25 Kasım 2012 Pazar

Bir kadının iç dünyasındaki fırtınalar

"Hayat biraz da çalıntı anlarla yaşanır halde gelmiyor mu?.."

Gençlik yıllarında yaşadığı bir aşkın içinde açtığı derin yara ve boşlukla orta yaşlarını süren Ulya'nın, bu boşluğu sanatla dolduruşunun hikâyesidir Taş ve Ten. Hem taşa ve hem de tene (kendine) derin bir bakış yönelterek ne yapacağını hiç bilememenin kuytularında gezinir kahramanımız Ulya. Zamanın, bu iki olgu üzerinde biriktirdikleriyle olgunluk çağına varır ama aslında o kalbi kırık, şüpheci, güveni yerle bir edilmiş küçük kız olmaktan kurtulamamıştır.

"Bir zamanlar aşkın insanı çoğalttığına inanmıştım. Sonra sanat bu duygunun saflığının, tutkudan başka hiçbir şeye yakın durmamaya, varsayım ve beklentiden uzak kalabilmeye bağlı olduğunu öğretti."

Tutkudan uzak, dostluğun ağır bastığı bir ilişkide huzurlu ve sakin yıllar geçiren Ulya'nın duyguları mesleği (heykeltraşlık) gereği çıktığı bir yurtdışı gezisiyle altüst olacaktır. Bu gezide evinde misafir olduğu, kendisinden yaşça küçük olan Sina, Ulya'yı yıllar öncesinde bıraktığı acı dolu aşka ve yoğun tutkulara geri döndürür. Yarım kalmış bir aşkı yıllar sonra benzer konumunda bir adamla yeniden yaşar gibidir. Dört günlük bu kısa tanışıklığın son gecesinde birbirlerine içlerini açar, geçmişin ağıdını yakarlar.

"İnsan gerçek anlamda, umutsuzca sevebiliyor ancak. Çocuksu bir masumiyet ve korkuyla. Körü körüne. Seyirci değil kahraman olarak. Tanrı değil kurban olarak. Ne büyük yalnızlık!"

Tarihsel ve coğrafi arka planıyla zamana direnmenin anlatımıdır Taş ve Ten. Unutmak asla yoktur. Kadını, kadın düşünce ve duygularını içerden, ama bir o kadar da objektif bir gözle, antifeminist bir tavırla dile getirerek Türk romanında kendine önemli bir yer edinen İnci Aral, bu romanında da Ulya aracılığıyla bir kadının iç dünyasındaki fırtınaları, çelişkileri, melankoliyi anlatır. Kabuk bağlamış bir yaranın tekrar açılışına, kuşkuyla umut arasında gidip gelmelere, kışın bitip baharın gelişine tanıklık etmek gibi...

"Hayallerden daha yalnız, daha yoksul geri dönmez mi çoğu zaman insan?"

Ahu Akkaya
twitter.com/diviniacomedia

24 Kasım 2012 Cumartesi

Aşk, yalnızlık ve şiddete dair hikâyeler

Üç duygu vardır ki insan hayatının tamamında yerleri hep derin olmuştur. Ortaokulda şiddete maruz kalırsanız, bunu ömrünüz boyunca unutmazsınız. İlk aşkınızla lisede tanıştıysanız, bunu ömrünüz boyunca unutmazsınız. Yalnızlık, ömür boyu.

Murat Uyurkulak; yapıtları Almanca ve Fransızca'ya çevrilen bir hikâye ustası. Usta diyorum zira Türk edebiyatına sunduğu üç kitabıyla da bunu gösterdi. "Bazuka"ya başlamadan önce sizi bombalanmaya hazır olmak için Can Yücel'in çevirdiği, William Shakespeare'in "66.Sone"sinden bir söz karşılıyor: Değmez bu yangın yeri, avuç açmaya değmez...

"Genelde çok konuşmam, söyleyecek önemli bir lafım varsa da sona saklarım, gözlemlerime göre böylesi daha tesirli oluyor, bir vakitten sonra sen ağzını açtığında herkes kulak kesilmeye başlıyor."

"Tutkular Kitaplığı", "Kurtuluş On İki", "Kuş Yuvası", "Pembe", "Şarap", "Derviş", "Kırmızı", "Gülsüm" ve kitabın adı olan "Aşk, Yalnızlık ve Bazuka" hikâyeleriyle, girişte belirttiğim gibi üç duygu sarsacak zihninizi. Hikâyelerin hepsi sanki farklı filmlerin en önemli sahnelerini anlatıyor bize. Başlarken bünyenizi ele geçiren merak, ortalarda yerini heyecana ve biterken de şaşkınlığa bırakıyor. Murat Uyurkulak, okuyucuyu ayakta uyutuyor.

"Edebiyatçının eseri kalır, okuyucu ise ölür… Okudukça zevkleriniz incelir, daha tuhaf, daha rafine kitaplara, yazarlara el atmaya başlarsınız, bu meşgale sırasında muhtemelen hayat gailesi bakımından dibe doğru kaymaktasınızdır.. Okuduklarınızı, müstesna olduğunu düşündüğünüz satırları birilerine anlatmak istersiniz, zira şahsa mahsusun hazzı kısa sürer, ömrü uzun olan paylaşmaktır..."

Kaktüs gibi olan hikâyeleri okurken dikkat edin, gözünüze batmasın.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

19 Kasım 2012 Pazartesi

Vücudunun hayatta olduğunu unutmak isteyenlere

"Ne de olsa müzik her zaman zafer için çalar, hüzünlü olsa bile."

Ustalara saygı kuşağına hoş geldiniz. Andrey Platonov’un Türkçede yayımlanan ilk yapıtı Can, kim bilir kaç defa rafta dururken gözümüze takıldı da almadık. Belki sadece elimize alıp sayfalarını karıştırdık. Ancak Can’ı anlamak için daha fazlasını yapmamız gerekiyor.

Birçok eleştirmen ve okura göre Platonov, 20. Yüzyılın en sıradışı Rus yazarıdır. Bu tarz bir düşüncede hem kendi hayatının hem de yazdıklarının bir hayli etkisi olduğunu söyleyebiliriz.

"Sanki insanın birini sevmesi kalbe çok ağır geliyordu da, önemsiz şeylerle ilgilenmek bu ağırlığı bir nebze olsun hafifletiyordu."

İtiraf edeyim ki, "yoksulluğu ve yoksunluğu" hiç bu kadar derinlemesine düşünmemiştim. Bir insanın bile isteye kendini diri diri toprağa gömme çabasını, bu çabasında yaşamdan ve diğer her şeyden ümidini kesmesini ağır bir suçluluk duygusuyla okudum.

Açlıkta, kimsesizlikte, coğrafyada olmayan bir yerde neden hayata tutunmalıyız? Her türlü yozlaşmışlık, çürümüşlük, terkedilmişlik, görmezden gelinmişlik içerisindeyken nasıl olur da hayata devam ederiz?

"Kadın, acısına sımsıkı sarılmıştı ve onu kolay kolay bırakmaya niyeti yoktu. Bu şu anlama geliyordu: Bir insanın zihninin ya da kalbinin en derinlerinde bir düşman yatmaktaydı; sevgi dolu kollarda olsa da, çocuklarının öpücüklerine boğulsa da, hayatını karartmaya devam eden bir düşman."

Can’da öyle bir sefalete şahit ediyor ki bizi Platonov, artık bir insanın can çekişmesinden çok daha öte bir anlamı olan, kalbimizi kanatan o cümleyi söyletiyor bir anneye: "Ne mutlu anne karnında ölene."

Can’daki karakterler yaşamayı istemiyorlar, yaşamamak için çırpınıyorlar. Onları tekrar yaşama döndürmeye çalışan tek kişi Çagatayev oluyor. Çagatayev, adı Canlar olan bu küçük halkı yaşama döndürebiliyor mu döndüremiyor mu okuyunca görün bence. Ancak bu küçük halkın en yaşlısı Sufyan’ın şu cümlesindeki umutsuzluğu okuyunca taş kesiliyorsunuz: "Ruhlarımız tükendi yaşamaktan!"

Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar

14 Kasım 2012 Çarşamba

İlk göz yaşını kaldırımda dökenlere

"Acılar hatıralaşınca güzelleşir."
- Cemil Meriç, Jurnal, Cilt I, sf.182.

Emrah Serbes'in polisiye romanları "Her Temas İz Bırakır" ve "Son Hafriyat"den sonra yayınladığı "Erken Kaybedenler", yalnızlıktan tükenmiş, yoldan çıkmış bir neslin konuşmasıdır. Erken uyarı: toplu taşıma araçlarında okurken zorluk yaşayabilirsiniz. Zira siz güldükçe, diğer "konuklar" da sizin halinize gülecektir. Roman o kadar duygusal ve samimi ki, gülmekten ağlıyorsunuz.

"Öne çıktım, göz yaşartıcı gaz sıkmanıza gerek yok dedim. Arkadaşlar zaten yeterince duygusal insanlar."

Erkek çocuklar, veletlikten hemen sonraki ve ergenlikten hemen önceki o kısa fakat alengirli dönemde çığırlarından çıkarlar. Fakat bu hal, sıklıkla mantığın almayacağı kadar mantıklı gelişmelere de sebebiyet verebilir. Okuyucu için hızlı ve şenlikli bir geriye dönüş romanı olan "Erken Kaybedenler", çocukluğun kederli anlarına da söz sahipliği yapmaktadır bazen.

"Ama bir kadını unutulmaz yapan şey, bir vakitler ona duyulan arzunun şiddetiyle doğru orantılı değil midir? O arzunun kıyısında, gerçekleşme olasılığının tam yanı başında, sanki arada başka hiçbir engel yokmuş gibi rahat davranabilmekle, kendini o tatlı yanılsamaya kaptırabilmekle doğru orantılı değil midir? Bu olgunun da mı sorumlusu benim mutsuz geçen çocukluğum? Cevap? Yok! Kalırsın öyle..."

Sanılmasın ki bu kitap sadece erkeklere hitap ediyor. Hiç alakası yok, bir o kadar da alakası var. Lakin, o hani çocuklukta arzulanan ama asla ulaşılamayacak olan kız vardır ya, hani şu kitap kapağında ortada duran, işte onlar da okumalıdırlar romanı. Sinsi sinsi gülmek ve geçmişe dönmek, güzel anıları hatırlamak için illegal bir yöntem olacaktır bu.

"Gözlerimi kapadım, Yasemin karşımdaydı. Sevgi budur, gözlerini kapadığında oradadır ve bir milyon sene sonra bir milyon insan arasında da görsen, ha işte o dersin."

Lafı çok uzatmaya gerek yok, çünkü bu roman yeterince erken başlayıp erken bitiyor. Kaybedilmiş en güzel anılarını yeniden hatırlayıp, ilk göz yaşını kaldırımda döktüğü o güne dönmek isteyenler, "yiyorsa" okuyunuz.

Dipnotları çok sevmesem de: Emrah Serbes'in yeni romanı "Hikayem Paramparça" çıktı. Merakla alınız. Elbette o da okunacak ve Ruhuna Kitap'ta önerilecektir. Kimliği belirsiz ruhlara, şimdilik.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

12 Kasım 2012 Pazartesi

Gerçek, kıymetlidir

"Geceleri okumaktan özenle uzak durunuz."

Küçük İskender deyince aklımıza birçok farklı şapkanın gelmesi normal. Zira kendisinin şairlik ve yazarlık dışında, eleştirmenliği ve film oyunculuğu (Ağır Roman, O Şimdi Asker) şapkaları da bulunuyor. Naçizane, şairliğinden çok yazarlığını sevmişimdir. Çok farklı ve inatçı bir üslubu vardır. Bu yüzden de yalpalamaz ve söylemek istediğini direkt söyler.

"Sık sık partner değiştiren, kendisinin asla değişmeyeceğine inanan insandır. Heykelini dikmeye gerek yoktur, çünkü zaten taştandır."

Bir sabah Ortaköy'de sahafları gezerken Underground Otopark'ı görmüştüm. Arkasında "Türk Yeraltı Edebiyatı'nın yapı taşlarından" ve "sokak çocuklarının temel ders kitabı" olduğu yazıyordu. Şaşırdım, çünkü yıllardır tarih ve şiir dışında yeraltı edebiyatı da okuyordum. Hemen aldım, paramı verirken sahaf "bunu bulmak çok zordur kardeşim" dedi. İnandım. Oysa ben her duyduğuma inanmaz, inanmış gibi yapardım. Tüm akrepler gibi. Temkinli olmak daima iyidir.

"Kapitalist çocuk, sevgilisine şöyle hitap ediyor: Gözlerin çok güzel, Sony mi?"

"Beyoğlu'nda terbiye, ancak çorbalarda bulunur!"

"Ölümümden hayatı sorumlu tutuyorum."


Temmuz 2009'da Sel Yayıncılık'tan çıkan bu kıymetli kitabı mutlaka bulunuz. Kıymetli diyorum çünkü bu kitapta gerçek sokaklar, gerçek insanlar ve gerçek düşünceler var. Gerçek, kıymetlidir.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

11 Kasım 2012 Pazar

Issız bir adaya düşseniz yanınıza alacağınız 3 şey ne olurdu?

Torsten Krol, hakkında hiçbir şey bilinmeyen bir yazar. Blog yazarınızın gizemli yazarlara karşı zaafı olduğunu artık az çok anlamışsınızdır diye tahmin ediyorum. Fısıltı gazetesi ise Torsten Krol’un hangi ünlü yazarın takma ismi olduğu yönündeki teorilerini geliştirmeye devam ederken kulağımıza en çok çalınan isim Stephen King’ten başkası değildir.

Yunus İnsanlar, modern dünyamıza karşı post modern bir anlatım örneğidir. Hem de çok güçlü bir örneğidir. Führer’in Yahudi katliamı sırasında Almanya’ya karşı savaş açılan ve Almanya’nın şehirlerine bomba yağdırılan bir dünyadayız. Annemiz Helga, çocukları da 16 yaşında Erich ile 12 yaşındaki Zeppi. Romanımızı bize anlatan ise kahraman Erich...

Erich’in babası Rusya’da savaşırken ölmüş. Amcası Klaus ise Führer’in kurduğu düzende Yahudileri imha eden ekipte yer alan bir doktor. Ancak sonra Venezuela’ya kaçan bir savaş suçlusu. Bir mektup yazarak büyük kardeşinin ailesine sahip çıkmak ve Helga’yla evlenmek istediğini belirtir. Helga da çocuklarını alarak Klaus’un yanına gider.

Sade bir törenle evlenirler, Klaus’un çalışacağı petrol bölgesine gidebilmek için Klaus bir sürpriz yapar ve bir kargo uçağıyla yola çıkarlar. Kitabın kapağında da görebileceğimiz gibi uçak ıssız bir adaya düşer.

Bu beklenmeyen olay karşısında sağ kurtulmayı başarırlar ve onları bir kabile bulur. Bütün olaylar onların bulunmasından sonra başlar. Götürüldükleri kabilede tam 11 yıldır onlarla yaşayan bir antropolog vardır; Gerhard. Gerhard onların hem arkadaşı hem işbirlikçisi hem de çevirmenleri olacaktır.

Modern dünyadan kopup gelmiş bu “yunus insanlar” ve en ilkel yöntemlerle, geleneklerle yaşayan Yayomi kabilesine uyum sağlamakta epey zorlanırlar. Gerhard’ın müthiş gözlemleri sayesinde ise yazarımız modern denilen dünyada aslında ne kadar iğreti olduğumuzu ve ilkel diye küçümsediğimiz insanlardan ne kadar daha ilkel olduğumuzu gözler önüne serer.

Asıl olayları anlatmamayı tercih ediyorum. Bu 355 sayfalık romanı tabir-i caizse bir solukta okuyacağınızı bildiğimden sürprizleri bozmak istemem. Kemal Tahir olsaydı bu roman karşısında “Ulan iyi! Ulan aferin!” derdi.

Krol’un en büyük başarısı ise bana göre “karakter yaratmak”taki ustalığı. Sayfalardan fırlayıp gerçek hayatta arkadaş olabileceğiniz karakterler bir okuru fazlasıyla heyecanlandırır.

Pınar Kür’ün yetkin çevirisiyle dilimize kazandırılan bu şahane kitabı sakın kaçırmayın. Verdiğiniz paranın her kuruşuna değiyor.

Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar

10 Kasım 2012 Cumartesi

Erken bir konuşmaya şahit olmak

"Evet, vardın. Var olmuştun. Bir tüfekle göğsümden vurulmuş gibi hissettim."

Kuşkulanmaktan korkmayan, ölüm tehlikesine aldırmayan, nedenleri arayan, hayat veren ya da bunu geri çevirme bilmecesini kendi kendine soran bu kitap, ithaf bölümünde ciddiyetle belirtildiği gibi tüm kadınlara adanıyor. Yalnız bu adanma, erkekleri aldatmamalı. Bence bu kitabı en önce erkekler okumalı ve bol bol not almalı. Bazen erken bir konuşmaya şahit olmak, çok şey kazandırabilir insana.

Feminist ve öfkeli gazeteci-yazar Oriana Fallaci, 2006 yılında hayata veda etmişti. Özellikle Humeyni ve Ebu'l Hasan Beni Sadr ile yaptığı röportajlar ve İslam karşıtlığı ile ses getirmişti. Öyle ki, Muhammed Ali ile yaptığı bir röportajı yarıda kesmişti. Çünkü Muhammed Ali, Müslüman kimliğini gururla anlatıyordu ona. Rahatsız olur Fallaci... Bu arada İtalyan yönetmen Federico Fellini'den yediği fırçayı da eklemem gerekir. Fallaci, Fellini'den hiç hoşlanmadığını belirtir. Fellini de onun arkasından "pis yalancı" ve "küçük arsız, kaltak" diyerek hakaret eder. Kısacası çok "farklı" bir karakterdir Oriana Fallaci.

"Yaşam öylesine güç bir çaba ki, çocuk. Her gün yeni baştan başlayan bir savaş; mutluluk anları ise kısacık ayraçlar, sonradan bedelleri acıyla, fazlasıyla ödenen..."

Erkeğinden ayrılan bir kadının hamile olduğunu anlamasıyla birlikte iç dünyasında fırtınalar kopar. Adeta çocuğuyla bir düelloya girer. Öyle şeyler hisseder ki bazen bir dağın zirvesinde bazen de bir okyanusun derinliklerinde kaybolur. Çare arar, bulmakla bulmamak arasında kalır. Korkunç bir savaş verir, mağlubu belirsiz olan.

"Senden korkuyorum. Seni hiçyokluktan zorla çekip alan, gövdeme ekleyen rastlantıdan. Seni çok beklediysem de karşılamaya asla hazır olmadım. Ama kendi kendime hep o kötü soruyu sordum: Ya doğmak hoşuna gitmezse? Ya günün birinde haykırıp suçlarsan beni: Sana kim dedi beni dünyaya getir diye? Neden dünyaya getirdin beni neden?"

Fallaci'nin bu kitabı her ne kadar kadınlara ithaf edildiyse de, her erkeğin mutlaka okuması gereken çarpıcı bir yapıt. Bir kadının bedeninde filizlenen o küçücük canlıyla yaptığı erken bir konuşmayı dinlemek için en ideal metinleri barındıran bu kitabı dilimize kazandıran Pınar Kür'e de şükran borçluyuz.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

9 Kasım 2012 Cuma

İyi insan olmaya niyetlenenlere

İnsan olmak ötekinin ıstırabıyla hemhal olmakla başlar.” yazıyordu kitabın ilk sayfalarında, altını çizdim. Gökyüzünde, gün daha henüz doğuyorken yolculuk yapıyordum bulutların arasında ve her kitabın bir vakti olduğunu tekrar duyumsuyordum.

Kemal Sayar, ismini sıkça duyduğum, çokça tavsiye aldığım bir isimdi ve okuduğum ilk kitabı tam vaktinde girdi kütüphaneme, zihnime ve kalbime…

Biraz Yağmur Kimseyi İncitmez, Kemal Sayar’ın toplumsal ve bireysel hayatlarımızda etkili olan hallere, meselelere dair yazılarının yer aldığı deneme kitabı.

Kemal Sayar, bir psikiyatri profesörü olduğu için belki de, yazdığı her şeyi hem bir bilimsel temele oturtuyor hem de insan halleriyle, ruhun derinliklerinde gizli olanla açıklıyor. Bir yandan da yılların tecrübesiyle, biriktirdiği insan hikâyeleriyle keskin bir gözlem gücünün ürünü sonuçları ortaya koyuyor.

"Dünya merhamet eksikliğinden can çekişiyor."

Son dönemde yaşadığımız toplumsal dönüşümlerden, gazetelerin üçüncü sayfa haberlerinden, eksikliğini hissettiklerimizden dem vuruyor. Yaşadığımız değişimlerin yaşadıklarımız, hissettiklerimiz ve ilişkilerimiz üzerindeki etkilerini açıklıyor detaylı bir şekilde. Aşka da söz geliyor elbette:

"Serinliğin krallığı her yerde kendisini gösteriyor. Aşk, içi boşaltılmış bir kelime olarak bundan nasipleniyor. Aşk için de bir sorumluluk altına girmeniz gerekmiyor, o dışarıdan gelip omzunuza konacak, doğru kişiyi buluvermenizle birlikte, birden içinizdeki bütün kırılganlığı, emniyetsizliği ve yalnızlığı iyileştirecektir. Aşkı sağlamak ötekinin görevidir o halde bir şeyler yolunda gitmiyorsa bu diğerinin suçu olsa gerektir. Günümüz dünyasında 'ilişki'ye o kadar yük bindiriliyor ki. Çift ilişkisi; bağ kurma, anlam bulma ve coşkunun yegane kaynağı oluveriyor modern şehir hayatında. Issızlığın ortasında bir birine umutsuzca yapışmış iki insan."

Tüm bu değişimlerin, vak’aların arasında insan kalmanın, iyi kalmanın ve hüznün de acının da kıymetini bilip yaşamanın gerekliliğini anlatıyor Kemal Sayar; bir psikiyatrist gözünden ve bir edebiyatçı kaleminden.

"Anlamak ve hissetmek bizi insan kılar. Bu arınışla insan oluruz. Terapist kimdi? Ben mi, yoksa bu narin kız mı? Onun saflığı beni de yıkadı. Arındım. Ve kirlenmiş, yönünü şaşırmış bir dünyada ele geçirdiğimiz o masumiyetin her bir anını kıymetlendirerek konuştuk. Birbirimize fısıldadık. Samimiyet ruhun özgürlüğüdür. O da ben de o kadar içten, o kadar yapmacıksız, o kadar kendimizdik ki. Ona insanın bu dünyada bedeniyle değil, sedece ruhuyla var olduğunu söyledim. Sadece ruhumuzda taşıdığımız mücevherlerin bizi başka insanlardan farklılaştırdığını. akledebilen kalbin ne büyük bir bağış olduğunu. Onu anladım. O beni anladı. Odadan çıkarken gözyaşları dinmişti. Benimse başım dönmüş, sersemlemiştim. 'Biraz yağmur' diye mırıldandım, 'kimseyi incitmez'."

Biraz Yağmur Kimseyi İncitmez, içinde bulunduğu zamanın ruh halini anlamak isteyenlere ve bu çağda iyi insan olmaya niyetlenenlere iyi gelecek bir kitap...

Merve Uzun
twitter.com/merveuzun

Her şeyi sil baştan öğrenin

İzlenesi bütün filmleri, dizileri, ıvır zıvırı izlediniz mi? Okunabilecek bütün hikaye türlerini elden geçirdiniz mi? Birbirinin türevi olan bütün yiyecekleri tıkınıp tadılacakları tattınız mı? Dünyanın her yerini belgeseller, dergiler, gezi programları ile gezip bitirdiniz mi? Şu herkesin becerdiği falanca kızın / oğlanın defterini siz de dürdünüz mü? Tüketilebilecek her şeyin en az bir kere tadına baktınız mı? Elde edemedikleriniz için yeterince dua ettiniz mi? Peşinden koşmaya değer bulduğunuz herhangi bir şey kaldı mı? Eğer kalmadıysa, aynı bokları tekrar tekrar farklı biçimlerde deneyimleyebilmek için size sunulmuş mutlu mesut / umutsuz acınası kısır döngülerinizin içinde kendinize yeterince tur bindirebildiyseniz hazır olun. Bu gösterinin peygamberiyle tanışmanızın vakti gelmiş demektir.

Dövüş Kulübü'nün yazarı Chuck Palahniuk'un peygamberi Tender Branson size her şeyi sil baştan öğretecek. İstediğiniz her şeyi sorun ona. Psikolojiyle mi ilgilisiniz? İntihar etmek üzere olan birinin telefonuna nasıl cevap vereceğinizi sorun. Beş parasız nasıl yaşayabileceğinizi mi öğrenmek istiyorsunuz sorun cevaplasın. Sevgilinize götüreceğiniz hangi çiçeğin ne anlama geldiğini mi merak ediyorsunuz? Cevabı Google’da değil bu adamda. Başka sorunlarınız mı var? Kürkteki kan lekesi nasıl çıkarılır? Istakoz nasıl pişirilir? Perde ve masa örtülerindeki çiş lekeleri nasıl çıkarılır? Oturma odasının duvarındaki kurşun delikleri nasıl gizlenir? Ben ciddiyim hepsini sorun. Ona gecelik smokin ve şapkalardaki bıçak deliklerini nasıl onaracağınızı sorun. Boş park yeri bulmak için nasıl dua etmeniz gerektiğini sorun. Batmakta olan bir gemide, yanmakta olan bir mağazada sonuna kadar nasıl dans edebileceğinizi ve buna rağmen hayatta kalabileceğinizi sorun.

Fakat ne yaparsanız yapın ona kısırdöngülerinizi nasıl kıracağınızı tüketilebilecek hiçbir şey bırakmamışken hala anlam vermeyi başarabileceğiniz bir şeylerin kalıp kalmadığını, yaşamınızı devam ettirmek için ne gibi bir nedeniniz olduğunu, neden var olduğunuzu, bu kainatın orta yerinde neden nefes almaya devam ettiğinizi, amacınızın ne olduğunu sakın sormayın çünkü alacağınız cevaplar hiç hoşunuza gitmeyebilir.

Unutmayın ki yeraltı edebiyatı kendinizi mutlu hissetmek için beyninize tıkıştırabileceğiniz herhangi bir şey anlatmaz...

M. Murat Bilge

6 Kasım 2012 Salı

Her şey ölümcüldür

"Sizin için kendi ailenizden, kendi odanızdan ve kendi geçmişinizden daha tehlikeli bir şey yoktur."
- Andre Gide

Şu sıralar öykücülüğümüzde üzerinde dikkatle durduğum 3 isim var. Barış Bıçakçı, Ahmet Büke ve Yalçın Tosun. Her biri de edebiyatımıza büyük değerler katacak gibi görünüyor. Hatta bunu söylemek için geç bile kalmış olabiliriz. Yalçın Tosun'un daha önce "Peruk Gibi Hüzünlü" adlı öyküsünü önermiştim. "Anne, Baba ve Diğer Ölümcül Şeyler", yazarın ilk kitabıydı. Ben bazen sondan başlamayı seviyorum. Zira hepimiz doğarak başlıyoruz bir şeylere, ölümden doğuma doğru gitmek de güzeldir bu vesileyle.

"Normalde cumartesileri hiç kalkmam yataktan. Çocukluğumun en mutlu günlerini köyün o en uzun, böcek sesleriyle dolu serini güzel gecelerini hatırlamaya çalışırım. Sisler arasında bazı yüzler belirir sonra. Bazı adlar yankılanır, ıhlamur kokularını titreterek yayılır yeşilliğe: Sinan, Cevher. Çocukluğumu paylaştıklarımın yanında olmak isterim. Bir zamanlar olduğum kişi olmak... Sonra birden yine küçük kız düşer aklıma. Bir yerlerden tanıdık gelen tedirgin edici iri gözlerini, korkular zaman geride kaldığında bıraktığı buruk tadı, kendimi ve bana çok uzakmış gibi gelen geçmişi düşünür oyalanırım..."

Şimdiye kadar okuduğum en tehlikeli öykülerden biri oldu bu kitap. Zira birçok şeyi hatırlamaya çalışmama sebep oldu. Bu da çıkılabilecek en tehlikeli yolculuklardan biri oldu benim için. Anılar ve acılar, kederler ve sevinçler, yaralar ve hatıralar, keyifler ve ikiyüzlülükler. Hepsinin zihninizde akmasına sebep olan bir öykü diyebilirim.

"Kimseye, kendine bile tüm hayatını anlatmamalı insan. Çünkü bu kötülüğü hiç kimse hak etmiyor."

"2011 Notre Dame de Sion Edebiyat Ödülü"ne layık görülen bu kitabın bütününde bir fikir hakim. Fakat bu fikri direkt söylemek istemem. Öykü okurken en keyifli olan bu bulmacadan kimseyi mahrum bırakamam. Gençlik "sevivermeleri", güvensiz aileler, şiire göz kırpıp selam veren cümleler, dar çukurlar ve geniş parklar. Hepsine hazır olun ve okuyun. Çünkü okumalısınız.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

5 Kasım 2012 Pazartesi

Küçük insanların büyük duyguları

Sokak benim için bütün bir dünyanın sembolüdür, dünyayı nasıl görüyorsam sokağı da öyle biçimlendirdim” diyor ve Midak Sokağı'nın hikâyesini anlatmaya başlıyor Necip Mahfuz.

Arap yarımadasının Yaşar Kemal'i olarak anılan Mahfuz, realist bakış açısıyla, arka plana toplumsal sorunları yerleştirerek küçük insanlar üzerinden büyük olayları dile getirir. Bu insanların büyük hırslarını, aşklarını, acılarını, hayalkırıklıklarını, mutluluklarını anlatır. Romanlarının büyük çoğunluğu çok sevdiği, Nobel ödülünü almak için bile dışına adım atmadığı ülkesi Mısır'da geçer. Nil Deltası'ndan Kahire'nin sokaklarına kadar uzanır hikâyeleri. Mısır'ın tüm değer yargılarını gündelik yaşam içerisinde irdeler.

Romanın ana karakteri, ismini de aldığı Midak Sokağı'dır. Geleneksel değerlerine tutunan sokak, gelişen Kahire'ye ayak uyduramamaktadır. Mahfuz ilk sayfalardaki betimlemeleriyle sokağın içine çeker okurunu. Evlerin, dükkânların, Kirşa'nın kahvesinin birer sakini oluruz biz de. Yoksulluktan bıkan ve gözünü yükseklere diken güzel Hamide, Hamide'ye aşık genç Abbas ve yaşlı ama zengin Selim ve Hamide'yi düşlediği hayata ulaştıracağını vaadeden İbrahim Faraj romanın diğer baş karakterleridir.

Hamide Midak Sokağı'ndan kurtulmanın yollarını ararken Abbas ve Selim'i kendi hayallerinden çok uzakta, sönük, geleneksel adamlar olarak görür. Kahire'nin ışıklı caddelerinde yürüdüğü bir gün yakışıklı ve gizemli İbrahim Faraj karşısına çıkar ve ona düşlediği hayatın kapılarını aralar. Hamide, Faraj'ın çağrısına uyup peşine düşer fakat çok farklı bir dünyayla karşılaşır. Önce direnir ama sonra kaderine razı olur. Geride kalbi kırık bıraktığı Abbas'la yolları bir gün tekrar kesişir. Onları trajik bir son beklemektedir.

“Aşktan ölen insan kederli ölsün; ölüm olmayan aşkta hayır yoktur.”

Mısır Edebiyatı'nın baş yapıtlarından Midak Sokağı'nda göze çarpan Batılılaşma sorunu, sınıf atlama, lüks yaşam düşkünlüğü gibi kavramlar Osmanlı-Türk romanının pek çok önemli eseriyle benzerlik göstermektedir. Doğu-Batı değerlerinin, dini gelenek ve göreneklerin karşılaştırması her iki ülke edebiyatının da ele aldığı temel öğelerdir.

Doğu Masalları'nı andıran bir atmosferde, küçük insanların büyük duygularına tanıklık etmek istiyorsanız Midak Sokağı'ndan ağır adımlarla geçmelisiniz.

“Zira her şeyin bir sonu yok mudur? Evet, her şey nihayetine varır.”

Ahu Akkaya
twitter.com/diviniacomedia

2 Kasım 2012 Cuma

Duygusuz kelime oyunlarını unutun

"Rüyalar onarıcıdır, biliyorum."

Maalesef popüler kültür, harflerin canını sıkıp kelimelerin iliğini kemiğini kurutabiliyor. Kitapçıların rafları gerçekten kötü yayınevlerinin "çok satan" kitaplarıyla dolu. Bu kitaplar Twitter dansözlüğü ile yola çıkıyor, sonra da bir kenarda "motor" su kaynatıyor. Ebediyen de öyle olacaktır, umudumuz bu en azından.

"Suratına bakınca bir tatil köyü görür gibi oluyordum."

Acımasız başladım, biliyorum. Ancak siz de bilmelisiniz ki kelime oyunu bir deha belirtisi değildir. Bir şeyi ispat etme isteğiyle yapılamaz, yapılmamalıdır. Elinize sözlük alın, siz de yaparsınız. Belki de yapamazsınız. Mühim olan ne kadar gerçeğe yakın, ne kadar duygulu ve ne kadar samimi olduğunuz. Çaba, bu yönde olmalıdır. 1987 doğumlu Gökhan Yılmaz, ilk kitabı "Biraz Kuşlar, Azıcık Allah"ta yer yer anne gibi azarlıyor bir küçük çocuğu. Bazen de küçük bir çocuk olup hayata kafa atıyor, ağzıyla yüzünün yerini değiştiriyor. Kitabın içi cinlik dolu. Tövbe estağfurullah.

"Kuşlardan hiçbir şey anlamayan insanlar vardı gerçekten. Kuşlar en iyi dilbilgisi kitabıydı halbuki. Okullarda kuşlar bilgisi öğretilmeliydi. Kuşlardan güzel kimse ölemezdi. Kuşlardan güzel kimse bilemezdi mavinin rengini. Bir kuş rengini yitiriyorsa canı yanmış demekti. Gözlerine bakmadan da anlaşılabilirdi. Ama..."

Gökhan Yılmaz'ın öyküleri daha önce Lacivert, Öykü Teknesi, Melantis, Kül Öykü, Dergâh, Yeniyazı, Özgür Edebiyat, Kitap-lık ve Notos dergilerinde ya­yımlanmış. Bazılarına denk gelmiş, kendisini hafızama almıştım. Öykü mutlaka okuyunuz, bu sizi ruhsal yorgunluklardan uzak tutacaktır. En azından ben öyle yapıyorum diyerek sıyrılabilirim bu iddiamdan.

"Denize düşen yılan sanılır.

...
O zaman, hadi önce boşalalım ve sonra ağlayalım.
Sonra da ilişkimizi düzene sokalım?
...
Yine erkeksi fiiller... Sevişirken kendinden geçiyorsun.
Senden geçmemden daha iyi değil mi bu?
Ne diyeceğime bileniyorum."


Yazarı bu taze kitabı için öncelikle tebrik ediyor, sonralıkla da bu bol kuyulu ve bol "dilsiz eleştirilen" edebiyat yolculuğunda başarılar diliyorum. Sabırla birlikte. Kitap için de son sözüm şu; yazarın ikinci kitabı için şimdiden merak uyandırıyor. Oysa merak kolay uyanmaz, hep horlar.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

1 Kasım 2012 Perşembe

Bir dönemin çığlığını duymak için

Nevzat Çelik'in 1.baskısı 1984 Nisan'ında yapılmış bu kitabı, bir devrin de sesi olma özelliğini taşıyor. Kitap, Şubat 1999'a kadar 22 baskı yaptı (Alan Yayıncılık), sonrasında ise farklı bir yayınevi (İmge Kitabevi) tarafından basılmaya başlanmıştı.

1984'te Akademi Kitabevi Şiir Birincilik Ödülü ile alkışlanan "Şafak Türküsü", yazarın Ahmed Arif, Nâzım Hikmet ve hatta Attilâ İlhan'dan etkilendiği "kurşunlarıyla" dolu.

"Kırılacak cammışım gibi davranıyorlar
Yüzlerinde zoraki çatılmış bir hüzün
Oysa birazdan boynumu kıracaklar
Pul pul dökülecek yaz sıvası eylülün."


1980 itibariyle siyasi sebeplerden ötürü idamla yargılandı Nevzat Çelik. Tam 7 yıl cezaevinde kaldı. Birçok şeye tanık oldu. Şiirlerinde bunları rahatlıkla görebilirsiniz. İlk şiiri de bu dönemde (1982) yayınlandı. Aldığı ödüllerin dışında birçok şiiri de bestelendi, hafızalarda yer edindi.

"Beni burada arama anne
Kapıda adımı sorma
Saçlarına yıldız düşmüş
Koparma anne
Ağlama..."


Her ne kadar belli bir kesime/kitleye yüzü dönük bir şair olsa da, Nevzat Çelik yukarıda da dediğim gibi bir dönemin sesi. O sese kulak vermemiz gerekebiliyor, özellikle de dönemi iyice görebilmek için. Bu görüşün ne kadar objektif olduğundan çok, ne kadar duygulu/samimi olduğu önemli okuyucular için.

"Nevzat, altındaki sandalyeye boynuna da ilmiği geçirdikten sonra vuracak olan çingenenin bir eyyam önce oturduğu sokakta oturan bir kadıncağızı sevmişliğini düşünecek kadar içi geniş olmadadır. Çünkü bu doğru kararlılıktır."
Bu sözler Can Yücel'e ait. Nevzat Çelik hakkındaki sözleri kitabın ilk sayfalarında yer alıyor.

"Şafak Türküsü", bir dönemin sesi.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

Kapan’a kısılmış bir yazar

Bir yazarın kitabını yazmak ne kadar zordur belki bilirsiniz, bir de Vüs’at Bener’e ait bir kitabı yazmak, işleri daha da zorlaştırıyor.

Vüs’at Bener’in yazısı nasıl anlatılır? Bu büyük ustanın eserleri çoğunlukla otobiyografik özellikler taşıdığı için onun yazısını anlatırken bir bakıma aslında onu anlatıyoruz.

“Seni öyküler dışı tutacağım. Öyküler ancak bizim dışımızda yaşanmışlık sanrılarında uyutacak bir kısa zaman için-içi sıkılanları. Onlara bir ölçü duygu da katacağım hatır için! Yazık ki deliremeyeceğim.”

Aile bireylerinin hayatındaki yerini, yersizliğini; boşa düşmelerini, zemine yapışmalarını; yine cebi delik gezmelerini, hastalıklarını, kimseyle konuşmak istememesini samimi bir dille anlatmaktan başka bir şey yapmıyor Usta.

1950’den yılından beri yazan bir sanatçı olarak, bugün varolan eserlerinin sayısı az sayılır. Bu durum da onun ince eleyip sık dokuduğundan ve kısa hikâyelerinden yoğunluktan kaynaklanır. “Yorumsuz” hikâyesinde boşuna dememiş: “Yazım ipliklendi. Boğazıma dolanıyor.” diye.

Kendisiyle ve hayatla kavgalı bir yazar Vüs’at Bener. Onun öykülerini okurken ister istemez parmak uçlarındaki ve bıyığındaki sigara sarılarını görür gibi olup, çatallı sesiyle “Bak şimdi anlatacağım öykünün, Gogol’ün ünlü öyküsüyle ilgisi yok” deyişini duyabilirsiniz.

“Yaşamımın son basamaklarını çıkıyorum. Huzur yok. Hani bir iki senecik kendimle barışık yaşayabilseydim, ne gezer.”

Türk Edebiyatının birkaç büyük ustasından biri olan Vüs’at O. Bener yabancı bir yazar olsaydı, buralarda üstüne toz kondurmazlardı. Mutlaka keşfedin ve okuyun.

Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar

29 Ekim 2012 Pazartesi

Yüzyılın yorumunu okumak

"En utanılacak yönümüz tarih yaptığımız halde tarih öğrenmemek, tarih yazmamak konusundaki cahilce ısrarlarımız."
- İlber Ortaylı, Son İmparatorluk Osmanlı, Timaş Yayınları, Ekim 2006, sf.62.

Türk tarihçiliğinin önemli hocalarından İlber Ortaylı bu kitapta, Akşam Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni İsmail Küçükkaya'nın sorularını cevaplıyor. Şunu mutlak suretle belirtmek isterim ki, bu kitabı normal bir tarih veya güncel siyaset okuyucusunun dışında her yaştan; hukuk öğrencisinden öğretmenine, futbolcusundan siyasetçisine, taksicisinden inşaat işçisine kadar herkes mutlaka okumalı. Zira bu kitapta "en ciddi" ve "en gerçekçi" yorumlar bulunmakta. İlber hoca her ne kadar "her türlü değerlendirmeyi şükranla karşılayacağını" belirtse de, bu kitaptaki tüm yorumlarının altına ülkesine gerçekçi ve vicdani bakan herkesin imzasını atacağını düşünüyorum.

"Türklerin son iki asrı bütün Doğu dünyasında ve Balkanlar’da dikkatle gözden geçirilmesi gereken büyük bir tarihî yolculuktur. Bu nedenle de Dünya Tarihi’nin önemli bir parçasıdır ve dikkatle üzerinde durulmalıdır."

Kitap 7 bölümden oluşuyor ve "1923'e Giden Yol"dan başlayıp "2023'e Doğru Türkiye / Yüzüncü Yılında Cumhuriyet" ile bitiyor. Çok kritik sorular ve çok akılda kalıcı yorumlar var. İlber hocanın tespitleri, okuyucunun ufkunu açmanın ötesinde; vicdanının da çalışmasını sağlıyor. Zaten kendisinin bu yüzden "hoca" olup diğer tarihçilerimizden kolayca ayırt edilebileceğini de yorumlarıyla anlayabiliyoruz.

"Türk çocuğu, etrafının sorumluluğunu taşıyan bir insan olmalı ki olmak zorundadır, yarın bir gün etrafımızda içtimai, iktisadi ve siyasi bir zelzele olduğu zaman seyirci kalmayalım."

Kalamıyoruz zaten; bugün fakruzaruret içindeki Gürcistan bizden medet umuyor. Yangın içindeki Azerbaycan bizden medet umuyor. Asya'da bir şey olsa bize bakıyorlar. Balkanlar'da yangına uğrayan, bize bakıyor. Peki, biz buna "hayır" mı diyeceğiz? Diyemiyoruz. Onun için "Kabuğumuza çekiliriz" fikrini unutalım. Niye kabuğunuza çekilemezsiniz? Çünkü bir imparatorluğun bakiyesi üzerindesiniz. Burası Lüksemburg Dükalığı değil, birtakım sorumluluklarımız var; o sorumluluk gelip yakamıza yapışır. Oraya yardım etmek zorundasın. Niçin yerinde oturamazsın? Çünkü üzerinden daha 100 sene geçmemiş, biz oralardaydık. İşte onun için II.Abdülhamid devrine bakıyoruz. Mükemmel müesseselerimiz var. O müesseselerimiz tarihten geliyor ve o müesseseler o haliyle yaşamaya devam ediyor."

İlber Ortaylı'nın 1-2 kitabı hariç tüm kitaplarını okudum diyebilirim gönül rahatlığıyla. Seminerlerini de mümkün mertebe kaçırmıyorum, kendisini hem ilgiyle, hem sevgiyle, hem de ciddiyetle takip ediyorum. Onu okurken sadece tarih değil; politika, kültür, sanat, mimari, müzik, spor, kentleşme ve sosyolojiye dair çok şey öğreniyorum. Henüz okumadıysanız bu kitapla başlamanız iştahınızın açılmasını sağlayacaktır.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Şiirin üzerine titreyenlere

"Gençlik yıllarımda omuzları üzerinde kafa taşıyan bir adam olmaya çabaladım; yıllar ilerleyince birçok şey gibi bu alandaki çabalarımın yönü de değişti, şimdilerde "omuzlara" sahip olmaya belki daha bir özeniyorum."

İlk bölümünü 1980'de yazmaya başladığı "Şiir Okuma Kılavuzu"nda bu satırlarla karşılıyor bizi İsmet Özel. Türk şiirinin en özel yürekli şairi. Kitap, şiirin üzerine titremek isteyenler için gerçekten bir kılavuz. Bir sınava hazırlanır gibi okunmalı, okurken ödev yapıyormuş gibi not alınmalı. Öylesine önemli bir kitap şiir üzerine.

"Şiirin yüzünü hiç hiç kimsenin hatırlamadığı bir dünyada, birinin kalkıp şiirin tanınmaya değer bir yüzü olduğunu, ortalıkta dolaşan renkli ve solgun yüzlerce hayaletin yalnızca maskeler olduğunu söylemesi lâzım."

"Şiir, hayatiyeti korumak için ortaya atılır. Yaşanılan bütün çirkinliklere, kötülüklere, haksızlıklara rağmen insanda savunulmaya değer, canlılığını korumaya değer bir şeyler olduğuna içten içe ve kesinlikle inanıldığı zaman şiir serpilir ve çiçek açar."


Kitap iki bölümden oluşuyor. İlk bölümde İsmet Özel'in 1980'de yazdığı "Şiir Okuma Kılavuzu" yer alıyor. Kısa başlıklarla şiirin ne olduğu, nasıl olduğu ve neyi hedefleyebileceği döktürülüyor. İkinci bölüm şair tarafından 1990'da kaleme alınmış. İlkine farklı konu başlıklarında eklemeler yapan daha derinlemesine bir bölüm. Sadece şiir değil, bu tip düz yazılarıyla da dikkat gerektiren bir okuma gerektiriyor İsmet Özel metinleri.

"Şiir okumak ancak hayatlarında şiir için yer açmış insanların önemli ve yararlı bulabileceği, doğrusu ancak onların altından kalkabilecekleri etkinliklerden biridir. Ekmek yemek, pabuç giymek gibi insan etkinliklerini şiir okumakla birlikte anışımın tek sebebi insanların bu işleri yaparken de şiir okurken yaptıkları kadar uyku ve uyuşukluk içinde bulunuşlarındandır."

Şiir; yazımıyla, duygusuyla, ilhamıyla başlı başına özel bir şey. Bir şiir okurken titrenebilirken, şiir üzerine de titremek gerektiğinin farkına varırız. Şiir tüm duyguların kalbidir. Hevesle değil de titizlikle üzerine gidildiğinde bizler için daha fazla anlam ifade edecektir. Bu vesileyle sizleri bu kısa ve öz/el kitabı "titizlikle" okumaya davet ediyorum.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

25 Ekim 2012 Perşembe

Daha fazlasını görmek mümkün

Eğer algı kapıları temizlenseydi
Her şey insana, olduğu gibi
Görünürdü: Sonsuz.”
- William Blake

Gördüğümüz şeyler gerçekten var olan şeyler mi, yoksa bizim algıladıklarımızdan mı ibaret her şey? Eğer her şey bizim algımıza bağlıysa algı kapılarımızın sınırları nerede başlar, nerede biter? Aldous Huxley bu soruyu meskalin isimli bir uyuşturucunun kobayı olarak yanıtlıyor. Meskalini aldıktan sonra yaşadığı tecrübeyi o zaman dilimi içinde yapılan ses kaydından da faydalanarak okuyucularına aktarıyor. Gördüğü şeylerin ne kadar çarpıcı olduklarını, sandalyenin ayağının, pantolonunun kıvrımının o an bütün insan ilişkilerinden ve hırslardan daha önemli olduğunu anlatıyor. Öyle ki insanın algısı o denli açık olsa gözünün önündeki şeylerin güzelliğinden dehşete kapılacağını ve hayatına devam etmek için gerekli ilişkilerini yürütemeyeceğini iddia ediyor. Bu iddiasını da deney sırasında götürüldüğü yerde baktığı kitaplar ve resimlerle ilgili algısının gösterdikleriyle destekliyor. Böyle ilginç bir deneye şahit olmak bir yana algının sandığımızdan da dar olduğunu ama mistik veya kimyasal yollarla ötesine geçmenin mümkün olduğunu da anlatıyor yazar. Büyük bilince dönüşün sınırlarımız dahilinde olabileceğinden bahsediyor.
            
Kitabın ikinci kısmı olan “Cennet ve Cehennem” bölümünde çok basit bir soru sorarak başlıyor Huxley: “Neden bütün cennetler mücevherlerle doludur?” Düşündüğümüz zaman Hristiyanlık ve İslamiyet başta olmak üzere tüm cennetlerde değerli taşların bulunduğu, hatta oradaki herhangi bir taşın buradaki her türlü taştan daha değerli olduğu söylenir. Bunun nedeni algı kapılarımızın ışıkla açılması. Işık ve parıltı insan zihni için öteki dünyaya geçişin bir yolu. Bu nedenle bir dönem hipnoz da parıltılı taşlarla yapılmıştır. Hatta bir dönem ışıltılı havai fişek gösterileriyle milletlerin bilinçaltına fikirler kazınmaya bile çalışılmıştır. Aslında tiyatrodaki ışık kullanımının nedeni de bu “öteki dünya” eğiliminden başka bir şey değildir. İster mistik düşüncelere inanın, ister inanmayın sadece birkaç saniye şunu düşünün: "Her dinde ölümden sonra bir öteki dünya fikrinin olması sadece bir tesadüf olabilir mi?" 
           
Bilimle ve edebiyatla iç içe yetişmiş Aldous Huxley’nin Algı Kapıları kitabı sadece naçizane bir önerim değil, insan zihnini görmek, mistik düşüncelerin özündekini anlamak için hayatınızın bir döneminde muhakkak zaman ayırmanız gereken bir kitap.

Ümran Kio

24 Ekim 2012 Çarşamba

Zamana ait bir şey

Melankoli Antik Yunan’dan günümüze hakkında en çok tanım yapılmış kavramlardan bir tanesi. Melankoliyi gözlemleyebileceğimiz, ilişki kurabileceğimiz alanlardan birisi de edebiyattır. Fakat Türk edebiyatına gelindiğinde durum biraz karmaşık olmakla birlikte melankoli adı altında ele alınan çoğu eser acının dışa vurumundan öteye geçmez. Daha önceki yazılarımdan birinde Tezer Özlü’nün Türk edebiyatındaki tek melankolik yazar olduğundan bahsetmiştim. Bunun için öncelikle huzurlarınızda henüz okuma fırsatı bulduğum Sema Kaygusuz’dan özür diliyorum.
          
“Karaduygun” eski zamanlarda melankoli için kullanılan bir kelimeymiş. Kitabı ilk elime aldığımda anlamına dair hiçbir fikrim yokken, kitabı bitirdiğimde anlam belleğime değil tüm ruhuma kazınmıştı. Hem de içine aldığı tüm kahramanlarıyla birlikte. Karaduygun çarpıcı hikâyelerle dolu, kelimelerin sayfalara sığmadığı bir kitap. Üstelik çıkış noktası çoğumuzun sevdiği bir şair, Birhan Keskin. Belki de sadece Birhan Keskin’in yazara emanet ettiği bir gürültü. Zamanı işaretleyen bir an.
           
Sema Kaygusuz her hikâyeden bir kahramanı çıkarıyor, diğer öyküde anlatıcı yapıyor. Ufak bir detayı işaretliyor ve diğer hikâyenin ana konusu haline getiriyor. Öyle ki birkaç hikâye sonra o işareti görmek için sabırsızlanırken buluyorsunuz kendinizi. Bazen de güzel bir jestle yazarlık mutfağına alıyor sizi, yoğuruyor, kelimeleriyle kıskandırıyor.

Yabancı olanların, yalnızlığın gürültüsünden sağır kalmışların, ruhunda ufak bir anın izi kalanların kitabı Karaduygun. Ama en önemlisi melankolinin kitabı. O dilimizden düşürmediğimiz, bildiğimizi sandığımız ama aslında ne olduğunu pek de anlayamadığımız kara safranın hikâyesi. Melankoli bir duygu, bir an değil, sahibinin içinde bulunduğu özensiz bir durumdur. Zamanı unutturan, sembolik dünyadan çıkaran bir karanlıktır. Sırf bunu anlamak için bile Sema Kaygusuz’un kelimelerine kulak vermenizi öneririm.

Ümran Kio

Geçmişin tozu: Pedro Paramo

“Yaşarken insana ayaklarını hareket ettirten yegane şey, öldüğünde bu ayakların onu farklı bir yere götürecekleri beklentisidir...

Büyülü gerçekçiliğin dünyadaki temsilcilerinden olan Juan Rulfo’nun eşsiz kitabı Pedro Paramo bir Latin Amerika gerçeğini gözlerimizin önüne seriyor. Ölmek üzere olan annesine babası Pedro Paramo’nun köyü olan “Comala’ya” onu bulmak için gideceğine söz veren Juan Preciado’nun bu köye gitmesiyle başlar her şey.

Comala’ya varan Juan Preciado, burada hemen hemen kimsenin yaşamadığını görür. Boşluk içinde eskiden köyün bulunduğu yerde yaşayan birilerini ararken sislerin arasında bir ev görür. Bu evin kapısını çaldığında evde, ölen annesinin çocukluk arkadaşı olan yaşlı bir kadınla tanışır. J.Preciado onunla zaman geçirirken bir garip hisseder kendini. Bir süre sonra kadının aslında yaşamadığını, yıllar önce Comala’da öldüğünü anlar. Kasaba, yıllar önce burada yaşamış ve ölmüş insanların ruhlarıyla doludur.

Yazar Juan Rulfo birçok farklı yazın tekniği kullanarak bu kitabı yazmıştır. Bilinç akışı yönteminin sıkça kullanıldığı kitapta zaman akışı çok karmaşık olarak kurulmuştur. Bir yanda kitabın başlangıcında babasını arayan J.Preciado’nun hayaletli bir köyde olduğunu anladıktan sonraki monologlarını okurken, birden 1900’lerin Comalasındaki gerçek olaylara gidiyorsunuz. Kitaptaki bu gerçekliğin anlatıldığı bölüm de kendi içinde farklı bir zaman dizimiyle yazılmış. Bu bölümde de pek çok karakterin geçmişe dönüşüne gidiliyor ve bir sonraki bölümde tekrar farklı bir zamandan geri dönüyorsunuz. Bu açıdan okuması çok zor olmayan ancak kitabı anlamaya çalışırken farklı zaman diziminden kaynaklanan bu oyunun parçalarını bir araya getirmede bazı sorunlar yaşayabilirsiniz.  

Buraya kadar kitabın kısaca içeriği ve üslubundan bahsettikten sonra şimdi sizlere kitabın neden önemli sayılabileceğini birkaç satırla da aktarmak istiyorum. Kitabın önemi aslında gerçeküstü bir bakış açısıyla o dönemin Meksika ve Latin Amerika gerçeğini gözümüze sokarcasına anlatmayı başarabilmesidir. Bir toprak ağası olduğunu anladığımız Pedro Paramo’nun köylülere nasıl zulmederek toprakları kendi toprakları haline getirdiğini, toprak ağası-kilise ikilisinin ilişkisini bolca anlatarak iktidar ilişkilerini nasıl ustaca aktardığını görebilirsiniz. Tabi bunları yaparken çürümüş aile ilişkilerini aktarmayı da ihmal etmez. Bunları yüz otuz sayfada anlatmayı başarmış bir kitap olarak karşımıza dikilen “Pedro Paramo” okunmayı fazlasıyla hak eden bir kitap.

Herkese iyi okumalar.

Ozan Şen

23 Ekim 2012 Salı

Bilinçdışı: Bir tür cehennem

Tarihte öyle isimler vardır ki hangi konuyla ilgili araştırma yaparsanız yapın altından aynı isim çıkar. Konular bir şekilde dönüp dolaşır yazdığı, söylediği bir cümleye dokunur. Öyle ki zaman içinde söyledikleriyle insanları alışılmışın dışına çıkardıkları için sürekli tezinin yanlışlığı kanıtlanmaya çalışılır. Bu sebepledir ki onlar hayatımızdan hiç çıkmazlar, her karşı çıkmak isteyenle birlikte yeniden gündeme oturur, tezleri de çürütülemediği için gittikçe sağlamlaşırlar. Bu isimlerin başında ister fikirlerini benimseyin, ister benimsemeyin Sigmund Freud geliyor. Kendisi hepimizin bildiği üzere psikanalizin babası olmakla birlikte fikirlerini desteklemeyip başka isimleri (Jung gibi) benimseyenlerin de hazmetmek zorunda olduğu bir nörolog.

Yazarların fantezileriyle çocukluk oyunlarının aynı şey olduğunu söyleyen, Goethe ve Shakespeare hayranı Freud’un kitaplarının edebi değeri yüksek olsa, hatta bazı vakaları dönem dönem hikâyeymiş gibi okutulsa da genelde isminden korkar bir türlü başlayamayız kitaplarına. Eminim Freud olsa bu harekete geçemeyişe de bir analiz yapardı ama şimdilik görünen o ki yazdıkları çoğu kişiye anlaşılabilir gelmiyor. Ya da belki de Freud çok hassas noktalarda gezdiği için oralarda kimseyi ağırlamak istemiyoruz. Çünkü Freud’a göre insan ruhu sürekli olarak metafor ve sembol yaratarak temelde şiir yazar. Freud da bu metaforları ince ince çözümleyerek bizim bile dokunamadığımız “bilinçdışı”na ulaşır. Virgil’in Aeneid’inden yaptığı alıntıyla “Eğer tanrılara boyun eğdiremiyorsam, cehennemin derinliklerine dalarım.” der ve rüyalarımıza bile gelir, oradan da bilindiği gibi bilinçdışına ulaşır.

İlk seçenek yüzünden Freud okumaktan çekinenlerdenseniz iyi bir haberim var. D. M. Thomas almış Freud’u karşısına, onun en sevdiği puroları eşliğinde güzel bir sohbet gerçekleştirmiş. Buna ister “Hayali Söyleşi” deyin, ister güzel bir Freud incelemesi. Her iki türlü de Freud’a başlamak için güzel bir kitap olmuş. Hayali söyleşi olarak okuyup ilginizi çeken bir yerden Freud külliyatı okumaya başlamanız her şey bir yana özellikle kendi üzerine düşünmek isteyenlere ilaç gibi gelecektir.

Not: Kitap genelinde çeviri kaynaklı bir sorun olarak “bilinçaltı” kelimesi kullanılmış. Freud’da bilinçaltı diye bir kavram yoktur, bilinçdışı kavramı vardır. Tüm bilinçaltı kelimelerini bilinçdışı olarak düşünmeniz Freud’un kendi kitaplarına geçtiğinizde faydalı olacaktır.

Ümran Kio

Mektup okumayı özleyenlere

Sevgili dost,
Canım arkadaşım,
Sevdiğim,
....

Böyle güzel, içten seslenişlerle başlayan mektuplar almayalı ne çok zaman olmuş... Teknoloji, kağıt-kalemin ve beklemenin o tatlı telaşını uzaklaştırdığından beri hayatımızdan; birine ulaşmak, birilerine bir şeyler anlatmak nasıl da ‘kolay’.

Oysa mektup demek özen demek biraz da; zarflar, kağıtlar almak, postaneye gitmek, vakit ayırmak demek... Kıymetli... Bu yüzden belki de edebiyattaki yeri çok ayrıdır mektup türünün.

Leyla Erbil, edebiyatımızın çizgidışı yazarı, metnin ve dilin sınırlarını zorlamayı seven o güzel kalem, Mektup Aşkları’nda yine ezber bozuyor. Tek bir karaktere yazılan mektuplarla kurguladığı bir roman yazıyor.

Jale’ye gelen mektuplar okuyorsunuz roman boyunca; başka başka kişilerden, farklı şehirlerden gelen mektuplar...

Sacide, Ferhunde, Ahmet, İhsan, Zeki, Zeki'nin babası Abdullah ve Reha'nın mektupları geliyor Jale’ye. Jale’ye aşık erkeklerin sözcükleri, kız arkadaşların paylaştıkları mahrem konular ve tüm mektuplarda okuduğumuz 1940’ların siyasi ve toplumsal yapısı...

Ve en çok da aşk; kadın ve erkek ilişkileri...

"Aslında erkekleri sağduyudan yoksun, bizden çok zayıf, duygusal yaratıklar olarak görüyorum. Bence olay şu: Üzerimizde kurdukları buyurganlık (ki bu onların ham gücüne dayanıyor) yüzünden kendimizi korumak üzere yalan, hep yalan söylemişiz onlara. Bizim zekâmızı geliştiren bu yalanlar onları bizim aptallarımız durumuna sokmuş. (...) Ancak işin enteresan yanı, tarih boyunca erkeği zekamızla oyalayıp idare etme duyumuz öylesine gelişmiş ki, her kadın zekâsıyla, tevarüs ettiği kurnazlıklarla içten içe durmadan yenmiş erkeği. Ne var ki aslında yendiği şeye yenilmiş gibi görünerek yaşadığı ikiyüzlülüğü de hazmedemeyen kadın, mutsuzluğun pençesine düşmüş durumdadır."

Jale’ye yazılmış mektupları okurken, bazen, sanki Jale’nin yatak odasına gizlice girmiş de bir kutu içinde bulduğunuz mektupları okuyormuş gibi oluyorsunuz. Kitabın böyle değişik, başka bir tadı var.

Başka başka dillerden, özenli sözcüklerle akıp gidiyor; aşklar, kavgalar, yolculuklar...

“Aşk var dostum, aşk var ve her şeyi iyi ediyor aşk, dünyayı güzelleştiriyor. İnsan ruhu ancak aşkla şahikasına kavuşuyor...”

Mektup Aşkları, ezber bozan metinleri seven ve el yazısıyla yazılmış o zarif mektupları özleyenlere iyi gelecek bir kitap...

Merve Uzun
twitter.com/merveuzun

22 Ekim 2012 Pazartesi

Yaraların kadar derinsindir

"Yaralarım çok derin, sonu yok bu kederin
Kendime seçtiğim yer, şimdi olmuş ellerin..."

- Müzeyyen Senar'dan bir hicâz

1936 doğumlu usta şairlerimizden Hilmi Yavuz, YKY vasıtasıyla bizlere yepyeni şiirlerini sundu. Çok yakın bir zaman önce çıkan "Yara Şiirleri", yara, aşk ve hüzün ile dolu.

Klasik Hilmi Yavuz üslubunun bu son örneklerinde, şair biraz da kendinden yola çıkıyor. Hayatını adım adım okuyucularına takip ettiriyor. Kapanışı  yaparken yine kendi hayatından belki de en temel tecrübesini  gösteriyor bizlere.

"Akrep izleri var, hüznün altında,
Yaramız? yarası sığ, öyle derin;
Ne zamandı kuşatıldık kusmukla
Utançtır, vuruyor yüzüne gölgelerin..."


52 sayılık bu eser, YKY'nin "kare kitap"larından çıktı. Dolayısıyla arşivlik. 3 bölümden oluşuyor ve her bölümde derin izler bırakıyor, derin yaraları sorguluyor, sorgulatıyor.

"Kalbimdir, arzulara tercüman;
Yara yok, görünmüyor,
Ama kan akıyor, hâlâ akıyor,
Tenimi kavura kavura."


"Yeni yetme" bir şair olarak, biraz da "Hilmi Hoca" hakkında bilgi vermek isterim. Hilmi Yavuz "Doğu Şiirleri" ile 1978 Yeditepe Şiir Armağanı'nı, "Zaman Şiirleri" ile de 1987 Sedat Simavi Büyük Edebiyat Ödülü'nü kazandı. Bu iki eserini daha önce önerdiğim "Hüzün Ki En Çok Yakışandır Bize" adlı toplu şiirleri arasında bulabilirsiniz.

"Var'la yok bir'dir;
Hüzünle oyun olmaz;
Yalnızlığın birliğini duy,
Sonsuzluğun da..."


Nobel Edebiyat Ödüllü ve Şilili şair Pablo Neruda'nın 100. yoğum yıl dönümü dolayısıyla, Neruda'nın şiirlerini Türkçeye kazandırdığı için kendisine 2004 yılında Şili Cumhurbaşkanlığı Özel Şeref Madalyası verildi.

Bu kadar dolu bir şiir geçmişi olunca, Hilmi Yavuz'u takip etmek, okumak ve şiirleri üzerinden ödevler çıkarmak da bizim görevimiz oluyor.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

17 Ekim 2012 Çarşamba

Kalbi olanın, hüznü de vardır

"Mesleğimiz hüzündür, meşrebimiz...
Derin yaprağı acıların ve küllerin
Akarsuyun alnında bir sırma kemerin
Kalb ve sevde işçiliğiyle
Dokuyup yere serdiği
Tütünü ve kuşatmayı
Bilenin ve bilmeyenin."

Devir, kalbî duyguların tükendiği bir devir. Artık insanlar sadece bitkisel yağlardan uzak durarak bitkisel yaşamdan korunabileceklerini sanıyorlar. Oysa kalp sadece biyolojik bir organ değil, insanın baştan ayağa kadar duruşunun da ifadesidir. Hüzün ise bir kalbe sahip olduğunu bilenlere mahsustur. Bir kalp, sadece kan değil duyguları da dağıtır tüm vücuda. İnsan kanla olduğu kadar, duygularıyla da yaşar. İşte tüm bunların farkında olan ruhlar için Hilmi Yavuz'un 1989 yılında Can Yayınları'ndan basılan ve şimdilerde bulunması biraz zor kitaplarından, toplu şiirlerini barındıran "Hüzün Ki En Çok Yakışandır Bize"yi önermek isterim.


"Hüzün ki en çok yakışandır bize

Belki de en çok anladığımız...
Biz ki sessiz ve yağız
Bir yazın yumağını çözerek

Ve ölümü bir kepenek gibi örtüp üstümüze..."

76. yaşını geride bırakan Hilmi Yavuz, acemisinden tecrübelisine tüm şairlerin bir ödev gibi okuması gereken şairlerden hiç şüphesiz. Bu eserinde daha önce "Bakış Kuşu", "Bedreddin Üzerine Şiirler", "Doğu Şiirleri", "Mustafa Suphi Üzerine Şiirler", "Yaz Şiirleri", "Gizemli Şiirler" ve "Zaman Şiirleri" adı altında kitap olarak yayınlanan tüm şiirlerini bulmak mümkün. Bulmak için biraz uğraşmanız gerekebilir, ancak hem kütüphaneniz hem de kalbiniz değerli bir eser sahibi olacaktır.

"Kalbim, sevdalara sığmayan kalbim
Bir dağı içeriyor geçerken..."


Hilmi Yavuz için "dil beğenisi en yüksek şairlerimizden biri" diyordu Cemal Süreya. Onun için "şiirini bilinçle yazan, bunun için de ne yaptığını bilen bir şair" diyen isim ise Fethi Naci idi. Adnan Binyazır ise son noktayı "şiir, bir dil olayı olduğuna göre, Türk şiirinin dilini yaratmada Hilmi Yavuz'un emekleri az değildir" diyerek koymuştu.

"Zaman, bendim!..
Ben şiiri bir yaz gününden öğrendim
Ve aşklar o ilk şiirden arta kalandı..."


Giderken şunu da söylemek isterim, Can Yayınları bu toplu şiirleri artık basmıyor. Lakin Yapı Kredi Yayınları, "Büyü'sün, Yaz!" adı altında Hilmi Yavuz'un toplu şiirlerini şubat 2006'dan beri basıyor. Kitap, eylül 2012'de 5.baskısı yapmıştı. Bilgilerinize diyor, bu kitapla birlikte kalbinize ve hüznünüze "edebi" anlamda da sahip çıkmanızı diliyorum.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

16 Ekim 2012 Salı

İnsanın kendisi olmasının yolu nedir?

“Hiçbir zaman kendisi olamaz insan”

Bu cümle Orhan Pamuk’un tabiriyle romanın “gizli merkezi”. Şimdi bazı okuyucular bana kızabilirler romanın bütün sırrını anlattım diye. Hemen heyecanlanmayın çünkü yazar bu cümleye benzeyen cümleleri kitabın başından sonuna kadar birçok kez tekrar ediyor. Şimdi bana şunu sorabilirsiniz: Peki biz “Kara Kitap” ta ne okuyacağız? Hemen anlatayım sizlere:

Galip, İstanbul’da doğmuş ve büyümüştür. Kendisi avukatlık yaparak geçimini sağlamaktadır. Eşi Rüya ise amcasının kızıdır. Bir gün Rüya kısa bir not bırakarak evi terk eder. Galip, eşinin üvey abisi ve bir gazete de tanınmış bir köşe yazarı olan Celal’e ulaşmaya çalışır ancak kısa bir zaman sonra onun da ortadan kaybolduğunu anlar. Galip, Celal’in köşe yazılarından yola çıkarak Rüya’yı ve Celal’i aramaya başlar. Bu arayış sırasında galip, aklına o güne kadar gelemeyecek serüvenler yaşayacak, tarihin görünmeyen yüzünde gemisini İstanbul’a doğru sürecektir. İstanbul’un farklı noktalarına, caddelerine, sokaklarına, gecekondu mahallelerine gidecek, İstanbul’un gizemli yeraltına inecek ve tarihin farklı yüzüyle karşılaşacaktır. Maddi olan ile olmayan iç içe geçecek ve aslında Galip eşini ararken gerçekte neyi aradığını öğrenmeye başlayacaktır. Galip öğrenecek ve öğrendikçe arayışı son bulmayacak, tam tersine artarak eşi ve üvey abisinin nerede olduğunu merak edecektir. İşte, Galip’in eşini ve onun gazeteci abisi Celal’i arama sürecindeki Galip’in geçirdiği değişimi anlatıyor aslında kitap. İnsanın kendisi olma arayışını.
  
Ayrıca belirtmem gerekir ki kitap ağırlıklı olarak sonuçtan ziyade süreci anlatarak kendi merkezini meydana getirmekte. Kitabı ilk okumaya başladığınızda daha önce belki de bazılarımızın karşılaşmadığı bir gariplik dikkatimizi çekiyor. Bu gariplik Orhan Pamuk’un değişik denebilecek yazım tekniği. Bunun yanı sıra detaycı bir yazarla da karşı karşıya olduğunuzu da belirtmeliyim. Kitabın, tasavvuftan beslenerek hikâyesini anlatması ve bu anlatımı kitaba bir polisiye havası verecek şekilde yapması da kitabın üzerinde farklı bir hava bırakıyor. Kitabın ilk sayfasından son sayfasına kadar okuyucunun ilgisini ve merakını canlı tutmayı bu kadar çok ayrıntıyı verirken başarabilmesi ve “tasavvuf-polisiye-aşk” kurgusundaki dengeyi çok iyi kullanması kitabı edebi açıdan da oldukça başarılı yapıyor.
        
“Ancak, anlatacak hiçbir şeyi kalmayan insan kendisi olmaya iyice yaklaşmış demektir.”
           
Herkese iyi okumalar.

Ozan Şen

14 Ekim 2012 Pazar

Sonsuzluk duygusuyla sona doğru akmak için

"Sen öyle çağırmasan ben böyle gelmezdim..."

Tam 5 sene sonra çok uzaklardan, bütün ırmakların ortak kaynağından, Doğu'dan çağırıyor bizi Nazan Bekiroğlu. “O öyle çağırmasaydı, ben de bu kitabı böyle heyecanla okumazdım” dedirtiyor adeta... Trabzon'dan köklerine, İran'a doğru kendi ırmaklarının kaynağını bulmak üzere yola çıkan Bekiroğlu, okurunu yine kurguyla gerçek, tarihle bugün, resimle hayat, düşle hakikat arasında, merkezinde aşk ve savaşın olduğu bir eski zaman hikâyesinin içine sokuyor.

"Doğu ancak doğudadır. Orada her ayna seni gösterir."

"Ne yarın vardı, ne dün ne bugün. Mutlak bir anın içindeydim. Ama bütün bunları anlatacağım biri?.."

"Olmuş, bitmiş, devrini ve hükmünü kaybetmiş olaylar için de ağlanabileceğini anladım. Çünkü hiçbir şey olup bitmiyordu ve demek her şey bitmeyen bir zamanda daha doğrusu zamansızlıkta biteviye yaşanıp duruyordu."

Nazan Bekiroğlu yazar da tarihin dehlizlerinde gezinmek olmaz mı?.. Balkan Savaşı yıllarından başlayıp 1. Dünya Savaşı'na uzanan bir öykünün peşi sıra sürükleniyoruz. Zaman tünelindeymişcesine dünle bugün arasında gidip gelirken; başka sevdalardan geçip birbirlerinde durulan Trabzonlu Zehra ve Tebrizli Settarhan'ın (yani yazarın büyükanne ve büyükbabasının) aşkına şahitlik ediyoruz. Bu aşka şahitlik ederken Bekiroğlu'nun insanın içine işleyen kelimeleri ve engin dağarcığıyla masallardan, savaşlardan, acılardan, dağlardan, çöllerden, yollardan geçiyoruz. Mümkünâtsızlıkların içindeki mümkünleri yaşıyoruz.

"Yol dediğin meşakkatli olmalıydı değil mi?”

"Bir şeye, ulaşılması imkânsız bir şeye düpedüz dâhil olmuş, kimsenin yaşayamayacağı bir şeyi biricik olarak yaşamıştım."

Trabzon, Tebriz, Batum, Bakü, İstanbul yollarında, mevsimlerden geçerek süregelen bu yolculukta bize rehberlik eden de yine yazarın kendisi. Eski aile fotoğraflarının dünyasına girerek canlanan geçmişine okuru da ortak edip içinde bulunduğu zamanların ve mekânların ruhunu bir rüya nizamında yaşatıyor. Doğu'nun gözdesi bu şehirlerin etnik, kültürel, ekonomik, geleneksel vb. tüm özelliklerini de ayrıntısıyla gözler önüne seriyor. Özellikle Zehra'nın abisi İsmail'in savaşın bizzat içinden yazdığı kırık kafiyeleri savaşın din, dil, ırk, millet, yaş, cinsiyet ayırt etmeden tüm hayatlar üzerinde ne büyük tahribatlar yarattığını anlatarak yürekleri dağlıyor.

"İnsan açlıktan ölür mü? Sessizce, tükene tükene mi? Yoksa bağıra, bağıra, sürüne sürüne, görüne görüne mi? Bilmezdim. Ama defalarca gördüm. O kadar gördüm ki artık görmez oldum. Zehra bir bilsem, unutmak bu lisanda kaç hecedir?"

İnsanın ruhunu, kalbini, zihnini cümle cümle okurken, kaleminin estetiğinden ve zarafetinden de asla ödün vermiyor Bekiroğlu. Roman sanatından ziyade tanımlanamayan, nev-i şahsına münhasır bir anlatı türü yaratıyor. Yaratıcılığını, hayalgücünü oya gibi işliyor. Farklı mekânlar, hikâyeler, dünyalar ve kelimelerin arkasında ise hep o aynı mana var. Hep aşkı, hakikâti, birliği arayış... Kelimeler çoksa da mana bir.

"Çünkü sevdim ve ben kalbiyle yaşayanlar zümresindenim."

"Nar Ağacı"nda da yazarın anlattıklarını tecrübe edişini, birebir yaşayışını okurken başka önemli eserlere ve isimlere yaptığı göndermelere de tanıklık ediyoruz. Ve yine her bir cümlesinden aforizmalar çıkarıp altını çiziyor, defterlerimize not ediyoruz. Bazen imrenerek, bazen yüreğimize dokunduğunu hissederek...

"Nar Ağacı", ismi üzerinde açınca içinden tane tane kelimelerin döküldüğü, burukluğuna rağmen tadına doyulmayan bir nar gibi, yüzlerce tanenin içindeki birliğe çağırıyor bizi. Doğu'nun ırmaklarının kıyısında tarifsiz bir sonsuzluk duygusuyla sona doğru akmak için...

"Bir tarafımız hep kırık kalacak belki; ama ihtimal bir kafiye tutturabiliriz."

Ruhuna Kitap'ın değerli yazarı Yağız Gönüler için ufak bir not: Hikâyenin içinde "çay" kelimesi sürekli telaffuz ediliyor ve üzerine methiyeler düzülüyor.

"Lezzeti cennet şarabı
Şâd eder içen harâbı
Gönülde hikmet kitabı
Dolar bu çay sohbetine"

Ahu Akkaya
twitter.com/diviniacomedia

13 Ekim 2012 Cumartesi

Her şeyin kaynağı aşktır, ilim dedikodudur

"Aşk imiş her ne var âlemde.
İlm bir kıyl ü kâl imiş ancak."


Okuduğunuz gibi, ben demiyorum Fuzûlî diyor. Benim fikrim umurunuzda olacaksa söyleyeyim, Ata Demirer'in "Eyvah Eyvah" adlı filmindeki repliğine katılıyorum: "Valla aşksız geçen günlerimi ömürden saymıyorum."

Nereden nereye geldik bir paragraf içinde. Lakin Abdülhak Şinasi Hisar da 88 sayfada sizi 15. yüzyıldan 20. yüzyıla varıncaya dek aşk gezintisine çıkarıyor. Ucu bucağı olmayan bir aşk bahçesi düşünün. İster yalnız ister sevdiğinizle, müthiş bir gezintiye çıkacaksınız bu kitapla.

"Her derde çâre var güzelim, aşka çâre yok."
- Abdülhak Hâmid

"Cânıma bir merhabâ sundu ezelden çeşm-i yâr
Öyle mest oldum ki gayrın merhabâsın bilmedim."

- Bursalı Ahmed Paşa

Bahsettiğim bu gezintide bazen şairlerin sitemlerini dinleyeceksiniz, bazen de hislerinin coşkusunu. Dolayısıyla hem ruhunuzu dinlendirecek hem de hafızanıza eski Türkçenin nakış nakış işlenmiş güzelliklerini ekleyeceksiniz.

"Görmemek yeğdir görüp divâne olmakdan seni."
- Sâbit

"Nesin sen ben de bilmem cân mısın cânân mısın kâfir."
- Nedîm

Aşka dair seçilmiş mısralar ve beyitlerden oluşan bu güzide kitap, nadide bir antoloji kıymetinde. Cep mesajı niyetine kullanmayınız, yârinize mektup yazarken faydalanınız. Mektup yazmıyoruz, tüm bu iç sıkıntıları ondan.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

12 Ekim 2012 Cuma

Geçmişe dönüp şimdiyi görmek isteyenlere

Bugün 12 Ekim 1934. Kastamonu, İnebolu'da Türk Edebiyatı'nın usta bir kalemi dünyaya geliyor. Okuduğu değerli üniversite ve bölümlerine rağmen o soluğu yazmakta alıyor, yazmakla soluyor. 1972'de "Tutunamayanlar" ile kalbimize dokunuyor, 1973'te "Tehlikeli Oyunlar" ile aklımızla alay ediyor, aynı yıl "Korkuyu Beklerken" ile hikayelerini bir başlık altında toplayıp, "başımıza bunlar da mı gelecek?" dedirtiyor. Gerek gündelik hayatı anlatma derinliği, gerekse kelime zenginliği ile "Korkuyu Beklerken", Oğuz Atay'ın bir hikâye hazinesi oluyor.

"Acaba iyi bir şey olacak mı? Hayır dedim, kendi kendime. İyi şeyler birdenbire olur. Bu kadar bekletmez insanı. Sürüncemede kalan heyecanlardan ancak kötü şeyler çıkar. Ya da hiçbir şey çıkmaz."

Ona "Türkiye'nin Ruhu" demenin yetmeyeceğini düşünüyorum. Belki "Türkiye'nin Kalemi" demek daha yerinde olur. Zira bu kitabındaki karakterlerle ve o karakterlerin düşünceleriyle gerçekten de bu ülkenin tansiyonunu ölçmüş ve raporlamıştır Oğuz Atay. Özellikle "Beyaz Mantolu Adam", belki de hepimizizdir. Tekrar tekrar kendimizi okumamız gerekmektedir.

“Yalnızlık, hafızayı zayıflatıyordu. Elbette! Kimseyle konuşmuyordum ki. Sonunda, bakkal çırağıyla konuştuklarım dışında her şeyi unutacaktım. Konuşmalıydım, bağırmalıydım, öğrenmeliydim. Mektupla doktora yapmalıydım; mektupla doçent, mektupla profesör olmalıydım. Resim bilgimi, genel kültürümü mektupla ilerletmeliydim. Mektupla bir üniversiyete öğretim üyesi olmalıydım; belki bir süre sonra da mektupla üniversitede ders vermeye başlamalıydım. Her şeyden önce konuşmalıydım. Ayağa kalktım. Hemen başlamalıydım, bir şeyler söylemeliydim. Konuşmayı unutmak üzereydim. Kendimi anlatmalıydım. Kendimi göstermeliydim.”

Şimdi sıra bu kitabı henüz okumayanlarda. Korku kapınızda. Yeter artık onu beklediğiniz. Kapıyı, yani kitabın kapağını aralayın. Evet, artık 39 yıl önceden şimdiyi görmek için önünüzde hiçbir engel kalmadı.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

"Dünyanın başlangıcı aşktır" diyenlere

İskender Pala'nın son kitabı, "Benim aşka inancım kalmadı hiç, sorma, sorma" diye tempo tutan tüm "aşksızlara" bir ders niteliğinde. Kitabın her bölümü ayrı bir ödev sunuyor okuyucusuna. Önce "aşk nedir?"den başlıyor, arada tarih sahnesinden güzel hikayeler sunuluyor ve kapanışta artık zihninizde özlem duyacağınız harikulade bir aşk resmediliyor. "Aşka Dair" her şey, İskender Pala'nın diri ve tahrik edici üslubunda saklı.

"Aşkın başlangıcı "görme", sonucu "bakma"dır. İlk görüş anında başlayan ilginin sırasıyla sevgiye, bağlılığa, kalbin erimesine, tutkuya, özleme ve nihayet aşka dönüşmesinin bir tek gayesi vardır; sevilenin yüzüne bakabilmek, o ilk görüş anının lezzetini ve hazzını derece derece artırarak kemale erdirebilmek."

Kitap hakkında çok şey yazmak istemiyorum çünkü konusu aşk olan eserlerde ciddiyetli bir gizem vardır. Bu gizemi bozmamak adına sizi İskender Pala'nın "Aşka Dair"ini okumaya davet ediyorum. Davete icabet etmek iyi bir şeydir.

"Gam, bir âşıkın en kadim ve vefalı dostudur. Kim sadık bir dosttan vazgeçmek ister ki? Yüreğinde bir gam taşıyan âşık, o gamdan güç alır, bir gün bitivermesinden korkar. Çünkü kalpteki gam devamlı sevgiliyi düşünmek demektir. Oysa bir âşık, sevgiliyi düşünmediği vakit nefessiz kalacaktır. Üstelik bur gamın sonunda mükafat vardır: Vuslat!.."

Mevsim sonbahar. Zaman; aşk size daha çok yaklaşmadan, aşka dair bir şeyler, ama önemli şeyler öğrenme zamanıdır. Siz de Adem ile Havva'nın aşkını dünyanın başlangıcı sayıyorsanız, aşkın en derinine inmek için bu kitabı "nefes" olarak kullanabilirsiniz.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

Hakikât içinde rivayet, rivayet içinde hakikât arayanlara

Ara sıra size de oluyordur; bir kitabı görürsünüz, ilginizi çeker, o an için önceliğiniz farklıdır, o kitapta da aklınız kalmıştır. Aradan birkaç ay geçer, tesadüf eseri kitabı raftan kendinize bakarken görürsünüz, bu sefer merakınıza yenilerek yemişim önceliğini dersiniz ve raftan kitabı alıp yutarcasına okumaya başlarsınız... İşte sevgili Serhat Poyraz’ın Şehristan Rivayetleri kitabı benim hayatıma böyle girdi.

Konstantiniye’de sıradan bir gün. Dilenci çocuk, avare avare gelip geçenlerin yüzlerine bakınmaktadır. Belki azıcık da olsa yardım ederler diye. Derken o çocuğun hayatını sonuna kadar değiştirecek bir el omzundan çeker alır onu ve bir teklifte bulunur.

Teklifte bulunan Kara Agop’tur. Teklifi alan başkişimiz Yavuz Ali’dir. Kimselerin ve hatta devlet erkanının dahi haberi olmayan loncanın adı Mest-i Esved’tir. Çocuğu hocası Penyücek’tir. En yakın arkadaşı Hayri’dir. Yavuz Ali’nin, loncanın yaptığı işleri onaylamadığı için ipten kurtardığı adam Ali Cengiz’dir. Konstantiniye’nin dokunulmazlığı da olan serserisi Macit’tir.

Bu kitap hakkında internetten bulabileceğimiz bütün yazılarda “büyülü” kelimesini kullanmışlar. Ortada büyü falan yok. Özenle seçilmiş karakterler, eski şehrin mahalleleri, gelenekleri, edebi- adabı var; okurunu sayfalardan içeri çekip gizli bir labirente sokan işgüzar bir yazar var; ortada son yılların “en iyi”si olabilecek gerçek bir roman var!

Serhat Poyraz, henüz 19 yaşında yazmaya başladığı romanını 23 yaşındayken bitirmiş. Dört sene sonra da yayımlatabilmiş. Bu kadar genç bir yazarın böylesine usta işi bir roman yazmasına ben akıl da sır da erdiremedim sayın okuyucu. Lâkin, okuduklarım bana “iyi edebiyat”a neden ihtiyacımız olduğunu bir kere hatırlatmaya yetti de arttı bile...

Serhat Poyraz’ın muhteşem ilk romanı “Şehristan Rivayetleri”, Türk Edebiyatına burun kıvıran mahrem yüzlere sille-i osmaniye nakşetmekten de geri kalmayacaktır. Serhat’ın üslûbunu ve yazı dilini çok meşhur başka bir yazarımıza benzetmekten de geri kalmayacak toplumumuz, eminim. Çünkü ve sanırım bu şekilde yazan iki yazarımız vardır Türkiye’de. İsmi ben söylemiyorum, okuyunca anlayacaksınız zaten.

Roman denilen şey böyle bir şey olmalı. Alkışlar Serhat Poyraz’a gelsin.

Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar

9 Ekim 2012 Salı

Ölüm Evi Güzellik Salonu'na hiç de hoş gelmediniz

Mario Bellatin, sadece 43 sayfada bir hastalığı vücudunuza olmasa da beyninize yerleştirebiliyor.

Kısa romanlar bazen uzun romanlardan çok daha zahmetli bir şekilde kurgulanmış oluyor. “Güzellik Salonu”ndaki öykü de aynen böyle.

Mario Bellatin, Perulu bir ailenin oğlu olarak 1960’ta dünyaya gelmiş. İlk kitabı Mujeres de sal 1986 yılında yayımlanmış. Güzellik Salonu ise Bellatin’in Türkçedeki ilk kitabı (2011), İspanyolcadan çeviren de Şevin Aksoy. Bellatin, doğuştan bir nedenle sağ kolunu kullanamıyor. Biraz da dikkat çekmek amacıyla sağ koluna takılı olan protezin kafasına gemi korsanı kancası geçiriyor.

Güzellik Salonu’nu tek cümleyle özetle dese birisi aynen şöyle derim: “Yalnız bir adamın dramı!”.

Kadın kıyafetleri giyerek geceleri eğlenmeye çıkan anlatıcımız, aynı zamanda Güzellik Salonu’nun sahibidir de. Henüz on altı yaşına varmadan evden kaçmış. Aldığı duyumlara göre ülkenin kuzeyinde iyi para varmış. Anlatıcımız bu noktada diyor ki, gördüğüm muamele her ne olursa olsun, yirmi iki yaşımdayken güzellik salonunu açacak kadar çok param olmuştu.

Erkeklerle beraber olan anlatıcımız gayet sıkı bir dille Homokatilleri Çetesi’nden korunmanın yollarından tutun da, güzellik salonunu hastalık kapmış ve kaptığı hastalık çok ilerlemiş olan AIDS’li erkekleri bünyesinde barındıran bir “Ölüm Evi”nin nasıl oluştuğuna kadar anlatıyor.

Güzellik salonunun giriş kapısında kadın erkek herkese hizmet yazsa da , salonun amacı doğrultusunda hizmet verdiği süre boyunca çok az erkek giriyor içeriye. Ancak anlatıcımız salonunu bir güzellik salonu olmaktan çıkarıp, hastanelerin bile kabul etmediği hastaların ölüm gününü bekleyen bir ölüm evine dönüştürdüğünde ise bu sefer sadece erkerk hastalar içeri alınıyor.

Kitabın tanıtımında Albert Camus’nün Veba romanını çağrıştırdığı NY Times reklamı olsa da ben bu fikre katılmıyorum. Olsa olsa bu roman da salgın bir hastalığı metafor olarak kullandığı içindir. Anlatım olarak Bellatin’in Camus’yle pek alâkası olmadığını söylemeliyim.

Sonuç olarak, salonu dahil neredeyse her şeyini belli bir amaç uğruna feda etmesine rağmen, öldüğü zaman kimsenin kendisi için bir damla gözyaşı akıtmayacak olması, bir adamı yalnız bir adam yapar. Anlatıcımız da yalnızlığını paylaşmak için yazmış bu kitabı. Okunmalı.

Tuna Bahar
twitter.com/tuna_bahar

3 Ekim 2012 Çarşamba

Şiirle havayı solumak

"Orhan Veli'nin kavgası, edebiyatımızın en büyük kavgasıdır, buna inanıyorum. Irmağın yatağını daha doğal bir vadiye indirdi. Şiire kasket giydirdi, sivilleştirdi onu. Bugünkü şiir verimleri onun da verimleridir biraz."

Böyle diyor Cemal Süreya onun için. Ece Ayhan ise "bir açıkhava ozanıdır" diyor Orhan Veli'ye. Nitekim hava almayı da, hava atmayı da, havalardan kendine bir pay çıkarmayı da öyle güzel becermiştir ki şair, şiirlerinin kolay ezberlenebilirliğinde belki de bu "doğal" koşullar yatmaktadır.

"Beni bu güzel havalar mahvetti,
Böyle havada istifa ettim
Evkaftaki memuriyetimden.
Tütüne böyle havada alıştım,
Böyle havada âşık oldum;
Eve ekmekle tuz götürmeyi
Böyle havalarda unuttum;
Şiir yazma hastalığım
Hep böyle havalarda nüksetti;
Beni bu güzel havalar mahvetti."


Bu kitapta hem Orhan Veli'nin tüm şiirlerini bulabileceksiniz, hem Garip akımının ne olduğunu onu doğuran şairden görebileceksiniz, hem de şairin şiire bakışı hakkında güzel bir giriş makalesi okuyacaksınız.

"Yüz kelimelik bir şiirde yüz tane güzellik arayan insan vardır. Halbuki bin kelimelik bir şiir bile bir tek güzellik için yazılır. Tuğla güzel değildir. Sıva güzel değildir. Fakat bunlardan terekküp eden bir mimari eseri güzeldir."

Orhan Veli, birçok şiiriyle hem şairlere, hem de şiir yazmak isteyenlere ilham kaynağı olmuştur. Feyz alınması kolay, taklit edilmesi zor bir şair olmuştur. Taklit edilmesinin bu zorluğu, doğallığından kaynaklanır. Doğal olan bir şeyi taklit etmek zordur. Bu minvalde kendisinin beni en çok etkileyen "Rüya" adlı şiirini paylaşmak isterim:

"Annemi ölmüş gördüm rüyamda.
Ağlayarak uyanışım
Hatırlattı bana, bir bayram sabahı

Gökyüzüne kaçırdığım balkonuma bakıp
Ağlayışımı."


Nurullah Ataç, "Ahengin, musikinin de şiirden kaldırılabileceğini anlattı" der Orhan Veli için. Şiiri sivilleştiren şair "bir garip" Orhan Veli'yi baştan sona okuyabileceğiniz bu kitap; havayı şiirle solumanızı sağlayacak.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler