O'nun Güzel İsimleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
O'nun Güzel İsimleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Nisan 2025 Cuma

Gönül radyosunu açmak

Sufilerin nezdinde Hakk’ı tanıma, bilme yolculuğunun pek çok güzergâhı vardır. O, her an yeni bir işte ve oluşta bulunduğundan; tasarrufunu ve tecellisini idrak edebilmek için bu güzergâhlar arasından biri, diğerlerinden ayrı bir yerde durur: esmâ-i ilâhiyye. Nitekim yine sufiler tarafından dile getirilmiştir ki tasavvuftan, ilm-i batından, muhabbetten, aşktan ve hatta cezbeden, kurbiyetten murad, esmâ-i ilâhiyye’yi tüm köşeleriyle, içiyle, manasıyla bilmektir.

Seyr ü sülük gören bir derviş, Rabb-i Hass’ına doğru bir yolculuğun içindedir. Maksat, mümkün varlıkların arasında, yani âlemin dört bir yanında gerçekleşen tecelliyi “playback” yaparak değil “canlı” katılarak görebilmek, anlayabilmektir. Zira bütün insanlık, bütün âlem, esmâ-i ilâhiyyenin tasarrufu altındadır. Bu sebeple “hırsız hırsızlığını, polis polisliğini yapar, sen işine bak” diye tavsiye edilir. Zira kişideki hakikati görmek, er kişinin harcıdır. Başkasındaki kusurlara değil kendimizdeki sıkıntılara dikkat kesilmek; türkülerin zengin dünyasından ciddi bir nefs mücadelesine girmeyi gerektirir. Neticede edebiyatın, dilin, sohbetin kaynağı da gönüldür. Orada dolanıp durmak da kişinin ömrünü ziyadeleştirir. Lakin tasavvufta “men aref” dersine intikal etmek için duymaktan işitmeye, anlamaktan idrak etmeye geçmek gerekir. Dervişin hangi esmânın taht-ı tasarrufunda olduğunu bilmesi demek, seyr içinde mümtaz bir makama ulaşması demek aynı zamanda. “Makamlı ol” demiştir Muzaffer Ozak Efendi. Yalnız kulak sahiplerinin başka, ancak gönül sahiplerinin başka anlayacağı bir şey bu. Hakk’ın yanına vardığında makamlı ol. Yediğin içtiğin senin olsun -ki onların da hesabı var-, lakin çözdüğün nefs düğümlerinden haberdar ol. Hakk’ın yanındayken O’na yaraşır bir ömür inşa ettiğinden emin ol. Sözü burada Alvarlı Muhammet Lütfî Efendi’yle bağlayalım: “Kim okursa dilde ders-i men aref / âlem-i mânâda bulur bin şeref / bir gör tevhîd eder eşyâ her taraf / Lütfî hüccetindir îmânın senin.

Her ne kadar günümüzde hiçbir ehliyeti, ruhsatı olmadan O’nun güzel isimlerinden bahseden kimseler olsa da ve bu isimler belki bilerek belki de bilmeden, onları dinleyenleri daha zorlu yollara nakletse de bu da bir tasarruftur. Hakk, yarattığı en kutsal malzeme olan aklı, kulunda görmek istiyor hiç şüphesiz. Zaman geçtikçe, devir değiştikçe, insanın kendi ruhuyla arasına giren perdelerin artık sayısı bilinmez hale geldikçe aklın da önemi yeniden hatırlanıyor olsa gerek. Her seferinde başvurduğumuz o akılla Mevlâ’ya varılamayacağı yine sufilerimizin başlıca telkinlerinden biri. Ancak bu durum, “tasavvuf kitapları okuyarak yol yürünmez, ama okunmadan hiç yürünmez” sözünü hatırlatıyor. Akılsız başın cezasını mutlaka ayaklar çekiyor. Aklı başa almak, Türkçemizin en güzel ifadelerinden biri. Demek ki hikmet ve irfan dairesine katılmak için aklı değil nefsi dizginlemek, sonra da aklı, akl-ı meâş’tan akl-ı meâd’a ulaştırmak gerekiyor. Bu bir kabiliyet işidir. Söylemi yumuşatmak icap ederse şöyle diyebiliriz: maaş aklından mana aklına geçmemiz şart. Lakin şu da gölgede kalmasın: insanların temel ihtiyaçları giderilmeden, maişet meselesi belli bir rutinle çözülmeden onlara hakikatten bahsetmek rencide edici bir iştir. Hakk’ın buna rızası var mıdır? Meydanda pek çok ehl-i Hakk olduğu görülüyor, belki bir gün onlar cevap verirler bu soruya diyelim ve geçelim.

Meleke; Kubbealtı Lügatı’nda “Bir iş veya davranış üzerinde devamlı uğraşma, tekrar ve tecrübe ile kazanılan alışkanlık, beceriklilik, yatkınlık” olarak anlam buluyor. Birçok sufi için faydalı, hayırlı, güzel ve temiz işleri alışkanlık haline getirmek, insanı mecazi olarak bir meleğe dönüştürüyor. Keza Türkçemizde “melek gibi insan” denmesinin sebebi de o insandan emin olmaktır. Emin olunmak ise, bir Müslümanın hayattaki en büyük sermayesi olsa gerek. İlim yolculuğunda hocanın da talebenin de elindeki en büyük sermaye emin olmamak. Bu durumda daima çalışmak, melekelerimizi taklidi bir gayretten tahkiki bir aşka çıkarmak hepimizin vazifesi, yalnız hocaların ya da talebelerin değil. Öte yandan, Sadreddin Konevi’nin buyurduğu gibi, Hakk yolunda seyr ü süluk etmeyen kimse yok. Lakin kimileri farkında, yani bilinçli. Kimileri de farkında değil, yani gaflet hâlinde. Mevlâ halimizi daima hayra çıkarsın diyerek konuyu 1903-1979 yılları arasında yaşamış bir gönül erine getirmek istiyorum: M. Nusret Tura.

Kendileri Fatih dersiamlarından, aynı zamanda da mesnevîhan olan (ara not: Bu bir Osmanlı geleneğidir. İlim erbabı aynı zamanda ehl-i irfandır. Tek kanatlı kuş olmanın marifet göğünde faydası olmayacağını bildiklerinden, zahiri ilimlerden mutlaka batınî ilimlere de göçüp, burada da zevk etmişlerdir.) tarih-i Uşşâkî meşâyihinden Mehmed Hazmi Tura’nın (1880-1961) talebelerindendir. Nusret Efendi kendini gizlemiş, dolayısıyla tasavvufun iç mekteplerinden melametilikle süslenmiştir. Allah razı olsun, Mahmud Erol Kılıç hocanın tavsiyeleri ve yönlendirmeleri vaktiyle dikkatimi çekmiş, hazretin yazdıklarını okumuştum. Şimdi bir okur ve doymak bilmemekle övünen bir talebe olarak, yeniden onu okumanın zevkini yaşıyorum. Bu zevk, şüphe yok ki zahiri, kabukta seyreden bir zevk. Mevlâ, okudukça hem kelâmımızı hem de hâlimizi de güzelleştirsin diyorum. Nusret Efendi’nin kalemini aşk mürekkebine banarak yazdığı fevkalade güzellikteki kitapları şöyledir: Gönül ve Aşk, O’nun Güzel İsimleri, Aşk Yolu ve Mektuplar. Mahmud Erol Kılıç hocanın hazırladığı tüm bu kitaplar Râh-ı Aşk adı altında İnsan Yayınları tarafından neşrediliyor. Ayrıca hazretin şiirleri de Erler Demine adıyla H Yayınları’nca neşredilmiştir.

Devlet Deniz Yolları’nın İstanbul, Bebek İskelesi’nde gişe memurluğundan emekli olmuş Nusret Efendi, talebeleriyle ve sevenleriyle mektuplar yoluyla hem haberleşmiş, hem de onları dünyanın dalgalı denizinde emin sahiller bulmaları noktasında yönlendirmiştir. Taşıdığı bütün vazifeleri, hasretleri, zorlukları; gönül merkezinde bırakmıştır. Orada her şey dengini, terazisini, kıymetini bulur. Yazılarını yazarken de günün belli bir vaktini seçer. Kendisinden okuyalım: “Bütün gün bütün gece cümle mahlukatın ibadet saatleri vardır. Âşıklarınki sabah namazından en az bir saat evveldir. O saate; saat-i raz-ı muhibban, vakt-i niyaz-ı aşıkân derler. Biz de yazılarımızı bu saatte yazarız. Diğer yazıları bu saatte okuruz. Onun için yazılarımda gül kokusu, gözyaşı ıslaklığı, titrek bir elin titrek yazıları hissedilir. Gönül semâsından rahmetlerin yağdırılması için bu zamandan istifade etmenizi tavsiye ederim.

Cümle insanlığın yokluk sırrına ulaşmasını dert edinmiş bir sufi Nusret Efendi. Yakınlarına yazarken dünyanın eleminden, sıkıntısından çok da şikayet etmemek gerektiğini, bunun sebeplerinin olduğunu dile getiriyor. İnsanoğlunun kimi zaman gazapla, kimi zaman celalle, kimi zaman akla hayale gelmez zorluklarla başa çıkması gerektiğini, nefsin ancak bu şekilde balyoz misali darbelerle gemlenebileceğini, terbiye olacağını söylüyor. Dünya hayatı sadece böyle değil şüphesiz; demler safalar da ziyadesiyle var. Ancak yakalayabilene var. Nasıl yakalanır? İnsanın esma-i ilahiyye üzerine yoğunlaşması, çalışması, tefekkür etmesi, belirli bir idrak kazanması gerekiyor. Mahlukatın hallerini gözeten bir Müheymin, dilediği işi yaptırmaya kadir bir Cebbâr, icap ettiği zaman ruhları daraltan bir Kâbız, yine icap ettiği zaman ruhları ferahlatan bir Bâsıt, inananları meşrepleri ve mizaçları doğrultusunda yükselten bir Rafî, iyiyi kötüden ve haklıyı haksızdan ayıran, koruyan bir Hakem, kimsenin anlamayacağı bir adalet mekanizmasını daima işleten bir Adl, sonsuz mağfireti ve hudutsuz affı olan bir Gafûr, hakiki bir sevginin karşılığında azı çoğaltan bir Şekûr, çoğu zaman bırakalım şükretmeyi, şükrünü aklımıza bile getiremediğimiz bedenimize, ruhumuza kuvvet veren bir Mukît, hiç beklemedik bir yerden hiç beklemedik bir zamanda hiç beklemedik miktarda veren bir Kerîm var. Yalnız özel günlerde ve gecelerde, bayramlarda, kandillerde, ölümlerde ve doğumlarda, birleşip ayrılmalarda, tanışıp kavuşmalarda, alışverişlerde, törenlerde, ayinlerde değil, her an hatırlanması gereken bir Rakîb var. Laf aramızda, O’nu unutmamız da mümkün değil, zira Kendini asla unutturmayacak kadar sevgisiyle, muhabbetiyle kulunu donatmış; Kendisine inanmadığını iddia edenin bile önüne çorbasını koyan bir Rezzak; yalnızlığı ve yolsuz kalışını kendine elem sebebi hâline getirmiş kulunu yine huzuruyla neşelendirmiş bir Fettah var. Bir şeye üzülüp sinirlendiğimizde “Hasbünallahî…” diyerek yakardığımız Vekîl, dayanamayacağımız bir durum karşısında “Ya…” diyerek yanaştığımız Sabûr, dileğimize kavuşmak için tahammülümüzü yitirdiğimizde başvurduğumuz Kadîr, günahın acısıyla kavrulduğumuzda affına, afiyetine sığındığımız Tevvâb, yalnızca ve daima O.

Nusret Tura Efendi’nin O’nun Güzel İsimleri adlı kitabındaki yazıları, sanki her meraklı için yazılmış bir esmadan müsemmaya yapılması gereken yolculuk için bir şevk dersi, bir aşk dersi. Allah-Hâlık isminden bahsederken, yani kitabın henüz başında, bu okuma yolculuğunun meraktan tanımaya, tanımadan bilmeye, bilmeden olmaya dönüşmesi gerektiğini çeşit çeşit büyüklükte kaşığın içinde bulunan balla okurun damaklarına yapıştırıveriyor hazret: “Akıllı kimseler hayal peşinde değil, hakikat peşinde koşarlar. Gönlünüzün derinliklerinde hakikatinizin menbaını bulun. Oradan temaşa daha faydalıdır… Vicdanın emri, her şeyde kendini küçük görmek, karşısındakini büyük görmek, kendine arslan payı ayırıp diğerlerine hiçe saymamak, kardeşlerini daha evvel düşünmek ve tercih etmektir. Bu hakkın bir nurudur. Hemcinsine yardım, hizmet, hürmet yoludur. İyi insanların gönlü o zaman rahat olur… Herkes bilmelidir ki iyilik eden iyilik bulur. Hiçbir hareketimiz zâyi olmaz; hakikat radyosunun kanalları da daima faaliyettedir. Gönül radyosu açık olanlar, bu hakikatleri duyar bilirler; herkes çalışması ve alakası nisbetinde feyz alır.

Bütün gayretimiz can gözümüzü biraz açmak olmalı. Çünkü can gözünü, gönül gözünü açanın gördüğü dünya da başka olacaktır. İçini daha manalı, daha hakikatli anlamlarla dolduracaktır. Elbette zaman zaman dünya denen o koca kayalığa çarpıp yere düşecek, hatta düştüğünde belki birkaç tekme de yiyecek ama sonra onu kaldıracak bir sahibinin olduğunu da görecektir. Hani bazı haberleri anlatırken sunucular, “perde arkasında kaldı” derler ya; perdenin, sahnenin, âlem denen o fasıl heyetinin sahibi belli. O’nu daha kuvvetli ve muhabbetli tanımak için sufilerin kaleminden çıkmış esma-i ilahiyye kitaplarıyla meşgul olmak çok önemli. Büyük sufi Atâullah İskenderî’nin, ‘tüm zamanların kitabı’ denilebilecek Hikem-i Ataiyye’sinden bir sözle bitirelim: “Allah’ın nezdindeki kıymetini anlamak istersen, seni ne ile meşgul ettiğine, hangi vazifelerde istihdam ettiğine bak.

Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf