8 Mart 2021 Pazartesi

Bir medeniyetin vedası

Sâmiha Ayverdi, Tercüman gazetesinde 1964 yılında neşrettiği İbrâhim Efendi Konağı'nda Meclis-i Maliye reisi İbrahim Efendi’nin hayatını konu edinir. Olayları büyük bir konağın içinde anlatarak okuyucularına sunar. Nitekim kitap, Osmanlı devletiyle ilişkilendirildiği için konağın yükselişi İbrahim Efendi'yle, çöküşü ise Şevkiye Hanım'la belirtilmiş. Fakat eser biyografik nitelikleri taşıdığı için kurgu en aza indirilerek dönemin tarihi meseleleri özenle anlatılmış. Örneğin; Türk kahvesi hakkında bile uzun uzun yazılırken ramazan ayı ve bayramla ilgili de birçok kültürel bilgiler verilmiş. Tabii Sâmiha Ayverdi, bunun yanı sıra karakterlerin nasıl birer insan olduklarını ve hayatlarında neler yaptıklarını da detaylıca anlatarak fotoğraflarına yer vermiş. Bu kısım aslında benim çok hoşuma gitti zira fotoğraflar aklımda daha kalıcılık sağladı. Eseri gönlümde hissetmeme vesile oldu.

Kitabın konusuna gelecek olursam: İbrahim Efendi, Gediz’in ileri gelenlerinden bir tüccarın oğludur. Uzun zaman Meclis-i Maliye reisliği yapmıştır. Ailesinden kalan büyük bir mirasla kızlarıyla birlikte çok büyük bir konağın içinde yaşamaktadır. Fakat konakta işler dışarıdan göründüğü gibi değildir yani herkesin rüya gibi gördüğü hayat hane içinde âdeta kabus gibidir. Öyle ki kızları sürekli tartışma halindeyken damatları birbirini konakta istemez. Bu sebeple de konakta hiç huzur kalmaz. Özellikle damadı Salih Bey sırf İbrahim Efendi’nin mirasına konmak için birçok kötü oyun kurar. Para hırsı ona yaptırmadığı iş bırakmaz. Diğer damadı Yusuf Bey ise Salih Bey’e göre daha iyidir. Sürekli musikiyle ilgilenir fakat karısı Şükriye Hanım'ı bir türlü sevemez ve bunun için hiç mutlu olamaz. Öyle ki mutluluğu başka kadınlarda bulmaya çalışırken konakta bir hizmetçiye aşık olur. Ve bir gün Şükriye Hanım’ın onları yakalamasıyla da dedikodular alır başını gider. Bunun üzerine İbrahim Efendi sırf dedikoduları susturmak için kızı Şükriye Hanımla, damadı Yusuf Bey’i başka bir yere gönderir. Ama ne acı ki Yusuf Bey, gittiği yerde de kabus gibi günler yaşar ve aradan çok zaman geçmeden fena bir olay meydana gelir...

Romanda belki de en çok üzüldüğüm karakter Yusuf Bey, olmuştur zira yaşadığı hiç bir acıyı hak etmediğini düşünüyorum. Tabii bu arada konağın diğer cephesinde ise debdebeli hayat sürmeye devam eder. Bir zaman sonra İbrahim Efendi’nin kalp krizi geçirip vefat etmesiyle de konaktaki bahar gibi sürüp giden hayat birçok değişime uğrar. Nitekim konağın idaresi İbrahim Efendi’nin, büyük kızı Şevkiye Hanıma kalır. Fakat bu arada Salih Bey mirasa dokunamadığı için eşi Şevkiye Hanımı terk edip gider.

Zamanın ilerlemesiyle de konağın durumu giderek zayıflar. Kahya Zaim Bey, Şevkiye Hanım’ın idari ve mali işlerden anlamadığını fark edince bunu fırsat bularak yönetimi ele geçirir.

Bu duruma çok üzülen Şevkiye ve Şükriye Hanım da çaresizlik içinde bir avukat bularak ellerinde kalan son mücevherlerini de ona verirler fakat bu seferde Zaim Bey’in kaçışıyla Şifa’daki konak bin bir türlü oyunla avukatın üstüne geçer.

Bunun üzerine iki kız kardeş eczacı Sedat ve Ekrem’in yardımıyla Fatih’te bir ev kiralar. Çok geçmeden de Şükriye Hanım, vefat eder ve Şevkiye Hanım da felç geçirerek dört sene yatağa mahkum olur. Ardından da aklını kaybederek vefat eder.

Ve bir medeniyetin çöküşü hüzünle anlatılarak sonlandırılmış olur...

Kitapta en sevdiğim birkaç alıntı:

Ah bu ağaçlar... Şehri şehir yapan, binlerce yeşil gözün kadehi ile etrafa huzur dağıtan vefalı, sefalı, sadık dostlar... Eskiden İstanbul şehri bu asil, bu kanaatli aşinaların varlığı ile ne kadar mesut, ne kadar memnun ve ne kadar mamurdu.

Sevmeyi bilmek, sevebilmek de bir hüner, bir mutlu Allah vergisiydi.

Âteşîn, ferâgatli, necip bir aşk, insan duygularının en asillerinden biriydi. Seven, sırasında alacak iken verecek, söyleyecek iken susacak, gülecek iken ağlayacak; mihnetleri minnet bilecek; ağulara şeker diyecek; ölecek, her nefes bin kere ölüp bin kere dirilecekti. İşte bunun için aşk, kolayına söylenen; gücü ne işlenen bir kârdı.

O devirlerde hayatın merkezi ev idi. Doğumlar, ölümler, evlenmeler hep orada olur; imkan el verdiği ölçüde ev, eğlenceleri de gene içine alırdı. Zira insanlar henüz yerlerinden yurtlarından soğumamış ve aile müessesesi kapalı sınıf şuurunu kaybederek durağını sokağa, kendi dışına nakletmemişti.

Amma ölüm de bir çeşit hayat idi. Şartları, kanunları pek herkesin idrakine sığmayan bir sırlı hayat... Şu halde ölümden hayata, hayattan ölüme mekik dokurken, bu var olmanın insan oğluna yüklediği vazife ve mesuliyeti anlayıp ona göre ayarlanmak gerekmez miydi?

Son birkaç cümle söyleyerek: her ne kadar kitabın bazı kısımlarını okumakta zorlansam da iyi ki okuduğum dediğim eserlerden biri oldu. Bir konağın içinden bir medeniyetin vedasına tanık olmak ne kadar şaşırtıcıysa, Türkçe'nin bu kadar kusursuz biçimde kullanılması da o kadar hayret vericiydi. Size de böylesine kıymetli bir eseri kitaplığınızda bulundurmanızı mutlaka tavsiye eder, keyifli okumalar dilerim.

Fatma Saldıran
twitter.com/_Ftms

1 yorum:

  1. İşi bilenlerin elini taşın altına atamamaları ve toplumun temeli olan ailenin içine giren sinsi medeniyet temsilcileri aracılığıyla aile mefhumunun altının yavaş yavaş oyulması... Bizler ne kadar ders çıkarabileceğiniz. Sıradaki kitap Yolcu Nereye Gidiyorsun. İyi ki Samiha Ayverdi ile tanışmış.

    YanıtlaSil