11 Mart 2021 Perşembe

Ne düşünüyorsak o oluyoruz

Günlük hayatımızda gerçekleşmesinden endişelendiğimiz birçok menfi durum vardır, “ya arkadaşımla aram bozulursa”, “ya iş bulamazsam”, “ya sınavda başarılı olamazsam”, “ya istediğim evi alamazsam”, vs... Aslında hepimiz içten içe biliriz bunların çoğunun kuruntu olduğunu. Ama bazen öyle bir saplanırız ki o düşünceye, denizde olduğunu bilmeyen balık gibi, kuruntulara hapsolduğumuzu bilemeyiz. Ama şöyle bir şey var, balığın ait olduğu yer deniz elbette, ama bizim ait olduğumuz düşünceler, boş kuruntular olmamalı. Dünyada gördüğümüz olumsuz her durum, aslında kendimizle ilgili.

Bilinçaltının Gücü
’nde Joseph Murphy, bunu bilimsel temellere dayandırarak, kötümsere odaklanmış zihnimize adeta kabul ettiriyor. Kitap boyunca verilen ana mesaj, kişinin etrafına ve kendine daima iyiyi, güzeli ve olumlu olanı telkin etmesi gerektiği. Telkin kelimesi kitapta çok sık geçiyor ve kitabın tamamı da telkinlerden oluşuyor.

Telkinde bulunmak son derece güçlü bir eylemdir. Hafifçe bir o yana bir bu yana sallanan bir gemide olduğunuzu hayal edin. Korkmuş görünen bir yolcuya gidip, “Hiç de iyi görünmüyorsunuz. Yüzünüz yemyeşil olmuş! Galiba sizi deniz tuttu. Sizi kamaranıza götürmemi ister misiniz?” dediğinizi düşünün. Yolcunun yüzü bembeyaz olur. (…) Oraya vardığınızda, yaptığınız olumsuz telkin bu kişi için bir gerçek haline gelir.

Bilinçaltının Gücü, okuruna istediklerine sahip olmanın, mutlu olmanın, pozitif olmanın en kolay ve huzur verici yolunu öğretiyor. Bu da dua etmek, dua ederken duanın gücüne gönülden inanmak. İstediklerimize ulaşmanın en iyi yolu, gerçekten de, dövünüp kendimizi duygusal olarak hırpalamak yerine, minnet dolu bir bekleyiş olmalı, sizce de öyle değil mi? Kendi içimize dönerek, kendimizde var olan mutluluk mülkünün padişahı olmanın gerçekliğini, sadece anlatmakla da kalmamış yazar, kendi hayatında şahit olduğu örneklerle de desteklemiş. Ve bunların içinde gerçekten çok ilginç olanları da mevcut. İnanarak dua eden ve sadece aylar içinde istediği insanla evlenenler, çok kısa bir sürede istediği arabayı alanlar, zengin olanlar, sağalmaz hastalıklardan dua ile kurtulanlar. Hayatta her istediğimizi elde edeceğiz diye bir kural yok elbette, ancak inancın, bizim hayatta durduğumuz yeri değiştiriyor olması, büyük bir gerçek. Ne düşünüyorsak o oluyoruz, ve ne düşünürsek, ona dönüşeceğiz.

Hayal Gücü en güçlü duyudur. Güzel ve iyi olduğunu bildiğiniz şeyleri hayal edin. Ne olduğunuzu hayal ederseniz, o olursunuz.

İstemek ve hayal etmek gerçekten de farklı şeyler. İstediğimiz şeylerde bir kötülük bulamayız tabii ki, ama bir bakalım, üzerine düşündüğümüz şeyler de öyle mi? Üzerine düşündüğümüz, hayalini kurduğumuz şeyler, çoğu zaman isteklerimizin gerçekleşmeme durumudur. Felaketler olursa ne yapacağımızı düşünürüz. Murphy’e göre böyle durumlarda yerine koyma tekniğini kullanarak, kendimizi istediğimiz şeye ve nihai sonuca odaklamamız gerekiyor. Kötünün yerine iyiyi koymak mümkün. Dua ederken, duamızı kabul olmuş ve gerçekleşmiş kabul etmemiz, duamızın gerçekleştiği anda var olmamız ve bunu içselleştirmemiz elzem. İsteklerimiz ve hayallerimiz çatıştığında, bir karmaşa oluşuyor ve kendimizi bir çıkmaza doğru sürüklüyoruz. İstediklerimizi gerçekleştirmek için, isteklerimizin, ve zihnimizde kurguladığımız hayallerin çatışmaması gerek.

Elbette ki kararlılık, inanç ve iyiye odaklanmak, bizi mutluluğa çıkaracaktır. Elimizde sihirli bir değnek yok elbette, her istediğimizi elde etmek zorunda değiliz. Ancak pozitif olmanın verdiği rahatlık bile, buna değer.

Bilinçaltının Gücü, hem bilimsel, hem de derin manevi temellere dayanan, su gibi akıp giden bir kitap. Kitap, benim için adata bir psikolog görevi gördü. Daha ilk sayfalarda bile olumsuz düşüncelerinizden halas olduğunuzu hissedebilirsiniz. Okuyacak olan herkese keyifli okumalar diliyorum.

Nidâ Karakoç
twitter.com/nida_karakoc

Türkiye'yi anlama imkânı olarak Tanpınar

"Niçin geçmiş zaman bizi bir kuyu gibi çekiyor?"
- Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir

"Sen dipsiz bir kuyuya uzun uzun baktığında,
dipsiz kuyu da sana bakar.
"
- Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt

"Türkiye evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olmak imkânını vermiyor" cümlesini kuran her ne kadar Ahmet Hamdi Tanpınar olsa da, belki bütün sanatında Türkiye'yi merkeze almış bir zihindir o. Hem şiiriyle hem romanlarında, Türkiye'yi ve Türk insanını anlamaya çabasından başka bir şey görmek zordur. Huzur, yalnızca bir 'şairin romanı' değildir, hepimizin içine düştüğü kuyudur. Saatleri Ayarlama Enstitüsü, beynelmilel bir romandır bana göre. Fatih'te, Üsküdar'da yüzlerce Hayri İrdal vardır öte yandan. Sahnenin Dışındakiler ve Yaşadığım Gibi, bir şahsın zihnî haritası çerçevesinde, bu coğrafyanın alternatif tarihi olarak okunabilir.

Sahi, Tanpınar'ın bir zihin haritası var mıydı? Batıya ve modernleşmeye olan ihtirasına rağmen Tanpınar gemisi Yahya Kemal'in 'rüzgârıyle' ilerlemedi mi? Tanpınar, hem şiirinde hem romanında bu rüzgârdan kurtulmaya her çalıştığında yalpalamadı mı? Bendeniz bu konuda netim. Tanpınar'a belki gayriihtiyârî tohumu eken, Oidipus kompleksi içinde incelenmesi lezzet verecek olan, 'şeyhi' Yahya Kemal'dir. Yani aslında ikisinin toprağını Üsküp’teki Rufâî Tekkesi karmıştır. "Bursa'da Zaman" ile "Koca Mustâpaşa" yan yana konursa, hem şairlerinin hem de 'bu ülke'yi çözme anlamındaki ferasetlerinin bağı ortaya çıkar. Bir misal. Koca Mustâpaşa: "Ne saâdet! Bu taraflarda, her ülfetten uzak / vatanın fâtihi cedlerle berâber yaşamak!". Bursa'da Zaman: "Türbeler, camiler, eski bahçeler / şanlı hikâyesi binlerce erin."

Tanpınar hayranlığının Beş Şehir'le başladığını söyleyen Besim F. Dellaloğlu, Tanpınar'ın memlekete bakış tarzından, zihniyetinden etkilendiğini belirterek başlıyor söze. Yani, Modernleşmenin Zihniyet Dünyası'nın alt başlığı olarak Bir Tanpınar Fetişizmi denmesinin sebebi bu. Hikâyenin ana kaynağı ise belki de şu: Bir gün Beş Şehir'i okuyan öğrencisi, Besim hocaya "Ne kadar da muhafazakâr bir adam bu hocam. Sürekli Süleymaniye'den, Mimar Sinan'dan, Dede Efendi'den, Itrî'den söz ediyor" der. "İşte tam o anda kafamda bir şimşek çaktı" diyor Dellaloğlu: "Bizi Tanpınar okumaya tenezzül ettirmeyen, tenezzül etsek bile onu anlamamıza engel olan tam da bu."

Okuyucun belki de tam buradan itibaren sorması gereken sorular şunlar olabilir: 'Şu saat'ten sonra Saatleri Ayarlama Enstitüsü bize ne söyler? Huzur, cumhuriyet aydınını kimlik problemlerini anlatırken bizim şimdilerdeki amansız kimlik arayışımızı da anlatmıyor mu? Hem batıya hem de doğuya hayranlığı ortada olan bir 'kafa'dan bize ne sızar? Türk modernleşmesini anlamak için Tanpınar durağında beklemek, diğer mühim vasıtaları kaçırmamıza sebep olmaz mı? Şimdi, şu an, Tanpınar okumakla neyi elde edebiliriz? İşte tüm bu soruların cevabı kitabın zihniyet, şahsiyet, fikriyat ve cemiyet bölümlerinde gizli. Nihayet bölümünde söylenen, belki tüm bu sorulara bir cevap olabilir. Tanpınar, Türkiye'dir ve hatta Türkiye, özellikle şimdiki hâliyle tam manasıyla Tanpınar'dır. Tanpınar bir gölge gibi Türkiye'yi takip etmektedir. Türkiye de ne hikmetse Tanpınar'ın yazdıklarını belki farklı biçimlerde ama taklide dahi yanaşamayan bir kalitesizlikle yaşamaktadır. Sadece mimari anlamda yaptıklarımıza bir göz atmak bile bu meselenin ispatıdır. 

Dellaloğlu, edebiyatı sosyolojinin önüne koyuyor ve böylece okuyucuyu en baştan uyarıyor. Hani kimi psikologlar Dostoyevski'yi ilk psikolog ilan ederek onun metinlerini önemser, hatta kutsar ya, Besim hocaya göre de edebi metinlerimiz bize bizi anlatan en önemli metinler. Bu haklı hatırlatma, kitap boyunca hocanın fikirleriyle Tanpınar'ın fikirlerini yan yana getirmesi anlamında bize lezzetli bir okuma sunuyor.

"İnsanlar yeterince güçlü bir değerler sistemi üretemediklerinde bayağılaşırlar. Kalıplaşmış değerlere sığınırlar. Görgüsüzleşirler." diyor Dellaloğlu. Batılı bir insanın tercihlerindeki oturmuşluğun bugün bir İstanbulluda olmadığını söylüyor. Her şeyin bu kadar hızlı değişmesinden yakınıyoruz fakat yaşam(a) kültürümüzün derinliğinden hiç bahsetmiyoruz. Yani ortada trajik bir durum var. Yine burada, bütün modernleşmelerin trajik olduğunu hatırlatıyor Dellaloğlu. Biz modernleşmek için takvime, şapkaya ihtiyaç duyduk. Batılı böyle bir şey yaşadı mı? Hayır. "Bu ülkenin modernleşmesi bir tür kendimiz olmaktan utanmanın hikâyesidir" sözü, trajedinin özü. İşte böylesine bir trajedide bilimden ziyade sanat ürettik. Edebiyat bize yol, Tanpınar yoldaş oldu. Toparlayalım: Türk modernleşmesi trajiktir, Tanpınar da bu trajedinin yazarıdır.

Vakti geldikçe gündeme oturan bir kavram var: kültürel Müslümanlık. Nereden nasıl doğduğu tam olarak bilinmese de Tanpınar'la modernleşme haritamız arasında çok ciddi bir bağ kuruyor. Tanpınar, "Tam bir Müslüman gibi düşünüyorum, fakat mücerret bir Müslüman gibi değil de bu şehrin ve etrafında, hülasa bu memleketin içinde yaşayan bir Müslüman gibi. İki yüz yıl bu memleketin hayatına karışmış yaşayan dedelerimizden bana miras kalmış bir Müslümanlık. Bu Müslümanlıkta Tekirdağ karpuzunun, Manisa kavununun, Amasya kayısısının, Hacıbekir lokumunun, Itri bestesinin, Kandili yazmasının, Bursa dokumasının hisseleri vardır" diyor Mahur Beste'de. Şimdi, araya hiç yorum katmadan, Besim hocadan okuyalım: "Tanpınar, dinle, gelenekle, onların toplumsallaşma biçimleri arasındaki bir alandan, zihniyetin en verimli toprağından besleniyor. Bunun için dindar olmaya gerek yok. Sosyolog olmaya da gerek yok. Aslında Tanpınar'ın kendine hayatına dair hiçbir Müslümanlık belirtisi yok. Oldukça bohem bir hayat sürmüştür. CHP milletvekilidir. Hem de tek parti döneminde. O halde niçin gelenekle, dinle bu kadar ilgilidir. Çünkü bu ülkede toplumsal zihniyet oradan kaynaklanır ağırlıklı olarak. Bu toplumu anlama gibi bir derdiniz varsa, bir entelektüel olarak gerekirse kendinizi aşıp bu alanlara merakla, ilgiyle yönelmek gerekir. Dert edinmek gerek yani!"

Dellaloğlu hoca, Tanpınar'ın kitaplarının Yapı Kredi Yayınları ve Dergâh Yayınları arasındaki değişimini kitabın başından sonuna dek akıllarda saklı tutuyor. Bu esasında okur zihniyetini de etkileyen bir şey. Okurun karar verme süreci yahut yazara yaklaşımı bile yayınevi ile sınırlı. Evet, sınırlı dedim zira biz hakikati kendi duygularımıza göre belirlemeyi seviyoruz. Böylece yazarı yalnız bırakıyoruz. Onlar yalnızlığı bile isteye seçmiyorlar. Dert sahibi okurlar görmeyince, çekiliyorlar. Nitekim Tanpınar, “Ben inzivayı seviyorum, yalnızlığı değil” derken Oğuz Atay da “Beni yalnız kalmayı tercih ettiğimi söyleyerek yalnız bıraktınız.” diyor. Bunlar sitemdir ve bizim korkularımıza doğrudur. Bilmemek, bilmek istememek cehaleti güdüler. Geçmişle bağ kurmanın adı muhafazakârlık olduğundan beri yaklaşımlar değişti, oysa hiçbir şey netleşmedi. Entelektüel ve aydın arasındaki ayrım belirginleşti. Geçmişi unutmak, modernleşmek oldu. Oysa Besim hoca, batının kendi geçmişini hatırladıkça modernleştiğini söylüyor. Aklî olanla makul olanın aynı şey olmadığını da söylüyor. Şurada dikkat: "Eskinin gölgesi yeninin kalitesini artırır. Türkiye modernleşmesinin en büyük eksiği budur. Kadim olan öylesine susturulmuş ki, ortalıkta yeninin sesinden başka bir ses kalmamıştır. Yeninin kalitesizliğinin bir nedeni de, eskinin eleştirisinden mahrum olmasıdır."

Kitabı okurken sık sık karşımıza çıkan Tanpınar paragrafları, hem onu yeniden anlamaya hem de modernleşme serüvenimizdeki çatlakları keşfetmeye müthiş destek oluyor. Hatta, yeniden Tanpınar okumaya dair bir şevk veriyor. Tanpınar'ın hakkını teslim etme çabası olan Modernleşmenin Zihniyet Dünyası, Tanpınar'ın Türkiye olduğunu evirmeden çevirmeden ortaya koyuyor. Öte yandan, Şerif Mardin vesilesiyle dilimize yerleşen Türk Modernleşmesi de en anlaşılabilir izahı Tanpınar'ın kılavuzluğunda buluyor. Bu da okuyucu için lezzetli bir düşünce yolculuğu demek oluyor.

Son olarak, Besim hocanın "Tanpınar benim bu memlekete bakış tarzımı değiştirmiştir. Elbette kendime bakış tarzımı da. Kendi oluş tarzımı da." cümlesi çok önemli. Bu cümle, birçok okur için çıkış kapısını gösteren bir 'dikkat' levhası olmalıdır. Memleketin dünü ve bugünü hakkında garabetten, kaostan, stresten kurtulmak isteyenler için...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

8 Mart 2021 Pazartesi

Bir medeniyetin vedası

Sâmiha Ayverdi, Tercüman gazetesinde 1964 yılında neşrettiği İbrâhim Efendi Konağı'nda Meclis-i Maliye reisi İbrahim Efendi’nin hayatını konu edinir. Olayları büyük bir konağın içinde anlatarak okuyucularına sunar. Nitekim kitap, Osmanlı devletiyle ilişkilendirildiği için konağın yükselişi İbrahim Efendi'yle, çöküşü ise Şevkiye Hanım'la belirtilmiş. Fakat eser biyografik nitelikleri taşıdığı için kurgu en aza indirilerek dönemin tarihi meseleleri özenle anlatılmış. Örneğin; Türk kahvesi hakkında bile uzun uzun yazılırken ramazan ayı ve bayramla ilgili de birçok kültürel bilgiler verilmiş. Tabii Sâmiha Ayverdi, bunun yanı sıra karakterlerin nasıl birer insan olduklarını ve hayatlarında neler yaptıklarını da detaylıca anlatarak fotoğraflarına yer vermiş. Bu kısım aslında benim çok hoşuma gitti zira fotoğraflar aklımda daha kalıcılık sağladı. Eseri gönlümde hissetmeme vesile oldu.

Kitabın konusuna gelecek olursam: İbrahim Efendi, Gediz’in ileri gelenlerinden bir tüccarın oğludur. Uzun zaman Meclis-i Maliye reisliği yapmıştır. Ailesinden kalan büyük bir mirasla kızlarıyla birlikte çok büyük bir konağın içinde yaşamaktadır. Fakat konakta işler dışarıdan göründüğü gibi değildir yani herkesin rüya gibi gördüğü hayat hane içinde âdeta kabus gibidir. Öyle ki kızları sürekli tartışma halindeyken damatları birbirini konakta istemez. Bu sebeple de konakta hiç huzur kalmaz. Özellikle damadı Salih Bey sırf İbrahim Efendi’nin mirasına konmak için birçok kötü oyun kurar. Para hırsı ona yaptırmadığı iş bırakmaz. Diğer damadı Yusuf Bey ise Salih Bey’e göre daha iyidir. Sürekli musikiyle ilgilenir fakat karısı Şükriye Hanım'ı bir türlü sevemez ve bunun için hiç mutlu olamaz. Öyle ki mutluluğu başka kadınlarda bulmaya çalışırken konakta bir hizmetçiye aşık olur. Ve bir gün Şükriye Hanım’ın onları yakalamasıyla da dedikodular alır başını gider. Bunun üzerine İbrahim Efendi sırf dedikoduları susturmak için kızı Şükriye Hanımla, damadı Yusuf Bey’i başka bir yere gönderir. Ama ne acı ki Yusuf Bey, gittiği yerde de kabus gibi günler yaşar ve aradan çok zaman geçmeden fena bir olay meydana gelir...

Romanda belki de en çok üzüldüğüm karakter Yusuf Bey, olmuştur zira yaşadığı hiç bir acıyı hak etmediğini düşünüyorum. Tabii bu arada konağın diğer cephesinde ise debdebeli hayat sürmeye devam eder. Bir zaman sonra İbrahim Efendi’nin kalp krizi geçirip vefat etmesiyle de konaktaki bahar gibi sürüp giden hayat birçok değişime uğrar. Nitekim konağın idaresi İbrahim Efendi’nin, büyük kızı Şevkiye Hanıma kalır. Fakat bu arada Salih Bey mirasa dokunamadığı için eşi Şevkiye Hanımı terk edip gider.

Zamanın ilerlemesiyle de konağın durumu giderek zayıflar. Kahya Zaim Bey, Şevkiye Hanım’ın idari ve mali işlerden anlamadığını fark edince bunu fırsat bularak yönetimi ele geçirir.

Bu duruma çok üzülen Şevkiye ve Şükriye Hanım da çaresizlik içinde bir avukat bularak ellerinde kalan son mücevherlerini de ona verirler fakat bu seferde Zaim Bey’in kaçışıyla Şifa’daki konak bin bir türlü oyunla avukatın üstüne geçer.

Bunun üzerine iki kız kardeş eczacı Sedat ve Ekrem’in yardımıyla Fatih’te bir ev kiralar. Çok geçmeden de Şükriye Hanım, vefat eder ve Şevkiye Hanım da felç geçirerek dört sene yatağa mahkum olur. Ardından da aklını kaybederek vefat eder.

Ve bir medeniyetin çöküşü hüzünle anlatılarak sonlandırılmış olur...

Kitapta en sevdiğim birkaç alıntı:

Ah bu ağaçlar... Şehri şehir yapan, binlerce yeşil gözün kadehi ile etrafa huzur dağıtan vefalı, sefalı, sadık dostlar... Eskiden İstanbul şehri bu asil, bu kanaatli aşinaların varlığı ile ne kadar mesut, ne kadar memnun ve ne kadar mamurdu.

Sevmeyi bilmek, sevebilmek de bir hüner, bir mutlu Allah vergisiydi.

Âteşîn, ferâgatli, necip bir aşk, insan duygularının en asillerinden biriydi. Seven, sırasında alacak iken verecek, söyleyecek iken susacak, gülecek iken ağlayacak; mihnetleri minnet bilecek; ağulara şeker diyecek; ölecek, her nefes bin kere ölüp bin kere dirilecekti. İşte bunun için aşk, kolayına söylenen; gücü ne işlenen bir kârdı.

O devirlerde hayatın merkezi ev idi. Doğumlar, ölümler, evlenmeler hep orada olur; imkan el verdiği ölçüde ev, eğlenceleri de gene içine alırdı. Zira insanlar henüz yerlerinden yurtlarından soğumamış ve aile müessesesi kapalı sınıf şuurunu kaybederek durağını sokağa, kendi dışına nakletmemişti.

Amma ölüm de bir çeşit hayat idi. Şartları, kanunları pek herkesin idrakine sığmayan bir sırlı hayat... Şu halde ölümden hayata, hayattan ölüme mekik dokurken, bu var olmanın insan oğluna yüklediği vazife ve mesuliyeti anlayıp ona göre ayarlanmak gerekmez miydi?

Son birkaç cümle söyleyerek: her ne kadar kitabın bazı kısımlarını okumakta zorlansam da iyi ki okuduğum dediğim eserlerden biri oldu. Bir konağın içinden bir medeniyetin vedasına tanık olmak ne kadar şaşırtıcıysa, Türkçe'nin bu kadar kusursuz biçimde kullanılması da o kadar hayret vericiydi. Size de böylesine kıymetli bir eseri kitaplığınızda bulundurmanızı mutlaka tavsiye eder, keyifli okumalar dilerim.

Fatma Saldıran
twitter.com/_Ftms

6 Mart 2021 Cumartesi

Aklı ve kalbi arasında kalanlar: kırgınlar

“Bitek acılar serpildi yıllar yılı aklımın toprağına. Nasıl da verimliydi. Hiçbir umut yok artık; ne bir yaz günü anımsanıyor, ne de denizin yüreğine inmeyi kuran bir çocuğun düşleri. Ünlemlere yer kalmadı dünyamda. Yalnızca soru işaretleri var ve ayraç içinde inliyor yaşamım. İşte, bütün anlatımlar yaralı bu gece, sözcükler kırgın…”
- Ahmet Erhan, Yaralı Gece

Ayşegül Genç ismi gezdiğim kitapçılarda veya internetten kitap satışı yapan sitelerde sık sık gözüme çarpıyordu. Fakat hiçbir zaman yazarın bir kitabını almayı düşünmedim. Bunun iki sebebi var: Birincisi, önümde okunacak çok kitap, özellikle çok roman vardı. İkincisi ise Ayşegül Genç’in bazı kitaplarının İz Yayınları’nın muhayyel serisinden çıkmasıydı. Muhayyel serisine karşı bir ön yargım var. Haklı olduğumu iddia etmesem de edebiyatımızdaki son dönem öykü ve romanlara baktığımda ayakları yere basmayan çok sayıda eser görüyordum. Okuru reel dünyadan koparıp, post-modernizm adı altında sürreal bir anlatımla sürükleyen bu kitapları hiç sevemedim. Zor okunması değil bu eserleri sevmeme sebebim. Bir kere bir dertleri olmuyordu bu eserlerin. Deneme üslûbunda oradan oraya savrulup, arada birkaç diyalogla okurun ağzına bir kaşık bal çalan bu eserlere nedense rağbet çoktu. Fakat ben okuduktan sonra, neydi bu okuduğum sorusunu çok sorup, aklımda hiçbir şey kalmadan masadan kalktığım çok oldu. Zor okunma meselesi de işin cabası. Dünya edebiyatında zor okunup da ayakları yere basan birçok roman veya öyküyü gördükten sonra bu kitaplardan uzaklaşmamın sebebinin zor anlaşılması olmadığına kanaat getirdim. Lafı uzattım biliyorum ama benim gibi olan okurlar vardır belki, onun için yazıyorum. Gerçi Genç’in okuduğum bu kitabı muhayyel serisinden çıkmadı ama ben yazarın tarzını artık anladım. Muhayyel serisinden çıkmayan bu kitap benim İz Yayınları’nın muhayyel serisine olan ön yargımı kırdı.

Kitap on bölümden ve farklı farklı on anlatıcıdan oluşuyor. Aynı zamanda on kırgınlık ve on suskunluktan da diyebilirim. Leyla’nın ölümünün, cinayetinin Leyla’nın dışındaki sekiz kişinin hayata bakan penceresinden anlatılmasıyla roman oluşturulmuş (bir bölüm farklı bir tarihte geçiyor). Leyla’yla birlikte bu on anlatıcının hepsinin bazı ortak özellikleri var: Hayata karşı suskun olmaları. Bazıları gerçekten suskun (dilsiz Beşir gibi) bazıları modern hayata karşı dinini yanına alarak savaşan bir suskun (Leyla) bazıları da Somalili Hasan gibi, okumaya gelip de gönlüne bir kor düştüğü için suskun. Ya da kırgın diyebiliriz bu suskunlara. Evet, kırgın demek daha doğru olacak. Çünkü suskun deyince pasif bir durum anlaşılabilir. Ama kırgın deyince o kırgınlıkla direnen bir insanı da anlayabiliriz.

Kitabın omurgasını cinayet oluşturmuyor. Hatta yazar cinayeti kullanmasa da bu kitap aynı merak ettiriciliğini ve kendini okutma özelliğini kaybetmezdi. Yeri gelmişken bir eleştirimi de belirteyim, zaten cinayet sebebi hiç düzgün bir temele oturmamış bence. Olmayabilirdi ya da daha derin işlenebilirdi. Tabiî bu kitabın değerinden ne götürür? Bence çok da bir şey götürmez, sonuçta okuduğumuz polisiye bir roman değil. Derdi olan ve bir şey anlatmaya çalışan bir roman. On tane ayrı hikâye bir romanı oluşturmuş da diyebiliriz bu kitap için. Bir eleştirimi daha belirteyim yeri gelmişken. Leyla’nın ölümünün çevresinde dönen, sonuçta Leyla’ya bağlanan ama yine de kendi karakterinin hikâyesi olan bölümlerin hepsi çok yakın tarihlerde geçiyor. 2013 ve 2014 tarihli bu dokuz bölüm de. Ancak bir bölüm 1936 tarihini içeriyor. Bu bölüme çok anlam veremedim. Elbette yazar bu bölümü de yazarken bir şey düşünmüştür ama ana hikâyeye çok cılız bir şekilde bağlamış bu bölümü. Olmasa kitap hiçbir şey kaybetmezdi. Bu bölümde Genç, biraz da kendi dünya görüşüne göre cumhuriyetten sonraki on-on iki yılı eleştirmiş. Belki de sadece bu eleştirilerini rahat rahat yazabilmek için bu bölümü kullandı. Çünkü yazarlar bazen romandan bağımsız gibi görünen böyle bölümler oluşturabilirler, kurgunun dışına çıkıp fikirlerini belirtmek için.

Bu kitap, herkesin bakışından Leyla’nın hikâyesi demiştim. Peki kimdir Leyla? “Eskiyi ve yeniyi, yenilenmeyi ve yerli kalmayı, modern hayatı ve manevi hayatı bir kor gibi elinde taşıdı Leyla. Derin acıların ve acımasız fikirlerin hercümerç olduğu bir zaman diliminde yaşadı. Varlıklı olmak, zengin olmak nedir bilmedi. Bunu gaye edinmedi. Lüks binalarda yaşamadı. Onun için hep eski bir evin duvarıyım ben. Hıfzını tazelerken gözlerini diktiği, hatimle kıldığı teravihi tamamlayınca yaslandığı, bir şiiri beğeniliğinde mahcup bir şekilde kaçırdığı bakışlarını çivit renginde sabitleyip şereflendirdiği eski bir duvar.

Leyla bu. Ama diğer karakterler de Leyla’ya benzer. Onlar da dünyanın ortasında hem kalbini hem aklını dinlemeye çalışıp ikisinin arasında kalan insanlar. Leyla’ya sıkılan yanlış bir kurşunun hedef aldığı insanlar. Leyla’nın ölümünden çıkan payın herkese eşit paylaştırılmasıyla oluşturulmuş hayatlar bunlar. Erkek veya kadın, küçük bir çocuk veya yetişkin bir dilsiz, işsiz veya muhasebeci olması fark etmiyor bu karakterlerin. Leyla’yla birlikte belki de herkes ölüyor, o yanlış kurşunla.

Ayşegül Genç bize bir kırgınlık romanı hediye etmiş. Lafı hiç uzatmadan, hiç duygu sömürüsüne bulaşmadan oluşturmuş dilini. Üstelik farklı kişilerin bakışından oluşturulan romanlarda anlatımı da her karakter için değiştirmek gerekir. Herkesi aynı konuşturamazsınız. Yazar bunu da başarmış. Her karaktere göre bir anlatım var ki bence kitabın en büyük artısı. Zaman zaman deneme diline kaysa da bu anlatım, bu kitap için sırıtmıyor. Yukarıdaki eleştirilerimi de göz ardı etmeden diyorum ki gayet başarılı bir roman. Dünyayı biraz sokakta bırakıp bir köşeye çekilince okunacak en iyi kitaplardan biri.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

Okuruyla konuşan, yaşamda bir karşılığı olan öyküler

Her okurun, genelde okuduğu belli türde eserler vardır, ben genelde roman okurum, okuduğum kitaplar kurgu ağırlıklıdır daha çok. Ama bazen bir hal gelir okura, hiçbir şey okumak istemez. İşte öyle zamanlarda Geyikler, Annem ve Almanya gibi güzel öykü kitapları, imdadımıza koşar ve bizi ‘okuyamama’ derdinden kurtarır. Bu güzel öykü kitabını aslında geçen dönem aldığım bir ders için eklemiştim kitaplığıma. Okumak bugüne kısmetmiş.

Geyikler, Annem ve Almanya, Nursel Duruel’den okuduğum ilk kitap oldu. Kitabın içinde sekiz öykü var ve hepsi birbirinden enfes. Kitap 90 sayfa gibi oldukça ufak bir hacme sahipken, duygusal yoğunluğu bu hacmi oldukça aşıyor. Bir roman okurken, verilen duygular romanın atmosferine göre bellidir ve sayfaları çevirdikçe bu duygular dimağımızda yavaşça belirginleşir, ancak öyküde bu durum böyle olmuyor. Öykü, okurken birçok duyguyu sadece birkaç sayfada yoğun bir şekilde tattırıyor okura. Nursel Duruel de öykülerinin her birine, dikkatle okunduğunda kesinlikle solunacak duygusal atmosferler katmış. Bunun en güzel yanıysa, öykülerdeki duyguları içimizde bir yerlerden tanıyor oluşumuz.

Öykülerde, anne-baba ilişkisinin çocuğun duygularına tesiri, eşlerin birbiri tarafından anlaşılmasının ehemmiyeti, hayatta ölümün en iyi öğretmen olması, zengin ve fakir ayrımının toplumdaki yeri gibi, içimizden ve dışımızdan az çok tanıdığımız hayati mesajlar vermiş Nursel Duruel. Öykülerin, dünyanın gerçekliğinde kendilerine karşılık buluşu, kitabı daha da keyifli hale getiriyor. Bununla birlikte öykülerdeki üslup, bazen şiirselleşiyor. Bu da duygu yoğunluğunu artırıyor. Kitaptaki, Zaman Aralığında öyküsünü okurken kendimi şiir okur gibi hissettim:

Bana ZAMAN’dan söz etme. Onu dilim dilim bölüp, her bir parçayı ayrı ayrı ezberleyen düzenli, işbilir insanlardan değilim.

Hatta bu satırlar, bana Özdemir Asaf’ın “Ben Değildim” şiirini anımsattı. Öykülerdeki şiirsellik bununla da kalmıyor. Öykülere şiirler de eşlik ediyor, örneğin aşağıdaki şiir, Sümer şiirlerinden bir alıntıymış:

"Yürekleri parçalayan çığlığına
Karşılık yok ki.
Boşlukta yitip giden bir yankı,
Ben nasıl cevap veririm?


Kitaptaki öykülerde etkileyici olan bir diğer nokta ise, her satırın ve öyküyü oluşturan karakterlerin adeta okurla konuşması. Nursel Duruel, kurgusunu oluştururken, satırlarını ve karakterlerini söyletmiş. Kitap bazı satırlarda, benim kendime bile itiraf edemediğim gizlerimi, bana haykırdı diyebilirim. Ve kitaptaki en sevdiğim öyküler, Nereye ile Zaman Aralığında oldu.

Bu kitabı, okuyamadığım bir zamanda okumanın bana oldukça getirisi oldu. Öykülerle konuştum, onlar benimle konuştu. Hem kitap okumuş olmanın verdiği vicdan rahatlığı, hem de öykülerin üslubuyla sakinleşip, zihnimdeki karmaşayı dindirmek iyi geldi. Ayrıca öykülerde hayata ve çevreye dair izler bulmak da benim için bir tefe’üle dönüştü. Bu güzel kitabı, tam zamanında ve iyi ki okumuşum diyorum, okuyacak olan herkese keyifli okumalar diliyorum.

Nidâ Karakoç
twitter.com/nida_karakoc

4 Mart 2021 Perşembe

Korkusuz, tehlikeli ve öğretici bir okul

Tepetaklak: Tersine Dünya Okulu, bugün tam da ihtiyacımız olan bir eğitimi veriyor. Olanı biteni görme ve onun üzerine düşünme eğitimi. Yalnız bu eğitim hiç de öyle eğlenceli değil, son derece tehlikeli. Çünkü bilinmesi zaruri olan şeyleri bilmenizi istemeyen birileri var ve daima olacaklar. Eduardo Galeano hep olduğu gibi hiç korkmadan inşa etmiş bu okulunu ve yazmış cesurca.

Kendi ifadesiyle "bir anı biriktiricisi" Galeano. Bilhassa yakın tarihin en kritik anılarına hafızasında derin yerler açmış. İstiyor ki bu yerler yalnız kendine mahsus olmasın, ziyaretçisi bol olsun. Bunun için yazmış birçok kitabını. Onun kendini ifade ettiği bir diğer tanım da "iyi futbol dilencisi" olması. Ne yazık ki her şeyin ambalaja dönüştüğü dünyada futbol da bir tüketim malzemesi oldu. Meşin yuvarlak, "tutkunun en hası" olma özelliğini yitireli epey oluyor. Bu konu başka bir yazının olsun yahut sizler Galeano'nun o şahane kitabı, Gölgede ve Güneşte Futbol'u okuyuverin...

Tepetaklak: Tersine Dünya Okulu, Ağustos 1998'de tamamlanmış. Galeano "kitabın devamını okumak için günlük gazeteleri takip edin" uyarısı yapıyor son sayfada. “Fail hâlâ meçhul ya da meçhul imajı veriliyor” diyen Galeano, Uruguay sokaklarında yetişmiş tipik bir Latin Amerikalı olarak tehlikeye atılıyor ve acımasızca bizi bize anlatıyor: "Birkaç yıl öncesine kadar kimseye bir borcu olmayan adam namusun ve çalışkanlığın erdemli bir örneğiydi. Bugün ucube bir yaratık. Borcu olmayan biri yok demektir. Borçluyum, öyleyse varım. Krediye layık olmayan, adı ve yüzü olmaya da yaraşmaz… Günümüz dünyasında tüketim patlaması bütün savaşlardan daha çok şamataya neden oluyor ve bütün karnavallardan daha çok kargaşa üretiyor. Eski bir Türk atasözünün dediği gibi, veresiye içen iki kere sarhoş olur."

350 sayfalık bu kitap-okulda adaletsizliğin, ırkçılığın ve cinsiyetçiliğin temel ilkeleriyle okuyucu hazırlık eğitimini alıyor. Sonraki bölümde-sınıfta korku eğitimi ve endüstrisi anlatılıp, günümüzde de sıkça başvurulan "ısmarlama düşman hazırlama" kursu veriliyor. Hayatta nasıl zafere ulaşılır, nasıl dost edinilir, faydasız kötü alışkanlıklara karşı neler yapılabilir gibi sorular cevaplanıyor.

İnsan avlayanların, gezegeni yok edenlerin, kutsal otomobilin “dokunulmaz” olduğu şu zamanlarda, artık geri dönülmesi mümkün olmayan yollardayız. Nitekim geçtiğimiz günlerde yayınlanan bir haberde, eldeki kaynaklarla artık dünyanın geri kazanılmasının imkânsız bir noktaya geldiği yazıyordu. Eh, hak ettiğimiz budur.

Yalnızlığın pedagojisi bölümünde Galeano tüketim toplumu okumaları yapıyor ve 'ileri iletişimsizlik' dersleri veriyor. Biz tüketirken enformasyon akıyor ve her şeyi yakalama uğruna hiçbir şeyi tutamıyoruz. Mesela çocukları "hedef alan" dev bir çikolata markasının aynı zamanda ihtiyar diyabetlilere ilaç üreten bir alt markası olduğunu.

Bir "karşıokul"a ihtiyaç duyuyor okuyucu. Galeano yetişiyor ve elimizdeki tek kurtuluş imkânının "çıldırma hakkı" olduğunu söylüyor. Zaten kitabı bir solukta okuduktan sonra çıldırma üzerine düşünmemek de imkânsız.

Tersine Dünya Okulu'nun hangi bölümüne merak duyduğunuzu veya hangi bölümünden mezun olacağınızı bilemiyorum. Ama Galeano'nu şu sözlerinin her diplomanın altında parıldayacağını biliyorum: "Bizi gömen ya da süren toprak zehirleniyor. Hava yok, havasızlık var. Yağmur yok, asit yağmuru var. Parklar yok, park yerleri var. Eşler yok, ortaklar var. Uluslar yerine şirketler var. Yurttaşlar yerine tüketiciler var. Şehirler yerine yığılmalar var. Bireyler yok, dinleyiciler var. Gerçekler yok, reklamlar var. Vizyonlar yok, televizyonlar var. Bir çiçeği övmek için 'plastik gibi' deniyor."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

3 Mart 2021 Çarşamba

Adaletin peşinde koşan kadınlar

"Gel sen, ölmedim diye beni cezalandırma, benim bir derdim; kızımın bari mutlu olmasıdır. Can alan bir katil değil, can derdinde bir kadın de bana. Öldüyse hepsi benim suçum mu?"
- Çilem Karabulut'un mahkeme savunmasından

Muktedir olanın itaat edene -ya da itaat etmek zorunda bırakılana- gösterdiği şiddete her gün bir şekilde şahit oluyoruz. Sadece kadın kimlikleri nedeniyle farkında olarak ya da olmayarak ailelerinde, iş yerlerinde, okudukları okullarda, sokakta ve daha pek çok toplumsal alanda sosyoekonomik durumları fark etmeksizin birçok kadın bu şiddetin kendisine maruz kalıyor. Özgecan Aslan, Şule Çet, Münevver Karabulut, Emine Bulut ve daha nicesi… Adını bilmediğimiz, bilsek de artık hatırlamakta güçlük çektiğimiz kadar çok kadın sistematik bir şekilde katlediliyor. Hem de “Anne, lütfen ölme!” diyen evlatlarının önünde. Bir de Çilem Karabulut gibi hayatını kurtarabilmiş kadınlar var kocasının sakladığı silahı dayak yerken düştüğü yatakta eli yastığın altına giderek tesadüfen bulduğu için. Öldürmeseydi, ölecekti. Sizce bu davalarda suçlu -gerçek suçlu- kim? Öldüren mi yoksa ölen mi? Peki, cezasızlığın bir kültür halini aldığı toplumlarda adalet nasıl ve kim aracılığıyla sağlanabilir?

Gazeteci Elçin Poyrazlar, Doğan Kitap’tan Şubat 2021’de çıkan Ecel Çiçekleri kitabında tam olarak bu akıl tutulmasına işaret ediyor. Okurun ahlaki bakışını teste tabi tutuyor, vicdanını sınıyor. Haklının yanında mı yoksa güçlünün yanında mı yer alacağınıza karar vermenizi istiyor. Öldürmek, mutlak bir suç mudur? Ya da adalet, “suç” tanımının yere, zamana ve şartlara göre biçim değiştirebilmesi midir, bunun üzerinde düşünmenizi istiyor. Kitabın kapağında polisiye gerilim yazıyor ancak bu kitabı sadece polisiye bir tür olarak nitelendirmek yetersiz kalıyor. Bir tarafıyla roman olmasından ötürü kurguya yaslanırken öte yandan içinde isim ve soy isimleri değiştirilmiş olsa da gerçek kadın cinayetlerine de yer veriliyor. Polisiye türün eril tahakkümüne karşı yazarı ve kahramanlarıyla beraber, merkezine tümüyle kadınları alan bir roman Ecel Çiçekleri.

Anlatı, iki farklı dünya üzerinden başka başka kadınları merkeze alarak iki katmanlı olarak ilerliyor. Başrolü üstlenen üç karakter de çok güçlü ve hepsi de kadın. Erkeklerse aslında suç mahalli, cinayetler, teşkilat onların sahası gibi görünse de bu anlatıda yan karakter rolünü üstleniyorlar.

Birinci katmanda Ebru ve Burcu adında travmatik bir geçmişleri olan, kaçak olarak yaşayan, iki dolandırıcı kadın karakter var. Bu travmanın nerede ve nasıl başladığı ve neleri beraberinde getirdiği sonlara doğru çözüm bölümünde açık ediliyor. Yaptıkları dolandırıcılık işi, aslında erkekleri -seçilmiş, zayıf noktaları kadın olan erkekleri- bir şekilde kandırarak paralarını çalmak. Ancak öyle vicdanlı dolandırıcılar ki aldıkları paranın bir kısmını dolandırdıkları bir adamın terk ettiği karısına ve çocuklarına verebiliyorlar. Aslında yine bir şekilde kadın, kadının yanında yer almaya, onu koruyup kollamaya çalışıyor. Erkekleri tavlama işini Burcu üstleniyor, tabir-i caizse fizibilite çalışmalarını da Ebru yapıyor. Buradaki rol dağılımında bile erkeklerin kalıplaşmış beklentilerine bir gönderme yapıyor anlatıcı. Çünkü Burcu’nun yuvarlak hatları var, Ebru dümdüz erkeksi bir yapıya sahip. Burcu güzel, Ebru erkeklere göre çekici bir kadın değil. Öte yandan güzel ya da değil, zeki ya da aptal, zayıf ya da güçlü bu iki kadın dalga dalga yayılacak bir isyanın başlangıcını pimi çekilmiş bir bomba gibi atıveriyorlar toplumun üstüne. Yazar, adalet sorgulamasını önce onlar üzerinden yaptırıyor okuyucuya. Başlarda bu iki kadın üzerindeki duygular çok da net olmasa da çözüm bölümüne geldiğinde okuyucu, onlarla daha kolay empati yapabilir hale geliyor. Haliyle yaptıkları eylemler bir suç mu yoksa bir nevi adaleti tesis etmek mi, kafalar karışıyor.

Bir diğer katmanda ise İstanbul’daki seri cinayetlerin peşinde nefes nefese koşan Suat Komiser karakteri var. Maktullerin ve mesai arkadaşlarının hep erkek olduğu bir davada çalışıyor. Suat Komiser karakteri üzerinden kadınlık ve adaletle ilgili çok fazla gönderme ve mesaj var.

İsmi Suat olmasına rağmen, o bir kadın. Birçok ailede yaşanan bir erkek çocuk beklentisi ile adı, daha o doğmadan bu şekilde konuyor. Anne ve polis olan babasını bebeklik döneminde kaybedince, emekli polis olan dedesi tarafından büyütülüyor. Etrafında kadın rol model olarak alabileceği tek bir insan bile yok. Seçtiği meslekten ötürü de kadınlığını baskılıyor. Bu baskının büyüklüğü, Suat’ın regl olamadığını anlattığı iç seslerinde ve bu durumu tanımlarken kullandığı ifadelerde aşikar oluyor.

Öte yandan iş dünyasında, Suat erkek mesai arkadaşlarının harcadığından çok daha fazla emek veriyor işine. Okullarından hep birincilikle mezun oluyor. Soruşturma üzerinde hep daha çok çalışma performansı sergiliyor. Çünkü Suat, eril hakimiyetin olduğu bir iş sahasında kadın kimliğini ikinci plana atarak “Ben buradayım ve sizden çok daha başarılıyım.” mesajını vermek istiyor. Buna rağmen zaman zaman kendisiyle alay ediliyor, küçümseniyor ama o ipleri elinden hiç bırakmıyor, direniyor. Birlikte çalıştığı iki komiser de kendisini bir kadın olarak çekici buluyor ve onunla özel anlar yakalamaya çalışıyor. Suat’ın da komiserlerden biri ile bir ilişki yaşadığını görsek de bir şey onu arkasından hep çekiyor, engelliyor. Sanki kadın kimliği ile var olduğunda, böyle bir birliktelik yaşadığında mesleğine zarar verecekmiş gibi hissediyor.

Suat’ın kadın rolü yanında kendisine bir de polis kimliği ekleniyor anlatıda. Cinayetlerin peşinde koştururken ve bunların kadın katliamlarına dayandığını öğrenirken sorguladığı bir kimlik halini alıyor polislik. Öyle ki sivil bir kadını koruyabilmek adına, özellikle kadın göstericilere şiddet uygulamaktan haz alan, kadınsılığını yok edebilmek adına testosteron hormonu aldığı söylenen başka bir polis kadına silah çekebilecek hale geliyor. Öldürülen erkeklerin, kadın şiddetiyle olan bağlarını gördükçe yaptığı işi de bu işin adalete olan katkısını da sürekli sorgular hale geliyor.

Ecel Çiçekleri, seri cinayetlerle öldürülen erkeklerin, kadınlarla ilgili şiddet suçu işlemelerine rağmen hiçbir ceza almamış olmalarını merkeze alarak, yani cezasızlık kültürünü odağına yerleştirerek bir dünya yaratıyor. Öyle bir dünya ki aslında hiçbir suç cezasız kalmıyor, bu seri cinayetler zulüm görenin zulmedene başkaldırmasının fitilini ateşliyor. Polisiye bir tür olarak, sonunu tahmin etmenin kolay olmasının tek eksiği olduğu Ecel Çiçekleri, okuyucuya “Katil kim?” diye sordurmaktansa biraz da güncel üzerinden, kurgusal bir yapıya yaslanarak “Doğru hangisi? Adalet nerede başlıyor, nerede bitiyor?” gibi soruların cevabını düşündürmeyi amaç ediniyor.

Feyza Gönüler
twitter.com/FeyzaGonuler