Sosyoloji ne hikmetse hem akademinin uğraşı alanıymış gibi bir yer tutuyor hayatımızda. Makaleler, ‘profesyonel’ çalışmalar, sosyologların bir araya geldiği ne yazık ki geneli sıkıcı konferanslar. Tanımaya, bilmeye ve istifade etmeye en çok ihtiyacımız olan bilim dallarından biri oysa. Üslubun ve hitabetin sürükleyici olmadığı her sosyoloji faaliyeti, ne meraklısında ne okurunda, hatta ne de öğrencisinde bir yer bulamıyor. Besim F. Dellaloğlu, uzun zamandır köşe yazılarını bir araya getirdiği kitaplarında aslında çok önemli bir şeyi hedefliyor: Sosyolojinin kamusallaşmasına, popülerleşmesine önayak olmak. Sadece kitaplarında değil yakın zamanlarda dijital mecralarda karşımıza çıkan videolarda da popülizme teslim olmadan bunu yapmaya çabalaması, sosyoloji meraklıları için bir nebze iç ferahlatıyor.
Bir tarafta sosyoloji gibi Fransızca kökenli bir kelime, diğer tarafta marifet gibi Arapça kökenli bir kelime: Sosyolojik Marifet. Kitap, ‘kariyer odaklı’ metinlerin değil Türkiye’nin okuryazar kamusuna sunulan bir çetele. Çünkü döne dolaşa konuşulan meselelerin nasıl değerlendirilip, nasıl ‘başka’ yorumlanması gerektiğine dair bir dili var. Zor meseleleri kolay ifade etme çabası, Dellaloğlu’nu iyi takip edenlerin de yakıtı. Sosyolojik Marifet’te Türkiye’nin bitmek bilmez iç dertleri var: Laiklik, sekülerleşme, dindarlık. Diğer yandan ‘için içi’ dertler de var: Okuma yazma, dinleme, WhatsApp entelliği. Gazete manşetlerini hatırlatan ama onlarla aynı kefeye koyulamayacak ciddiyette yazılar da mevcut: Helal cumhuriyet, başörtüsüyle bikini çağdaştır, yeni bir cumhurun sosyolojisi. Bütün bunları sıralamamanın sebebi kitabın eğlenceli tarafına da dikkat çekmek. Zira ağlanacak hâline gülme konusunda yeterli terbiyeyi gördüğümüz ziyadesiyle ortada. Bu yazıyı kitabın geneline dair bir inceleme yapmaktan ziyade, kitapta yer alan ve eşya-mekan-insan üçgeniyle ilgili metinlere dikkat çekmek için yazıyorum. Çünkü Dellaloğlu çocukluğundan bu yana hem anılarında yer etmiş hem de günümüz insanının bazen otantik bazen de turistik tutumlarına, davranışlarına sinmiş bazı eşyaların ömrümüzde ne durumda olduğunu da izah ediyor. Mesela halı, tespih, nargile. Sonra ev yemekleri, esnaf lokantaları. Ayrı bir kitap olsa yeridir diyebileceğim iki yazı da samimiyetin ve mesafenin sosyolojisiyle ilgili, bunu da belirtmeden geçmek istemedim.
Halı, ebeveynlerinden zılgıt yiyerek büyümüş her çocuğun zihninde çarpık bir yerde durur. Geçmişe götürür burası doğru, ama o gidilen geçmiş neler hissettirir? Anneanne, babaanne evi, kendilerini bir odaya kapatıp bütün günü orada geçirmeye meyyal dedelerin varlık sancısı, belki sessizliği, evlerin kokuları, iç ve dış dinamikleri. Bütün bu nostaljik hava, el halısıyla endüstriyel halının yer değiştirmesiyle ne kadar ilgili? Üretilen her halının biricik olduğu günlerden emeği fark etmemize zerre imkân tanımayan seri üretim halılar. Arkadaş ziyaretlerinde karşılaşılan ‘bundan bizde de var’ söylemi artık ‘bundan dedemlerde vardı’yı çoktan geride bıraktı. Bir sosyoloğun ‘olup bitenin ardındaki nedenselliğe merak salan insan’ olması gerektiğini söyleyen Dellaloğlu halı bahsinde şuraya dikkat çekiyor: “Makine halısında marka etiketi halının arkasındadır ve aynı halından binlerce üretilebilir. Oysa el halısında marka, yani alametifarika olan imza eserin içine gizlenmiştir. Her el halısı biriciktir. El halısı öncelikle kendi çeyizi için ürettiği bir şeydir genç kız için. Halının ticarileşmesi çok daha sonradır. Anadolu antropolojik kültürünün, yani geleneğinin bütün dünyaya sunabileceği en değerli ürünlerden biridir el halısı.”
Kültür tarihimizin önemli isimleri de Anadolu ziyaretlerinde mutlaka halı ve kilim gibi dokuma ürünlerinin üretildiği yerlere giderler. Orada sadece ürünü değil, o ürünü ortaya koyan emekçinin nasıl bir yaşamdan, nasıl bir iş terbiyesinden geçtiğini de görür. Sonra ortaya güzel bir hikâye, yol izi çıkarır. Süheyl Ünver, Sivas'ta halı dokumacılığı yapan bir kızdan duyduğu sözleri defterine kaydetmiş. Bunlardan biri için “altın kıymetinde” diyor. Söz şöyle: Her yanlış, bir nakış. Daha sonra bu sözü, -belki de Mehmet Kaplan olmasa çok bilemeyeceğimiz- Fransız filozof Alain'e ait başka bir sözle ilişkilendiriyor: "Şahsiyet, hatayı meziyet hâline getirir."
Tespih, çocuk yaşlarda karşılaşsak da elimize meraktan, belki kopartıp taneleriyle oynamak için aldığımız bir eşya. Lise hayatıyla beraber karar mekanizması devreye giriyor. Bu kararın içinde politik tavrınız, ailenizin yapısı, sizin uyumlanmak istediğiniz cephe var. Kimileri için Hakk’a sığınmak için araç, kimileri için raconun mührü, bazıları için de oyun, oyalanma. Ama mutlaka size dair bir şey söylüyor. Sizi hiç tanımayan birine elinizde tespihle yakalandığınızda etiketlere hazır olmanız gerekiyor. Tespihe merak duymanın dini, siyasi bir karşılığı bizim ülkemizde hep oldu. Yani ‘ben şu tip tespihlere ilgi duyuyorum, önemli bir koleksiyonum var’ deseniz bile arka planda size dair türlü türlü etiketler. Dellaloğlu şöyle diyor: “Tespih kullanmaya başladığımdan beri bana yönelmiş eleştirinin, serzenişin, tuhaf tutum ve davranışların haddi hesabı yoktur. Bunun temel nedeni Türkiye’de solcu, seküler, laik, şehirli sosyal tabakaların tespihe yüklemiş oldukları politik anlamdır. Bu anlam elbette diğer mahallenin tespihi mülk edinmesiyle de ilgisiz değildir. Zaten başka nasıl olabilir? Toplum bir vakumlar topluluğu değil. Her şey, hatta birbirlerine en zıt olanlar bile aslında ilişkisel.”
Sıklıkla çayın, peş peşe çok tüketilemediği için de bazen Türk kahvesinin yanına eşlik eden ‘eril’ tüketim malzemelerinden biri de nargile. Hala tuhaf bulunur bir mekânda kadınların da nargile içmesi nedense. Halbuki ehl-i keyfin işine ne karışılır, kimin neyi ve neden sevdiği nereden bilinir? Tespihte olduğu gibi nargilede de kültürü, hayat tarzını ifade eden bir şeyler mi var? Olmasa bile, bizde öyle. Nargile, eski zaman insanlarının gün içindeki dinlenme, demlenme keyfiydi. Hatta nice edebiyat mahfili nargilenin, tömbekinin, kahvehanelerin çevresinde kurulmuştu. Tartışmalar dumanlıydı: ne kadar duman, o kadar randıman denirdi. Dellaloğlu, nargilenin kabuğunu soyup içine bakıyor: “Nargile sabit mekân ve boş zaman isteyen bir kültürel tercihi işaret ediyor. Modern hayatın debisine pek uygun olmayan, kullanıcısından fazla talepkâr olduğu söylenebilecek, hatta biraz da ağır bir eşya. Dolayısıyla da tüketicisinden benzer bir ağırlığı istiyor eşyanın tabiatına uygun olarak. Bu açıdan bakıldığında nargile zanaatı çağrıştırıyor bence. Tıpkı yirmilik bir sigara paketinin endüstriyi çağrıştırması gibi.”
Buraları böyle geçince, Besim hocanın sadece eşyayı ve tüketim ürünlerini hesaba katan bir kitap yazması da çok zevkli olurmuş diye düşündüm. Stor perdeler, poşet çaylar, mikrodalga fırınlar, her ofisin vazgeçilmezi french-press’ler, neler neler. Hayat değiştikçe insan, insan değiştikçe eşya başka bir manaya bürünüyor. Mana dediysem, aslında maddeliğine yeni yapaylıklar ekleniyor. Onunla bir anlam bulunamıyor, ona değer biçilemiyor, yalnızca fiyatıyla ve albenisiyle, gösterişiyle bir varlık alanı kaplıyor hayatımızda. Halbuki Tanpınar -evet o hep bir şekilde haklı çıkan Tanpınar- ne güzel anlatıyor: “Eşyanın sükûneti, değişmez manzarası onun için hayatta bir teselli ve zevk kaynağıydı. Bir insan, en yakınımız bile, çarçabuk değişebilirdi. Fakat eşya, dalgın ve daüssılalı uykularında hep aynı kalırlardı. Bir saksının, bir sedirin, bir masanın, bir duvar veya kapının değişmesi imkânsızdı.”
Yağız Gönüler
x.com/ekmekvemushaf
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder