11 Nisan 2025 Cuma

Gönül radyosunu açmak

Sufilerin nezdinde Hakk’ı tanıma, bilme yolculuğunun pek çok güzergâhı vardır. O, her an yeni bir işte ve oluşta bulunduğundan; tasarrufunu ve tecellisini idrak edebilmek için bu güzergâhlar arasından biri, diğerlerinden ayrı bir yerde durur: esmâ-i ilâhiyye. Nitekim yine sufiler tarafından dile getirilmiştir ki tasavvuftan, ilm-i batından, muhabbetten, aşktan ve hatta cezbeden, kurbiyetten murad, esmâ-i ilâhiyye’yi tüm köşeleriyle, içiyle, manasıyla bilmektir.

Seyr ü sülük gören bir derviş, Rabb-i Hass’ına doğru bir yolculuğun içindedir. Maksat, mümkün varlıkların arasında, yani âlemin dört bir yanında gerçekleşen tecelliyi “playback” yaparak değil “canlı” katılarak görebilmek, anlayabilmektir. Zira bütün insanlık, bütün âlem, esmâ-i ilâhiyyenin tasarrufu altındadır. Bu sebeple “hırsız hırsızlığını, polis polisliğini yapar, sen işine bak” diye tavsiye edilir. Zira kişideki hakikati görmek, er kişinin harcıdır. Başkasındaki kusurlara değil kendimizdeki sıkıntılara dikkat kesilmek; türkülerin zengin dünyasından ciddi bir nefs mücadelesine girmeyi gerektirir. Neticede edebiyatın, dilin, sohbetin kaynağı da gönüldür. Orada dolanıp durmak da kişinin ömrünü ziyadeleştirir. Lakin tasavvufta “men aref” dersine intikal etmek için duymaktan işitmeye, anlamaktan idrak etmeye geçmek gerekir. Dervişin hangi esmânın taht-ı tasarrufunda olduğunu bilmesi demek, seyr içinde mümtaz bir makama ulaşması demek aynı zamanda. “Makamlı ol” demiştir Muzaffer Ozak Efendi. Yalnız kulak sahiplerinin başka, ancak gönül sahiplerinin başka anlayacağı bir şey bu. Hakk’ın yanına vardığında makamlı ol. Yediğin içtiğin senin olsun -ki onların da hesabı var-, lakin çözdüğün nefs düğümlerinden haberdar ol. Hakk’ın yanındayken O’na yaraşır bir ömür inşa ettiğinden emin ol. Sözü burada Alvarlı Muhammet Lütfî Efendi’yle bağlayalım: “Kim okursa dilde ders-i men aref / âlem-i mânâda bulur bin şeref / bir gör tevhîd eder eşyâ her taraf / Lütfî hüccetindir îmânın senin.

Her ne kadar günümüzde hiçbir ehliyeti, ruhsatı olmadan O’nun güzel isimlerinden bahseden kimseler olsa da ve bu isimler belki bilerek belki de bilmeden, onları dinleyenleri daha zorlu yollara nakletse de bu da bir tasarruftur. Hakk, yarattığı en kutsal malzeme olan aklı, kulunda görmek istiyor hiç şüphesiz. Zaman geçtikçe, devir değiştikçe, insanın kendi ruhuyla arasına giren perdelerin artık sayısı bilinmez hale geldikçe aklın da önemi yeniden hatırlanıyor olsa gerek. Her seferinde başvurduğumuz o akılla Mevlâ’ya varılamayacağı yine sufilerimizin başlıca telkinlerinden biri. Ancak bu durum, “tasavvuf kitapları okuyarak yol yürünmez, ama okunmadan hiç yürünmez” sözünü hatırlatıyor. Akılsız başın cezasını mutlaka ayaklar çekiyor. Aklı başa almak, Türkçemizin en güzel ifadelerinden biri. Demek ki hikmet ve irfan dairesine katılmak için aklı değil nefsi dizginlemek, sonra da aklı, akl-ı meâş’tan akl-ı meâd’a ulaştırmak gerekiyor. Bu bir kabiliyet işidir. Söylemi yumuşatmak icap ederse şöyle diyebiliriz: maaş aklından mana aklına geçmemiz şart. Lakin şu da gölgede kalmasın: insanların temel ihtiyaçları giderilmeden, maişet meselesi belli bir rutinle çözülmeden onlara hakikatten bahsetmek rencide edici bir iştir. Hakk’ın buna rızası var mıdır? Meydanda pek çok ehl-i Hakk olduğu görülüyor, belki bir gün onlar cevap verirler bu soruya diyelim ve geçelim.

Meleke; Kubbealtı Lügatı’nda “Bir iş veya davranış üzerinde devamlı uğraşma, tekrar ve tecrübe ile kazanılan alışkanlık, beceriklilik, yatkınlık” olarak anlam buluyor. Birçok sufi için faydalı, hayırlı, güzel ve temiz işleri alışkanlık haline getirmek, insanı mecazi olarak bir meleğe dönüştürüyor. Keza Türkçemizde “melek gibi insan” denmesinin sebebi de o insandan emin olmaktır. Emin olunmak ise, bir Müslümanın hayattaki en büyük sermayesi olsa gerek. İlim yolculuğunda hocanın da talebenin de elindeki en büyük sermaye emin olmamak. Bu durumda daima çalışmak, melekelerimizi taklidi bir gayretten tahkiki bir aşka çıkarmak hepimizin vazifesi, yalnız hocaların ya da talebelerin değil. Öte yandan, Sadreddin Konevi’nin buyurduğu gibi, Hakk yolunda seyr ü süluk etmeyen kimse yok. Lakin kimileri farkında, yani bilinçli. Kimileri de farkında değil, yani gaflet hâlinde. Mevlâ halimizi daima hayra çıkarsın diyerek konuyu 1903-1979 yılları arasında yaşamış bir gönül erine getirmek istiyorum: M. Nusret Tura.

Kendileri Fatih dersiamlarından, aynı zamanda da mesnevîhan olan (ara not: Bu bir Osmanlı geleneğidir. İlim erbabı aynı zamanda ehl-i irfandır. Tek kanatlı kuş olmanın marifet göğünde faydası olmayacağını bildiklerinden, zahiri ilimlerden mutlaka batınî ilimlere de göçüp, burada da zevk etmişlerdir.) tarih-i Uşşâkî meşâyihinden Mehmed Hazmi Tura’nın (1880-1961) talebelerindendir. Nusret Efendi kendini gizlemiş, dolayısıyla tasavvufun iç mekteplerinden melametilikle süslenmiştir. Allah razı olsun, Mahmud Erol Kılıç hocanın tavsiyeleri ve yönlendirmeleri vaktiyle dikkatimi çekmiş, hazretin yazdıklarını okumuştum. Şimdi bir okur ve doymak bilmemekle övünen bir talebe olarak, yeniden onu okumanın zevkini yaşıyorum. Bu zevk, şüphe yok ki zahiri, kabukta seyreden bir zevk. Mevlâ, okudukça hem kelâmımızı hem de hâlimizi de güzelleştirsin diyorum. Nusret Efendi’nin kalemini aşk mürekkebine banarak yazdığı fevkalade güzellikteki kitapları şöyledir: Gönül ve Aşk, O’nun Güzel İsimleri, Aşk Yolu ve Mektuplar. Mahmud Erol Kılıç hocanın hazırladığı tüm bu kitaplar Râh-ı Aşk adı altında İnsan Yayınları tarafından neşrediliyor. Ayrıca hazretin şiirleri de Erler Demine adıyla H Yayınları’nca neşredilmiştir.

Devlet Deniz Yolları’nın İstanbul, Bebek İskelesi’nde gişe memurluğundan emekli olmuş Nusret Efendi, talebeleriyle ve sevenleriyle mektuplar yoluyla hem haberleşmiş, hem de onları dünyanın dalgalı denizinde emin sahiller bulmaları noktasında yönlendirmiştir. Taşıdığı bütün vazifeleri, hasretleri, zorlukları; gönül merkezinde bırakmıştır. Orada her şey dengini, terazisini, kıymetini bulur. Yazılarını yazarken de günün belli bir vaktini seçer. Kendisinden okuyalım: “Bütün gün bütün gece cümle mahlukatın ibadet saatleri vardır. Âşıklarınki sabah namazından en az bir saat evveldir. O saate; saat-i raz-ı muhibban, vakt-i niyaz-ı aşıkân derler. Biz de yazılarımızı bu saatte yazarız. Diğer yazıları bu saatte okuruz. Onun için yazılarımda gül kokusu, gözyaşı ıslaklığı, titrek bir elin titrek yazıları hissedilir. Gönül semâsından rahmetlerin yağdırılması için bu zamandan istifade etmenizi tavsiye ederim.

Cümle insanlığın yokluk sırrına ulaşmasını dert edinmiş bir sufi Nusret Efendi. Yakınlarına yazarken dünyanın eleminden, sıkıntısından çok da şikayet etmemek gerektiğini, bunun sebeplerinin olduğunu dile getiriyor. İnsanoğlunun kimi zaman gazapla, kimi zaman celalle, kimi zaman akla hayale gelmez zorluklarla başa çıkması gerektiğini, nefsin ancak bu şekilde balyoz misali darbelerle gemlenebileceğini, terbiye olacağını söylüyor. Dünya hayatı sadece böyle değil şüphesiz; demler safalar da ziyadesiyle var. Ancak yakalayabilene var. Nasıl yakalanır? İnsanın esma-i ilahiyye üzerine yoğunlaşması, çalışması, tefekkür etmesi, belirli bir idrak kazanması gerekiyor. Mahlukatın hallerini gözeten bir Müheymin, dilediği işi yaptırmaya kadir bir Cebbâr, icap ettiği zaman ruhları daraltan bir Kâbız, yine icap ettiği zaman ruhları ferahlatan bir Bâsıt, inananları meşrepleri ve mizaçları doğrultusunda yükselten bir Rafî, iyiyi kötüden ve haklıyı haksızdan ayıran, koruyan bir Hakem, kimsenin anlamayacağı bir adalet mekanizmasını daima işleten bir Adl, sonsuz mağfireti ve hudutsuz affı olan bir Gafûr, hakiki bir sevginin karşılığında azı çoğaltan bir Şekûr, çoğu zaman bırakalım şükretmeyi, şükrünü aklımıza bile getiremediğimiz bedenimize, ruhumuza kuvvet veren bir Mukît, hiç beklemedik bir yerden hiç beklemedik bir zamanda hiç beklemedik miktarda veren bir Kerîm var. Yalnız özel günlerde ve gecelerde, bayramlarda, kandillerde, ölümlerde ve doğumlarda, birleşip ayrılmalarda, tanışıp kavuşmalarda, alışverişlerde, törenlerde, ayinlerde değil, her an hatırlanması gereken bir Rakîb var. Laf aramızda, O’nu unutmamız da mümkün değil, zira Kendini asla unutturmayacak kadar sevgisiyle, muhabbetiyle kulunu donatmış; Kendisine inanmadığını iddia edenin bile önüne çorbasını koyan bir Rezzak; yalnızlığı ve yolsuz kalışını kendine elem sebebi hâline getirmiş kulunu yine huzuruyla neşelendirmiş bir Fettah var. Bir şeye üzülüp sinirlendiğimizde “Hasbünallahî…” diyerek yakardığımız Vekîl, dayanamayacağımız bir durum karşısında “Ya…” diyerek yanaştığımız Sabûr, dileğimize kavuşmak için tahammülümüzü yitirdiğimizde başvurduğumuz Kadîr, günahın acısıyla kavrulduğumuzda affına, afiyetine sığındığımız Tevvâb, yalnızca ve daima O.

Nusret Tura Efendi’nin O’nun Güzel İsimleri adlı kitabındaki yazıları, sanki her meraklı için yazılmış bir esmadan müsemmaya yapılması gereken yolculuk için bir şevk dersi, bir aşk dersi. Allah-Hâlık isminden bahsederken, yani kitabın henüz başında, bu okuma yolculuğunun meraktan tanımaya, tanımadan bilmeye, bilmeden olmaya dönüşmesi gerektiğini çeşit çeşit büyüklükte kaşığın içinde bulunan balla okurun damaklarına yapıştırıveriyor hazret: “Akıllı kimseler hayal peşinde değil, hakikat peşinde koşarlar. Gönlünüzün derinliklerinde hakikatinizin menbaını bulun. Oradan temaşa daha faydalıdır… Vicdanın emri, her şeyde kendini küçük görmek, karşısındakini büyük görmek, kendine arslan payı ayırıp diğerlerine hiçe saymamak, kardeşlerini daha evvel düşünmek ve tercih etmektir. Bu hakkın bir nurudur. Hemcinsine yardım, hizmet, hürmet yoludur. İyi insanların gönlü o zaman rahat olur… Herkes bilmelidir ki iyilik eden iyilik bulur. Hiçbir hareketimiz zâyi olmaz; hakikat radyosunun kanalları da daima faaliyettedir. Gönül radyosu açık olanlar, bu hakikatleri duyar bilirler; herkes çalışması ve alakası nisbetinde feyz alır.

Bütün gayretimiz can gözümüzü biraz açmak olmalı. Çünkü can gözünü, gönül gözünü açanın gördüğü dünya da başka olacaktır. İçini daha manalı, daha hakikatli anlamlarla dolduracaktır. Elbette zaman zaman dünya denen o koca kayalığa çarpıp yere düşecek, hatta düştüğünde belki birkaç tekme de yiyecek ama sonra onu kaldıracak bir sahibinin olduğunu da görecektir. Hani bazı haberleri anlatırken sunucular, “perde arkasında kaldı” derler ya; perdenin, sahnenin, âlem denen o fasıl heyetinin sahibi belli. O’nu daha kuvvetli ve muhabbetli tanımak için sufilerin kaleminden çıkmış esma-i ilahiyye kitaplarıyla meşgul olmak çok önemli. Büyük sufi Atâullah İskenderî’nin, ‘tüm zamanların kitabı’ denilebilecek Hikem-i Ataiyye’sinden bir sözle bitirelim: “Allah’ın nezdindeki kıymetini anlamak istersen, seni ne ile meşgul ettiğine, hangi vazifelerde istihdam ettiğine bak.

Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf

9 Nisan 2025 Çarşamba

Enis Batur’a edebiyat dünyasından gelen mektuplar

Mektup, ciddi okurdan tutun da okuma yazma hâlini çok umursamayan, arada bir eline bir roman alıp onunla avunan azokurların bile kayıtsız kalamadığı bir yazın türüdür. (Mektupların yayımlanmasının etik açıdan doğruluğu/yanlışlığı bu yazının konusu değildir) Çünkü ortada mektup gönderen veya gönderilen en az bir tanınmış kişi vardır ve hemen her insan için bu özel metinler bir ilgi nesnesidir. Belki de yayımlanacağını düşünmeden yazılan bu kişisel metinler sadece magazinsel bir merakı giderme unsuru değil, aynı zamanda öğretici birer metin de olabilir. Bu tür mektupları okuyup geçebiliriz, kişisel merakımızı tatmin edip bir kenara bırakabiliriz fakat bir de notlar alarak, yazıldığı dönemlerin somut ve soyut havasını ve gerçekliğini anlamaya çalışarak bir fikir edinme yoluna gidebiliriz. Tabiî ki ben yazarlar arasındaki mektuplardan bahsediyorum. Elbette aile mektupları da son derece ilgi çekici olabilir ama bir şeyin ilgi çekici olması nitelikli veya öğretici olduğu anlamına gelmez. Mesela Enis Batur’un ailesiyle olan mektuplaşmaları bir Leylâ Erbil’le mektuplaşması kadar (edebî açıdan) önemli olmayacaktır.

Rûken Kızıler’in sunuşu ve Enis Batur’un önsözünden anlıyoruz ki bu kitaptaki mektuplar bini aşkın mektup arasından ve Enis Batur tarafından seçilmiş ancak içerik açısından tamamen Rûken Kızıler’in inisiyatifine bırakılmış. Burada itiraz hakkımı kullanıyorum. Enis Batur’un ona gönderilen mektuplar arasından müstakil olarak seçip kitap hâlinde bastırdığı üç yazarın mektupları var: Ece Ayhan, İlhan Berk ve Bilge Karasu. Bu kitapta tekrar Ece Ayhan ve İlhan Berk’ten seçme mektuplar yayımlanmış ve bu mektuplar kitaba göre yüksek hacimli yer kaplıyor. Bilge Karasu alınmamış ancak bu iki yazarın yerine, Batur’a mektup yazan 687 yazar-sanatçı-bilim insanından ikisi veya üçü eklenebilirdi. Mesela bu kitapta, Enis Batur’un zamanında mektuplaştığına emin olduğum dostu Samih Rifat, Oruç Aruoba, Yaşar Kemal, Turgut Uyar hatta İsmet Özel, Attilâ İlhan ve Sadık Yalsızuçanlar gibi kimseler yok. Bu kanıya, Enis Batur’un kitaplarını çok sıkı takip edip kimlerle irtibatlı olduğunu bilenler rahatlıkla varabilir. Batur’un mektuplaştığı kişiler çok ayrı dünya görüşüne sahip kişiler. Mesela kitapta Küçük İskender de var Murat Belge de var Nuri Pakdil de var. Yani Enis Bey biraz daha kişi ekleseydi daha renkli ve geniş bir kitap ortaya çıkabilirdi.

Mektupların bir kısmı hem kişisel hem de edebî olarak çok önemli noktalar barındırıyor. Şu dikkatimi çekti: Enis Batur daha yirmili yaşlarının başında (tarih olarak ilk mektup Yusuf Atılgan’a, Enis Batur 21 yaşındayken) ‘koca koca’ yazarlarla mektuplaşıyor ve onlardan cevap alıyor. Yusuf Atılgan, Leylâ Erbil, Abidin Dino, Behçet Necatigil ve birçok yazar Batur’la ‘dengiymişçesine’ yazışıyor ve onu bazı konular hakkında ikna etmeye çalışıyor. Bu tabiî ki Enis Bey’in atılganlığını ve kendine güvenini gösterir ama bu büyük yazarların cevapları, zamanın yazar/şair/ressamlarının ‘edebî ciddiyet’ine de kanıt oluşturur. Şimdiki ortamda genç bir yazar/şair, tanınmış 40 yaş veya 50 yaş üstü bir yazara e-mail gönderse, bırakın cevaplanmayı, gönderdiği iletinin okunacağını bile sanmıyorum. (Belki de istisnalar hâlâ yaşıyordur) Batur’un mektuplarını ayırırken seçmeyi bu şekilde yapmasının şöyle bir önemi var aslında: Kendisini eleştiren mektuplar da mevcut kitapta. (Batur, bu kitaptaki mektuplara daha özel nitelikli mektuplar diyor, diğer bini aşkın mektuba nazaran) Mesela, Leylâ Erbil’i bir yazısında ‘Tahirîlik’le suçlayan(!) Enis Batur’a Erbil, mektubunda uzun uzun karşı çıkıyor ve deyim yerindeyse Batur’u epey hırpalıyor. Bu hırpalamayı yaparken, Kemal Tahir’i ve hayatını iyi bilen kişilerin zaten vâkıf olduğu ama birçok kişinin pek bilmediği, Kemal Tahir’e karşı zamanında oluşturulan ‘edebî ve ebedi ret hâli’ni de sağlam bir şekilde eleştiriyor ve bilmeyenlere de bir özet geçiyor. Buraya kısa iki parça alabiliriz: “…Roman denince, Kemal Tahir’i anmak bu ölçüde korkutuyor mu yoksa Türkiyeli yazarları? Bunu şöyle de söyleyebiliriz, Kemal Tahir adı neden böylesine korkunç geliyor kimilerine; bir düşmanlığı, bir aşağılık duygusunu, bir nefreti yerinden kımıldatıyor bu ad? Düşünsene roman deyince Halide Edib’den, Yakup Kadri’den, Yaşar Kemal’den, hatta A. İlhan’dan, A. Ağaoğlu’ndan, Füruzan’dan korkmadan söz açacağız, onların üzerine sayfalar dolusu yazabileceğiz kimse korkmayacak da, Kemal Tahir denince küplere binilecek! Hesap sorulacak! Yasaklamadır bunun adı. Sansürdür, baskı grupları yaratmaktır ki zaten iktidardaki ağabeylerimiz de yıllarca bunu becermişler, adamın işlerini yirmi yıla yakın okurdan uzak tutmuşlardır.”, “…Ayrıca, ben kendisini tanıdım da; (hikâyelerime, romanıma gösterdiği ciddi ilgi, beğeni dışında) efendiliğine, mertliğine, çelebiliğine, olaylara bakışındaki yansızlığına derin saygı beslerim. Bir yığın şöhret(!) tanıdım ve tanımaktayım –köylüsü ile bürokratı, küçük burjuvası, aristokratı ile –sınıflarının tüm pisliklerini: kalleşliklerini, kararsızlıklarını, kimden yana olmanın kârlı olacağını hesaplayan bir sepet dolusu adam, K. Tahir gibi –sözcüğüm her anlamıyla söylüyorum- dürüstüne rastlamadım. Bu yüzden de senin tavrını ezberci ve kolaycı buldum, istersen bu konuyu yeniden düşün?

Bazı yazarların mektuplarını öğreticiliği yönünden, edebiyat konuşulması açısından (her ne kadar bu kitapta olmamalıydı desem de, mesela İlhan Berk, sonra Leylâ Erbil ve Nermi Uygur) öne çıkarıyorum. Birkaç yazarı da üslûpları açısından öne çıkarmak veya farklılığına dikkat çekmek istiyorum. Öyle ki İlhan Berk, Ece Ayhan, Küçük İskender, zaman zaman Feyyaz Kayacan mektubun o samimi ve içten dilinden çıkıp sanki bir metin kurar gibi yazmışlar mektuplarını. Mektup zor anlaşılır mı? Özellikle metinleri zor anlaşılan bu isimlerin mektupları da çok farklı değil.

Bazı yazarların ise sadece birer tane mektubu mevcut. Hatta bunlardan da bir kısmı kartpostal boyutunda metinler. Bunlar kitaba ne katmış? Çok olumlu konuşamayacağım bu açıdan. Keşke, mutlaka yine bu 33 kişi olsaydı da kitabın hacmini artırma yoluna gidilseydi. Bu sayede aynı yazarların mektupları arasında oluşan zamansal boşluklar da minimuma inebilirdi. Mesela Ferit Edgü’nün ilk mektubu 1976 son mektubu ise 2018 tarihli. Bu arada belki de (bence kesin) onlarca mektup var ama biz seçilmiş çok azını, konulardan koparak okuyabiliyoruz. Ve tabiî az mektubu, hatta kartpostal boyutundaki iletileri olan yazarların da birçok mektubunu okuyabilirdik. Örneğin B. Necatigil, C. Süreya, N. Pakdil. Çünkü Enis Batur’u iyi takip edenler bu kişilerle onlarca kez mektuplaştığını tahmin edecektir. Bu az mektubu olanların mektupları da bazen çok genel şeylerden bahsediyor. Hani çok can alıcı noktalar olsa bir nebze hak verebilirdim bu seçime?

Bu tür mektup kitaplarını okuyanlar bilir ki, bu okuma okura tek taraflı bir bakış imkânı sağlıyor. Keşke her mektup kitabı İsmet Özel ve Ataol Behramoğlu’nun mektupları gibi karşılıklı dizilse. Ama çok kişili kitaplarda bu oldukça zor. Bunu da anlayabiliyorum. Ama en azından benim gibi birçok okurun şunu dediğini hissediyorum: Şimdiye kadar Enis Batur’a gönderilen birçok mektubu okuduk. Sırada ise Enis Bey’in edebiyat adamlarına gönderdiği mektupların yayımlanması var. Kendisi bu tür bir yayınlama işine gider mi bilemiyorum. Ancak bunu gerçekleştirdiği takdirde okuyucu için ona gönderilen mektuplarla bir bütün oluşturma imkânı doğacak. Bekleyelim, görelim.

Not: Enis Batur’a bu kitap dışında 687 yazar-sanatçı-bilim insanından gönderilen mektuplar Bursa Nilüfer Nâzım Hikmet Kütüphanesi’nde, araştırmacılara açık biçimde korunuyor. Bu kitaptaki mektupları ise Batur, bizim de yakından bildiğimiz yazar dostu Selçuk Altun’un koleksiyonuna emanet etmiş.

Mehmet Akif Öztürk
ozturkmakif@gmail.com

Kimsin? Nereden, nasıl, ne zaman, ne niçin geldin?

Yazı, çizi, şan ve şöhret için dünyaya gelmeyen bir yürek niçin dünyaya gelmiştir?

Aslında bu sual hepimizi kapsıyor niçin dünyaya geldik? Biz bu dünyadan ne bekliyoruz? Bu suallerin cevabını bulmak için diğerlerini de sıralamaya başlıyoruz. Biz nasıl bu dünyaya geldik, nasıl var olduk? Bizim mayamız nerede atıldı? Biz ne zaman yaratıldık? Ve en önemli sual ardından gelir. Bizi kim yarattı?

Bunların peşinde koşarak geçen bir ömür, her yorulduğunda bir durakta durmuş soluklanmıştır. Nefesin tükendiğin an, soluklandığın her şey, durduğun her toprak parçası, aslında senin kulağına hakîkatleri söylemiştir, kuşların ilâhîsinde zikir çeken ağaçlar, sana yaratıcı kuvveti işâret etmiştir. Ama senin gözün nefs denen büyücü tarafından dünya zehri büyülenmiş ise, görmen, duyman, mümkün değildir. Çünkü dünya denilen zehirli dikenli sarmaşıktır.

Sâmiha Ayverdi bunların hepsinin cevabını kendi içinde bulmuş, çözümlemiş bir insan kâmilidir. Onun, nedenleri niçinleri yoktur, ana pınarı bulmuş her susadıkça ağzını dayayıp içmektedir. Zehirli sarmaşığının zehrini, panzehire çevirmiştir. Dile Gelen Taş kitabında “Cehennem nefistir. Azaptır. Keder ve Gamdır. Yarabbî beni cehenneme atma .. Diye duâ edeceğine cehennemi benim içinden söküp at, diye duâ eyle!” yazar.

Cehennem nefs denilen büyücünün sarayıdır. O’da cennet gibi gönüldedir. İçimizdeki nefsin hükmü altında köleleşen duygu ve düşüncelerden ibâret olunca, gerçek akıl “Uyuyan Güzel” masalındaki prensesin durumuna düşmüştür. İğne batınca uyumaya başlamış , idrak denilen kurtarıcısının gelip, onu uykusundan uyandıracağı vakti bekliyordur. Gariptir ki bu masalı böyle okumak, onun yazılış amacından saptırsa da, çünkü bu masal İngiltere ve Fransızlar arasında süren Gül savaşlarını anlatır, nefsin bizi kandırma hikâyesi diye düşünmeye itmektedir. Niyeti hakîkati görmek ve bulmak olan her okuduğunu böyle de değerlendirebilir.

Sâmiha Ayverdi’nin bu sözlerini çözümlemeye çalıştığımızda karşımızda bir büyücünün sarmalındaki “Uyuyan Güzeli” görürüz. Sırrımız uykuya dalmış olduğundan yürek bir kederin, gamın içindedir. Tıbkı masaldaki güzel ülkenin karanlığa düşmesi gibi. Bugün de İslâm diyarları bu uykuda değil midir? Filistin Gazze’de soykırım devam ederken, Myanmar’da soykırım devam ederken, Doğu Türkistan’da soykırım devam ederken, Müslümanlar kendi arasında bölünmüş kavga ederken, fırkalara ayrılmışken bizi büyüleyen nedir, sualini kaç kişi sormaktadır? Gökdelenlerle gökleri delmeye çalışan Tanrılığa oynayan ademoğlu neyi kaybettiğini biliyor mudur? Bu kadar imkânın ve kolaylığın maddiyatın içinde neden mutsuzdur? Neden yalnızdır? Çünkü eline dünya denen sihirli iğne batırılmıştır. Ve böylece teslimiyet sırrındaki gizli hazineye ulaşamamaktadır. Uykuya dalmıştır. Anlamsız rüya denizinde yüzerken, onu titretecek, kendine getirecek sesi beklemektedir.

Bunu bilen Sâmiha Ayverdi, beni cehenneme atma demiyor, benim içimdeki cehennemi söküp at diyor. Benim içimdeki o zehri, o sarıp sarmalayan zehirli sarmaşıktan, beni kurtar diyor.

Dile Gelen Taşı okumaya devam edelim, bakalım hangi hakîkatler söylenmiştir.

Ruh İçin ölmez derler. Ölmez mi? Allah’la biliş tutmamış her rûh zâten ölüdür. Hak’tan ırak olan ruh yaşar mı ki ölsün…

Beden ölür ama ruh ölmez ve bâkî âlemde hayatına devam eder. Ya Yaratıcıdan uzak ruhlar , cehennemi içinde yaşayan, gamı kederi atamayanlar, onların ruhu ne durumdadır? Yukarıda uyuyan akıldan bahsettik ama bu akıldan uzak tutulmuşlar yâhut bu aklını peynir ekmeğe satanların ruhu olduğunu, ispat edebilir miyiz? Dede Korkut’un Tepegöz hikâyesinde , Tek göz maddeyi temsil eder, tıpkı Amerikan dolarındaki gözün, kapitalizm ve siyonizmi temsil etmesi gibidir. Bugün Gazze, Siyonizm’in pençesinde kıvranırken, kapitalizmin tüketiciliği içinde sarhoş olan ademoğlu ne yapmaktadır? Her gün bir insan yemek isteyen Tepegöz, bugün Gazze’de ve başka diyarlarda aynısını yapmakta değil midir? Adı değişmiştir sâdece, içi aynıdır. Teslimiyet dininin mensuplarının vaziyeti içler acısıdır, ellerindeki kapitalist dünyanın markaları ile bu âlemi, terasında seyrediyorlar. Öyleyse idraki esir alınmış bir topluluk ile ruhu hiç olmamış bir topluluk savaşında, kim kaybeder? Bunu derin derin düşünmek gerekir. Elbette Müslüman Türk’ün idrakini açacak kahramanlar çıkacaktır ve elbette o topraklarda Aslan Basat rolünde kahramanlar olacaktır. Vakti bilen kapıyı açtığında koyun postuna bürünmüş Kurt kurtaracaktır, kamu mazlumu inşallah.

Dile Gelen Taş okumaya devam edelim.

Kimi, Zerdüşt’e gitmiş, seni orada aramış. Kimi puthâneye girmiş, sana orada tapmış. Kimi Kâbe’ye sokulmuş, sana oradan secde etmiş. Sen ki, o zaman da bu zaman da bize şah damarımızdan daha yakınsın, ya ne diye bu zavallı insan dalgalarını birbirini ezip yalanlayacak yollara sürer durursun, bilmem ki Allâh’ım?...

Ne idi o söz meşhur filmde, “evren yaratılmadan önce kaos vardı”. Aksine hep bir düzen ve mizan vardı, var ve var olacak. Gizli hazine, bilinmek istediği an önce kalemi yarattı sonra yazıyı böylece kanunları şekillendirdi. Kaos denen senin gönlün, senin ruhundan başka bir şey değil. Kudretli yaratıcı kuvvet, ne tesadüflere yer verdi, ne akışa bıraktı, 18.000 âlemi yerli yerinde, tam kıvamında yarattı. Sen o âlemi bulamadıysan bu kafanın içindeki şüphelerdendir. Kes at o kafayı rahatla. Körsen de, bu sarmaşık zehrinin, vücudunu yavaş yavaş ele geçirmesindendir. İşte, hasta ruh, kapı kapı panzehirini aradı durdu ama bulamadı, Kimisi Zerdüştlükte bulurum sandı, kimisi puthanede ama hepsi seni-kendini- aradı. Halbuki yanı başında olduğunu görmedi çünkü dünya sarmaşığının zehrinin etkisinde idi. Beş duyusunu kaybetti ve istîlâya uğradı. Öyle ki nefs denen şey zalim bir diktatördü, Firavun’du ve başını kaldıracak derman bırakmadı. Akıl denen oğulları tek tek öldürdü. İş telaşı, aş telaşı içinde yerden yere vurdu seni. Star Wars’da kötüler nasıl Anakin Skywalker’i zaaflarından ele geçirdi ise bizler de, kötülük diyarının (nefs) efendileri tarafından zaaflarımızdan ele geçirilmiş durumdayız. İç savaşımız dışta da devam ediyor, iş ve okulda, siyâsette rekâbet halinde kendimizi hırpalıyoruz, kavga ediyoruz. Ve zalimlerin Gazze’de insanlık suçuna sırf çıkarımız için susmak zorunda kalıyoruz. Şah damarımızdan bize yakın olan Allah’ın, bize sunduğu yolların ince hesaplarla kurulduğunu ve sana çok basit bir denklem sorduğunu bilemedin. Yenildin, yenildin, devamlı dünyaya yenildin, her seferinde o kazandı ve işgâle uğradın. Çareyi kendinde değil uzakta aradın. Halbuki cevap sâdece aynada gizliydi, tıpkı Pamuk Prenses’in masalındaki gibi, “Ayna ayna söyle bana!” demen yeterliydi.

Dile Gelen Taş’tan bir cümle daha okuyalım.

Dua etmeye özendim, ammâ edemedim. Etsem kabul edeceğini de biliyorum. Beni günahlarımla kabul ettikten sonra isteklerimi mi reddederdin? Ammâ istemedim, isteyemedim. Zirâ gölgenin bile sığamadığı o yere bir de duâ ikiliği nasıl yol bulurdu?

En sonunda panzehiri içip uyanan sarmaşıktan kurtulan kişi, hakîkatini bildikten sonra yolların da, dünyanın da, şöhretin de, servetin de, önemli olmadığını kavrar. Tek bir gerçek vardır. O’da Allah’ın büyüklüğüdür. O günahları affedendir, o duaları kabul edendir. Kendisini red eden kuluna bile, söz verdiği için rızksız bırakmaz. O düşmanına bile adaletlidir. O her şeyi gören duyandır ve her şeyin en iyisini bilen ve verendir.Ondan gayrı geriye bir şey yoktur. O vardır sadece bir tek o... Öyleyse hiç olup varlığında yok olmaktan başka çare yoktur, daha doğrusu bu gerçeği kabul etmeli, yeniden denizine karışacak damla olmalısındır. Damla denizin parçası olmaktan, istese de vazgeçemez bunu bilmelisin.

Dile Gelen Taş’tan son bir cümle okuyup kendimizce yorumlayalım.

Bilmeli değil miyim ki ne olmuşsa, o göz açıp kapama ölçüsünde olmuştur.

O göz açıp kapama ölçüsünü bilmek, yani insan kâmilliğe, miraç süresinde erer, seyr ü sülük dediğin o merdivenleri yalın ayak çıkmaktır. İnsan, çıkınca, “Bütün tâzimler, övgüler, mülkler, kavlî, bedenî ve malî ibadetler Allah’a mahsustur. Ey Peygamber! Sana selâm olsun, Allah’ın rahmeti ve bereketi üzerine olsun.” diye selâmlaşmaya başlananın ümmetidir. Resulün sırrında, muhabbetinde olgunlaşılır, ham iken pişer kâmil olunur. Muhabbetten hasıl olursun.

Dile Gelen Taş, eserinde Sâmiha Ayverdi, bizleri gerçekle yüzleştirmiş, 'tek bir'i göstermiş. Düşünüp, taşınalım istemiştir, “kimsin, nereden, nasıl, ne zaman, ne niçin, geldiğini bul” diye seslenmiştir. Bulmamız için bize rehber olmuş, yol açmış her sayfasında. Son sözü yine ona bırakalım.

Yazı, çizi, şan, şöhret için dünyayâ gelmedim. Sanatla, mârifet sevdâsı da benden uzak…Ancak, seni bilmek, sende yok olmaktan gayrı, ne için bu âleme sefer edilir, bilmem ki Allah’ım?

Gömen sen, gizleyen sen, âşikâr edip rehber olacak da gene sensin.

Elçin Ödemiş
x.com/elindemis

Acı, elem, umut, yaşam, sevgi: Birhan Keskin şiiri

İskelede çıraklıktan şiirin ustalığına terfi eden, 1963 kışında Trakya’nın ayaz gecelerinde gözlerini hayata açan bir zihin: Birhan Keskin.

Keskin, Ba isimli yapıtıyla 2006 yılında 10. Altın Portakal Şiir Ödülü’ne layık görülmüştür. 2007 yılında ise çeşitli eleştirmen ve şairlerin katılımıyla Ba, farklı yönleriyle ele alınmış ve sempozyumda sunulan bildiriler 2008 yılında Birhan Keskin Şiiri ve Ba adıyla Metis Yayınları tarafından neşredilmiştir. Kitapta bulunan yazılar Keskin’in poetikasını çeşitli yönleriyle ele almış ve önemli noktalara vurgu yapmıştır.

Şiirlerini hayattan bir şey katma zorunluluğu duymadan yazan Keskin’in şiiri bu haliyle bizzat hayatın içinde yer almıştır. Yazarlar tarafından en çok vurgulanan konu olan bu durum şairin şiirlerinin hem yalın olmasını hem de her bireyin şairin şiirlerinde bir kendine aitlik bulmasına imkân sağlamıştır. Bu sayede Keskin’in şiiri tarihe ışık tutan bir yazıtın önemini kaybetmemesi gibi tarihin bizzat merkezinde durmaktadır. Her daim parlayan ve kendini belli eden poetikasıyla kendisini açığa çıkaracak bir restorasyona gerek duymamaktadır.

Keskin’in şiirlerinin yalın olmasının temel nedenlerinden biri imge karmaşasına düşmeden imgesel bir şiir dili inşa edebiliyor olmasıdır. Gölgeler Çürürken başlıklı yapıtla ilgili bir yazımda kullandığım “imgesel yalınlık” kavramı Keskin’in poetikası olarak ifade edilebilir. Aşk şiirindeki dizeler önemli bir örnektir: “Su ve rüzgâr, dağ ve doruk, sonsuz hepsi/oysa camdaki sardunya gibi üşür/bana biçtiğin ömür, ölüm geliyor aklıma bir/bir, çıplağın çıplağımda.” Olcay Akyıldız suyun Keskin’in şiirinde önemli bir imge olduğunu ifade etmekte ve şöyle demektedir: “Su, Keskin’in şiirinde özeldir. Suyun halleri -buzul, deniz göl- sırasıyla dile gelirler Yeryüzü Halleri’nde ama bunun çok daha öncesi vardır. Hallerinden önce suyu yazmıştır şair 20 Lak Tablet’te: “Durmadan bir yoldan söz ettim/ suyum ben, adımı unutmadım/ dolanıp, bir gün yanına düştüğüm/bir dağdan söz ettim/dünyanın işine karışmadım/beni avutmaz dünya, beni tutmaz da/dolanıp içinde kirinin yine temiz geldim.” Daha da geriye gittiğimizde çocukluğunda kesilen saçlarını, uzamayan saçlarını anarken sık sık bir ırmak imgesi belirir. Irmak biter ırmağa veda edilir. … Şair yaş alır: İntihar eden şelaleler, durgun göllere dönüşür. Şair ipuçlarını da verir Ba’da. Biyolojik tarafı ağır basan bir imgedir şimdi su. Beden, yaşam, aşk, hepsi durgundur. Durmuştur (Birhan Keskin Şiiri ve Ba, s. 78). Türkçeye vakıf ve şiir bilgisi fazla olan Keskin, Hüseyin Ferhad’ın da vurguladığı üzere Ba’da pagan keşişlere ve Hurufi dervişlere has bir resim vermiştir. Sadece Ba’da değil, diğer kitaplarında da tasavvufi öğeler ön plana çıkmıştır. Keskin, başka yan anlamlarına ve göndermelerine rağmen Ba’nın adının babasının ölümüyle birlikte Ba olduğunu ifade etmiş ve kitabının girişine şu notu düşmüştür: “Dilimde yarım bir hece gibi kalan babamın güzel hatırası için…” Ancak kitaptaki bazı yazarların da vurguladığı üzere kitabın ismi Elifba’nın ikinci harfi olan “bâ (ya da bê)” üzerinden yorumlanabilmektedir: “Elif diye yola çıkar ve pekâlâ bâ’yı yaşayabilirsiniz bütünsel inancınızla ve içtenliğinizle. Bâ, insanın düşleri ve beklentileriyle hakikati birbirinden ayıran uçurumu da simgeleyebilir. İlk önce sevilen Elif sonra bâ oluverir. … Her şey elif’le başlar, bâ’ya dönüşür. Türkçedeki başlangıcın da Arapçadaki Bismillah’ın da bâ ile başlaması ilginçtir. … Farsça’da “bâ”, “ile” anlamında kullanılır: Bâhusus, bâhuşû … gibi. Yazmak hep bâ’dır, hep “ile”dir çünkü. Yaşam ile, insan ile, aşk ile (Birhan Keskin Şiiri ve Ba, s. 28).” Ba’nın başında Yunus Emre’nin “cümle alem gizlidir bir elifte / Ba dedirtmen bana sonra azarım” beytini aktarması bu yorumlamaya güç kazandırmıştır. Aynı şekilde Yeryüzü Halleri’nin başında ise Şeyh Galip Dede Efendi’nin “tedbirini terk eyle takdir Hüdânındır / Sen yoksun o benlikler hep vehm ü gümânındır” dizelerini aktarmıştır. Diğer örnekler ise şu şekildedir: Ferah Ayini başlıklı şiirindeki “bir şaman, burada, bir şaman davuluna / sabah olana dek kayının kederiyle vuruyor” dizeleri, Bu Mektup Sende Dursun başlıklı şiirindeki Esrar Dede vurgusu, Hüseynî başlıklı şiirindeki “Hüseynî bir makam büyüyor içimde / hem çocuğum bu ayrılıkta ben hem anne” dizeleri…

Fakir Kene’de bulunan İskelede Bir Çırak başlıklı şiiri de bu açıdan oldukça önemlidir: “Allahım işte görüyorsun bunları, eyübün sabrı nedir / rızanın fazladan şeftalisi ne / Bilmiyor. Bilmiyor nedendir zeynebin yakarısı / ben ki sana bunca platoniğim ama canıma yetti artık / Valla bak biz mi düşeceğiz hep iskelelerden / Başlarına yık şunların bu metropolleri.” Eyüp Peygamberin sabrı Hristiyanlık, Yahudilik ve İslam’da özellikle vurgu yapılan bir konudur. Zengin, sağlıklı bir peygamberken, Allah onu zenginliği, evlatları ve sağlığıyla imtihan etmiştir. Bu durum karşısında bir kere bile isyan etmeyen Eyüp Peygamber sabırla tevekkül etmiştir: “Gerçekten biz Eyüp’ü sabırlı (bir kul) bulmuştuk. O, ne iyi kuldu! Daima Allah'a yönelirdi. (Sad Suresi, 44).” Allah sonunda Eyüp Peygambere sabrının ve kendisine yönelmesinin karşılığı olarak, sağlığını, zenginliğini ve ailesini tekrardan bahşederek onu mükafatlandırmıştır. Rıza ise bir musibet anında Allah’ın takdirine rıza gösterip Allah’a sığınarak teselli bulmayı ifade eden söz ve davranışlar için kullanılan bir terimdir. Burada rızanın şeftalisi sembolik bir kavramdır. Eyüp Peygamber sabır ve rıza göstererek karşılığında bir ödül olarak şeftalisini almıştır. Zeynebin yakarısından kasıt ise Kerbela sonrası Zeyneb bint Ali’nin Yezid bin Muaviye’nin sarayında yaptığı konuşmadır. Şiirde doğanın talan edilmesine karşı duyduğu tepkiyi anlatan Keskin’in son bölümde dinsel sembollere yaptığı atfın altında yatan temel anlatı şudur: Her sabrın sonunda bir selamet vardır. Bunca doğa talanına karşı sabrın sonundaki selamet ne zaman gelecektir? Keskin insanların suskunluğuna yönelik eleştirisini zeynebin yakarısı üzerinden temellendirmiştir. Zeynebin yakarısı o dönemin egemenine karşı önemli bir karşı çıkıştır. Bunun bilinmediğini vurgulayan Keskin, selametin de gelmemesinden kaynaklı olarak Allah’tan metropolleri onların başına yıkmasını istemektedir.

Kitapta yazarlar tarafından altı çizilen diğer bir nokta şiirlerindeki doğa kavramlarının çokluğudur. İnsan olmanın acı, keder dolu yanını özellikle vurgulayan Keskin doğanın bu acı ve kederi hissetmemesinden dolayı doğaya imrenmektedir. Pelin Özer’in kendisiyle yaptığı bir söyleşide bu düşüncesini şu ifadelerle aktarmıştır: “Öleceğimizi biliyoruz ve bu müthiş bir keder. Ama doğa bunu bilmiyor, karınca bilmiyor. Bilmeden yaşıyorlar ve çok neşeli bir durum. İnsan bilincinin olmadığı bir hal hakikaten çok neşeli olmalı.” Hayatla bir türlü aidiyet duygusu kuramayan şair yaşadığı zorlukları, elemi ve yalnızlığı doğayla anlamaya çalışmış, kendisini penguenlerle ilişkilendirmiş ve kaleminden şu kelimeler dökülmüştür: “Unutmadım aramızdaki beceriksiz dili / Dünya yordu bizi. Benim de söyleyemediklerim var / Hiç söyleyemeyeceğim onları belki de / Uzun bir yolu geliyoruz seninle, yolu / geldikçe anlıyorum ki biz / bu dünya üzerinde yürüyemiyoruz bile (Penguen 1 Şiiri).” Tükenir, tüketir ve yorulur insan söyleyemedikleriyle. Keşkeleri vardır her insanın. Korkudan veya kendine yakıştıramamaktan hak edene söylenemeyen küfür. Kayarken ellerinden, sevdalıyam sana diyememek bir çift göze. Başka bir keşkedir çağın en dönemeçli yerinde aksiyon almak gerekirken al(a)mamak. İnsanı, pengueni ve Keskin’i yoran, keder ve eleme sevk eden bu keşkelerdir. Keskin’in elem ve kederi unutmaya dair çabaları en sonunda kabullenişe doğru evrilmiştir. Bu evrilmeyi Bakarsın Üzgün Dönerim kitabının girişindeki dizeleri daha iyi anlatmaktadır: “Unutmak için verdiğim bunca çabadan sonra / geçtiğim bunca yıldan sonra / tam unutmaya alıştırmışken kendimi / artık unutmak istemediğimi fark ettim / (Artık unutmak istemiyorum!) / (Artık unutmak istemiyorum!)” Keskin’in bu son halini Hüseyin Cahit Korse kederi, acıyı bir derviş edasıyla kabulleniş olarak tanımlamaktadır (Birhan Keskin Şiiri ve Ba, s. 29). Keskin’in şiirlerindeki doğa varlıklarına dair bazı örnekler şu şekilde sıralanabilir:

Eziyet: “Duran bir şey var bende/ağaç gibi/Onu ayaklandırıp, oradan oraya/gitmem zor/… Aşk ayaklandırmıştı bir kere/hatırlıyorum, ama/Şimdi rüzgâr şimdi güz/Ağacın dallarını zorluyor.

Hüzzam: “Kış odasında camda buğu şimdi nefesim/Bozkırda erguvan rüzgârdı eskiden.

Kırık Anafor: “Üzerine akşamın kapandığı gölüm ben/Bir kez hatıra ettim aşkı, bir daha etmem.

Enstrumental: “Aksın, içimde siyah bir nehir gibi/dolanan keder.

Şubat: “Adı Şubat olan bu şiirde kalbim/uzun bir nehir gibi ağrıyor.

Ağrı: “Limanda bağlı bir tekne, yosunlu bir halat gibi durdum / Uzağımda açık denizdi o yürüdü gitti / Ben kıyıda ıssız bir ev, ince boğazda gıcırdayan tahta iskele”.

Yaz Fotoğrafları: “ben senin için gökyüzü oldum / fırtına oldum / geldim ve gittim / ben senin için kanlı ırmaklar oldum.

Gonca Özmen göçebe bir ruh olarak tanımlar Birhan Keskin’i. Gitmek ister Keskin, yolculuğa çıkmak ister. Aynı zamanda bir gidememek vardır şiirinde. Kalmak istemez ama kalmamayı da beceremez. Bu durumu şöyle ifade eder Özmen: “Onun şiirinde gitmek, uzaklaşmak isteği, yani göçebe bir ruh vardır, çünkü gidememek vardır. Sürekli bir ayrılık vardır, çünkü sürekli bir ayrılmama vardır. Sürekli bir parçalanma vardır, çünkü sürekli bir bütün arayışı vardır. Sürekli bir aşk vardır, çünkü sürekli bir aşk yoktur. Sürekli bir yol vardır, çünkü sürekli bir yol yoktur (Birhan Keskin Şiiri ve Ba, s. 40).” İnsanın temel yazgısıdır Keskin’de olan. Hayat bir yolculuktur doğumdan ölüme giden. Kimisi bata çıka ilerler, kimisi koşar adım. Kimisi düşmüştür eli yüzü çamur içindedir, kimisinin siyah rugan ayakkabısında toz bile yoktur. Kimisi geriye baktığında hatırı sayılır bir ilerleme görse de kimisi başarısızlık içindeki kendini görür. Gitmekle gidememek arasında sıkışan yol vurgusuna Keskin’in birçok şiirinde rastlanır. Bazı örnekler şu şekilde sıralanabilir:

İz: “kendi sarmalında / döndün, döndün, sanma ki daha dönmeyeceksin / kalsan da bir yer için, aslında hep gidiyorsun.

Karınca: “mümkündür yol yapmaya bir ömür, yol almaya.

Gitmek mi Yitmektir, Kalmak mı?: “Gitmek mi yitmektir kalmak mı artık bilmiyorum / Yerini yadırgayan eşyalar gibiydim ya ben hep / Ve inançlı gitmenin bir şeyi değiştirmediğine.

She Left Home: “Sığmam dünya yüzünde bir yere artık / Nereden geçsem benim değil, kalamam bir yerde / Tutunamamaklığım bundan, düşmüşüm komadan.

Acıyı, elemi, umudu, yaşamı, sevgiyi görürüz Keskin’in şiirlerinde. Bize ait ne varsa Keskin’dedir. Bu toprakların geçmişine uzanarak kurgular şiirlerini. Keskin bir kokunun uyuklayan birini ayaklandırması gibi kendimize getirir bizi, dağıldığımız yerden toplar. Olgunlaşmayı görürüz Keskin’de, acı ve kederi kabullenişi ama aynı zamanda isyanı, ses çıkarmayı gösterir bize. Umudu kökleştirir insana ve bu topraklara dair. Nazımca yirmi birinci asra dair.

Talha Kutay
talhakutayfb@gmail.com

24 Mart 2025 Pazartesi

Daima sakin, hep dengeli bir hayat mümkün mü?

"Memnuniyetle ayrıl yaşamdan."
- Marcus Aurelis, Düşünceler

Zenon
KleanthesHrisipposPoseidonius, Seneca, Epiktetos... Stoa felsefesinin köşe taşlarını kuran, öğretiyi meraklı öğrencilerle buluşturan, bunu da herhangi bir dikte yoluyla değil yaşamı içinden gösteren bir metotla yapan isimlerden sadece birkaçı. Bir de sayısız hastalıkla boğuşmuş, çocuklarını erken yaşta kaybetmiş, Roma'ya imparator olmuş bir filozof var: Marcus Aurelius. O, insanın devamlı olarak kendi iç muhasebesini yapmasından yana bir tavır koydu. Dışarıda bir savaş vardı ve hiç bitmeyecekti ama insanın kendisiyle olan savaşı bambaşkaydı. Olgunluğa varmak için, dünyanın gelip geçiciliğini belirli bir anlam dairesinde karşılayabilmek için sürekli bir iç gelişim disiplininden bahsetti. Topraklarını savunurken işte bu 'iç kale'yi de savundu.

Bugün, kişisel gelişimden psikolojiye, felsefeden tasavvuf kitaplarına kadar pek çok öğretide karşılaştığımız zamanı yakalama, anın insanı olma, hayatla değil kendinle mücadele etme, başkasındaki değil kendindeki kusurları arama gibi stratejileri Stoa felsefesinde kolayca görebiliyoruz. Özellikle Seneca'nın Ahlâk Mektupları ve Marcus Aurelius'un Düşünceler'i, bu felsefenin temel metinleri. Bir defa okunmakla kalmayıp hayat boyunca kendisiyle didişen ve didiştikçe önüne hayatın daha pürüzsüzce açıldığını keşfeden insanların da daimi rehberi. Seneca, bütün bir yaşamın köleliğe dönüşmemesi için insanın kendi düşüncelerini, düşünce sistemini gözden geçirerek başka bir yola çıkması gerektiğini öğütler. Bunun için "olgun, dengeli bir ruhun ilk belirtisi, bir yerde duraklaması, kendi kendisiyle kalabilmesidir" başlangıcını yapar. Geleceğin ve geçmişin bize devamlı işkence etmek için hazır beklediğini, bunu da insan düşüncesinin tetiklediğini söyler: "Dert üstüne dert yığmanın, başımıza gelince hemen çekmek zorunda kalacağımız acıları önceden çekmenin ve yarının kaygısıyla bugününü zehir etmenin ne gereği var ki? Gün olacak, belki mutsuz olacaksın diye şimdiden mutsuz olman akılsızca bir iş kuşkusuz."

Aurelius için iyi bir yaşam, iyi bir ruh hali yakalamaktan başka bir şey değildir. İnsan bir sabah uyandığında yeniden uyanabildiği için şükretmeli, sevmenin ve mutlu olmanın getirdiği manevi lütuflardan mümkün olduğunca çok beslenmeli, düşünmenin ne kadar büyük bir ayrıcalık olduğunu idrak etmeli. Bunlar, başkalarıyla savaşarak, sürekli bir şeylere sahip olma hırsıyla kendini tüketerek elde edilecek şeyler değil ona göre. Öfkenin, nefretin, hiddetin ve kinin kaynaklarına bir imparator olarak kılıç çeken Aurelius, "İntikam almanın en iyi yolu intikam alınacak kişiye benzememektir" diyerek bugün manevi gelişimle ilgili kitapların işaret ettiği şeyi söylemiştir insanlığa. Elbette, önce kendine ayna tutarak: "Aşağılıyorsun, bizzat kendini aşağılıyorsun ruhum! Kendini onurlandıracağın zaman gelip geçiyor. Çünkü herkesin tek bir yaşamı vardır ve seninki hemen hemen tamamlandı; kendine saygı duyan biri değil, diğer insanların ruhlarında kendi mutluluğunu arayan birisin."

Hem Stoa felsefesi hem de Stoacılar üzerine önemli çalışmalar yapılıyor. Mesela Pierre Hadot'nun İçsel Kale'si Marcus Aurelius’un Düşünceler'i üzerine yapılmış fevkalade bir okuma. Kitabın başında Hadot, Aurelius'un bir cümlesini alır önce: Yakında her şeyi unutmuş olacaksın, yakında herkes seni unutmuş olacak. Hadot şöyle der: Marcus Aurelius bu noktada yanılmış olmalı. Aradan on sekiz yüzyıl geçmiş olsa da Düşünceler hâlâ yaşıyor. Evet çünkü insanlar bunca kıyımın, adaletsizliğin, zalimliğin olduğu bir dünyada suyun berraklığını, ferahlığını arıyor. Yaratılış sırrını kuşatan bu maddenin hünerini, zevkini yeniden tatmak, yaşamak istiyor. Varoluşunun anlamını eşyayla, maddeyle değil; kendi gibi ruhlarla kuşatmak istiyor. Kitapların dünyasına geri dönelim; Cengiz Çevik'in hazırladığı Stoa Felsefesinin Kuruluş Fragmanları ve Melike Molacı'nın On Kavramda Stoa'sı ülkemizce güzel çalışmalardı. William B. Irvine'in Güzel Yaşam Kılavuzu ve Ward Farnsworth'ün Stoacılığı Yaşamak kitapları da yine bu felsefeye meraklı okurların tüm ihtiyaçlarını karşılayacak zenginlikte. Instagram ve Youtube platformlarında Stoa felsefesi adına beslendiği tüm metinleri dünyaya açan William Mulligan'ın Stoacının El Kitabı adlı çalışması da artık bu kitaplar arasında. Mehtap Özer Isovic çevirisiyle Timaş Yayınları tarafından yayımlanan kitap, bir hayatın nasıl daima sakin ve hep dengeli olabileceği konusunda keyifli bir okuma sunuyor.

William Mulligan, kolay okunan -çünkü esas mesele yaşama aktarabilmek- ve okuru diğer Stoa metinlerine ve Stoacılara yönlendirecek bir çalışma kurgulamış. İnsanın "hayatımda yanlış giden ne?" sorusuyla yola çıkmasını savunuyor ve bu yanlış giden şeyi nasıl değiştirebileceği konusunda da Stoa felsefesini işaret ediyor. Stoanın dört erdemini izah ediyor sonra: bilgelik, cesaret, adalet, ölçülü olma. İnsanın için sorumluluk almanın iki şey üzerine kurulu olmasının daha sağlıklı olduğunu vurguluyor: yalnızca kontrol edebildiğin şeylere odaklan ve arete (erdem) ile yaşa. Burada karşımıza günümüz insanını girdaplardan kuyulara sürükleyen o mutluluk ve haz çatışması çıkıyor: "Arzularınızın peşinden koşarken elde edeceğiniz haz, yalnızca arzulanan nesne mevcutken mümkün olabilir. Ne var ki bu arzu nesnesi mevcutken bile alacağınız haz gitgide azalabilir ve böylece arzunuz büyür. Mutluluğumuzu bizim dışımızdaki şeylere bağlayamayız çünkü o harici etken ortadan kalkarsa bize verdiği haz da yok olur. Ancak mutlu olmak için bilgelik, muhakeme, doğruluk ve hakikat sevgisi gibi bize ait olan şeyleri esas aldığımızda bunlar doğası gereği elimizden alınamaz. Bize aitti her biri. Mutlu olmak için bize verilebilecek ya da bizden alınabilecek herhangi bir şeye güvenmek akıllıca değildir."

Stoa felsefesinin metinleri her ne kadar kolay anlaşılabilir ve zevkle okunabilir gibi görünse de 'için içi' bir yol kurar insanın önünde. Bu yol önce çok iyimser görülebilir. Sonra, zamanında Stoa filozoflarının gördüğü 'aylak' bir duruşu ya da 'aykırı' fikirleri çağrıştırabilir. Oysa her şey, değiştirilemeyecek olanla boşuna uğraşmama ve şu an yapılamayanın yerine varolanın güzelliklerini keşfetme üzerine kuruludur. William Mulligan da kitaptaki konuların arasında yerleştirdiği alıştırmalarda buna dikkat çekiyor. Oldukça basit bazı fikirler: Trafikte kalmaktan yakınmak yerine hevesle aldığın o kitabı oku ya da ne zamandır izlemek istediğin o filmi/diziyi izle. Kaba, anlaşılamayacak kadar zorba bir insanla münakaşaya girmek yerine böyle olmamak için kendini geliştir. Gitmek istediğin konserin biletlerinin tükenmesine üzülmek yerine yapılacak listene tekrar göz at. Seni yatağa düşüren bir hastalık anında vücudunun da istirahate ihtiyacı olduğunu düşün. Senin için kıymetli olan bir kimse tarafından yeterince kıymet gördüğünü düşündüğünde, kıymet kavramını yeniden ele al. Ve Aurelius'un hatırlattığı gibi ne zaman yüklenemeyeceğin bir dertle, sınavla baş ettiğini düşünüyorsan ölüm üzerine düşün. Çünkü: "Ölüm, bizi duyguların yanılgısından, kukla gibi yönlendiren dürtülerden, düşüncenin aşırılığından ve bedene uşaklıktan arındırır. Bedenin bu hayatta direnirken, ruhunun pes etmesi yüz kızartıcıdır."

Hayat bize giderek 'düşünce'nin insanı ve hayatını nasıl etki altında bıraktığını gösteriyor. Hayatı en anlamlı biçimde yaşayabilmek için gerekli ruh dinginliğini, bilgeliği, görgüyü bize başkaları veremez. Kendi içimizden çıkarmalıyız onları. Çünkü hepsi hazır, hepsi var. Sadece güçlü bir dokunuşu bekliyorlar. Ancak zaman ve düşünce el ele verip bize sadece hayatta zorluk, sıkıntı olduğuna inandırmaya çalışıyor. Evet, Marcus Aurelius yine haklı: "Geçmişin ve geleceğin sizin üzerinizde hiçbir gücü olmadığını kendinize hatırlatın."

Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf

22 Mart 2025 Cumartesi

İnsan güzel olana meyillidir

İnsan ruhunun yükselişi ancak manevî bir yol tutturmasıyla söz konusu olur. Hiç kimse yoktur ki maddi alemdeki gelişmesiyle bir huzura varabilsin. Çünkü tatmin duygusu körelmez, tam aksine insanı köreltir. Fakat insanın bunun farkına varabilmesi için gafletten olabildiğince kaçınması, gönlünü aydınlatacak şeylerle ve kimselerle meşgul olması gerekir. Bu meşguliyet, bir yola çıkmayı beraberinde getirir. Gerçeğe, hakikate, birliğe, aşka ve daha nice tanıma ulaşma olarak biçimlenen bu güzergahın getirisi kendini bilmektir. Kendini bilen, kendini bulmuştur. Yolun 'kendinden kendine' seyrettiği arifler tarafından söylenmiştir. Demek ki insan, kendini bilmek için yola çıktığında kendini bulmuş oluyor. Tasavvuf tam da burada Hakk'ın bulunduğunu da ekliyor. Men arefe nefsehû fekad arefe rabbehû. Kim ki nefsini bildi, Rabbini bildi.

Zen, milâttan önce VI. yüzyılda Hindistan’da kurulan inanış sistemi Budizm'in Japoncadaki ismidir. Özellikle 20. yüzyıl itibariyle Avrupa insanının dikkatini çekmiş, nihayet 'hakikat arayışı' serüveninde Zen Budizmi adıyla büyük ilgi görmüştür. Zen yolunda nihayet Buda'ya ulaşmaktır. Buda, Budizm'in kurucusu olan Siddhartha Gotama'nın lakabıdır ve uyanmış, aydınlanmış anlamına gelir. Zen yoluna girenlerden beklenen de budur: aydınlanmak. Burada Buda'nın yaşayışı ve doktrini esas alınır. Doğum, aydınlanma ve Nirvana'ya ulaşma biçiminde tesis edilmiş Zen'de insanın hayatının kötülüklerle ve tatminsizlikle çevrili olduğu, arzu ve ihtirasların insanı esir ettiği, arzulardan kurtulmak için hakikat yoluna çıkmak gerektiği ve Nirvana'ya ulaşmadan huzura kavuşulmayacağı esas alınır.

"Kurtuluş yolu aradığı için yalnızca kendi nefsiyle uğraşan insanın durumu ne güzeldir. Böyle bir insan mutludur, huzurludur. Böylece varoluşun tüm hakikatlerini elde eder" der İbn Arabî sultan. Bu cümlelerde bir çok şifre vardır. O şifreler aklın düğümlerini çözüp kalbin hakikatle rabıtalı olmasına imkan sağlar. İlk cümlede kurtuluş yolu aramak dikkati çeker. İnsan daimi bir yer, yurt arayıcısıdır. Huzura, sükuna kavuşması gereken yeri, yurdu da evvela kendi gönlüdür. Her şeyden önce kendi gönlüne yoğunlaşan, gönlü üzere çalışan kimsede belirgin bir sakinlik görülür. O, mutluluğun gelip geçici işlerde değil, "O her an yeni bir iştedir" sözü gereği oluşta bulunduğunu bilir. Geçmişin ve geleceğin kaygısından arınıp ibnü'l vakt olmak ister, vaktin çocuğu. Bundan dolayı kimseyle, kimin ne yapıp ettiğiyle uğraşmaz. İşaretleri izler ve kendinden kendine seyr eden bu yolda irfanı dost edinir. İrfan ki nice kapıları aralar. O kapıların her birinde hakikatin izleri vardır. Yolcu bu izleri takip ederek kendine ulaşır. Böylece kendini ve akabinde yaratıcısını bilir. Bilmeden bulunmaz, bulmadan olunmaz denilmiştir. İşte kendini bilmenin yolu bu üç büyük adımda kuruludur. Yeryüzünde bu yola çıkmış nice nefes, nice ruh, nice ekol vardır ve şurası çok önemlidir: "Tüm öğretiler, tüm bilgiler ve tüm yöntemler bir araç olma konumunda değerlendirilmelidir. Amaç 'kendimiz' gibi algıladığımız, oysa gerçekte nedenlerin oluşturduğu yanılsamalı benliğimiz olan 'ego'yu tanımak; ve bunun yerine özgür benliği, farkındalık temeline dayalı gerçek varoluşu oturtmaktır. Eğer öğretiler ve yöntemler bu araç olma konumundan çıkarılarak bir saplantı, bağımlılık ve sınır işlevi görecek olursa; bu durumda, tüm bilgi ve uygulamalar yalnız yararsız olmakla kalmaz, farkındalığın ya da kendini bilmenin önünde bir gölge, esaslı bir engel de oluşturmuş olur aynı zamanda."

İnsan ontolojik olarak doğru, güzel ve iyi olana meyillidir. Fakat bu meyline itiraz eden bir iç yapısı da vardır ki ona nefs denir. Bütün iyiliklerin Allah'tan, bütün kötülüklerin insan nefsinden geldiği inancı, yalnız İslam tasavvufunda değil, Zen Budizm'inde de karşılık bulur. Burada talebeye (talip, öğrenci, mürit, derviş) bir rehber (mürşit, şeyh, usta) tarafından nefsiyle nasıl mücadele etmesi gerektiği yolun çeşitli erkanları yardımıyla öğretilir. Yolun gayesi; ibadetlerle, dualarla, virdlerle ve diğer ödevlerin yanı sıra davranışlardaki dönüşümlerle saf bir kalbe ulaşmaktır. Hem tasavvufta hem de Zen'de, yola dair konuşmakla, yolcunun sürekli kelime yahut kitap tüketmekle bir yere varamayacağı belirtilir. Zira marifet yolculuğu kâl ile değil hâl ile yürünür. Sessiz kalmak, yürüyüşü berraklaştırır: "Kendi gerçek benliğimizi; 'düşünen' ve 'duyumsayan'ın dışındaki varlık, zihinsel gürültünün ve karmaşanın dibindeki sessizlik, ıstırabın altındaki hoşnutluk ve şefkat olarak görüp bilmek, gerçek özgürlüğümüz ve kurtuluşumuzdur. Çünkü düşünen ve duyumsayan olumsuz zihin aktivitelerinin, alışılmış kalıpsal tepkilerin ve sahte benlik ego'nun oynadığı rollerin izlenerek fark edilmesi; gerçek benliğimizde, arı zihnimizde mevcûdiyet ve farkındalık oluşturacak ve bu farkındalıklı mevcûdiyet aracılığıyla, düşünce ve duyguların olumsuzluklarının olumluluğa dönüştürülmesi mümkün olacaktır."

Yolun elbette engelleri vardır. Öğrenci bu engelleri aştıkça, eski dünyasından yeni dünyasına kavuşacak, yabanilikten korunup doğallığa ulaşacaktır. Zihin, aşılması gereken en önemli engeldir. Kirli ve karmaşık bir zihinle değil, temizlenen, iyi niyetlerle örülmüş bir zihinle yol yürümek ilk ve en önemli meseledir. Zamanın farkında olarak yaşamak da çok önemli bir yer tutar. Özellikle psikolojide kullanılan 'şimdi ve burada' kavramı kendini bilme yolunda da önem arz eder. Geçmişle kurulacak ilgi yalnız pişmanlık ve tövbe üzerinden olmalıdır. Geleceğe dair kurulacak ilgi ise iyi niyetler, güzel düşünceler ve en önemlisi de teslimiyeti zırh bilmektir. Farkındalık (feraset, gafletten uzak olma) yolcunun tabiri caizse silahıdır: "Kendini bilmenin yolu bir bakıma 'farkındalık' demektir. Farkındalık kavramıyla genel olarak anlatılmak istenen; özgür ve erdemli bir varlık olma potansiyeline sahip bir kişi olarak insanın, bu amacı gerçekleştirmek için, düşünce ve duygularını yani beynini ve kalbini gözlemleyebilmesi, onların ayırdına varabilmesidir."

İbn Arabî, varlığın bütün yönleriyle O'na müteveccih olduğunu, perde kalkınca insanın şiddetli bir hayretin içine düşeceğini ve özleminin kabaracağını, işte o zaman O'nun kendisini değişik suretlerde insana göstereceğini ifade eder. D. T. Suzuki için bu ifade, Zen ustalarının 'evine geri dönmek' dediği şeydir: "İşte şimdi sen kendini buldun, daha en baştan beri senden hiçbir şey gizlenmemiştir. Sendin gözlerini gerçeklere kapayan, sendin."

Var oluşumuzun gayesi Hakk'ı bilmektir, Hakk'ı bulmaktır, Hakk'la olmaktır. "Bilinmeyi istediğim" çağrısına kulak vermektir. Kıldan ince, kılıçtan keskin, menzili meçhul bir yola çıkmaktır. Bilgiyi (furkan) kuşanıp tanıklığın (şehadet) farkında olarak verilene rıza göstermek ve verilmeyene şükretmektir. Yol ve yolculuk tam da burada başlar.

Ahmet Gürbüz, Kendini Bilmenin Yolu'nda çok büyük coğrafyalarda yankı bulmuş, insanın nefsiyle mücadele etmesi gerektiğini merkeze koymuş zen ve tasavvuf sistemlerini inceliyor, kıyaslama yapmadan karşılaştırıyor, kolay anlaşılır biçimde her iki yolun esaslarını temel düzeyde aktarıyor. Bu okuması son derece lezzetli olan kitap, bazı merakları muhabbete çevirebilir. Dolayısıyla yola çıkmak için güzel bir ilk adım.

Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî'nin Dîvân-ı Kebîr'inden bitirelim: "Ve sen, kendi içine giden o uzun yolculuğa ne zaman başlayacaksın?"

Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf

17 Mart 2025 Pazartesi

Bir cumhuriyet mevlevîsi: Nezih Uzel

İnsanın maziyle kurduğu köprüde başrol daima hatıralarındır. O hatıralar ki içlerinde nice suret, nice sohbet saklıdır. Suretlerle ve sohbetlerle buluşturan mekanlar, sokaklar ve şehirler; insanın ömür yolculuğuna hafi dokunuşlar yapar. Her dokunuşla birlikte varlık aleminde başka perdeler açarız. Yakından tanıma imkânı bulduğumuz bir hezarfen şahsiyet, dinlediğimiz saz semaisi, katıldığımız ayin; fizik gerilimden metafizik derinliğe ulaştırır bizi. Orada ulvi bir saltanat yakalarız. O saltanatın muhakkak erleri ve erenleri vardır. Sonra onların yetiştirdikleri talebeler, gönül dostları. Böylece tadı giderek artan bir irfan sofrasının misafiri oluruz. Niyazlar güzelleşir, dertler neşeyle bölüşülür, okunan ve dinlenilen ne varsa her biri artık yaşanana, izlenene dönüşür. “Dilin bal bal demekle ağzına tat gelmez ey ihvan / kamu âzaları Allah diyen gelsin bu meydane” diyen Kelâmî Baba’nın sözü yerini bulur. Meydan, hakikati görmüş ve hakikatli yaşamış insanların meydanıdır. Sanılmasın ki kolay lokmadır burada işitilenler, zannedilmesin ki burada hemen altından kalkılabilir vazifeler verilir. Şimdi de hatırımıza Seyyid Nizamoğlu’nun “Kıyamazsan bâş ü câna uzak dur girme meydâna / bu meydânda nice başlar kesilir hiç sorar olmaz” sözü gelmelidir.

1900’lü yıllar başta İstanbul olmak üzere memleketin kadim şehirlerinde pek çok dönüşümü beraberinde getirdi. Kültür tarihimizde pek çok şeyin artık el salladığı, bazı istasyonların gözden kaybolduğu, sanata ve manevî yolculuğa burun kıvrıldığı zamanlar. Hâl böyle olunca nice önemli insan da kendini hanesine, mekânına, dükkanına yahut postuna sırladı. Eli kalem, gözü iz, kulağı meşk tutan köprü insanlar devreye girmek durumundaydı, öyle de oldu. Nezih Uzel; hem bakiye hem de köprü olmaklığıyla kültür tarihimizin mutlaka üzerinde durulması gereken, tanınması ve yazdıkları, emekleri hatırlanması gereken bir özel şahsiyet. Nicedir hakkında bir çalışma yapılması bekleniyordu ki Melih Sâdık Küçüker’in hazırladığı Nezih Uzel: Bir Cumhuriyet Mevlevîsi, Ketebe Yayınları tarafından neşredildi. Sadece Nezih Uzel’in etrafında örülü olan halkaya baktığımızda bile zenginliğin ta kendisini görüyoruz. Acı ama gerçek, bu zenginlik yaşanabilecek son zenginlikti belki de. Ne Üsküdar, ne Üsküdar’ın uluları, ne İstanbul’un adab-ı muaşereti, zevki, safası kaldı diyebiliriz. Halbuki çile, dert, zorluklar her devirde vardı. Ama insanı ayakta tutmakla görevli başka insanların oluşu, olumsuzlukların karşısında bir direnç noktasıdır. Onlar güzellik filtreleri, yakıt depoları, gerçeğin dürbünleridir. Kim onlar? Edebiyatta, mûsıkîde, mimarîde; hat, ebru, tezhip gibi nice Türk sanatında izler bırakmış kimseler. Tasavvuf deryasında avcı olmuş, kalpleri tam merkezinden vurmuş, muhabbet pazarında nice halkalar kurmuş kimseler.

Nezih Uzel, dönem itibariyle bir cenderenin içine doğmakla hem derdi, hem de dermanı bir arada görmüş. Güncelin türlü zorlamalarına karşı kendi gündemini oluşturmaya çalışmış. İç sesini dinlemiş, iç kalesini kurmuş. Buna “kaydetme alışkanlığı” ile başlamış diyebiliriz. Sadece sesleri kaydetmemiş; fotoğraf çekmiş, not almış, defterler doldurmuş. Defter dediğimiz zaman da hemen aklımıza o büyük şahsiyet geliyor: Süheyl Ünver. Nezih Uzel’i bu alışkanlığa Süheyl Bey teşvik etmiş. Zira Süheyl Bey’in oğlu Aydın Ünver, Nezih Bey’in Galatasaray Lisesi’nden okul arkadaşı. 1959 senesinde Aydın Ünver, babasıyla Nezih Bey’i tanıştırıyor. Şu istikamete yürüyen bir yolun ilk adımları kuruluyor: “Beyaz bir kâğıdın söyleyeceği hiçbir şey yok. Ama üzerine yazı yazılmış bir kâğıdın anlatacağı şeyler var. Bunu fark ettim. Yani yazılı bir kâğıdın, sonsuza kadar bir mesajı oluyor.

İşte bu kaydetme ve yazma iştiyakı Nezih Bey’in gazeteci yönüyle de birleşince, ortaya zamanla lezzetli metinler çıkıvermiş. Merhum Mehmet Şevki Eygi’nin Hoş Bir Sada: Nezih Uzel kitabında dediği gibi, bu yazıların zamanla bir kitapçıkta çoktan toplanması gerekirdi. Çünkü içinde müziğimizin, tarihimizin, edebiyatımızın ve tasavvufî çevrelerin olduğu bu yazılar gelecek nesiller için de bazı şeylerin özünü ve kabuğunu ayırabilmek adına oldukça değerli. Nihayet, Melih Sâdık Küçüker’in hazırladığı işte bu kitapta hem pek çok şahsiyeti daha içeriden tanıma imkânı buluyoruz, hem de yurt dışındaki Mevlevî ayinlerinin, Amerika’daki ve Paris’teki çalışmaların perde arkasına tanıklık ediyoruz.

1956 yılında Galatasaray Lisesi son sınıf öğrencisi olan Uzel, Konya’da yapılacak Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî ihtifallerine katılmak üzere Haydarpaşa’dan trene biner. Bütün hayatına tesir edecek, neyin ve en önemlisi neden peşinde gideceğine damga vuracak bir yolculuktur bu. Meslekî olarak da önemli bir gelişme yaşar: Konya’da tanışacağı, Hazreti Mevlânâ’nın yirminci göbekten torunu Refi' Cevad Ulunay onu Cağaloğlu matbuat dünyasına sokar. Ömründeki bir başka mühim hadise de yine aynı zamanlarda yaşanır: Neyzen Ulvi Erguner vesilesiyle İstanbul Radyosu’nda kudümzen olur. Tüm bunlar olurken bir kâmil arayışını da tadar Uzel. Her şeyin, tüm taşların yerine oturması için bir gönül hekimi lâzımdır. İşte, Konya seyahatiyle birlikte tanışacağı ve ömrünün sonuna dek gönlünde tütecek olan o isim, Özbekler Tekkesi şeyhi Necmeddin Özbekkangay’dır. Üsküdar muhitinin bu müstesna şahsiyetinin çevresinde de hâl sahibi isimler vardır: Derviş Tufan, Üsküdar’ın ‘üç sırlısı’ndan İskele Camii İmamı Nâfiz Uncu Efendi, Hâfız Ali Üsküdarlı… Biz burada duralım ve Nezih Uzel’in ilk Konya seyahatinde, Hz. Pîr’i ilk ziyaretinde yaşadıklarını şöyle hissede hissede okumaya çalışalım: “Kafam, kalbim, içim, dışım boşalmış, tüm varlığım yok olmuştu. Sanki yeryüzünde değildim. Oraya nasıl gelmiştim? Bilmiyordum. Orası neydi? Bu çevredeki insanlar kimlerdi? Yürüyen, kımıldayan, sallanan, ara sıra dönüp bana bakanlar kimlerdi? Ben de onlara bakıyordum. Acaba ayıp mı oluyordu öyle bakmak? Anlamıyordum. Gözlerimi kapayıp başımı öne eğmeyi denedim, olmadı. Ne yapsam olmuyordu. Veya oluyordu, karar veremiyordum. Bana neler oluyordu? Bir bilene sormalıydım. Kafamdaki tüm oluşumlar silinmişti. Şairin, ‘gölgem kayboldu, gönlüm dolunca’ dediği gibi gerçekten gölgem bile kaybolmuştu. Hayatımda ilk defa büyük bir boşluk hissettim. İşte o andan sonra bende doğan boşluğa, tüm güzelliği ile Hazreti Pîr dolacak ve beni bir ömür boyu sürüp götürecekti… Artık yeniden doğmuştum… Bir hazinenin içine düşmüş gibiydim. Kuşkusuz orada lâyemût bir hayat vardı.

Ulvi Erguner’in “Biz hepimiz o dergâhta büyüdük” demesiyle Özbek şeyhi namıyla meşhur Necmeddin Efendi’ye tutulur Nezih Uzel. Bu tutulma, 1957 senesinde eşiğinden girdiği dergâhın onu her yönüyle yetiştirmesiyle sürer. O dergâhın bahçesindeki ağaçların kırk beş yıl arka arkaya yeşerip çiçeklendiğini görür. Sohbeti ve sofra açmayı çok seven, bazen sessiz ama zaman zaman nüktedan bir mizaca sahip, onca yasakla beraber sönmeye yüz tutan bir ocağı alevli tutmaya çalışan Necmeddin Efendi, Nezih Bey’in irşad ve hizmet gibi kavramları, “şeyh arama” meselesiyle ilgili tüm soru işaretlerini gidermiş bir veli. Kitaptan okuyalım: “O bana başından beri ‘Şeyh aramak çok ayıptır!” diye öğretmişti. Şeyh aramanın müridin en büyük ayıbı olduğunu ondan öğrendim. Ve yine ondan bildim ki şeyh aranmaz, bulunur… Şeyh arayacağız diye şeyhlerin peşinden koşanlar biçare zavallılardır, onlar şeyh yerine hava alırlar… Hiçbir çelimsiz nevniyazın ‘şeyh’ aramaya kudreti olamaz… Kudreti olsa zaten aramaz… Bunun örnekleri de görülmüştür. Dergâhta Küçük Hüseyin Efendi’nin yanından ayrılmayan Sigortacı Asım’ın ömür boyu şeyh aradığını söylerlerdi. Özbekler Dergâhı şeyhi bir gün yalnız başına çay içiyordu. Ben de karşısında oturuyordum. Benim çayım biraz gecikti. Şeyh dedi ki: Oğlum ne bakıyorsun, ben senin şeyhin değil miyim, ben içerim sen de içmiş gibi olursun… Cevap verdim: Şeyh baba yavaş iç, dilim yandı.

Başka kimlerin feyzinden nasiplendi Nezih Uzel? Kimleri tanıdı, bildi ve daima yâd etti? Saymakla bitmez ama, kitapta özellikle yer alanları anmalıyız: Hâfız Kudsi Efendi, Hattat Necmeddin Okyay, Yusuf Fâhir Baba, Midhat Bahârî Beytur, Cemaleddin Server Revnakoğlu, Sadeddin Heper, Şakir Çetiner, Çilekeş Osman Dede, Selman Tüzün, Ahmet Bican. Bu isimler sırlanırken İstanbul’un da güzellikleri sırlanıyordu aslında. Nezih Bey bunu gördü, yaşadı ve ruhuna o meşhur İstanbul hüznünü nakşetti. Bir “köprü insan” olarak kimi zaman anlattı, yazdı, kimi zaman da suskunluğu tercih etti. Emr-i Hakk; 1 Mayıs 2012 Salı günü İstanbul’dan, Üsküdar’dan, bir cumhuriyet Mevlevîsi geçti. Onun cümleleriyle bitirelim: “Biz İstanbul’un sonuna yetişmişiz. İstanbul zevkinin, İstanbul feyzinin, İstanbul irfanının kısaca ve tek kelime ile Türk-İslâm İstanbul’unun son günlerini görmüşüz. Bu şehir eski şehre nazaran ölüdür. Bir çamur ve cife deryasıdır. İstanbul'a yazık olmuştur. Artık bu şehirde bir Necmeddin Efendi'nin yetişmesine maddeten imkân yoktur. Toygartepesi'nde değil siyah gül, ısırgan otu bile bitmiyor...

Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf