İbrâhim Efendi Konağı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İbrâhim Efendi Konağı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Ağustos 2021 Pazartesi

İbrâhim Efendi Konağı'nın kahramanları

Eyüpsultan’da tarihin tozlu sayfaları arasında dolaşmaya, ibret ve ilham almaya devam ediyoruz. Bugünkü durağımız yaklaşık beş yüz yıllık hikâyesi olan Saçlı Abdülkadir Efendi mescidi haziresi. Saçlı Abdülkadir Efendi mescidi; Kalenderhane Caddesi üzerinde ve Eyüpsultan Camii Şerifi kıble yönüne göre meydanın sağ tarafında, 1957 tarihinde açılan Eyüp Sultan-Edirnekapı Bulvarı’nın da karşısında yer alır. Meydan tanzim edilirken sol tarafındaki Eskikavaflar Sokağı kaldırıldığından mescit köşede kalmıştır.

Günümüzde Saçlı Abdülkadir Camii Şerifi olarak bilinen mekân Şeyhü’l-İslâm Hoca Sa’düddîn Efendi tarafından 16. yy. sonlarına doğru “Dar’ül-Kurra” olarak yaptırılmıştır. Daha sonra oğlu Şeyhü’l-İslâm Hacı Mehmed Es’ad Efendi tarafından Kastamonulu Şeyh Şaban Efendi’ye tekke olarak tahsis edilmiştir. Kare planlı olup iki katlıdır. Esas Abdülkadir mescidinin harap olması ile burası geçtiğimiz yüzyılın ikinci yarısından itibaren ibadet mekânı olarak kullanılmaya başlanmıştır.

Günümüze dış duvarları ulaşan asıl Abdülkadir mescidi ilk olarak “Şeyhi” lakabı ile meşhur Şeyhü’l-İslâm Abdülkadir Efendi tarafından 1537 tarihinde vefat eden babası, Sivasi tekkesi şeyhi Abdürrahim Efendi’nin kabri üzerine yaptırılmıştır. Bugünkü mescidin kemerli avlu kapısının sağ tarafındadır. Alt katı türbe, üst katı ibadet sahnı olarak planlanmıştır. Vefatından sonra Abdülkadir Efendi de babasının buradaki kabrinin yanına defnedilmiştir. Türbe de baba-oğul dışında kime ait olduğu bilinmeyen, etrafı demir korkuluklarla çevrili, kaidesi olmayan üçüncü bir mezar yeri daha vardır. Buradaki mezarlar Dar’ül-Kurra’nın [bugünkü mescid] Eyüp Sultan yönünde ayrı bir bölümde yer alan üç sanduka ile karıştırılır. Oysa buradaki kabirler yakın dönem Rufaiyye tarikatı şeyh ve yakınlarına aittir.

Türbenin üstünde yer alan ibadet bölümü çökme tehlikesi baş gösterdiğinden 1957 yılında yıktırılmıştır. Kapı üzerinde vaktiyle var olan kitabe de günümüze ulaşmamıştır. Alt kısımdaki türbede yer alan sandukalar zaman içerisinde yok olmuştur. İki mezarın kaideleri duruyor. Ancak üçüncü mezar da dâhil olmak üzere kime ait oldukları hakkında tanıtıcı bir bilgi bulunmamaktadır. Bu üç mezarın yer aldığı türbe alanı, günümüzde mescidin şadırvanı(!) olarak kullanılmaktadır.

Saçlı Abdulkadir Efendi Mescidi haziresinde 16.-19. yüzyıllara ait devlet ve din büyüklerinin mezarları bulunmaktadır. Bunlar arasında ünlü Türk Atabeyi Şeyhülislâm Hoca Sa’düddîn Efendi’de vardır. Hoca Sa’düddîn Efendi’nin medfun olduğu Saçlı Abdülkadir Mescidi haziresinde dört Şeyhü’l-İslâm daha medfundur. Mehmet Nermi Haskan’ın Eyüp Sultan Tarihi isimli eserinde verdiği bilgilere göre bunlar mescidin banisi Müeyyet-zade Abdülkadir Şeyhi Efendi, Hoca Sa’düddîn Efendi’nin oğlu Şerif Mehmed Efendi, diğer oğlu Hacı Mehmed Es’ad Efendi ve torunu Ebu Said Mehmed Efendi’dir. Hazirede yer alan devasa boyutlardaki sütun mezar taşları gerçekten görülmeğe değerdir.

Ancak bizim üzerinde durmaya çalışacağımız mezarlar, Yahya Kemal Beyatlı’nın: Türkçe, ağzımda annemin sütüdür” ifadesine denk düşen bir üslupla, rahmetli Sâmiha Ayverdi Hanımefendinin kaleme aldığı İbrâhim Efendi Konağı isimli eser ve onun kahramanları ile ilgilidir.

Edebiyat tarihimize haklı olarak damgasını vuran bu şaheser aynı zamanda fakirin de okumayı sevmesine vesile olmuştur.

Saçlı Abdülkadir Efendi mescidi haziresi denen bu hazirede Osmanlı devlet ricalinden İbrahim Ata Efendi’nin kendisi, annesi, babası ve halasının, büyük bir ihtimal ile büyük kızı Şevkiye Hanım’dan olan torunu Ratibe Hanım'ın mezarı da vardır. Hamidi fesli mezar taşındaki yazılardan Kadiri olduğu anlaşılan İbrahim Efendi’nin, komşusu Hattat Aziz Efendi tarafından celi sülüs hat ile yazdığı mezar taşında şu ifadeler yer almaktadır:

Hüve’l-Baki
Memuriyn-i Mülkiye Komisyonu Azalığından mütekaid
Kudema-yı memuriyn-i mülkiyeden İbrahim Ata Efendi el-Kadiri
Ruhu içün el-Fatiha 26 Receb 1328 (3 Ağustos 1910)

Merhume Sâmiha Ayverdi’nin kaleminden bir şaheser olarak edebiyatımıza mal olan İbrâhim Efendi Konağı adlı eserde sözü edilen İbrahim Efendi bu zattır. Bu eserde İbrahim Efendi ve kızları Şevkiye, Şükriye, kardeşi Hilmi Bey ile eşi Halet Hanım başta olmak üzere yerine ve makamına göre daha pek çok kişi fevkalade bir üslupla hikâye edilmiştir. Hilmi Bey’in oğlu Dr. Server Bey ile kızı Meliha Hanım ise bu eserde biraz geri planda kalmış gibidir.

Aslında Server Bey, Ekrem Ayverdi ve Sâmiha Ayverdi’nin dayıları, Meliha Hanım ise anneleridir. Zaman zaman mesela I. Dünya harbi yıllarında küçük bir çocuk, daha sonraki yıllarda Şevkiye Hanım'a yardım götüren genç kız ise Samiha Ayverdi’nin bizzat kendisidir [Bkz: Haksan, Mehmet Nermi: Eyüp Sultan Tarihi, Eyüp Bel. Yay. İstanbul, 2009].

İbrahim Efendi’nin babası tüccardan Ali Bey’in celi sülüs hat ile yazılan sütun mezar taşında ise şu ifadeler yer alır:

Hüve’l Hayyü’l-Baki
Merhum ve meğfur el-muhtac İla rahmet-i Rabbihi’l-Gafur
Gedos (Gediz) tüccarlarından El-Hac Ali Bey’in
Ruhiyçün Fatiha 20 Cemaziyelahir 1288 (6 Eylül 1871)

İbrahim Efendi’nin annesi Fatima Hanım’ın celi talik hat ile yazılmış kitabesi:

Hüve’l-Baki
Fenadan beka’ya eyledi rıhlet
Hak ede kabrini ravza-i Cennet, Gediz tüccarı el-Hac Ali Bey zevcesi
Fatımatüzzehra Hanım’ın ruhu için Fatiha
23 Şevval 1275 (26 Mayıs 1859)


İbrahim Efendi’nin kız kardeşi Hatice Atiye Hanım’ın mezar taşı kitabesi:

Hüvel’l-Baki
Beni kıl mağfiret ey Rabbi Yezdan
Bi Hakkı arşı azam-ı nur-u Kur’an
Gelip kabrimi ziyaret eden ihvan
Edeler ruhuma bir Fatiha ihsan
Gediz tüccarlarından el-hac
Ali Bey Efendi hemşiresi
Merhum ve Meğfur leha
Hatice Atiye Hanım
Ruhiyçün el-fatiha H.1282 (M.1865/66)


İbrahim Efendi’nin mezarının baş ve ayak taşlarının ortasına gelecek şekilde yerleştirilmiş bir mermer levha daha bulunmaktadır. Tepesinde iki dal çiçek motifi bulunan bu levhanın üzerinde celi talik hat ile şu ifadeler yer almaktadır:

Tabib Miralay Salih Bey’in kerimesi (kızı)
İbrahim Efendi’nin hafidesi (kız torun)
Ratibe Saliha Hanım’ın ruhiyçün el-Fatiha
Tarih veladeti 1316 (1898/99) Tarih vefatı 1332 (1914)

Eyüp Sultan Tarihi isimli eserde bu kitabeden “Ratibe Hanım’ın kayıp çeşmesinin kitabesi” olarak bahsedilmektedir. Ancak kitabedeki ifadelerden de anlaşılacağı üzere burada bir çeşme taşını çağrıştıracak unsura rastlanmamaktadır. Bu ifadeler klasik Osmanlı mezar taşı yazısı formunu yansıtmaktadır. Büyük bir olasılıkla bu kitabe, 16 yaşında henüz bir nazenin iken Rahmet-i Rahmân'a kavuşan Ratibe Hanımefendi'nin mezar taşıdır. Kitabe İbrahim Efendi’nin mezarının üzerine sonradan konulmuş olabilir, fakat orijinal yeri bu çevrili hazirede olmalıdır. İbrahim Efendi Konağı isimli eserde de zaten Ratibe Hanım’ın mezarının Eyüpsultan’daki İbrahim Efendi haziresinde olduğu yazılıdır.

Rahmetli Sâmiha Ayverdi, İbrahim Efendi Konağı isimli eserinde Ratibe Hanımefendi'yi şöyle tasvir ediyordu:

… İbrahim Efendi ailesinin hiçbir ferdinde bulunmayan müstesna bir cevherin, asil bir ruhun, bir duygu iffetinin, kemalli ve zengin bir yaratılışın bütün saltanatına sahip olacaktı. Bu, doğuştan zarif, mütevazı, müşfik ve gani çocuk, sanki semalardan inmiş bir göktaşı gibi, bu ananın bu babanın bu dedenin hatta bu kürenin malı değildi. Tabii, sade ve rahat bir gönlü, ince bir terbiye kabulüne müsait zengin bir ruh malzemesi olacaktı. Fakat en küçük yaşında bunun ıstırabını çekecek, derinliklerine inemeyen, duygularının zembereğini açamayan muhiti, bu yüzden ona, bilerek bilmeyerek, eza edecekti. Öyle ki nefesine kurban kesen, arzularını emir sayan bir kalabalığın ortasında yapayalnız olduğunu hissetmeye başlayacak, kendisine arz edilen debdebenin azabını çekerek varlıktan da dirlikten de bir çeşit utanç duyacak, lakin en kötüsü, bu duygusunu etrafındakilere anlatamayacaktı…

Nidayi Sevim 

8 Mart 2021 Pazartesi

Bir medeniyetin vedası

Sâmiha Ayverdi, Tercüman gazetesinde 1964 yılında neşrettiği İbrâhim Efendi Konağı'nda Meclis-i Maliye reisi İbrahim Efendi’nin hayatını konu edinir. Olayları büyük bir konağın içinde anlatarak okuyucularına sunar. Nitekim kitap, Osmanlı devletiyle ilişkilendirildiği için konağın yükselişi İbrahim Efendi'yle, çöküşü ise Şevkiye Hanım'la belirtilmiş. Fakat eser biyografik nitelikleri taşıdığı için kurgu en aza indirilerek dönemin tarihi meseleleri özenle anlatılmış. Örneğin; Türk kahvesi hakkında bile uzun uzun yazılırken ramazan ayı ve bayramla ilgili de birçok kültürel bilgiler verilmiş. Tabii Sâmiha Ayverdi, bunun yanı sıra karakterlerin nasıl birer insan olduklarını ve hayatlarında neler yaptıklarını da detaylıca anlatarak fotoğraflarına yer vermiş. Bu kısım aslında benim çok hoşuma gitti zira fotoğraflar aklımda daha kalıcılık sağladı. Eseri gönlümde hissetmeme vesile oldu.

Kitabın konusuna gelecek olursam: İbrahim Efendi, Gediz’in ileri gelenlerinden bir tüccarın oğludur. Uzun zaman Meclis-i Maliye reisliği yapmıştır. Ailesinden kalan büyük bir mirasla kızlarıyla birlikte çok büyük bir konağın içinde yaşamaktadır. Fakat konakta işler dışarıdan göründüğü gibi değildir yani herkesin rüya gibi gördüğü hayat hane içinde âdeta kabus gibidir. Öyle ki kızları sürekli tartışma halindeyken damatları birbirini konakta istemez. Bu sebeple de konakta hiç huzur kalmaz. Özellikle damadı Salih Bey sırf İbrahim Efendi’nin mirasına konmak için birçok kötü oyun kurar. Para hırsı ona yaptırmadığı iş bırakmaz. Diğer damadı Yusuf Bey ise Salih Bey’e göre daha iyidir. Sürekli musikiyle ilgilenir fakat karısı Şükriye Hanım'ı bir türlü sevemez ve bunun için hiç mutlu olamaz. Öyle ki mutluluğu başka kadınlarda bulmaya çalışırken konakta bir hizmetçiye aşık olur. Ve bir gün Şükriye Hanım’ın onları yakalamasıyla da dedikodular alır başını gider. Bunun üzerine İbrahim Efendi sırf dedikoduları susturmak için kızı Şükriye Hanımla, damadı Yusuf Bey’i başka bir yere gönderir. Ama ne acı ki Yusuf Bey, gittiği yerde de kabus gibi günler yaşar ve aradan çok zaman geçmeden fena bir olay meydana gelir...

Romanda belki de en çok üzüldüğüm karakter Yusuf Bey, olmuştur zira yaşadığı hiç bir acıyı hak etmediğini düşünüyorum. Tabii bu arada konağın diğer cephesinde ise debdebeli hayat sürmeye devam eder. Bir zaman sonra İbrahim Efendi’nin kalp krizi geçirip vefat etmesiyle de konaktaki bahar gibi sürüp giden hayat birçok değişime uğrar. Nitekim konağın idaresi İbrahim Efendi’nin, büyük kızı Şevkiye Hanıma kalır. Fakat bu arada Salih Bey mirasa dokunamadığı için eşi Şevkiye Hanımı terk edip gider.

Zamanın ilerlemesiyle de konağın durumu giderek zayıflar. Kahya Zaim Bey, Şevkiye Hanım’ın idari ve mali işlerden anlamadığını fark edince bunu fırsat bularak yönetimi ele geçirir.

Bu duruma çok üzülen Şevkiye ve Şükriye Hanım da çaresizlik içinde bir avukat bularak ellerinde kalan son mücevherlerini de ona verirler fakat bu seferde Zaim Bey’in kaçışıyla Şifa’daki konak bin bir türlü oyunla avukatın üstüne geçer.

Bunun üzerine iki kız kardeş eczacı Sedat ve Ekrem’in yardımıyla Fatih’te bir ev kiralar. Çok geçmeden de Şükriye Hanım, vefat eder ve Şevkiye Hanım da felç geçirerek dört sene yatağa mahkum olur. Ardından da aklını kaybederek vefat eder.

Ve bir medeniyetin çöküşü hüzünle anlatılarak sonlandırılmış olur...

Kitapta en sevdiğim birkaç alıntı:

Ah bu ağaçlar... Şehri şehir yapan, binlerce yeşil gözün kadehi ile etrafa huzur dağıtan vefalı, sefalı, sadık dostlar... Eskiden İstanbul şehri bu asil, bu kanaatli aşinaların varlığı ile ne kadar mesut, ne kadar memnun ve ne kadar mamurdu.

Sevmeyi bilmek, sevebilmek de bir hüner, bir mutlu Allah vergisiydi.

Âteşîn, ferâgatli, necip bir aşk, insan duygularının en asillerinden biriydi. Seven, sırasında alacak iken verecek, söyleyecek iken susacak, gülecek iken ağlayacak; mihnetleri minnet bilecek; ağulara şeker diyecek; ölecek, her nefes bin kere ölüp bin kere dirilecekti. İşte bunun için aşk, kolayına söylenen; gücü ne işlenen bir kârdı.

O devirlerde hayatın merkezi ev idi. Doğumlar, ölümler, evlenmeler hep orada olur; imkan el verdiği ölçüde ev, eğlenceleri de gene içine alırdı. Zira insanlar henüz yerlerinden yurtlarından soğumamış ve aile müessesesi kapalı sınıf şuurunu kaybederek durağını sokağa, kendi dışına nakletmemişti.

Amma ölüm de bir çeşit hayat idi. Şartları, kanunları pek herkesin idrakine sığmayan bir sırlı hayat... Şu halde ölümden hayata, hayattan ölüme mekik dokurken, bu var olmanın insan oğluna yüklediği vazife ve mesuliyeti anlayıp ona göre ayarlanmak gerekmez miydi?

Son birkaç cümle söyleyerek: her ne kadar kitabın bazı kısımlarını okumakta zorlansam da iyi ki okuduğum dediğim eserlerden biri oldu. Bir konağın içinden bir medeniyetin vedasına tanık olmak ne kadar şaşırtıcıysa, Türkçe'nin bu kadar kusursuz biçimde kullanılması da o kadar hayret vericiydi. Size de böylesine kıymetli bir eseri kitaplığınızda bulundurmanızı mutlaka tavsiye eder, keyifli okumalar dilerim.

Fatma Saldıran
twitter.com/_Ftms