizilecek cümlelerle, açık açık anlatmaya çalışıyor tüm ruhunu. Kronolojik bir şekilde ilerliyor kitap. Otobiyografik bir roman olduğu için de sanırım daha iyisi olamazdı. Ortaokul, lise; daha sonra hayat mücadelesinde Yozo’nun veya Dazai’nin adım adım ne hâle geldiğini görebilir okur. Tabii bütün değişimleri hissederek ve Yozo’nun insanlar ve kendi hakkında yaptığı bütün vurucu tespitleri de takip ederek: “Karşılıklı olarak birbirlerini kandırıp, üstelik ne tuhaftır ki, hiçbir yara almadan, sanki bunun farkında değillermiş gibi gerçekten çarpıcı, berrak ışıltılar yayan şen inançsızlık örnekleriyle dolu insan yaşamı.

Yazarın kendini anlattığı eserler hem dünya hem de Türk edebiyatında bolca mevcut; ancak Dazai’nin yaptığı gibi vurucu olanlar o kadar da çok değil. Saf bir şekilde hayatını diğer hayatlardan ayırabilen, kendiyle ilgili doğru tespitler yapabilen yalnızlığı ve insanı en iyi şekilde çözümleyebilen fakat anlamlandıramayan biri yazar. Yani karmaşık bir şekilde oturup yazmamış hayatını. Hüseyin Can Erkin de çevirisiyle bu değerli okumaya büyük katkı sağlıyor. Yazarın hayatına ilgi duymayan birçok kişi de oturup, tamamen kurguymuş gibi okuyabilir bu kitabı.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

27 Mayıs 2020 Çarşamba

Toplumsal bir deney olarak cinayet

“İnsan bazen öyle bir sınıra gelir ki
onu aşamaz mutsuz olur;
aşar, bu kez belki daha mutsuz olur."

İnsan ruhunu derinlemesine irdeleyen Dostoyevski, çok acı çekmiş bir yazardır. Acıları onu büyük bir yazar yapmıştır bile diyebiliriz. Acı çektikçe yazmış, belki de yazdıkça acı çekmiş ve bu döngüden asla kurtulamamıştır. Yaşadığı dönemin soyluları arasında yer almamasının acısını hayatını boyunca çekmiştir özetle.

Gerek dünya edebiyatını gerekse bizim edebiyatımızı etkilemiş çok yönlü bir yazardır Dostoyevski. Öyle ki Cemal Süreya Dostoyevski okudum ve o gün bugündür huzurum yok” diyerek Dostoyevski’nin hayatına olan etkisini açıkça dile getirmiştir. Yaşadığı acıları romanlarına da yansıdığı için ve gerçekçi üsluba sahip bir yazar da olması hasebiyle Dostoyevski, okurlarını -Cemal Süreya örneğinde de görüldüğü gibi- etkilemiştir ve etkilemeye de devam etmektedir.

Dünyadaki pek çok edebiyatçıyı ve edebiyat okurlarını etkileyen bu yazar, bir idam cezasına mahkûm ediliyor ve tam bu ceza uygulanacağı esnada bağışlandığını öğreniyor. Böyle bir yerden fiziki olarak dönmek, hiç şüphesiz paha biçilemez bir mutluluk olarak tarif edilebilir; ama aynı yerden ruhsal olarak dönmek, nereden bakarsak bakalım kolay değildir. Fakat ilginçtir ki Dostoyevski asıl büyük romanlarını bu dönüşten sonra yazmıştır. Bu durum da bana göre yazarın büyüklüğünü katlamaktadır.

Suç ve Ceza’da yazar, Raskolnikov’u katil yaparak toplumsal bir deney yapmıştır. Raskolnikov; yoksul, kabuğuna çekilmiş bir üniversite öğrencisidir. Bu yoksulluk sebebiyle okulunu yarım bırakmak zorunda kalmıştır. Yaşadıklarını bir haksızlık olarak görmüş ve aklına bir tuhaf soru düşmüştür: “Ben bir bit miyim yoksa insan mı?”. Bu sorudur kahramanı adım adım cinayete götüren. Halkı “olağanüstü” insanlar ve “sıradan” insanlar olmak üzere iki ayrı tabakaya bölmüştür. Kendisinin “olağanüstü” insanlara dâhil olduğunu gösterebilmeyi ister ve bu istek onu bir cinayete kadar götürür. Kendisine ve çevresine büyük haksızlıklar ettiğini düşündüğü tefeci bir kadındır Raskolnikov’un hedefi. Onu öldürmekle “sıradan” insanların asla çiğneyemediği ahlak kurallarını çiğnediğini gösterecektir. Bunun ise olumlu sonuçlar doğurabileceğini düşünmektedir. Yarım bırakmak zorunda kaldığı okuluna devam etmek, hasta annesini tedavi ettirmek ve sırf abisinin okuluna devam etmesini sağlayabilmek için istemediği bir adamla evlenme kararı alan kardeşini bu kararından vazgeçirebilmek; Raskolnikov’un doğacağını umut ettiği olumlu sonuçlardandır. Raskolnikov aslında bu cinayetiyle toplumsal eşitliği sağlamayı amaçlamıştır, halkın gözünün önündeki bazı putlara baltasını saplamıştır fakat hiçbir şey umduğu gibi olmamıştır. Öyle ki bu eski hukuk öğrencisi olan genç, cinayetten sonra eline geçen paralara bile dokunamayıp çaldığı her şeyi bir taşın altına saklamıştır. Bu da Raskolnikov’un asıl amacının bir cana kıymak ya da hırsızlık yapmak olmadığını bize kanıtlamaktadır. Bu cinayetten sonra vicdanı onu asla rahat bırakmamıştır: “Eğer şu anda içinde bulunduğu durumun güçlüğünü, umutsuzluğunu, çirkinliğini doğru değerlendirebilseydi, buradan kurtulabilmek, evine ulaşabilmek için önünde daha ne güçlükler, belki de daha ne cinayetler olduğunu kestirebilseydi, büyük olasılıkla her şeyi olduğu gibi bırakıp, doğruca polise gidip teslim olurdu ve bu işi kendi adına duyduğu korkudan dolayı değil, işlediği cinayetlerin üzerinde uyandırdığı dehşet ve tiksintiden dolayı yapardı.” cümleleri Raskolnikov’un cinayetten hemen sonraki ruh halini anlayabilmemiz için önemlidir ve burada bahsedilen “dehşet” ve “tiksinti” Raskolnikov’u suçunu itiraf edene kadar takip etmiştir. Onun bu cinayeti işlemesinin sebebi kötülük değil; eşitliği sağlayabilmek, toplumdaki haksızlıkları yok etmek için bir denemedir. Yazar Raskolnikov’un ruh halini roman boyunca öyle iyi işlemiştir ki Raskolnikov okurun gözünde aşağılık bir katil seviyesine asla gelmemiştir. İçindeki o iyiliği, bu cinayeti eşit bir toplum için işlediğini yazar okurun zihnine ustalıkla yerleştirmiştir. Kulağa çok tuhaf geliyor ama kitabı okurken bu katilden nefret etmiyorsunuz, aksine söz konusu katile merhamet dolu hislerle yaklaşıyorsunuz. Çünkü Raskolnikov, her şeye rağmen “insan” kalabilmeyi başarmış birisidir. İçindeki merhameti asla yitirmemiştir.

Suçunu itiraf etmemekte epey bir süre direnen Raskolnikov, romanın sonunda daha fazla direnememiş ve her şeyi itiraf ederek cezasını çekmiştir. Yazar romanın başlarında “Vicdanı olan insan, hatasının da bilincindeyse varsın acı çeksin. Bu kürek cezasına ek olarak ona ikinci bir cezadır.” demişti ve vicdani olarak çektiği cezadan sonra acıyı da kürek cezasını da çekerek ödemesi gereken bedelleri ödedi. Çünkü Raskolnikov, eşitliği sağlamak için eşit olmayan yolları seçti.

Kötülüğe karşı gelmenin yolu, bir cana kıyarak yeni bir kötülük ortaya koymak değildir. Bu noktada aklıma Âsaf Hâlet Çelebi'nin Kırılan putların yerine yenisini koyan kim?” cümlesi geldi. Kötü insanlar da putlar gibidir. Yerlerine yenileri her zaman gelir. Dünya var oldukça kötülük de hep olacaktır. İyiliği yaymanın yolu ise bir kötülük yaparak onu ortadan kaldırmak gibi beyhude bir çabayla değil de iyiliği bulaştırarak yapılmalıdır. Belki o zaman bir salgın gibi iyilik tüm dünyaya yayılır. Kötülük bitmez ama azalır, sesi kısılır ve iyilik böylelikle artırılır.

Raskolnikov da sonunda kendi gerçeğinin ve dünyanın mecburi döngüsünün farkına vararak sevgi sayesinde bambaşka bir dünyaya geçmiş, yenilenmiş, yepyeni bir gerçekle tanışmıştır. Yazar için hikâye burada biterken bizim içimizde Raskolnikov’un değişimiyle yepyeni bir hikâye başlamıştır.

Nur Özyörük
twitter.com/nurozyoruk

Mesnevî'yi anlamaya ve anlatmaya adanmış bir ömür

"Gıdâ-yı rûhu ver kim reh-ber-i mi’râc-ı ulvîdir."
(Ey insan! Ruhuna gıdasını ver, kendi yüce miracına ulaşabilmen için o senin rehberindir.)
- Şeyh Galib Dede

Hani derler ya bir lisan bir insan diye, bazen de bir insanı tanımak bir asrı gözlemleme imkânı tanıyor. Üstelik o insan bir asra yakın yaşadıysa ve ömrünü güzele, iyiye verdiyse, emekleriyle ardından iz bırakabildiyse tanımak tanışmaya dönüşüyor. Şefik Can merhum da işte böyle bir zat. 1909 senesinde, memleketimizin 'manevî mimar' olarak çok önemli isimlerine ocak olmuş Erzurum'un Tebricik köyünde dünyaya gelmiş. Kitabın ilerleyen sayfalarından öğrendiğimize göre müftü olan babası, yine Erzurum'un büyüklerinden olup Gülzâr-ı Sâminî adlı iki ciltlik nefis bir mektûbat yazmış Osman Bedrüddîn Erzurûmî'nin dervişiymiş. Söz buraya gelmişken, çok kıymetli bir büyüğümün hediye ettiği bu mektûbatın tıpkı Lütfi Filiz merhumun dört ciltlik Noktanın Sonsuzluğu eserleri gibi hakkının verilmediğini düşünüyorum. Daha çok okunmalı ve haklarında bol bol yazılmalı. Şefik Can'ın söylediğine göre Osman Bedrüddîn Efendi babasına da bir mektup yazmış. Zira oldukça kalabalık olan ihvanıyla mektup vasıtasıyla haberleşiyor ve onları bu şekilde irşad ediyormuş.

Aile insanın ilk ocağıdır. Şefik Can da müftü olan ve Sa'dî ve Mevlânâ okuyan, mûsıkîye meraklı, tasavvuf ehli bir baba tarafından yetiştirilmiş evvela. Arapçayı ve Farsçayı ondan öğrenmiş. 1929'da Kuleli Askerî Lisesi'ni, 1931'de de Harp Okulu'nu bitirmiş. Millî Savunma Bakanlığı'nın izniyle İstanbul Üniversitesi'nde sınavlarını vererek öğretmenlik diploması almış. Peki stajını kimin yanında tamamlamış? İşte Şefik Can'ın ömründeki en önemli zamanlardan biri. 1935'te Kuleli Askerî Lisesi'nde, edebiyat tarihçisi, yazar ve şair Tâhirülmevlevî'nin (Tahir Olgun, 1877-1951) yanında stajına başlıyor.  1965 yılında emekli olana dek burada devam ediyor. Tâhirülmevlevî; Mevlevî şeyhi, şair, bestekâr ve tamburî Mehmed Celâleddin Dede'ye bağlı bir derviş. Yine Mevlevî şeyhi ve mesnevîhan olan Mehmed Esad Dede'den de mesnevîhanlık icâzeti almış. Esad Dede ile yaptığı hac yolculuğu sırasında Kahire, Mekke ve Medine’de bulunan tasavvuf ehli kimselerin sohbetlerine katılmış. Mekke Şeyhülmeşâyihi Ahmed er-Rifâî kendisine hem kādirî hem de rifâî tarikatlarından icâzetnâme vermiş. Hacdan döndüğünde Yenikapı Semâzenbaşısı Karamanlı Hâlid Dede’den semâ çıkarmış ve o dönemin en iyi semâzenlerinden biri olarak gösterilmiş. Memuriyetten istifa ettikten sonra 1001 günlük çileye girmiş. Mehmed Esad Dede’nin ölümünden sonra  (1911) kendisine teklif edilen Kasımpaşa Mevlevîhânesi mesnevîhanlığını, hocasına duyduğu saygı sebebiyle reddetmiş. Tâhirülmevlevî'ye dair teferruatlı bilgi için TDV İslâm Ansiklopedisi'nde Alim Kahraman'ın yazdığı maddeye bakılabilir. Velhasıl, hem babası hem de üstadı tarafından manevi bolluk içinde yetişmiş Şefik Can. Tâhirülmevlevî tarafından kendisine mesnevîhan icâzeti de verilmiş. O zamanın İstanbul halkı da pek talihliymiş. Camilerde şimdiki gibi hazır ve siyasi metinler değil; Yunus ve Mısrî divanları da okunurmuş, Mesnevî ve Gülistan da.

Mevlânâ'nın Mesnevî'sindeki "Gönlü hoş olanların muhabbetinden başka muhabbete gönül verme" sözüne kulak vermiş Şefik Can. Çok erken yaşlardan itibaren nerede bir 'Allah dostu' olduğunu duysa, soluğu orada almış. Bu vesileyle birçok kimseyi tanımış: Nakşibendî-Hâlidî şeyhi Esad Erbîlî (1847-1931), Nakşibendî-Hâlidî şeyhi Mahmut Sami Ramazanoğlu (1892-1984), ricâlü’l-gayb'dan olduğu söylenen ve her yönüyle sırlı bir velî olan Ladikli Ahmed Ağa (1888-1969), Mevlevî şeyhi, şair ve edip Midhat Bahârî (1875-1971), Nakşibendî-Hâlidî şeyhi Muhammed Râşid Erol (1930-1993), son dönem Osmanlı âlimi ve Nurculuk hareketinin kurucusu Said Nursi (1878-1960), son devir Osmanlı devlet adamları, şairleri, mûsikişinasları ve hattatları üzerine biyografileri ve tarih bilgisiyle tanınmış âlim İbnülemin Mahmud Kemal (1871-1957), divan edebiyatı araştırmacısı, şair ve yazar Ali Nihad Tarlan (1898-1978), hatıra yazılarıyla tanınan Münevver Ayaşlı (1906-1999), ud virtüozu, viyolonselist ve bestekâr Şerif Mehmet Muhittin Targan (1892-1967), İstiklâl Marşı ve Safahat şairi Mehmed Âkif Ersoy (1873-1936), vâiz, sahaf, Halvetî-Cerrâhî şeyhi Muzaffer Ozak (1916-1985), devlet ve siyaset adamı, eğitimci, şair ve yazar Hasan Âli Yücel (1897-1961), Mevlevî şairi Yaman Dede (1887-1962), şair ve yazar Nâzım Hikmet (1901-1963), İstanbul’un en ünlü sahaflarından kitâbîyât bilgini Mehmet Raif Yelkenci (1894-1974) ve daha niceleri...

Şefik Can, ömrünü Mesnevî'yi anlamaya ve anlatmaya vermiş bir büyük araştırmacı aynı zamanda. Doğudan olduğu kadar batıdan da sayısız eser okumuş. Mesnevî'nin bilhassa bütün çevirilerini, şerhlerini, ona dair yazılan tüm metinleri okumaya gayret etmiş. Bunun sebebi, onu kendi toplumuna en doğru biçimde aktarmak. Sezai Küçük'ün kendisiyle yaptığı söyleşilerden oluşan ve Sufi Kitap tarafından neşredilen Mevlânâ ile Bir Ömür kitabı bu anlamda çok zengin. Mevlânâ, Mesnevî ve Mevlevilik üzerine birçok sorunun cevaplandığı kitapta aynı zamanda Mevlânâ'ya ait olmayan "Ne olursan ol gel" cümlesinin hikâyesi, cumhuriyet döneminden sonra Bektaşilerle Mevlevilerin bazı dergahlar sebebiyle iç içe geçmesinin yol açtığı olumsuz durumları, Şems-i Tebrîzî ile aralarındaki ilişkinin özü gibi birçok önemli mesele de yer alıyor. Şefik Can, edebiyat hocası olması hasebiyle bütün dünya edebiyatını tetkik etmiş. Vahiy ve ilham farklarına dair çok özel metinler yakalamış. Mesela şu örnek, Friedrich Schiller'in Dünyanın Taksimi adlı şiirindeki hikâye:

"Allah kâinatı yarattı ve herkese hissessini verdi. Krallara taç, taht, saraylar verdi. Çiftçilere tarlalar, çiftlikler verdi. Tüccarlara mal, emtia verdi. Elinde bulunan her şeyi dağıttı. Nihayet uzaktan bir adam geldi. Bir şairmiş. "Ya Rabbî, bana da nasip" demiş. Allah Teâlâ da; "Kulum bütün nimetleri dağıttım, sana verecek bir şey kalmadı" cevabını vermiş. Adam mahzun olarak geri dönüp giderken merhametlilerin en merhametlisi olan Allah, adama "Gel gel, ben sana krallara vermediğim bir şeyi vereceğim. Sana ilham vereceğim, bu sayede istediğin zaman benim yanıma gelebilirsin" demiş. Yani peygamberlere verilen vahiydir. İnsanlara, özellikle de şair ve duygulu kimselere verilen ilhamdır. Herkese verilebilir bu. Mevlânâ da "Bana vahyedildi" demiyor, "Bana ilham edildi" diyor. Eğer ilhama mazhar olmasaydı o kadar beyiti yazamazdı."

Yol boyunca çıkınımızda bulundurabileceğimiz eserlere dair de çok önemli önerileri var Şefik Can'ın. Mevlânâ'nın Mesnevî'si, Abdülkādir-i Geylânî'nin Sohbetler'i, Ahmed er-Rifâî'nin el-Burhânü’l-müeyyed'i, Yunus Emre'nin, Niyâzî-i Mısrî'nin Divân'ları, Eşrefoğlu Rûmî'nin Müzekki’n-nüfûs’u, tüm bunların yanında Konfüçyüs'ün ve Eflatun'un eserleri, Buda'nın konuşmaları, Epiktetos'un Düşünceler ve Sohbetler'i için "yanınızda olsun" diyor Şefik Can ve şu hayatî notunu da ekliyor: "Bunları hepsi de İlahî ilhamla yazılmıştır. Onun için bu eserler bizim kendimizde kendimizi bulmamıza yardım edecek eserlerdir. Tabii fazla kitaba boğulmamak lazım. Zaten içinizdeki iman, size doğru yolu gösterecektir. Hayvanlarda olduğu gibi bizde de organlar var. Ama bizim onlarda olmayanı bulmamız lazım. Yoksa Şâh-ı Nakşibend'i tanımayan, Mevlânâ'nın yolunda olmayan, "şeyhim" diye ortaya atılıp böbürlenen insanlardan kaçınmak lazım."

Şefik Can'ın Mesnevî'yi anlamaya ve anlatmaya adanmış dopdolu yaşamından kesitler okumak heyecan verici. 'Yitik malı' bulmak vesilesiyle insanı iştahlandıran bir kitap Mevlânâ ile Bir Ömür

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

26 Mayıs 2020 Salı

Birinci Meclis’i yeniden hatırlamak

Bir süredir yeni çıkan bir kitap okuyorum. Babamın Arkadaşları yazarı Samet Ağaoğlu’nun Kuvayı Milliye Ruhu: Birinci Türkiye Millet Meclisi'ini.

Tam da seçimlere giderken, Birinci Meclis’i hiç olmadığı kadar hatırlamamız gereken bir zamanda okunması gereken önemli bir eser. Önemli çünkü seveni kadar öfke duyanı olan bir ismin kaleminden. Diğer yandan, Kuvayı Milliye Ruhu’nun hamasetten ve ideolojik sahiplenmelerden kurtarılarak iyi anlaşılması son derece önemli elbette. Ve, Birinci Meclis’in kendisi, demokrasi ve milli irade söz konusu olduğunda dönüp dönüp bakmamız gereken bir okul kadar önemli.

Ulus’taki mütevazi binanın önünden her geçimizde içinde hâlâ heyecanlı tartışmaların sürdüğü hissi veren, birdenbire balkonunda birileri beliriverecekmiş gibi gelen bu Büyük Meclis’in bugüne ne söylediğini ilk ağızlardan duyabilmemiz için önemli. Bu Meclis’in hangi gruba mensup olurlarsa olsunlar, çoğu bir daha yakalayamadığımız kadar bağımsız ruhlu üyelerinin her birini ayrı ayrı bilmemiz, okumamız ve çalışmamız gerektiğini gösterdiği için önemli. Meclis mi Başkanlık mı tartışmalarına dair söz söyleyebilmek için zorunlu bir okuma gibi.

Bilindiği gibi Ağaoğlu, Demokrat Parti’de yer alan CHP’lilerden. Sadece geçmekle kalmayıp Menderes’in oldukça yakınında görevler almış, demokratlığın önde gelen savunucularından olmuş, hangi görüşten olduğuna bakmaksızın insanlara hakkını teslim etmeyi bilmiş, siyaseti ahlakla birleştirebilmiş isimlerden. Fikirleri, her zaman için derinlikli ve belirli bir seviyeden savunabilmiş iyi bir siyaset adamı örneği. Şimdilerle ihtiyaç duyduğumuz ve ne yazık ki pek bulamadığımız kişilerden yani.

Ağaoğlu’nun kitabı yazmaktaki amacı yaşadığı dönemde kaybolmakta olduğunu gördüğü Kuvayı Milliye Ruhu’nun gerçekte ne demek olduğunu genç nesillere aktarmak ve Birinci Meclis’i olduğu gibi tanıtmak ama ayrıntılarda bunun ötesine geçiyor. Ve belki de en büyük hizmeti Birinci Meclis’in görmezden gelinen ya da üstü örtülmek istenen muhalif seslerinin kaybolup gitmesini engelleyerek yapıyor. Birinci Meclis’i hatasıyla sevabıyla ama her halde insafla ve hakkaniyetle bize tanıtıyor.

Birinci Meclis’in asıl büyüklüğünün kıran kırana fikir çatışmaları içerisinde iktidarla muhalefetin aynı iradenin birlikteliği, “iktidar-muhalefet tartışmalarının kasırgaları arasında milli kuvvetleri tek bir ruh halinde birleştiren manevi varlık” olduğunu hissettiren yüce ruhlu insanlarını tarihin tozlu ve karanlık sayfalarından bugüne taşıyor. Samet Ağaoğlu yazdıklarını, “geçmişin inkarına başta tarih olmak üzere hiçbir maddi ve manevi kuvvetin hakkı olamaz inancıyla” kaleme alıyor. Kurtuluş zamanlarının heyecanlı ve coşkulu seslerinin sonradan düştüğü hüzünlü halleri içi acıyarak yazıya aktarıyor.

Ağaoğlu, kitabı 1944’te çıktığında babasınının arkadaşlarından olan ve Meclis Genel Sekreterliği, İçişleri Bakanlığı, CHP Genel Sekreterliği, Savunma ve Bayındırlık bakanlıkları ve nihayet 46 seçimleri sonrası Başbakanlık da yapmış olan asker kökenli siyaset adamı Recep Peker’e de gönderiyor. Peker, kitabı aldığında uzunca bir teşekkür mektubuyla “eseri dikkatle okuyacağını” yazıyor ama anlaşılan uzun süre bir geri dönüş olmuyor. Bir kaç ay sonra Ağaoğlu ve Peker Büyükada’daki Anadolu Kulübü’nde tesadüfen karşılaşıyorlar. Ağaoğlu, bu karşılaşmayı uzun bir ders niteliğindeki şu sözlerle anlatıyor:

Yüzü asıktı. Hatta selam bile vermeden “okudum, okudum, bizim düşmanlarımızı göklere çıkarmışsın” diyerek yürüdü. Halbuki babamın dostu, daha çocukluğumdan beri tanıdığım Peker daha iki yıl önce bana ve bazı arkadaşlarıma Memduh Şevket Esendal’ın politikasını ima ederek Halk Partisi’nin klerikal bir zihniyete bürünmesinden şikâyet etmiş, bizi de bu zihniyetle mücadele için Meclis’e sokmaya çalışacağından söz etmişti. Ben, Kuvayı Milliye Ruhu’nu işte o klerikal zihniyetle Birinci Büyük Millet Meclisi’ne hakim havanın asla uyuşmadığını, klerikal zihniyetin zamanla diktatörlüğe gideceğini göstermek için yazmıştım. Bütün diktatörlüklerin temelinde mistik inançlar yatar. Milli Mücadele’yi zafere götüren ise kaynağı akıl olan insan ve vatandaş haklarına saygı prensibinin en büyük tecellisi milli hakimiyete, millet iradesine inanma ve dayanma kuvveti olmuştur.

Devamında Peker’in “düşmanlarımız” dediği isimlerin kimler olduğunu açık etmek ve bu isimlerin haklarını teslim etmek için şöyle diyor:

Ben Birinci Büyük Millet Meclisi tutanakları ortada dururken Gazi Mustafa Kemal’in, Kazım Karabekir’in, Rauf Orbay’ın, Celal Bayar’ın, Ali Fuat Cebesoy’un, Mareşal Fevzi Çakmak’ın, İsmet İnönü’nün, Hamdullah Suphi Tanrıöver’in ve daha başkalarının yanında milli irade hakimiyeti prensibini heyecan dolu konuşmaları ile durmadan hatırlatan, bu yolda hiçbir maddi, manevi engele boyun eğmeyen mesela bir Hüseyin Avni Ulaş’ın, bir Soysallıoğlu İsmail Suphi’nin, bir Abdulkadir Kemali’nin Milli Mücadele ve Büyük Millet Meclisi’ndeki varlıklarından habersiz görünebilir miyim? (s.8.).

Ağaoğlu bu soruyla başlıyor ve Birinci Meclis’in neden önemli olduğunu Meclis tutanaklarında kayıtlı kritik önemdeki konuşmalarla anlatmaya çalışıyor. Meclis’in, Yasama organından ibaret olmayıp, millet iradesi denilen demokratik gücün yegâne toplanma yeri olduğunu, Birinci Meclis’in bunu sağlayabildiği için büyük olduğunu belirtiyor. Şöyle şeyler söylüyor:

Bütün kuvvetleri kendisinde toplamış bir Millet Meclisi’nin doğurabileceği en fena sonuçlar, en iyi fert veya zümre diktatörlüğünün getirdiği tehlikelerden daha hafiftir...Bu gerçek, Mustafa Kemal’in, Milli Mücadele’yi sadece ordularla yapmayarak, davasını millet temsilcilerinden mürekkep Büyük Millet Meclisi eliyle yürütmek kararının isabetini bir kere daha gösterdi. Türk demokrasisi ancak bu sayededir ki, 1946-1960 arasında geçirdiği büyük sarsıntılara rağmen ayakta kalabilmişti. (s.11).

Bugünküne benzer bir tartışmayı da şöyle ifade ediyor:

Son yıllarda, Büyük Millet Meclisi’nin devlet içindeki yerini, çeşitli görüşler ileri sürülerek küçültmek, onu sadece kanun yapıcı bir uzuv diye göstermek, devlet ve millet işlerinin en yüksek murakıbı ve karar vericisi niteliğini inkar etmek yolunda bir gayret göze çarpıyor. (s.11).

Çok sevdiğimin bir başka kısım da Milli Mücadele’yi ateşleyen isyanın kaynağını anlatan “Bu Meclis’in havsalası, mertlik meydanında dövüşerek yenilmiş bir millet ve devletin ölüme mahkum edilmesini bir türlü alamamış ve temsil alamamıştır...” diye başlayan satırlar oldu. (s.25)

Veya şunlar:

Meclis Başkanı ve üyeleri, milletvekilleri en basit hayat şartları içindeydiler...Ne kurşun işlemez otomobiller, ne arkada koşan muhafızlar, ne kimseyi yanına yaklaştırmamaya çalışanlar var...Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi bir tezatlar meclisidir. Geniş memleketin dört tarafına yayılmış ve her biri kendi çevresinde diğerine zararı dokunmadan yaşayabilen değişik fikir ve inançlar bu Meclis’te her gün çarpışmak, kâh biri, kâh diğeri muvaffak olmak üzere yan yana gelmişti. Okul ve medrese çarpışması vardı. Yenilik ve muhafazakârlık çarpışması vardı. Cumhuriyetçilik ve saltanatçılık çarpışması vardı. Türkçülük ve Osmanlılık çarpışması, ırkçılık ve ümmetçilik çarpışması vardı. (s.33,37)

Birinci Meclis’i çok iyi anlatan şu satırlar da yine bugünkü tartışmaları anlamamız açısından hayati derecede önemli:

Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin memleketteki bütün cereyanları temsil eden mahiyeti, onun dört yıla yakın hayatında yaptığı işlerde sık sık tezatlar içerisinde kalmasına sebep olmuştur. Bazan okullardan hiç hayır gelmediğini ve bütün okulları kapatarak yalnız medreseleri yaşatmak gerektiğini söyleyenleri alkışlayan Meclis, aynı gün memleket milli eğitiminde ilk inkılapları yapmaktan çekinmiyordu...Mecelle’nin artık ihtiyacımızı karşılamadığını ve yeni esaslarla, yeni bir medeni kanunun hazırlanması gerektiğine karar veren Meclis, bir iki gün sonra tek hakim kanunun görüşülmesi dolayısıyla yalnız din esaslarıyla sosyal hayatı idare etmeyi düşünüyordu. Kömür işçilerinin hukukunu korumak için ilk büyük sosyal kanunu yapan Meclis, kadınların doktorlara ancak vasıta ile muayene olması gerektiği üzerinde tartışmalara girişiyor ve din bakımından kadınların nerelerini doktorlara gösterebileceklerini tesbite kalkışıyordu...Milli zaferlerin kazanılmasında en mühim amilin Türk kadını olduğunu söyleyerek ona teşekkür eden Meclis’in biraz sonra kadınların yalnız başına tanıklıklarının kabul edilmeyeceğine dair karar verdiği görülüyordu. Irkçılığı red ve inkâr eden bir oturumdan sonra, artık memlekette yalnız Türk’ün hakim olacağını, Arap, Arnavut ve bu gibi azınlıkların mebus olmaması lazım geldiğini sinirlilikle ortaya atan yine bu Meclis’ti. Yüzyıllık milli felaketlerimizi sona erdirmek için bir an önce Avrupa medeniyeti seviyesine yükselmek zaruretinde birleşenler, bu medeniyeti “tek dişi kalmış canavar” diye haykıran İstiklal Marşı’nı göz yaşları içinde kabul ediyorlardı. (s.38)

Ağaoğlu, bu Meclis’e çok şey borçlu olduğumuzu da şöyle söyler:

Memleketin sosyal ve ekonomik hiçbir meselesi yoktur ki bu Meclis’te tam bir açıklıkla tartışılmasın! Bugün milletimizin bir inkılap hamlesi olarak benimsediği kadın, dil, hukuk, ekonomik anlayışlar gibi inkılapların ilk konuşmaları Birinci Büyük Millet Meclisi’nde olmuştur. Bu Meclis’te bu konularda sağlıklarını, haysiyetlerini, hatta söz söylemek haklarını kaybeden öyle insanlar vardır ki, bu inkılapların babaları sayılmaları gerektiği halde tarihin karanlıkları içinde kaybolup gitmişlerdir. (s.38)

Milletvekili adaylarının kimler ya da nasıl simalar olması gerektiğine dair de ölçüler verir:

Herhangi bir millet meclisinin seviyesi, onu teşkil eden mebusların ayrı ayrı seviyeleriyle ölçülmeye kalkışıldığı takdirde çok yanlış diğer bir netice ile karşılaşabiliriz. Çünkü tarihte Birinci Büyük Millet Meclisi gibi şahsi seviyeleri, tahsilleri ve şöhretleri bakımından sade ve basit insanlardan meydana gelen meclislerin vatan kurtarmış olmaları yanında, meşhur “Beşyüzler, konuşmazlar meclisi” gibi her üyesi ayrı ayrı memleketin en büyük ilim ve edebiyat mensupları oldukları halde, memleketi felakete götüren meclislere de rastlanmaktadır. (s.39).

Evet başa dönüp söylersek Meclis basit bir Yasama organından ibaret değildir. Bütün kafa karışıklıklarımız ve tezatlarımızla, Batı hayranlığımız ve nefretimizle, kendimizi yüceltme isteğimiz ve bize benzemeyeni nereye koyacağımızı bilemeyişimizle, korkularımızı dine çevirmemizle, kadınlara çok değer verişimiz ve hiç vermeyişimizle özümüzün ta kendisidir. Bir grubun zümrenin ya da kişilerin veya çoğunluğu oluşturanların değil bütün bir memleket ruhunun hayat bulmuş enerjisidir. Kitapta denildiği gibi, “Büyük Millet Meclisi Türk milletinin asırlardan beri çektiği acıların gerçek kaynağını, bu milletin iradesini ellerine alanların kendi yetkilerini mutlak ve her çeşit kontrol ve murakabeden uzaklaşmalarında bulmuştu.” (s.172).

Meclis’i salt bir yasa yapıcı organa indirgemek ve bütün iktidarı bir kişi ya da zümreye terketmek tezatlarla dolu bir iradenin bütün çelişkileriyle uzlaşmaktan başka bir şey değildir. Kararsızlıklarımızı ortadan kaldırsa da ancak verilmiş kararlar almaktan ve canlı bir düşünsel ortamı terkedip donuk klişelere hapsolmaktan başka işe yaramayacaktır. Demokrasi, hızlı kararların alındığı değil doğru kararların alındığı ve alınan kararların en hızlı eyleme geçirilebildiği rejim oluşunu toplumun çelişki ve uyuşmazlıklarının üstünü örtmeyişine borçludur. Aksi halde, donuk bir kimlikten ve ancak büyük isyanlar halinde kendini dışavuran, seçimlere indirgenmiş basit bir oylamadan ibaret hale gelir.

Tıpkı Samet Ağaoğlu’nun yapmaya çalıştığı gibi ne zaman bir demokrasi açmazına düşsek dönüp dönüp Birinci Meclis’i hatırlamalı ve belki de tezatlarımızın üstünü örtmek yerine sonuna kadar ortaya koyup birliğe buradan ulaşmalıyız. Ve galiba bugünlerde bunu sıkça yapmalı, yaşadığımız demokratik sarsıntıları aşmak için güçlü bir dayanaktan yardım almalıyız.

A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca

25 Mayıs 2020 Pazartesi

Hikâyelerimiz bizi birbirimize bağlar

Biz Türkler hikâye anlatmayı, masal söylemeyi, destanlarla hemhâl olmayı ötelerden beri sevmişizdir. İster halk hikâyelerimiz ister masallarımız isterse destanlarımız olsun, bizi birbirimize bağlayan önemli kültürel mayalardır. Hani neredeyse dünya kalkıp kopsa, dağlar düzleşse ve seller ortalığı yıkıp geçse masal ve hikâyelerimizle ve elbette şiirimizle bu dünyayı yine kurarız.

Nedir peki hikâye veya masal? Sadece olağanüstü karakterlerin inanılmayacak şeyler yaptığı, ejderhaların ağızlarından saldığı ateşle dünyayı küle çevirdiği, devlerin ay yüzlü kızları kaçırdığı, sonunda ise iyilerin kazanıp kötülerin kaybettiği uydurma şeyler midir? Yoksa bir kültür macunu mudur? Gecelerin, artık belki de o çok uzaklarda kalan gecelerin, birer alaturka sinemaları mıdır? Ya da birçoklarımızın yaptığı gibi burun kıvrılacak ve yerlerini çok daha önemli (!) ‘şey’lerin aldığı, eskilerde kalmış hoş şeyler midir? Herkes kendi dünya görüşünce veya kültüre verdiği öneme göre bu soruyu cevaplayacaktır; fakat benim için halk hikâyesi veya masal, etkisi hiçbir zaman sönmeyecek, anlatıcısı kalmasa da kitaplarda yaşamaya devam edecek ve dahi ölmeyecek bir ögedir. Bu mayaya tutunmamızın bilinciyle halk hikâyelerine ve elbette Türk şiirine verdiğimiz önemle, çizginin dışında tutabiliriz kendimizi. Evet, çizginin dışında olmak iyidir. Birçok unsurla tektipleştirildiğimiz bu dünyada, dışta durup nefes almamızı sağlar. Bunu bazen Dede Korkut’la yaparız bazen Yunus Emre’yle, bazen de Karacaoğlan’la. Ve elbette bazen de Türk Halk Hikâyeleri’yle. Kırgızistan, Tuva, Nogay, Kazakistan vb. halk hikâyeleriyle.

Türk Halk Hikayeleri’ne sadece Türk mitolojisi adı altında bakmamak lazım. Evet, olağanüstü özellikleri olağan özelliklerinden fazladır ama bu hikâyeleri mitolojik birer anlatı deyip bir kenara koymamamız gerekir. Batı nasıl ki Yunan mitolojisine sahip çıkıyorsa, bizim de en az bu seviyede önem vermemiz ve bu hikâyeleri nesilden nesle aktarmamız gerekir. Zeus’u herkes bilirken Dede Korkut’tan bir hikâye bilmemek ne kadar acı. Yeni bir kitapla tanıştık geçtiğimiz yıl: Bozkır Hikâyeleri. Emrah Ece’nin bu kitabı Ötüken Neşriyat etiketi taşıyor. Aslında kitabı okumadan önce adına baktığımızda İç Anadolu’da geçen, orasının özelliklerini, insanını anlatan hikâyeler içerdiğini düşünebiliriz. Ancak kapağına bakınca başka bir dünyanın kapısından gireceğimizi de anlayabiliriz. Emrah Ece bizi bu kitapta birçok halk hikâyesiyle tanıştırıyor. Yoktan var edilemeyeceğini, sadece yeniden anlatılabileceğini söylediği halk hikâyelerini bize yeni bir versiyonla sunuyor. Yazarın yaptığı kısaca şu: Akademik makale ve tezlerdeki hikâyeleri okuyup yeniden yorumlamış ve bizlere anlatmış. Ve fikirlerime uygun olarak da şunu ekliyor kitabının Mukaddime bölümünde: “Bu hikâyelerin yeniden ve yeniden anlatıldıkça Anka kuşu gibi küllerinden doğacaklarını ve ata yurtlar ile aramızdaki zayıf köprüleri perçinleyeceklerini ümit ediyorum sevgili kaari…

Emrah Ece neden bizim hikâyelerimiz de bir Rapunzel bir Pamuk Prenses veya Külkedisi kadar bilinmesin ki diyerek çıktığı bu yolda kitabına elli altı hikâye sığdırmış. Bu hikâyelerin biri Kurgu Hikâye, biri Manzum Hikâye, biri Tatar Halk Anlatısı ve biri de Nogay Halk Masalı. Bunların dışında kalan elli iki hikâye Türk Halk Hikâyesi kategorisinde yer alıyor. En çok yer verdiği ise Kırgızistan Halk Hikâyeleri. Yanlış anımsamıyorsam kitabın dörtte biri Kırgızistan Halk Hikâyesinden oluşuyor. Daha sonra ise Tataristan, Tuva, Nogay Türkleri, Başkurdistan, Çuvaşistan, Kazakistan, Karakalpak Türkleri, Özbekistan, Türkmenistan, Altay Türkleri ve Doğu Türkistan Halk Hikâyeleri geliyor.

Halk hikâyelerinin özelliklerine uygun, son derece yalın bir dil ve üslûpla oluşturulan bu hikâyelerin ilki bir Çuvaşistan Halk Hikâyesi olan Alplerin Göçü adını taşıyor. Bu hikâyedeki birçok unsur ve kitabın nasıl bir kitap olduğu, bütün hikâyelere genellenebilir aslında. Ergenekon Destanı’yla da benzer özellikler gösteren bu hikâyede Türklerin yiğit, kahraman, korkusuz ve aynı zamanda merhametli oldukları işlenmiş. Olağanüstü ögelerin, olayların ve dini motiflerin kullanıldığı hikâyede seçilen kelimeler de tam bir Türk Halk Hikâyesi’nin özelliklerine sahip.

Kitapta Kambarkan ezgisi ve Kırgız komuzunun nasıl bulunduğundan dombıranın keşfine kadar birçok müzik türü ve aletinin nasıl bulunduğu da anlatılıyor. Şu fark edilebilir ki müzik aletlerinin veya bir ezginin bulunması genelde acı olayların sonunda gerçekleşiyor. Zaten biz Türklerin bir özelliği değil midir acımızı yakıcı bir türküyle dile getirip sazımızı tıngırdatmak?

Biz Türkler rüyalara önem veririz. Rüya yorumlar veya yorumlatırız. Gördüğümüz bir rüya günümüzü iyi veya kötü devam ettirmemize bile etki edebilir. Hayal kurmanın uçarılığındansa rüyanın mistikliğine ve belki de eminliğine güveniriz. Tıpkı bir Kırgızistan Halk Hikâyesi’ndeki bahadırların da rüyaya önem vermesi gibi: “…Rüyasında gördüğü bahadır da meğer başka bir hanın oğluymuş. O da nicedir ki Kambarkan’ı rüyasında görüp onu özlemle aramaktaymış. İkisi birbirini arayıp sonunda bulmuşlar…

Hikâyelerin ortak özelliklerinden birinin, olağanüstü olay veya kişileri içerdiğini söylemiştim. Üç gün üç gece ejderhayla dövüşen bahadırlardan bir devi rahatça deviren cücelere, denizleri içen devlerden konuşan hayvanlara kadar birçok özellik görüyoruz. Hatta bazı hikâyeler konuşan hayvanları öne çıkararak bir fabla dönüşmüş diyebilirim. Hayvanlardan da en çok geyik ve kurt motifleri kullanılmış. Fakat yazar beklendiği üzere kurda özel bir anlam atfetmemiş. Bazen çok kötü durumlarda dahi görebiliyoruz kurdu.

Türk Halk Hikâyesi dediğimizde akla en önce Dede Korkut gelebilir. Bu kitapta da Dede Korkut Hikâyeleri’ne anlatım ve tema açısından benzer bir hikâye var. Hikâyelerin çeşitli olması bu benzerliği ortadan kaldırsa da, benzerlik yakaladığımızda okurun yüzünde bir gülümseme belirebiliyor Dede Korkut sevgimizden ötürü: “…Küçük alp tez zamanda büyüdü, at koşturup pusatlandı. Dokuzuna bastığında yaban öküzünü, on ikisine bastığında ise en zorlu bahadırları alt etti, yirmisinde dağları sıkıp suyunu çıkarmaya başladı. Dedesi Tivlet Han, bu alp çocuğa yaraşır ismin Ulıp olduğuna karar vererek ona erlik adını bağışladı. Artık kemâle erdiğini ve soyunu devam ettirebilmek için evlenmesi gerektiğini hatırlattı.

Üç Avcı ve Orman Ruhu hikâyesi ise diğer hikâyelerden zamansal yönden ayrılıyor. İkinci Dünya Savaşı Sovyetlerinde geçen hikâye çok örtülü de olsa politik göndermeler içeriyor.

Keyifle ve gururla okunan bir kitap Bozkır Hikâyeleri. Yazarını kutlamak lazım böyle bir çalışmaya imza attığı için. Yanlış hatırlamıyorsam en son ikinci baskısını yaptı kitap. Umarım okur yazarın ve kitabın hakkını daha fazla verir.

Biz Türkler hikâye anlatmayı severiz demiştim en başta. Çevremizde hikâye anlatacak bir büyüğümüz kaldı mı bilmem. Yoksa da biz bu kitaptaki hikâyeleri küçük çocuklara veya çevremizdekilere anlatarak hikâyelerin anlatarak sürme geleneğine katkıda bulunabiliriz. Bu kitaptaki kahramanlıkları, yardımseverliği veya kötülüğün sonunun ne olacağını onlara aktarabiliriz, tabii hâlâ hikâye dinlemek isteyecek birileri kaldıysa. Örümcek Adam’ı, Herkül’ü, Süperman’i ya da günümüz Amerikan ‘kahramanlarını’ bilen çocuklar/büyükler niçin Alp Baatır’ı, Tivet Han’ı, Ata Korkut’u bilmesin?

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10