Nazan Bekiroğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Nazan Bekiroğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Kasım 2024 Pazartesi

Biraz hayat biraz edebiyat

Sözlük, mihrican fırtınası için, yaza veda ederek sonbaharın başladığı fırtınadır, sıcak havaların serinlemeye başladığının işaretidir diyor. Bu tanımı alıp Nazan Bekiroğlu’nun hayatına yerleştirdiğimizde tam mana veremeyebiliriz ama onun bu kitapta yazdıklarını (özellikle ilk bölümde) okuduğumuzda kitabın ve Nazan Hanım’ın hayatında neye tekabül ettiğini anlayabiliriz. Nazan Bekiroğlu ünlü bir romancı olmasının yanında üniversitedeki görevinden yakın zamanda emekli olan bir profesör aynı zamanda. Bu elbette insan hayatı için önemli bir dönümdür. Yazar da bu durumda yaşadıklarını, daha çok da hissettiklerini Mihrican Fırtınası bölümünde anlatıyor. Klasik bir deneme değildir bu bölüm. Zaten kitabın geneli klasik denemeye çok yakın değil. Özellikle ilk bölümlerde anlatı, daha sonra deneme, sonra edebî inceleme/deneme tarzlarını görüyoruz. Genellikle bu ilk bölümdeki gibi metinlerde anlatının olmazsa olmazlarından anılar/hatırlayışlar da öne çıkar. Duygusal bir bölümdür bu. Zordur yılların (38 yıl) verildiği işten ve binalardan ayrılmak: “Başımı kaldırıp benimle hiç ilgisi olmayan bir sahneye bakar gibi bakıyorum olup bitene. Odam toplanıyor, otuz dekiz yıllık yığın ayaklanıyor. Bağ bozumu. Ekim de değil ki!” Yazar da geçmişi yâd etmeyi sevdiği için ortaya şiirsel cümlelerin de yoğun olduğu, anı salıncağında sallanan bir bölüm çıkmış: “Kurup kaldırdığı teorilerle oyalanan ben ilk kez zamanın ânda değil anılarda olduğunu düşünüyorum.”

Altı ana bölümden oluşuyor Nazan Bekiroğlu’nun yeni kitabı: Mihrican Fırtınası, Kalem Eşiği, Fasl-ı Zor, Göğe Yükselen Mor Fok Balığı, Platon’un Mağarası ve Anna Karenia’ya Dair Notlar. İlk bölüm sadece yazarın emekliliğinin getirdiklerinden oluşmuyor. Zaman zaman öyküye dönen kısa metinler de mevcut. Hayalî bir yaşantı çıkarmakta zorlanmıyor yazar. Örneğin Şair Nigâr Hanım’la ilgili yazdığı metin mükemmel bir öykü örneği bence. Kendini merkeze alarak 1915 yılında Nigâr Hanım’a konuk oluşunu şöyle niteliyor:

İkinci kata çıktığımızda kimse yol göstermeseydi bile yönümü tayin edebilirdim. Şurası kütüphane, şurası yüksek tavanlı, geniş, aydınlık salon. Bir köşedeki piyano kadar sağı solu dolduran imzalı fotoğraflar, abajurlar, biblolar, halılar, hatta perdeler tanıdıktı ve âh, şu porselen takımın bir fincanında ben de 1994 yılında, bir kış ikindisinde çay içmiştim. Şu tablodaki yaşmak-feraceli Hanımefendi’nin göğsünü bağlayan iki sedef düğmenin teki bir avuntu olarak şairenin torunu tarafından o gün bana armağan edilmişti. Elim gayriihtiyarî boynumdaki kolyeye gitti. Orada. Ben de buradayım. 1915 kışının tam ortasında, Nigâr Hanım’ın salonunda, işte, onun huzurun¬dayım. Düşmemek için bir koltuğun kenarına tutundum.

Bundan başka, yine ilk bölümde Nazan Hanım’ın diğer romanlarının karakterleriyle etkileşime girdiğini de görmek mümkün. Birçok denemede birçok türü harmanlamış diyebiliriz yazar için. Zaman zaman anlatı zaman zaman tek bir nesneden yola çıkarak yapılan kurgulamalar ve zaman zaman klasik deneme üslûbu… Kitabın aynı zamanda en uzun bölümü olan Mihrican Fırtınası okuru kitaba çekip çekmeme konusunda belirleyici bir bölüm bence. Benim en sevdiğim bölüm olmadı ama konuları ve üslûbuyla beni çok keyifli bir şekilde kitapta tuttu. Bu bölümde zaman, bazen silikleşiyor. Hayalî ve silikleşmiş zamanla bazen bir şehri geziyoruz bazen ölümünün üzerinden yüz yıl geçmiş bir şaire konuk oluyoruz. Elbette Nazan Hanım’ın adımlarıyla.

Bu tür kitaplarda okurlar yazarın zamanı günümüze getirip biraz da olsa eleştiri/tespit yapıp toplumsal aksaklıklara değinmesini bekleyebilir. Bu, genelde modern dünya eleştirisi olur. Nazan Hanım az da olsa bu yöne sapmış ve toplumsal eleştirilerde bulunmuş. Bunu da “duyarsızlaşma” üzerinden yapmış. Gelibolu üzerinden geçmişe bakarken şimdinin vurdumduymazlığını kâğıda dökmüş. Kitabın ikinci bölümünde yer alan bu yazı, bu bölümün klasik denemeye yaklaşıp anlatı üslûbundan biraz sıyrılmasıyla daha rahat işlenmiş. Fasl-ı Zor bölümünde de bu üslûbun ve zaman zaman bu eleştirilerin devam ettiğini söylemek mümkün:

Oysa bu, eşyanın tabiatına, -bildiğim doğruysa- insani¬yetin doğasına aykırı. Kırılmamız gerek bizim, bir bir değil, topyekûn kırılmamız. Ama bir bakıyoruz ki, A-aa! Futbol takımları, derbi sonuçları ânında arzıendam edivermiş. Şunun bunun aşkı, dizi kahramanları, ölümcül kapışmalı yarışmalar alıp başını gitmiş. Bu böyleyse batsak yeridir. Yine de tepeden tırnağa çiçek açmış bir ağacın önünde bir an durup ‘selfie’mizi çekiyoruz.

Son üç bölüm ilk bölümlerden biraz ayrılıp içinden sanat, edebiyat, tarih ve biraz da hüzün geçen denemelerden oluşuyor. Bu bölümler, alt başlık olarak biraz dağınık bir yapı arz etse de “okuma üzerine okuma” yapmayı sevip “kitaplar üzerine yazılmış yazılar” okumayı sevenlere bir şölen sunuyor. Enis Batur, Umberto Eco, Nurdan Gürbilek, Tim Parks vs. sevenler bu bölümleri de çok sevecektir. Öykülemenin de ağır bastığı bu bölümleri okumak oldukça keyif verici. Ayrıca bu kısımlarda edebiyat camiası için popüler bir tartışma olan “Tolstoy mu Dostoyevski mi?” gibi başlıklar da mevcut. Yazar burada farklılıklar ve benzerlikler üzerinden güzel bir metin kurmuş.

Yazıyı burada sonlandırmak istiyordum çünkü yeterince detay verdim ama son bölüme özel olarak değinmek istiyorum. Çünkü bu bölüm bana göre dünya üzerinde yazılmış en kusursuz roman olan (en iyi, en akıcı vs. demiyorum) Anna Karenina hakkında yazılmış spesifik denemelerden oluşuyor. Yedi tane alt denemeden oluşan bu kısmı okumak için öncesinde romanı okumak daha iyi olacaktır. Daha sonra Nazan Hanım’ın roman hakkındaki incelemelerini okuyabiliriz. Evet, denemeden ziyade incelemeye yakın bu bölüm. Tıpkı bir Nurdan Gürbilek metni okur gibi keyif aldım bu bölümden. Hatta yazarın zaman zaman farklı detaylara inmesi daha da ilginçleştiriyor metinleri. Örnek mi? Mesela Anna’nın Gardırobu: “Birkaç yıl önce Anna Karenina’nın gardırobunu merak ederek romanı yeniden okumuştum. O gardıroptan sadece Anna’nın giysileri değil aşkın lâneti de çıktı.” Üstüne bir de Nazan Hanım’dan (Anna ve Vronski özelinde) ilişkiler üzerine nefis bir tespit gelince bu bölümün benim açımdan en iyi kısım olduğuna karar verdim ve okunacak/okunması yazılması gereken onlarca kitap arasına, hatta en başlara Anna Karenina’yı tekrar ekledim.

Mihrican Fırtınası, kasım ayında Timaş Yayınları’ndan neşredildi ve benim okuduğum ilk Nazan Bekiroğlu kitabı oldu. Rahat bir şekilde, deneme okumayı seven herkese tavsiye edebilirim. Hele ki kitaplar üzerine okuma yapmayı sevenlere daha ciddi şekilde tavsiye ederim. Çünkü bu metinlerde sadece bir romancının değil bir edebiyat profesörünün birikimi de var.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif13

1 Mart 2013 Cuma

Aklıyla kalbinin, hâliyle sözünün, teslimiyetle vehminin arasında kalanlara

Bir isim yaradılanı hayata katan. Bazen saltanatı bazen de ölümü olan. Yetmiyor isme sahip olmak, önemli olan onda vücut bulup taşımak. Varlığı da yokluğu da İsimle Ateş Arasında kalan. Taşıyamayınca ateşe düşüp, yakıp kavuran.

"İsim hayattan evveldi. İsim sebepti. İsim her şeydi."

"Çalıntı bir isim ile girdim onun hayatına. Ben artık yeni bir isim, yeni bir isim olduğuma bakılırsa yeni bir hayattım. Esame bir kağıt parçasıydı nihayetinde. Dokundum. İçim titredi. Kaderimin onda yazılı olduğunu o vakit nereden bilecektim?.."

"Bir isim, bazen insanı nerelere kadar getiriyordu!.."

Bir yeniçerinin esamesiyle yeni bir hayata başlamak isterken ateşe düşen Numan, Numan’ı ateşe düşüren Nihade ve Numan’ı bu ateşten kendisi bile koruyamayan kızı Nur’un çevresinde örülmeye başlanan bir hikâye. Tıpkı Nihade’nin usulca saçlarını ördüğü gibi…

Onun siyah saçlarının karanlığında gün be gün kaybolurken Numan, kızı Nur’un ışığını da kaybediyor. Aşk ise buhur dükkânının kokuları arasında gittikçe büyüyor.

Aşık, maşuk, koku.

"Aşkı taşıyan her kalbin muhkem olduğunu zannediyordum oysa. Meğer aşk indiği kalbi ihya ediyordu ya, ihya edemezse yok ediyordu. Kazasız belasız kurtulmanın imkânı yoktu."

"Onu gördüğüm o ile göremediğim o arasındaki uçurumları hesaba katmayarak sevdim."

"Kelâmın taşımaya güç yetiremediği tek şeydi koku. Kelâma yüklenemediği için haldi koku."

Diğer tarafta bir ismin saltanatını yüklenen padişahlar, padişahlarına büyük bir aşkla bağlanırken tüm yaşamları tek bir esameye bağlı yeniçeriler, saltanatı layıkıyla sürdürmeyi bekleyen şehzadeler. Asırlar içinde tam bir daireye dönüşen düzen garip bir şekilde geriye gitmeye başlıyor, padişah merkeze çekilip daire küçüldükçe yeniçerile dairenin dışında kalıyor.Şehzade iyi padişah olamıyor, yeniçeri ocağı bozuluyor, padişah kendi ordusunu yok ediyor. Bir mazurlar ve mağdurlar imparatorluğu. Koca bir imparatorluğun, hikâyesi kendi ağızlarından anlatılıyor. Okur padişahın da, yeniçerinin de insanı duygularına, zaaflarına tanıklık ediyor.

İktidar, savaş, yangın.

Bir de hiç görünmeden romanın asıl kahramanı olmayı başaranlar; Kanuni ve Mansur. Biri “Muhteşem”liğiyle sınırları zorlayan, diğeri o muhteşem dairenin sınırlarının dışında kalan. İsimlerinin gücüyle varlıkları daima hissediliyor. İsimleri varlıkların beyanındadır çünkü...

"Yükseliş, gerileme, yok oluş."

"Yitirecek hiçbir şeyi kalmamış olanlara mahsus baş eğişle baş eğdim. Acıyan yerlerimin daha az acıyacağına dair ümidimi tümden yitirdim. Kaçmadım artık yaralarımdan. Yanarak var olmayı kabullenmekle sönerek yok olmak arasında yapılacak seçimden ibaretti bütün hikâye."

Yazıcı (Nazan Bekiroğlu) ilk aşk tasvirlerini İsimle Ateş Arasında yapıyor. Kalemiyle kağıt üzerinde ilk bu romanıyla yangınlar çıkarıyor. İçinden şiirsiz geçilemeyecek cümlelerini burada kurmaya başlıyor. Hazmetmesi zor, kitap elde elde asılı, ruh bedende boşlukta... Aklıyla kalbinin, hâliyle sözünün, teslimiyetle vehminin arasında kalanlara...

Ahu Akkaya
twitter.com/diviniacomedia

14 Ekim 2012 Pazar

Sonsuzluk duygusuyla sona doğru akmak için

"Sen öyle çağırmasan ben böyle gelmezdim..."

Tam 5 sene sonra çok uzaklardan, bütün ırmakların ortak kaynağından, Doğu'dan çağırıyor bizi Nazan Bekiroğlu. “O öyle çağırmasaydı, ben de bu kitabı böyle heyecanla okumazdım” dedirtiyor adeta... Trabzon'dan köklerine, İran'a doğru kendi ırmaklarının kaynağını bulmak üzere yola çıkan Bekiroğlu, okurunu yine kurguyla gerçek, tarihle bugün, resimle hayat, düşle hakikat arasında, merkezinde aşk ve savaşın olduğu bir eski zaman hikâyesinin içine sokuyor.

"Doğu ancak doğudadır. Orada her ayna seni gösterir."

"Ne yarın vardı, ne dün ne bugün. Mutlak bir anın içindeydim. Ama bütün bunları anlatacağım biri?.."

"Olmuş, bitmiş, devrini ve hükmünü kaybetmiş olaylar için de ağlanabileceğini anladım. Çünkü hiçbir şey olup bitmiyordu ve demek her şey bitmeyen bir zamanda daha doğrusu zamansızlıkta biteviye yaşanıp duruyordu."

Nazan Bekiroğlu yazar da tarihin dehlizlerinde gezinmek olmaz mı?.. Balkan Savaşı yıllarından başlayıp 1. Dünya Savaşı'na uzanan bir öykünün peşi sıra sürükleniyoruz. Zaman tünelindeymişcesine dünle bugün arasında gidip gelirken; başka sevdalardan geçip birbirlerinde durulan Trabzonlu Zehra ve Tebrizli Settarhan'ın (yani yazarın büyükanne ve büyükbabasının) aşkına şahitlik ediyoruz. Bu aşka şahitlik ederken Bekiroğlu'nun insanın içine işleyen kelimeleri ve engin dağarcığıyla masallardan, savaşlardan, acılardan, dağlardan, çöllerden, yollardan geçiyoruz. Mümkünâtsızlıkların içindeki mümkünleri yaşıyoruz.

"Yol dediğin meşakkatli olmalıydı değil mi?”

"Bir şeye, ulaşılması imkânsız bir şeye düpedüz dâhil olmuş, kimsenin yaşayamayacağı bir şeyi biricik olarak yaşamıştım."

Trabzon, Tebriz, Batum, Bakü, İstanbul yollarında, mevsimlerden geçerek süregelen bu yolculukta bize rehberlik eden de yine yazarın kendisi. Eski aile fotoğraflarının dünyasına girerek canlanan geçmişine okuru da ortak edip içinde bulunduğu zamanların ve mekânların ruhunu bir rüya nizamında yaşatıyor. Doğu'nun gözdesi bu şehirlerin etnik, kültürel, ekonomik, geleneksel vb. tüm özelliklerini de ayrıntısıyla gözler önüne seriyor. Özellikle Zehra'nın abisi İsmail'in savaşın bizzat içinden yazdığı kırık kafiyeleri savaşın din, dil, ırk, millet, yaş, cinsiyet ayırt etmeden tüm hayatlar üzerinde ne büyük tahribatlar yarattığını anlatarak yürekleri dağlıyor.

"İnsan açlıktan ölür mü? Sessizce, tükene tükene mi? Yoksa bağıra, bağıra, sürüne sürüne, görüne görüne mi? Bilmezdim. Ama defalarca gördüm. O kadar gördüm ki artık görmez oldum. Zehra bir bilsem, unutmak bu lisanda kaç hecedir?"

İnsanın ruhunu, kalbini, zihnini cümle cümle okurken, kaleminin estetiğinden ve zarafetinden de asla ödün vermiyor Bekiroğlu. Roman sanatından ziyade tanımlanamayan, nev-i şahsına münhasır bir anlatı türü yaratıyor. Yaratıcılığını, hayalgücünü oya gibi işliyor. Farklı mekânlar, hikâyeler, dünyalar ve kelimelerin arkasında ise hep o aynı mana var. Hep aşkı, hakikâti, birliği arayış... Kelimeler çoksa da mana bir.

"Çünkü sevdim ve ben kalbiyle yaşayanlar zümresindenim."

"Nar Ağacı"nda da yazarın anlattıklarını tecrübe edişini, birebir yaşayışını okurken başka önemli eserlere ve isimlere yaptığı göndermelere de tanıklık ediyoruz. Ve yine her bir cümlesinden aforizmalar çıkarıp altını çiziyor, defterlerimize not ediyoruz. Bazen imrenerek, bazen yüreğimize dokunduğunu hissederek...

"Nar Ağacı", ismi üzerinde açınca içinden tane tane kelimelerin döküldüğü, burukluğuna rağmen tadına doyulmayan bir nar gibi, yüzlerce tanenin içindeki birliğe çağırıyor bizi. Doğu'nun ırmaklarının kıyısında tarifsiz bir sonsuzluk duygusuyla sona doğru akmak için...

"Bir tarafımız hep kırık kalacak belki; ama ihtimal bir kafiye tutturabiliriz."

Ruhuna Kitap'ın değerli yazarı Yağız Gönüler için ufak bir not: Hikâyenin içinde "çay" kelimesi sürekli telaffuz ediliyor ve üzerine methiyeler düzülüyor.

"Lezzeti cennet şarabı
Şâd eder içen harâbı
Gönülde hikmet kitabı
Dolar bu çay sohbetine"

Ahu Akkaya
twitter.com/diviniacomedia

20 Mart 2012 Salı

Asıl ülkeye hiç ulaşamayanlara

“Kaç zamandır yazmak istiyorum. Şimdiye kadar hiç kimsenin söyleyemediği şeyleri, hiç kimsenin söyleyemediği biçimde yazmak istiyorum. İçim sımsıcak, içim kıpır kıpır, içim lale tarlası. Kağıdın üzerine düşmeden donuveren damlacıklara dönmeden içim, yazmak istiyorum. O zaman, içimden geçenleri yazabilince, başarabilince ruhuma kanat takmayı, var olacağım sanki. Paylaştıkça çoğalacak, bölüştükçe varlığımın anlamını çözecebileceğim.”

Şimdiyle geçmişin, modern hikâyeyle klasik metinlerin arasında gidip gelen dipsiz, uçsuz bucaksız kelimeleriyle, kendi içimize döndüren bir kurguyla baş başa bırakıyor bizi Nazan Bekiroğlu. Osmanlı’nın göz kamaştırıcı saraylarında, tarihi yarımadanın aşk kokan sokaklarında, boğazın serin derinliğinde düşsel bir gezintiye çıkaran bir cariye, hattat, nakkaş, padişah masalı onunkisi. Okuru farkına bile varmadan içine çeken, kendini kaybettiren bir masal.

Bekiroğlu zengin kelime haznesiyle insan ruhunun gizli odalarında keşfe çıkarıyor adeta. Ve sırlarımızı bizden bile daha iyi biliyor. Yüreğindeki aşkı, masalı açıyor bizlere. Hem bu zamandan hem de geçmişe ait bir ruhla tanıştırıyor. Bensersiz üslubu ise tehlikeli adledilebilecek bir yola sürüklüyor eli kalem tutanı. Zira bir süre sonra ifadelerinizden onun kelimelerinin sızdığını görmek çok olası. Kült olacak, aforizma niteliği taşıyabilecek onlarca cümleyi barındırıyor metninde.

“Nihayetinde her şarkı kendi sonuna kadar vardı.”

“Yalnızlık, kuşku yok ki bu yüzden, sözcüklerin, kendi içini en çok dolduranı idi ve bu yüzden aklımızda en çok ve çabuk kalan sözcüktü yalnızlık.”

Eski aşkların bir bir kayboluşunu medeniyetle, batılılaşmayla ilintilendirirken; âşık ile maşuk’un, ilahi aşkla beşeri aşk arasında gidip gelmenin, Araf’ta kalmanın ızdırabını da sanki yaşatıyor okuyana.

Gerçekle düşün arasında bir yerde, denizle gökyüzü arasında bir yerde, ölmekle var olmanın arasında bir yerde” sayıklayan, “zamansızlığın ortasında mutlak olanı, hiç eskimeyecek ve kalıcı olanı” arayan, o asla ulaşılamayan “asıl ülke”de geçen masalın kahramanı olmak isteyenlere; varlıklarla yetindirmeyen yoklukları aratan bir başucu kitabı “Nun Masalları”.

Ahu Akkaya