Besim F. Dellaloğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Besim F. Dellaloğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Mart 2023 Çarşamba

Devam ederken değişmek, değişirken devam etmek

Yıllar önce memleketin bir sahil köyünde yakaladığım fotoğraf zihnimde hâlâ asılı duruyor. Ömrünü devrimci mücadelenin içinde geçirmiş, ödünsüz-tavizsiz bir ihtiyar ile ömrünü mütedeyyin kalabilmeye adamış, davasız-iddiasız bir başka ihtiyar yan yana. Nasıl tanışmışlar, nasıl kesişmişler pek bilmiyorum. Yanlarına yaklaşıp, ne konuştuklarını duymaya dair amansız bir telaşa kapılmıştım. Tütünün herkesi bir araya getirebilme niteliği başrolü oynadı ve birine tütün sararken, diğerine de çakmak uzatırken bulmuştum kendimi. Artık ihtiyarların arasındaydım. Bakalım alıp veremedikleri, yahut paylaştıkları şey neydi? Plastik bir samimiyetle mi yan yana geldiler, yoksa az buçuk bir tansiyonu olacak mıydı sohbetlerinin?

Çektiğim fotoğraftan şu kaldı geriye: Söyledikleri şeyler birbirine oldukça benzer, ancak kavramlar farklı. Biri daha hararetli, öbürü daha temkinli. Bir gün gidecek olmanın bilinci her ikisinde de mevcut, hem de en esaslısından. Hararetli olan, giderken bağıra bağıra “hep adaleti ve hakkı aradım” diyebilmek istiyor. Temkinli olan taraf da bundan farklı bir şey söylemiyor, “Hakk’ın adaletine teslim oldum” diyebilmek istiyor. Bense kıkır kıkır gülüyorum fotoğrafı çekerken. Aynı güfteyi farklı makamdan okuyup duruyorsunuz, bari ben de hariçten bir gazel okuyayım diyorum en Tanpınar’ından: “Ne içindeyim zamanın / ne de büsbütün dışında / yekpâre, geniş bir ânın / parçalanmaz akışında.

Besim Dellaloğlu’nun yazıları ve kitapları bana hep bu fotoğrafı hatırlatmıştır. Belki de Tanpınar doyumsuzluğumdan, onun sahiden de Türkiye’ye dair çok ince, çok anlamlı şeyler söylediğine inandığımdan. Zamanın İçinden Zamanın Dışından kitabı da birbirinden farklı şeyleri izah etmeye değil, anlamaya çalışan yazıların bir toplamı. Bu toplamda netlik yok, çünkü hayatta ve insanlarda da yeterince netlik yok. Gri bir alanda, renk vermemeye çalışan kimselere döndük iyice. Böylece görünmüyoruz, belki boşluğu büyütüyoruz. Evet, hep aynı boşluk! Bu yazıya başlığını veren Tanpınar cümlesini Dellaloğlu’nun nasıl açtığına bakarak boşluğun içindeki garabeti bir nebze yakalayabiliriz:

Tanpınar’ın bir sözü Batı’nın modern olma deneyimini çok güzel ifade eder: ‘Devam ederken değişmek, değişirken devam etmek.’ Modern olmak tam da bunun başarılması demektir. Modernleşme toplumlarında gelenekle modernliğin birbiriyle uzlaşmaz şeyler olduğu varsayılır. Bu varsayım, modernleşme toplumunda birbirleriyle zıt kutuplar tarafından da paylaşılır. Mesela bu konuda bir ‘Kemalist’ ile bir ‘gelenekçi’ tuhaf bir şekilde benzer düşünebilirler. Yani aslında neredeyse hiçbir konuda anlaşamayan bu iki kesim, modernlikle geleneğin birbirleriyle uzlaşmaz olduğu konusunda uzlaşırlar.

Modernliğin, muhafazakârlığın, geleneğin, ilerlemenin, medeniyetin ve kültürün ne olduğu üzerine düşünülüyor, yazılıyor, konuşuluyor. Tüm bunlar yapılırken de muhakkak bir teodise oluşturuluyor. Zengin ve derin bir eleştiri yerine ifratla tefrit arasındaki yorumlarla, hatta süslü aforizmalarla, şimdinin yirmilerinde olan bir gencinin aklına yeni bir değer katılamıyor. Besim Dellaloğlu’nun yazıları, özellikle de Zamanın İçinden Zamanın Dışından kitabı bu anlamda derleyici toparlayıcı ama sonunda mutlaka dağıtıcı bir pusula içeriyor. Bu işin bir sonunun gelmeyeceği ortada. Hiç değilse sebepleri, neden böyle olduğu tartışılmalı.

Eğri oturup doğru konuşalım. Bu ülkede ciddi, derinlikli, kapsamlı bir modernlik eleştirisi pek olmadı. Çünkü bir modernleşme ülkesi olan Türkiye için modernlik Batıdan gelen ve bizim mevcut halimizden her koşulda daha iyi olan bir şeydi. Bu nedenle de modernlikle aramıza kendilik bilincimizin tezahürü olabilecek eleştirel filtreler koyamadık. Çünkü vaktimiz yoktu. Çünkü işlerimiz hep çok acildi. Kurtarılmayı bekleyen bir vatan, millet, halk oralarda bir yerlerde hep bizi bekliyordu.

Sosyolojinin yanı sıra psikolojik okumalar yapabilmek ve yaşam görgüsünü artırabilmek için de Besim Dellaloğlu’nun yazıları önemli hikâyeler içeriyor. Kitabın modernlik ve muhafazakârlık bölümünde, utanç başlığı taşıyan yazıdaki birkaç hikâye, insanın kendi vicdanını yeniden sorgulamasını sağlıyor. Bu sayfaları okurken Zeynep Sayın’ın Ölüm Terbiyesi kitabını hatırladım ve yeniden okumak için hemen raftan çıkarıp masamın üzerine bıraktım. “Hiçbir kusur mülkiyetçilik kadar kötü değildir ve bu mülke en başta kişinin kendi başı ve kimliği dahildir” diyordu kitabında Sayın. Kendilik bilinci yerine kendini bir putmuş gibi, bir anıt gibi dikmeye çabalamak, hem de bunu yeryüzü faniliğini bile bile tasarlamak, vicdan kaybını da en doğal yollarla önümüze seriyor. Dellaloğlu da “Vicdan bendeki ötekidir. Hatta tüm ötekilerdir. Ben’in tüm ötekileri içinde hissetmesidir. Vicdanın olmadığı yerde her şey artık bir kuru gürültüdür. Bir insan dünyaya bedeldir. Her insan dünyaya bedeldir” diyor. Zamanın hem içinden hem dışından ışıldayan sözler. Birini yakalayıp içimize sindirebilsek, ertesi güne başka devam etmek neden mümkün olmasın?

Felsefe ve sanat, modernlik ve muhafazakârlık, sosyoloji yazıları, üniversite ve akademi üzerine, Tanpınar üzerine, Türkiye ve sol başlıklı bölümler, okuyucuyu köşeye sıkıştırmadan ama ona hep yeni soru(n)lar katarak ilerliyor. Kitabın söyleşilerle zenginleştirilmesi de önemli, zira meseleler güncelliğini koruyor, hatta giderek artırıyor. Açıkçası ilk kez 2017 yılında okuyucuyla buluşan, birkaç baskı yapan ve sonra ortadan kaybolan bu kitabın Timaş Yayınları tarafından yeniden neşredilmesi pek yerinde oldu. Okuryazar takıntısıdır, dikkat kesildiğin kimselerin yazılarını bir arada bulundurmayı istersin, vakti gelince okursun, beslenirsin ve sonra unutursun. Ama işte hayat, bir şeyleri hatırlatıyor.

Yazıya bir anımı anlatarak başlamıştım, başka ve daha taze bir anımla bitirmek istiyorum. Şimdilerde “entelektüel gösterdiği” için pek revaçta olan kemik gözlüğü suratıma yerleştireli otuz yıl oluyor. Bir ileri derece miyop için gözlük konforlu, geniş ve mümkünse sağlam olmalı. Hele ki çocuklarınız varsa, çok daha sağlam olmalı. Gözlüklerimi değiştirmenin vakti geldiğini düşünürken başlamıştım Zamanın İçinden Zamanın Dışından’ı okumaya. İlk yazının başlığıyla karşılaşınca eh be kitap, dedim. Seni almak başka, okumak başka, okuduklarından hayatına katmak istediklerin başka masraf. Hep masraf. Velhasıl “Babamın Persol’ü” başlıklı yazı, beni bir Persol sahibi yaptı. Hem kitabı hem de kitaba dair yazıyı bu yeni gözlükle yapıyorum işte. Değişirken devam ediyorum…

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

11 Mart 2021 Perşembe

Türkiye'yi anlama imkânı olarak Tanpınar

"Niçin geçmiş zaman bizi bir kuyu gibi çekiyor?"
- Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir

"Sen dipsiz bir kuyuya uzun uzun baktığında,
dipsiz kuyu da sana bakar.
"
- Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt

"Türkiye evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olmak imkânını vermiyor" cümlesini kuran her ne kadar Ahmet Hamdi Tanpınar olsa da, belki bütün sanatında Türkiye'yi merkeze almış bir zihindir o. Hem şiiriyle hem romanlarında, Türkiye'yi ve Türk insanını anlamaya çabasından başka bir şey görmek zordur. Huzur, yalnızca bir 'şairin romanı' değildir, hepimizin içine düştüğü kuyudur. Saatleri Ayarlama Enstitüsü, beynelmilel bir romandır bana göre. Fatih'te, Üsküdar'da yüzlerce Hayri İrdal vardır öte yandan. Sahnenin Dışındakiler ve Yaşadığım Gibi, bir şahsın zihnî haritası çerçevesinde, bu coğrafyanın alternatif tarihi olarak okunabilir.

Sahi, Tanpınar'ın bir zihin haritası var mıydı? Batıya ve modernleşmeye olan ihtirasına rağmen Tanpınar gemisi Yahya Kemal'in 'rüzgârıyle' ilerlemedi mi? Tanpınar, hem şiirinde hem romanında bu rüzgârdan kurtulmaya her çalıştığında yalpalamadı mı? Bendeniz bu konuda netim. Tanpınar'a belki gayriihtiyârî tohumu eken, Oidipus kompleksi içinde incelenmesi lezzet verecek olan, 'şeyhi' Yahya Kemal'dir. Yani aslında ikisinin toprağını Üsküp’teki Rufâî Tekkesi karmıştır. "Bursa'da Zaman" ile "Koca Mustâpaşa" yan yana konursa, hem şairlerinin hem de 'bu ülke'yi çözme anlamındaki ferasetlerinin bağı ortaya çıkar. Bir misal. Koca Mustâpaşa: "Ne saâdet! Bu taraflarda, her ülfetten uzak / vatanın fâtihi cedlerle berâber yaşamak!". Bursa'da Zaman: "Türbeler, camiler, eski bahçeler / şanlı hikâyesi binlerce erin."

Tanpınar hayranlığının Beş Şehir'le başladığını söyleyen Besim F. Dellaloğlu, Tanpınar'ın memlekete bakış tarzından, zihniyetinden etkilendiğini belirterek başlıyor söze. Yani, Modernleşmenin Zihniyet Dünyası'nın alt başlığı olarak Bir Tanpınar Fetişizmi denmesinin sebebi bu. Hikâyenin ana kaynağı ise belki de şu: Bir gün Beş Şehir'i okuyan öğrencisi, Besim hocaya "Ne kadar da muhafazakâr bir adam bu hocam. Sürekli Süleymaniye'den, Mimar Sinan'dan, Dede Efendi'den, Itrî'den söz ediyor" der. "İşte tam o anda kafamda bir şimşek çaktı" diyor Dellaloğlu: "Bizi Tanpınar okumaya tenezzül ettirmeyen, tenezzül etsek bile onu anlamamıza engel olan tam da bu."

Okuyucun belki de tam buradan itibaren sorması gereken sorular şunlar olabilir: 'Şu saat'ten sonra Saatleri Ayarlama Enstitüsü bize ne söyler? Huzur, cumhuriyet aydınını kimlik problemlerini anlatırken bizim şimdilerdeki amansız kimlik arayışımızı da anlatmıyor mu? Hem batıya hem de doğuya hayranlığı ortada olan bir 'kafa'dan bize ne sızar? Türk modernleşmesini anlamak için Tanpınar durağında beklemek, diğer mühim vasıtaları kaçırmamıza sebep olmaz mı? Şimdi, şu an, Tanpınar okumakla neyi elde edebiliriz? İşte tüm bu soruların cevabı kitabın zihniyet, şahsiyet, fikriyat ve cemiyet bölümlerinde gizli. Nihayet bölümünde söylenen, belki tüm bu sorulara bir cevap olabilir. Tanpınar, Türkiye'dir ve hatta Türkiye, özellikle şimdiki hâliyle tam manasıyla Tanpınar'dır. Tanpınar bir gölge gibi Türkiye'yi takip etmektedir. Türkiye de ne hikmetse Tanpınar'ın yazdıklarını belki farklı biçimlerde ama taklide dahi yanaşamayan bir kalitesizlikle yaşamaktadır. Sadece mimari anlamda yaptıklarımıza bir göz atmak bile bu meselenin ispatıdır. 

Dellaloğlu, edebiyatı sosyolojinin önüne koyuyor ve böylece okuyucuyu en baştan uyarıyor. Hani kimi psikologlar Dostoyevski'yi ilk psikolog ilan ederek onun metinlerini önemser, hatta kutsar ya, Besim hocaya göre de edebi metinlerimiz bize bizi anlatan en önemli metinler. Bu haklı hatırlatma, kitap boyunca hocanın fikirleriyle Tanpınar'ın fikirlerini yan yana getirmesi anlamında bize lezzetli bir okuma sunuyor.

"İnsanlar yeterince güçlü bir değerler sistemi üretemediklerinde bayağılaşırlar. Kalıplaşmış değerlere sığınırlar. Görgüsüzleşirler." diyor Dellaloğlu. Batılı bir insanın tercihlerindeki oturmuşluğun bugün bir İstanbulluda olmadığını söylüyor. Her şeyin bu kadar hızlı değişmesinden yakınıyoruz fakat yaşam(a) kültürümüzün derinliğinden hiç bahsetmiyoruz. Yani ortada trajik bir durum var. Yine burada, bütün modernleşmelerin trajik olduğunu hatırlatıyor Dellaloğlu. Biz modernleşmek için takvime, şapkaya ihtiyaç duyduk. Batılı böyle bir şey yaşadı mı? Hayır. "Bu ülkenin modernleşmesi bir tür kendimiz olmaktan utanmanın hikâyesidir" sözü, trajedinin özü. İşte böylesine bir trajedide bilimden ziyade sanat ürettik. Edebiyat bize yol, Tanpınar yoldaş oldu. Toparlayalım: Türk modernleşmesi trajiktir, Tanpınar da bu trajedinin yazarıdır.

Vakti geldikçe gündeme oturan bir kavram var: kültürel Müslümanlık. Nereden nasıl doğduğu tam olarak bilinmese de Tanpınar'la modernleşme haritamız arasında çok ciddi bir bağ kuruyor. Tanpınar, "Tam bir Müslüman gibi düşünüyorum, fakat mücerret bir Müslüman gibi değil de bu şehrin ve etrafında, hülasa bu memleketin içinde yaşayan bir Müslüman gibi. İki yüz yıl bu memleketin hayatına karışmış yaşayan dedelerimizden bana miras kalmış bir Müslümanlık. Bu Müslümanlıkta Tekirdağ karpuzunun, Manisa kavununun, Amasya kayısısının, Hacıbekir lokumunun, Itri bestesinin, Kandili yazmasının, Bursa dokumasının hisseleri vardır" diyor Mahur Beste'de. Şimdi, araya hiç yorum katmadan, Besim hocadan okuyalım: "Tanpınar, dinle, gelenekle, onların toplumsallaşma biçimleri arasındaki bir alandan, zihniyetin en verimli toprağından besleniyor. Bunun için dindar olmaya gerek yok. Sosyolog olmaya da gerek yok. Aslında Tanpınar'ın kendine hayatına dair hiçbir Müslümanlık belirtisi yok. Oldukça bohem bir hayat sürmüştür. CHP milletvekilidir. Hem de tek parti döneminde. O halde niçin gelenekle, dinle bu kadar ilgilidir. Çünkü bu ülkede toplumsal zihniyet oradan kaynaklanır ağırlıklı olarak. Bu toplumu anlama gibi bir derdiniz varsa, bir entelektüel olarak gerekirse kendinizi aşıp bu alanlara merakla, ilgiyle yönelmek gerekir. Dert edinmek gerek yani!"

Dellaloğlu hoca, Tanpınar'ın kitaplarının Yapı Kredi Yayınları ve Dergâh Yayınları arasındaki değişimini kitabın başından sonuna dek akıllarda saklı tutuyor. Bu esasında okur zihniyetini de etkileyen bir şey. Okurun karar verme süreci yahut yazara yaklaşımı bile yayınevi ile sınırlı. Evet, sınırlı dedim zira biz hakikati kendi duygularımıza göre belirlemeyi seviyoruz. Böylece yazarı yalnız bırakıyoruz. Onlar yalnızlığı bile isteye seçmiyorlar. Dert sahibi okurlar görmeyince, çekiliyorlar. Nitekim Tanpınar, “Ben inzivayı seviyorum, yalnızlığı değil” derken Oğuz Atay da “Beni yalnız kalmayı tercih ettiğimi söyleyerek yalnız bıraktınız.” diyor. Bunlar sitemdir ve bizim korkularımıza doğrudur. Bilmemek, bilmek istememek cehaleti güdüler. Geçmişle bağ kurmanın adı muhafazakârlık olduğundan beri yaklaşımlar değişti, oysa hiçbir şey netleşmedi. Entelektüel ve aydın arasındaki ayrım belirginleşti. Geçmişi unutmak, modernleşmek oldu. Oysa Besim hoca, batının kendi geçmişini hatırladıkça modernleştiğini söylüyor. Aklî olanla makul olanın aynı şey olmadığını da söylüyor. Şurada dikkat: "Eskinin gölgesi yeninin kalitesini artırır. Türkiye modernleşmesinin en büyük eksiği budur. Kadim olan öylesine susturulmuş ki, ortalıkta yeninin sesinden başka bir ses kalmamıştır. Yeninin kalitesizliğinin bir nedeni de, eskinin eleştirisinden mahrum olmasıdır."

Kitabı okurken sık sık karşımıza çıkan Tanpınar paragrafları, hem onu yeniden anlamaya hem de modernleşme serüvenimizdeki çatlakları keşfetmeye müthiş destek oluyor. Hatta, yeniden Tanpınar okumaya dair bir şevk veriyor. Tanpınar'ın hakkını teslim etme çabası olan Modernleşmenin Zihniyet Dünyası, Tanpınar'ın Türkiye olduğunu evirmeden çevirmeden ortaya koyuyor. Öte yandan, Şerif Mardin vesilesiyle dilimize yerleşen Türk Modernleşmesi de en anlaşılabilir izahı Tanpınar'ın kılavuzluğunda buluyor. Bu da okuyucu için lezzetli bir düşünce yolculuğu demek oluyor.

Son olarak, Besim hocanın "Tanpınar benim bu memlekete bakış tarzımı değiştirmiştir. Elbette kendime bakış tarzımı da. Kendi oluş tarzımı da." cümlesi çok önemli. Bu cümle, birçok okur için çıkış kapısını gösteren bir 'dikkat' levhası olmalıdır. Memleketin dünü ve bugünü hakkında garabetten, kaostan, stresten kurtulmak isteyenler için...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

6 Kasım 2020 Cuma

Poetik ve politik olanın gölgeleri üzerine

Kendimi bildim bileli sözlüklerden ve ansiklopedilerden çok şey öğrendim. Öğrenmeye de devam ediyorum. İlgili madde için hem tarihsel hem kültürel anlamda geniş bir bilgi ve yorum sundukları için, bu çalışmaları okurken bir yandan kafam karışır ve kendimi yetersiz hissederim: Dipnot, sonnot ve kaynakçada henüz elimin değmediği, aklımın ermediği yüzlerce çalışmayla karşılaşmak bana heyecan ve endişe verir.

Besim F. Dellaloğlu, Timaş Yayınları tarafından yayımlanan Poetik ve Politik: Bir Kültürel Çalışmalar Ansiklopedisi kitabında okuru kültürel çalışmalar yolculuğuna davet ediyor. Bu çoksesli ve çokkültürlü yolculukta günümüz dünyasına dair yorumlarını da paylaşan Dellaloğlu, kitabının kaynakçası ile okura uzun bir "okunacaklar" listesi bırakmayı da ihmal etmiyor.

Poetik ve Politik'te 28 kavram var. Bu kitapta, kimi neredeyse okullu olduğumuz ilk yıllardan beri adını sıkça duyduğumuz lakin mânâsına ermenin peşinden koşmadığımız kimi de Türkiye'de farklı kesimler tarafından politik olarak sahiplenilmiş ve o hareket ile anılan, o harekete uzak kişilerin kendisinden de uzak kalmaya özen gösterdiği kavramlardan oluşuyor. Bu yazıda kitapta yer verilen tüm kavramlardan söz etmem mümkün değil. Zaten elimdeki kitabın derinliği de bana hızlıca okuyup, anlayıp, telaşla bir yazı yazmak için uygun zemini sunmuyor. Bu nedenle ben bu yazıda, Dellaloğlu'nun kitabının ilk maddesi olan "kültür" kavramı üzerinden bir şeyler yazmaya girişeceğim.

Poetik olandan bahsederken, ilk varlık gösterdiği yerde, Antik Yunan'daki haliyle bu yazıya taşımak isterim. Poetik, poetikanın rahminden doğmuş bir kavram. Poetika, yaratma, üretme sanatı olarak biliniyor. Poetik de yaratmanın en damıtılmış halini, şiiri ve şiirsel olanı temsil ediyor. Onu elbette şiir olarak tanımlamak mümkün lakin bu yeterli gelecek mi, emin değilim. Poetik, bir söz üretmek ile derinden bağlı ve tam da bu ana damarından politik olana bağlanıyor. Artık çoğunluğun deneyimleyerek öğrendiği gibi, politika sadece meclis gibi politika yapıldığı düşünülen yerlere terk edilmeyecek kadar önemli: Yaşam, politik bir mesele. Yaşamı ve politikayı besleyen ve şekillendiren bir diğer kavram ise kültür.

Kültür üzerine düşünürken zaman zaman, lisanstayken çok şey öğrendiğim hocam Meral Özbek’in Popüler Kültür ve Orhan Gencebay Arabeski kitabının hikâyesi düşüyor aklıma. Akademinin “anlamak”tan ne kadar uzaklaştığını, değişime ne kadar kapalı olduğunu hatırlıyorum. 1980’lerin sonunda akademide yoksul kitlelerin kültürü üzerine sosyolojik bir araştırma yürütmenin ne denli zor olduğunu dinlemiştim Meral Hoca’nın derslerinde. Arabesk’in kültür ile yan yana anılması, birilerinin canını fena halde sıkmıştı. Birilerinin “kültürsüz” ilan ettiklerinin kültürü üzerine düşünmeye de o zamanlarda başlamıştım. Dellaloğlu, kitapta da bu “kültürsüzlük” suçlaması üzerinden söz söylüyor. Herder’in antropolojik yorumuyla birlikte okursak, benzer ortamlarda yaşayan, ortak alışkanlıklara sahip olan, belli bir yaşama tarzını paylaşan insanların nihayetinde ortak bir kültüre sahip olacaklarını söyleyebiliriz. Bu yaklaşım, Türkiye’de birilerini “kültürsüz” ilan etmenin önünü kapatıyor çünkü Dellaloğlu’nun da hatırlattığı gibi “yeterince ‘kültürlü’ bulmadıklarımızın da aslında bir ‘kültür’ü vardır.”. Biz kabul etsek de etmesek de…

Poetik ile Politik, şimdiye kadar üzerine düşündüğünüz ya da zihninize hiç uğramamış olan kavramlarla ilgili bir yeniden bakış denemesi. Bu denemeye elbette ve iyi ki Türkiye’de paylaştığımız kültürün gölgesi de yansımış çünkü ben Besim Hoca’nın bakış açısının okuru birçok yönden beslediğini düşünüyorum. En azından benim okurluk serüvenimde böyle. Okuru bol olsun.

Özge Uysal