İbrahim Ethem Hz. menkıbeleriyle tasavvuf anlatılarının ve veliler kervanının önde gelen şahsiyetlerinden. Belh’in hükümdarıyken sahip olduklarını ve saltanatını terk etmesi sebebiyle destanlaşan hayatı, İslam edebiyatında manzum ve nesirlere dönüştü. Hayatı ve kişiliği etrafında oluşan hikayeler, destanlar ve menkıbeler şeklinde edebî eserlere konu oldu. Hakkında yazılanlar ve sözlü gelenekle aktarılanlar İslâmiyet’i halka peygamberler gibi kutlu şahsiyetlerin hayatlarından örnek göstererek anlatma amacı taşıyordu. Necip Fazıl da aynı amaçla, yazdığı yüzün üzerinde eserde olduğu gibi, kendi deyimiyle Allah demenin yasak olduğu bir dönemde bu piyesi yazdı. Menkıbeler etrafında dolaşarak yazılan piyes beş perde halinde 1978’te yayınlandı.
Piyes iki dervişin hükümdar İbrahim Ethem’in huzuruna getirilmesiyle başlar. Dervişler camide namaz sonrasında cemaate "Böyle Müslümanlık olmaz" diye nida etmiş, sultanın halinden de "İşi gücü sırmalı elbiseler, altun tasmalı tazılar arasında, sülün ayaklı küheylanlar sırtında ava çıkmaktan ibaret olan bir sultandan ne hatır gelir?" diyerek şikâyet etmişlerdir. İbrahim Ethem onları huzuruna çağırır fakat, cezalandırmak için değil dervişlik hakkında sorular sormak için. Onların gerçekten hak ehli zatlar mı yoksa ham ve kaba softalar* mı olduklarını öğrenmek ister. Çünkü avda yaşadığı, menkıbelerde çokça anlatılan bir olay onu sarsmıştır. Buna göre, İbrahim b. Ethem gençlik çağında avlanırken, hâtiften ya da avlamaya çalıştığı ceylandan iki kez: “Sen bunun için mi yaratıldın yoksa bu işe mi memur kılındın?” diye ses duymuştu.
Dervişleri adeta sorgular ama cevaplarından mutmain olmaz. Kendisine edilen ihtarın anlamını onlarda bulamasa da ruhunu tırmık tırmık pençelerler.
‘’İbrahim Ethem - Allah'dan dilerim ki, bir gün, bu yolu tam gösterebilecek birini çıkarsın karşıma!
Derviş - Allah bir gün belki de seni çıkarır senin karşına...’’
Çünkü bir cevap vermek yahut dervişlik onların elinde değildir. Zira, Hadi (hidayete erdirici) ancak O’dur.
"İbrahim Ethem - Sen arada bir hikmetli lâflar ediyorsun, ama dilediğimi veremiyorsun!"
"Derviş - Haddime mi düşmüş benim... O verir. O!.."
"İbrahim Ethem - İstemekle mi verir?"
"Derviş - Dilerse istetir, öyle verir. Dilerse ne istetir ne bir şey; uykunun içinde bile tepene tokmakla vurup seni kaldırır, verir."
Öyle de olur. Tahtında uyuyakalan hükümdar tavanda tüyler ürpertici bir tokmak sesiyle uyanır. Kim var orada diye bağırır, ses ‘‘Yabancı değil, bir katar devem vardı; kaybettim, onu arıyorum.’’ der. İbrahim Ethem ‘‘Deli misin sen kaybolan develeri sarayın damında arıyorsun?’’ diye sorunca ses, heybetli, tane tane ‘‘Ey gafil, sen de Allah’ı ipek ve atlas kaftanlar içinde inci ve altın tahtlar üzerinde mi arıyorsun?’’ diye cevap verir. Halk arasında da çokça bilinen bir menkıbedir bu olay aynı zamanda.
İkinci perdede karşımızda arayış içinde bir hükümdar vardır. Halkını ayak divanında toplar, muradı kendisini Hakka götürecek bir Allah ehli bulmaktır. Omuzundaki saltanat yükünü taşıyamayacak haller geçirmektedir. Halkının rızasını da alarak ayrılmak ister. Ona göre koyunun hesabını dahi düşünen Hz. Ömer bu rikkatiyle imtihanı kazanacaktır, ama kendi omuzları bu yükü taşıyamamaktadır. ‘Ya benim çilem, hepsi boş, hepsi riyakarlık.’ diye düşünerek sahip olduğu unvan ve mülkü terk eder.
"Onu bulacağım! Beni yaratanı bulacağım! Yaratıldığımdaki murada ereceğim! Alemleri insan için, insanı da kendi visali için yaratanı bulacağım.’’
Aslında İbrahim Ethem sahip olmak ve olmak arasında bir tercih yapmıştır. Erich Fromm’a göre “Sahip olmak” ile “olmak” arasındaki farklılık, yaşamı ya da ölümü sevme eğilimleriyle birlikte, insan varoluşunun en önemli sorunudur. "Ol-mak", yüzeysel görüntüleri aşıp, onların ardındaki gerçeği kavramakla gerçekleşebilir ancak. Kendisini sürgün eder, zühd ve ruhi ahlaka yönelir.
"Bu dünyada ne varsa gurbet... Bütün varlıklar yokluk, bütün sahiplikler yoksunluk…" "Pişiyorsun, ya İbrahim Ethem kaynamaya, fokurdamaya başlıyorsun!"
Üçüncü perdede İbrahim Ethem’in çilesi başlar, bu süreç aynı zamanda O ve Ben’i okuyanların bileceği gibi Necip Fazıl’ın kendi yolculuğu ve çilesiyle örtüşür. Aynı şekilde Yunus Emre piyesinde geçen nefsle olan mücadeleye de benzer. Karakteri yine nefs ve şüpheyle yüzleştirir. Nefs nedir? Ben’den ayrı bir varlık mı? Kötülüğü emreden bir ses mi, fısıltı mı? O ve Ben de kendisine gelen hataratları** anlattığı bölümde Necip Fazıl’a gelen düşüncelerle benzeşir İbrahim Ethem’e kendi içinden gelen ses. Nefsi algılayışı Çile’ de ‘benim köpek nefsim’ diye anlattığı bölümdeki gibidir. İbrahim Ethem de nefsinden sıkıntı içindedir. Öyle ki dağda kendi halinde olan bir çobanın haline imrenir. Necip Fazıl gibi, çilededir.
"Nasıl huzur içinde olabilirim? Perişanım nefsimden, nefsimin üflediği zehirli nefeslerden."
Dördüncü perdede olaylar Necip Fazıl’ın başka bir tiyatrosu olan Reis Bey’de yaşananlarla örtüşmektedir. Reis bey hapse girer, kendisine sataşan suçlulara müşfik bir şekilde muamele eder. Bu davranışı onların taşkın davranışlarını ve kalplerini yumuşatır. Benzer şekilde gemide bir adam insanları güldürmek için İbrahim Ethem’i alay konusu eder, sataşır. O da bunu hilm içerisinde karşılar. Hali hem adamın, hem gemideki insanların haline sirayet eder.
"İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel olan davranışla sav; o zaman bir de göreceksin ki seninle aranızda düşmanlık bulunan kimse kesinlikle sıcak bir dost oluvermiş." (Fussilet, 34)
Son perdede bir balıkçının yanında çalışır, ağ dikmekle nefsini meşgul etmek ister. Bir yandan da nefs hakkında balıkçıya, aslında okuyucuya, bilgiler aktarır. Çünkü Necip Fazıl verdiği yüze yakın eserde olduğu gibi net bir senaryoyla belirgin hatlar çizerek okuyucuya bir şeyler aktarmak derdindedir. Dava anlayışının, kendi hayatı, arayışı ve buluşunun piyese yansıdığı muhakkak. Diğer eserlerinde de görülen kendine has üslubu ve üzerinde durduğu nefs, ölüm, çile, hakikat gibi temel konuları yine İbrahim Ethem menkıbeleri üzerinden işler. Nefs nedir? Dervişlik nedir? Bir müminin hali nasıl olmalıdır? İnsanın arayışındaki çilede ne tür engeller vardır? Bu çile olmadan tamamlanmak mümkün müdür?
Bir Ruh Macerası’nda Ayşe Şasa’ya hocası Kemal Tahir şöyle der. "Dünya çilesinden kaçamazsın, hayatın meşakkatinden kurtulamazsın! İstersen dünyanın en zengin adamının kızı ol, servet insanı çileden korumaz. Biz bu dünyaya çile çekmeye ve pişmeye geldik.”. İbrahim Ethem de sahip olduklarını terk ederek dünyanın çilesinden kaçmanın aksine tam ortasına düşmüştür. Kendi el emeğiyle kazanmak ve helal lokma yemek bu yolda ilk amacıdır. Vefatının da sınır boylarında gönüllü olarak nöbet tutarken olduğuna dair rivayetler bulunmaktadır. Kolay bir hayata, iyi imkanlara sahipken bunu tercih etmesinin bir anlamı ve sebebi vardır. Burada tacı tahtı bırakmak kavramı bir metafor olarak düşünülebilir. Bu terk ediş, hakikati ararken girilen yolun rahat ve kolayın olmayacağı bir yol olduğu anlamını taşır. Her insan için yapabileceği, kaldırabileceği ölçüde bir yük, zahmet ve imtihan vardır. Zahmet olmadan, zorluklar olmadan insan tamamlanamamaktadır. Bu durum psikolojinin de felsefe ve dinlerin de üzerinde durduğu bir konudur. Pozitif psikolojide karakter erdemlerinin ortaya çıkması, hayatın anlamlı olması için bir zorluk, bir çile yaşanması gerektiği vurgulanır. Çünkü belli karakter erdemlerini kazanmış olduğuna hemfikir olduğumuz insanlara baktığımızda görürüz ki yaşadıklarının ortak özelliği zorlanmış olmalarıdır. Zahmet çekmişlerdir. Ve ancak çekilen zahmet ölçüsünde bir itminan, anlam ve rahmet vardır.
Asude Sena Muğlu
twitter.com/asudesna
*Ham ve kaba softa: Nfk’nın birçok eserinde kullandığı tabir. ("İslam’ı kendi çıkarları uğruna ve başkalarının emelleri doğrultusunda kullanıp, kafalarına göre Müslüman portresi belirleyen ve de halka bunu yutturmaya çalışan, sonuç itibari ile de İslam düşmanlarının eline müthiş bir koz veren insanlardır.")
**Hatarat: “Aklına gelmek, hatırlamak, içine doğmak” anlamındaki hutûr kökünden türeyen hâtır kelimesinin çoğulu olup insanın iradesi dışında zihnine gelen iyi veya kötü düşünceleri ifade eder.
Yazıda Faydalanılan Kaynaklar:
https://issuu.com/sibirturan/docs/nameefd1e4 (Kitaba buradan ulaşılabilir)
Erich Fromm, Sahip olmak ya da Olmak
Gül, Halime. İbrahim bin Ethem ve tasavvuf tarihindeki yeri. Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2008.
Nurcan Öznal Güder, Dâstân-ı İbrâhim Edhem (yüksek lisans tezi, 1992),
https://islamansiklopedisi.org.tr/ibrahim-b-edhem#2-edebiyat
https://www.ulkucudunya.com/index.php?page=haber-detay&kod=395
1 Haziran 2020 Pazartesi
30 Mayıs 2020 Cumartesi
Tanpınar'da "yerli" ve "milli": bir yaşayamama tezahürü
Tadı damağımda kalan kitapları ara ara yeniden satın almak ya da başka yayınevlerince yapılan baskılarını bulup bir kez de oradan okumak gibi bir huyum vardır.
Önemli yabancı metinleri farklı çevirilerden birkaç kez okumak da aynı huyun devamı sayılabilir. (Gerçi, her defasında çevirilerden birinin tadı ötekilerine baskın gelir ve sonrasında okunan tatsız çeviriler çoğu kez kitabın orijinal değerinden götürür ama yine de yapmak gerekir.)
Bir yıl kadar önce, Tanpınar’ın Yapı Kredi Yayınları’nın kısa bir dönem için yayımlayıp son verdiği baskılarını bulmak ve hepsini sil baştan okumak istediğimde garip bir durumla karşılaştım.
Yeni baskılarının olmadığını biliyordum elbette ama internetteki sayısız kitapçıdan birinde kolaylıkla bulabileceğimden ve makul fiyatlarla alabileceğimden de çok fazla şüphe duymuyordum.
Fakat, kısa sürede Tanpınar’ın YKY baskılarını bulmanın hiç de kolay ve maliyetsiz bir iş olmadığını, dahası bir kitapçının, Tanpınar’ı asla Dergah Yayınları’ndan okumayacak pek çok müşterisi olduğunu söylemesiyle, konunun nasıl bir ideolojik sahiplenme çabasının çatışma alanı olduğunu anlar gibi oldum.
Anlatılanlara göre, Dergâh ve YKY, Tanpınar’ın yayın hakları konusunda karşı karşıya gelmişlerdi ve sonrasında, mücadeleyi Dergâh kazanmıştı. Bu durum belli ki YKY tarafındaki kimi kişilerce Tanpınar’ın karşı saflara kaptırılması gibi algılanmıştı. Sonrasında da Dergâh’tan okumayarak bu tepkilerini ortaya koymak gibi matbuat alemimizdeki ilginç protestolardan birine kalkışmışlardı.
Tanpınar aynı Tanpınar’dı elbette ve Dergâh da -bilindiği gibi- ülkenin hatırı sayılır önemdeki yayınevlerinden biriydi. Herhangi bir özensizlik ya da Tanpınar’ın hatırasını ticarete çevirme açgözlülüğü gibi durumlardan söz edilemezdi. Ama, ‘karşı mahalle’dendi işte ve sırf bu yüzden Tanpınar’ı oradan okumak, Tanpınar’ın da bilmediği yeni anlamlar içeriyordu.
Ben, gerçek anlamda bir Tanpınar tutkunu olmadığım için listemdeki eksikleri yine Dergâh’tan tamamlayarak bu tartışmadan uzak durdum.
Gerçek bir Tanpınar tutkunu değilimdir, evet. Beş Şehir’i severim ama nedense çok fazla yüceltmem mesela (Yaşadığım Gibi’de Beş Şehir’dekinden daha iyi Bursa yazıları vardır ama bugüne kadar pek kıymetinin bilindiğini görmedim.)
Beş Şehir, bana şehir kitabından çok edebiyat tarihinin farklı şehirlerde canlandırılma çabası gibi gelir. Tanpınar, Ankara kalesine ya da Bursa ovasına bakarken o topraklara dair yazılanları içli -ve de hicranlı bir şekilde- romantik bir dille kaleme alır ve bütün bir yazın onun dilinden kolaj halinde kelimelere dökülür. Beş Şehir, ‘geçmiş’in kitabıdır ve Tanpınar, geçmişi farklı bir gözle yeniden kurmak için büyük bir düşünsel enerji harcamaktadır.
Saatleri Ayarlama Enstitüsü de elbette onun zamanla olan meselesinin yansımasıdır, önemli bir eserdir ama dürüst olmak gerekirse, etkilenmem gerektiği kadar etkilendiğim bir kitaptır (Ya da belki YKY’den okumadığım içindir!).
Paylaşamadığımız nedir peki? Tanpınar, büyük bir dahi ve bu yüzden kaptırmamaya mı çalışıyoruz? Evet, elbette bir dehasından söz etmek gerekir ama esas mesele onun dehası mıdır pek belli değil.
Esas mesele şurada gizli ki Tanpınar hem doğuyu hem de batıyı iyi bilen bir düşünce ve edebiyat adamı. Birini diğerinin önüne koymadan her ikisini de görebilen ve meselelerimizi terazinin her iki kefesinde aynı aynda tartabilen bir entelektüel olduğu için ağır basan taraf, yalnızca kendi kefesindekileri değil karşı kefedekileride de alabileceğini düşünen bir hırsa sahip.
Tanpınar, gazete ve dergi yazılarından oluşan Yaşadığım Gibi’nin bir yerinde genç bir yazarın yazdığı bir hikâyeyle ilgili, görüşüne başvurmasından bahseder. Hem doğuyu hem de batıyı ‘bilen’ bir genç yazardır bu kişi ve yazdıkları, Tanpınar’ın sözleriyle devam edersek,
Güzel ve seyyal bir üslup, iyi biçilmiş bir elbise gibi mevzuun bütün hususiyetlerini çok yakından kavrıyor, icap ettiği değişiklikleri alıyor ve sona kadar hiç aksamadan gidiyordu. Üstelik Nietzsche’den Freud’a kadar birkaç felsefe sistemini, romantizmden sürrealizme kadar bir yığın sanat nazariyesini bu sahifelerde bulmak mümkündü….bununla beraber küçük bir kusuru vardı. Bütün bu vak’a, bu insanlar, bu üslup zenginliği, bu dikkatler, adeta havası boşaltılmış bir alemde geçiyordu. Toprağa ve her cins hayata, bir insan topluluğunun mukadderatına bağlı olan eserlerdeki o sıcaklıktan, kavrayıcılıktan mahrumdu.
Sonrasında Tanpınar, olabildiğince kırmadan düşündüklerini anlatır genç yazara:
Çok mahalli hususiyetler taşımasına rağmen bizim değil. Vak’a Anadolu’da geçiyor. Bahsettiğiniz peyzajlar tesadüfen yakından bildiğim peyzajlardır, sizi dinlerken onları teker teker tanıdığım oldu. Bununla beraber, onlarla karşılaştığım zamanki sıcaklığı duyamadım.
Sonrasında, genç yazar ilk önce kızar gibi olur. Bunun üzerine Tanpınar, bütün bunları sırf tenkit etmek, karşı tarafın heyecanını soğutmak için söylediği gibi bir tepki alacağından korkar kısa bir süre ama genç yazar da -neyse ki- onunla aynı fikirdedir:
Doğru..hakkınız var. Eksikliği ben de biliyorum. Onu her eserimde görüyorum ve bu beni kendimden nefret edecek kadar meyus ediyor. Fakat ondan bir türlü kurtulamıyorum. Bu memleketin malı olan bir sanatkar olmak için hiçbir tecrübem eksik değil. Çocukluğumu Anadolu’da geçirdim. Orta sınıflı bir memur çocuğuyum. Ana tarafımda çiftçi olarak kalmış birçok akrabam vardı, toprakla hiç alakamız kesilmedi. Memleketi karış karış gezdim. Yerli hayatı, en manasız taraflarını bile sevecek kadar tanır ve bilirim. Zaman olur ki, bütün bir hayat, bakir ve coşkun gelir, içimde tıkanır. Issız yollar, tozlu yaylılar, kireç sıvalı kasaba otelleri, çember sakallı eşraf, yamalı donlu rençberler, velhasıl maddi ve manevi sefalet ve mahrumiyetine hiçbir şefkatin eğilmediği kadın, erkek, çocuk, bir yığın halk gündelik hayatları, hülyaları, ıztırapları, küçük ve geçici saadetleri ile fikir ve yazı hayatına doğmak için beni boğacak kadar sıkıştırırlar. Fakat kalemi elime aldığım zaman bütün bunları kaybederim. Bir ömrün topladığı bütün bu kalabalık birdenbire silinir, yerine nereden geldiğini bilmediğim kuklalar geçer.
Bizim şimdilerde ‘kimseye söz düşürmeyen’ yerli ve millicilerimizi de çok iyi anlattığını düşündüğüm bu sözler üzerine Tanpınar, bunun sebeplerini çok düşündüğünü ve şu sonuca vardığını belirtir:
Çok düşündüm ve neslimizin büyük bir ıztırabını buldum: Kim olursak olalım, nasıl yetişirsek yetişelim, hayat tecrübemizin mahiyeti ve genişliği ne olursa olsun, bizim ağzımızdan hâlâ okuduğumuz frenk kitapları konuşmaktadır. Tıpkı bizden evvelkiler gibi…
İnsanımızın bütün dertlerini, en manasız taraflarını bile sevecek kadar tanıyıp bilen, bilmekle kalmayıp, bütün bunların acısını üzerinde duyduğunu düşünen ve nihayet okuduğumuz frenk kitaplarını susturarak kendi sesimizin duyulmasını sağlamaya çalışan yerli ve millici arkadaşların düşüncelerinde bir cansızlık olduğu gözüküyor.
Yazdıkları şeylerde, Tanpınar’ın kastettiği, içinden yaşamışlığın sıcaklığı yok. Bu nedenle kolay karikatürize edilebilen, insanların cansız nesnelere kolay dönüşebildiği bir yerli ve millilik bu. (İdris Küçükömer’in ‘Türkiye’de sol sağdır sağ soldur’ demesi gibi ‘Türkiye’de doğucular batıcı batıcılar doğucudur’ desek yeridir.)
Bilenler bilir ki Anadolu’da ‘yerli’ kelimesi insanlar için kullanılmaz. ‘Yerli tohum’dan, ‘yerli gübre’den, ‘yerli domates’ten, ‘yerli inek cinsleri’nden bahsedilir ama insanın yerlisinden bahsedilmez.
Belki ‘yabancı’ manasında ‘yaban’ denilen kişiler vardır ama yerli denilenler -Tanpınar’ın genç yazarının behsettiği türde- gerçekte olmayan, kuklalardır. Anadolu’da kimse kendisinin yerli -ve de milli- olup olmadığını sorgulamaz (İstanbul’a mahsus bir maraz mıdır diye sorası geliyor insanın.)
Belki de gerçek yerlilik kim değil ne sorusunun cevabında gizlidir ve aynı toprağın üzerindeki herkesi eşitleyen bir geniş yüreklilik gerektirir.
O nedenle, kim yerli ve milli kim değil sorusu Tanpınar’ın genç yazarının yazdıklarındaki gibi bir olmamışlık ve cansızlık taşır. Dışarıdan bakıldığında güzel ve çekici görünür, söylemek istediğiniz her şeyi aksi sorgulanamaz bir şekilde söylediğinizi zannettirir ama esasında söylenenler insansız sözlerden ibarettir.
Belki de eksik olan Tanpınar’ın, aynı kitabın bir başka yerinde söylediği şu sözlerde gizlidir: "Garp’la Şark’ın arasındaki fark, işte bu yaptığı işi şahsen yaşamak, onun vasıtası ile realitenin içine iyiden iyiye yerleşme keyfiyetidir."
Yerlilik ve millilik vurgusu, Tanpınar’ın bahsettiği türde bir yaşayamamanın tezahürüdür ve tam da bu nedenle, ancak sayısız genç yazar ve entelektüel adayı üretebilir. İşin kötüsü, sorulabilecek bir Tanpınar bulmak da bugün artık o kadar kolay olmayabilir.
A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca
Önemli yabancı metinleri farklı çevirilerden birkaç kez okumak da aynı huyun devamı sayılabilir. (Gerçi, her defasında çevirilerden birinin tadı ötekilerine baskın gelir ve sonrasında okunan tatsız çeviriler çoğu kez kitabın orijinal değerinden götürür ama yine de yapmak gerekir.)
Bir yıl kadar önce, Tanpınar’ın Yapı Kredi Yayınları’nın kısa bir dönem için yayımlayıp son verdiği baskılarını bulmak ve hepsini sil baştan okumak istediğimde garip bir durumla karşılaştım.
Yeni baskılarının olmadığını biliyordum elbette ama internetteki sayısız kitapçıdan birinde kolaylıkla bulabileceğimden ve makul fiyatlarla alabileceğimden de çok fazla şüphe duymuyordum.
Fakat, kısa sürede Tanpınar’ın YKY baskılarını bulmanın hiç de kolay ve maliyetsiz bir iş olmadığını, dahası bir kitapçının, Tanpınar’ı asla Dergah Yayınları’ndan okumayacak pek çok müşterisi olduğunu söylemesiyle, konunun nasıl bir ideolojik sahiplenme çabasının çatışma alanı olduğunu anlar gibi oldum.
Anlatılanlara göre, Dergâh ve YKY, Tanpınar’ın yayın hakları konusunda karşı karşıya gelmişlerdi ve sonrasında, mücadeleyi Dergâh kazanmıştı. Bu durum belli ki YKY tarafındaki kimi kişilerce Tanpınar’ın karşı saflara kaptırılması gibi algılanmıştı. Sonrasında da Dergâh’tan okumayarak bu tepkilerini ortaya koymak gibi matbuat alemimizdeki ilginç protestolardan birine kalkışmışlardı.
Tanpınar aynı Tanpınar’dı elbette ve Dergâh da -bilindiği gibi- ülkenin hatırı sayılır önemdeki yayınevlerinden biriydi. Herhangi bir özensizlik ya da Tanpınar’ın hatırasını ticarete çevirme açgözlülüğü gibi durumlardan söz edilemezdi. Ama, ‘karşı mahalle’dendi işte ve sırf bu yüzden Tanpınar’ı oradan okumak, Tanpınar’ın da bilmediği yeni anlamlar içeriyordu.
Ben, gerçek anlamda bir Tanpınar tutkunu olmadığım için listemdeki eksikleri yine Dergâh’tan tamamlayarak bu tartışmadan uzak durdum.
Gerçek bir Tanpınar tutkunu değilimdir, evet. Beş Şehir’i severim ama nedense çok fazla yüceltmem mesela (Yaşadığım Gibi’de Beş Şehir’dekinden daha iyi Bursa yazıları vardır ama bugüne kadar pek kıymetinin bilindiğini görmedim.)
Beş Şehir, bana şehir kitabından çok edebiyat tarihinin farklı şehirlerde canlandırılma çabası gibi gelir. Tanpınar, Ankara kalesine ya da Bursa ovasına bakarken o topraklara dair yazılanları içli -ve de hicranlı bir şekilde- romantik bir dille kaleme alır ve bütün bir yazın onun dilinden kolaj halinde kelimelere dökülür. Beş Şehir, ‘geçmiş’in kitabıdır ve Tanpınar, geçmişi farklı bir gözle yeniden kurmak için büyük bir düşünsel enerji harcamaktadır.
Saatleri Ayarlama Enstitüsü de elbette onun zamanla olan meselesinin yansımasıdır, önemli bir eserdir ama dürüst olmak gerekirse, etkilenmem gerektiği kadar etkilendiğim bir kitaptır (Ya da belki YKY’den okumadığım içindir!).
Paylaşamadığımız nedir peki? Tanpınar, büyük bir dahi ve bu yüzden kaptırmamaya mı çalışıyoruz? Evet, elbette bir dehasından söz etmek gerekir ama esas mesele onun dehası mıdır pek belli değil.
Esas mesele şurada gizli ki Tanpınar hem doğuyu hem de batıyı iyi bilen bir düşünce ve edebiyat adamı. Birini diğerinin önüne koymadan her ikisini de görebilen ve meselelerimizi terazinin her iki kefesinde aynı aynda tartabilen bir entelektüel olduğu için ağır basan taraf, yalnızca kendi kefesindekileri değil karşı kefedekileride de alabileceğini düşünen bir hırsa sahip.
Tanpınar, gazete ve dergi yazılarından oluşan Yaşadığım Gibi’nin bir yerinde genç bir yazarın yazdığı bir hikâyeyle ilgili, görüşüne başvurmasından bahseder. Hem doğuyu hem de batıyı ‘bilen’ bir genç yazardır bu kişi ve yazdıkları, Tanpınar’ın sözleriyle devam edersek,
Güzel ve seyyal bir üslup, iyi biçilmiş bir elbise gibi mevzuun bütün hususiyetlerini çok yakından kavrıyor, icap ettiği değişiklikleri alıyor ve sona kadar hiç aksamadan gidiyordu. Üstelik Nietzsche’den Freud’a kadar birkaç felsefe sistemini, romantizmden sürrealizme kadar bir yığın sanat nazariyesini bu sahifelerde bulmak mümkündü….bununla beraber küçük bir kusuru vardı. Bütün bu vak’a, bu insanlar, bu üslup zenginliği, bu dikkatler, adeta havası boşaltılmış bir alemde geçiyordu. Toprağa ve her cins hayata, bir insan topluluğunun mukadderatına bağlı olan eserlerdeki o sıcaklıktan, kavrayıcılıktan mahrumdu.
Sonrasında Tanpınar, olabildiğince kırmadan düşündüklerini anlatır genç yazara:
Çok mahalli hususiyetler taşımasına rağmen bizim değil. Vak’a Anadolu’da geçiyor. Bahsettiğiniz peyzajlar tesadüfen yakından bildiğim peyzajlardır, sizi dinlerken onları teker teker tanıdığım oldu. Bununla beraber, onlarla karşılaştığım zamanki sıcaklığı duyamadım.
Sonrasında, genç yazar ilk önce kızar gibi olur. Bunun üzerine Tanpınar, bütün bunları sırf tenkit etmek, karşı tarafın heyecanını soğutmak için söylediği gibi bir tepki alacağından korkar kısa bir süre ama genç yazar da -neyse ki- onunla aynı fikirdedir:
Doğru..hakkınız var. Eksikliği ben de biliyorum. Onu her eserimde görüyorum ve bu beni kendimden nefret edecek kadar meyus ediyor. Fakat ondan bir türlü kurtulamıyorum. Bu memleketin malı olan bir sanatkar olmak için hiçbir tecrübem eksik değil. Çocukluğumu Anadolu’da geçirdim. Orta sınıflı bir memur çocuğuyum. Ana tarafımda çiftçi olarak kalmış birçok akrabam vardı, toprakla hiç alakamız kesilmedi. Memleketi karış karış gezdim. Yerli hayatı, en manasız taraflarını bile sevecek kadar tanır ve bilirim. Zaman olur ki, bütün bir hayat, bakir ve coşkun gelir, içimde tıkanır. Issız yollar, tozlu yaylılar, kireç sıvalı kasaba otelleri, çember sakallı eşraf, yamalı donlu rençberler, velhasıl maddi ve manevi sefalet ve mahrumiyetine hiçbir şefkatin eğilmediği kadın, erkek, çocuk, bir yığın halk gündelik hayatları, hülyaları, ıztırapları, küçük ve geçici saadetleri ile fikir ve yazı hayatına doğmak için beni boğacak kadar sıkıştırırlar. Fakat kalemi elime aldığım zaman bütün bunları kaybederim. Bir ömrün topladığı bütün bu kalabalık birdenbire silinir, yerine nereden geldiğini bilmediğim kuklalar geçer.
Bizim şimdilerde ‘kimseye söz düşürmeyen’ yerli ve millicilerimizi de çok iyi anlattığını düşündüğüm bu sözler üzerine Tanpınar, bunun sebeplerini çok düşündüğünü ve şu sonuca vardığını belirtir:
Çok düşündüm ve neslimizin büyük bir ıztırabını buldum: Kim olursak olalım, nasıl yetişirsek yetişelim, hayat tecrübemizin mahiyeti ve genişliği ne olursa olsun, bizim ağzımızdan hâlâ okuduğumuz frenk kitapları konuşmaktadır. Tıpkı bizden evvelkiler gibi…
İnsanımızın bütün dertlerini, en manasız taraflarını bile sevecek kadar tanıyıp bilen, bilmekle kalmayıp, bütün bunların acısını üzerinde duyduğunu düşünen ve nihayet okuduğumuz frenk kitaplarını susturarak kendi sesimizin duyulmasını sağlamaya çalışan yerli ve millici arkadaşların düşüncelerinde bir cansızlık olduğu gözüküyor.
Yazdıkları şeylerde, Tanpınar’ın kastettiği, içinden yaşamışlığın sıcaklığı yok. Bu nedenle kolay karikatürize edilebilen, insanların cansız nesnelere kolay dönüşebildiği bir yerli ve millilik bu. (İdris Küçükömer’in ‘Türkiye’de sol sağdır sağ soldur’ demesi gibi ‘Türkiye’de doğucular batıcı batıcılar doğucudur’ desek yeridir.)
Bilenler bilir ki Anadolu’da ‘yerli’ kelimesi insanlar için kullanılmaz. ‘Yerli tohum’dan, ‘yerli gübre’den, ‘yerli domates’ten, ‘yerli inek cinsleri’nden bahsedilir ama insanın yerlisinden bahsedilmez.
Belki ‘yabancı’ manasında ‘yaban’ denilen kişiler vardır ama yerli denilenler -Tanpınar’ın genç yazarının behsettiği türde- gerçekte olmayan, kuklalardır. Anadolu’da kimse kendisinin yerli -ve de milli- olup olmadığını sorgulamaz (İstanbul’a mahsus bir maraz mıdır diye sorası geliyor insanın.)
Belki de gerçek yerlilik kim değil ne sorusunun cevabında gizlidir ve aynı toprağın üzerindeki herkesi eşitleyen bir geniş yüreklilik gerektirir.
O nedenle, kim yerli ve milli kim değil sorusu Tanpınar’ın genç yazarının yazdıklarındaki gibi bir olmamışlık ve cansızlık taşır. Dışarıdan bakıldığında güzel ve çekici görünür, söylemek istediğiniz her şeyi aksi sorgulanamaz bir şekilde söylediğinizi zannettirir ama esasında söylenenler insansız sözlerden ibarettir.
Belki de eksik olan Tanpınar’ın, aynı kitabın bir başka yerinde söylediği şu sözlerde gizlidir: "Garp’la Şark’ın arasındaki fark, işte bu yaptığı işi şahsen yaşamak, onun vasıtası ile realitenin içine iyiden iyiye yerleşme keyfiyetidir."
Yerlilik ve millilik vurgusu, Tanpınar’ın bahsettiği türde bir yaşayamamanın tezahürüdür ve tam da bu nedenle, ancak sayısız genç yazar ve entelektüel adayı üretebilir. İşin kötüsü, sorulabilecek bir Tanpınar bulmak da bugün artık o kadar kolay olmayabilir.
A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca
29 Mayıs 2020 Cuma
Hayatın didiklenmemiş yanlarına usulca sokulmak
Bazı kitaplar hakkında yazmak çok zordur. Bir müddet o kitapla yaşamanız, onu öncelikle zihninizde, sonra belki çantanızda taşımanız, kitap elinizdeyken uyuyakalmanız, belki sabah ilk iş tekrar onunla günaydınlaşmanız gerekebilir. Bu yoğun ilişkiyi hak eden kitap ise, Öpüşme, Gıdıklanma ve Sıkılma Üzerine (1996), Tekeşlilik (1997), Dehşetler ve Uzmanlar (1998), Hep Vaat Hep Vaat (2007) gibi sevilen kitapların yazarı psikanalist Adam Phillips’in son kitabı Kaçırdıklarımız: Yaşanmamış Hayata Övgü. Kitabın alt başlığı tatminsizlik, arzu, arzunun diyalektiği, arzunun doyurulamaması gibi konuları düşündürmesi açısından oldukça önemli görünüyor.
Hayatımız boyunca arzuların tatminini yakalamaya çalışırken ve aslında arzunun doğası gereği, buna hiçbir zaman gerçek anlamda ulaşamazken, yoğun bir hüsran duygusuna kapılabiliyoruz. Çünkü ulaştıklarımız, bize hiçbir zaman yeterli gelmiyor. Bir türlü doyuma ulaşamıyoruz: “Yaşadığımız pek çok tatminin farklı hüsran biçimleri vardır. Hüsranımıza müsamaha göstermeyi beceremediğimiz için kifayetsiz haz düşkünleri durumuna düşeriz. Kulağa fısıldanan sözlere paye verir, kendimize bunları yutturur, mahrumiyetten tatmin sağlar, hüsranımızı telafi etmekte başarısızlığa uğrarız. Peşinde olduğumuz takasları net bir biçimde resmetmekten geri dururuz. Hakiki tatmin, gerçek tatmin, doyurucu tatmin yaşadığımız hüsranların anahtarı, hissettiğimiz yoksunluğun doğasını anlamamızı sağlayacak ipucu olmalıdır.”
Oysa ihtiyacımız olan şey, yazarın da dediği gibi, “kavrayamadığımız şey ve onu kavrayamamamızın önemi hakkında bir şeyler bilmektir. Kavranamayan ‘şey’ yine bir arzu nesnesidir. Onu istediğimiz için kavramak isteriz.” Psikanaliz, bu yüzden işlevsel ve önemli. Sadece görünenle yetinmiyor, görünmeyen şeye de odaklanıyor. Sadece söylenenle değil, söylenmeyenle de ilgileniyor, sadece kavranan şeylerle değil, kavranamayanlarla ve neden kavranamadıklarıyla da uğraşıyor. Bir şeyden kaçmanın, başka bir şeye koşmak olduğunun idrakiyle davranıyor. Bir yerde aşırı bir durum varsa onun tam zıttını ele alıp, iki ayrı uç arasında kişiye özgü bir simetri elde etmeye çabalıyor.
“Kendini bırakma ve bırakılma ile bilgi eksikliği arasında çocukluktan gelen bir bağ bulunur. Zizek’in tabiriyle ‘aşırı yorum tutumu’, benim ‘kavrayamamak’ dediğim şeyin yarattığı korkuya kendi kendine bulunan bir devadır. Aşırı yorum, intikam alırcasına kavramaktır. (...) Başlangıçta kavramak, kavrayamama özgürlüğüne erişebilmemizin tek yoludur. Başka birini bilme/tanıma yanılsaması o kişiyi bilmeme/tanımama ihtimalini, özgürlüğünü, onları bilmeyerek/tanımayarak onlarla başka bir şey yapabilme özgürlüğünü yaratır.”
Bu sınırlı satırlarda belki uzun uzun açıklamak mümkün değil ancak insanların bir şeyleri bilme hakları olduğu kadar, bilmeme hakları da vardır. Kendilerine dair, ötekine dair, hayata dair. Ve bu hakka saygı duyulması gerekir. Adam Phillips bu konuyla ilgili düşünmemizi teşvik eder nitelikte şu satırları aktarıyor bizlere: “Bilmenin yanı sıra bilmemeyi de öğrenebilir miyiz ve bundan nasıl bir fayda doğar? Ya da hayatlarımızın hangi alanında bilmemek, kavrayamamak bize durgunluk değil de canlılık katar? Kavramak ya da kavrama isteği hangi zamanlarda zihnimizin ufkunu daraltır?”
Adam Phillips psikanalizden olduğu kadar edebiyat ve tiyatrodan da yararlanıp Kaçırdıklarımız kitabında hüsran, kavrayamamak, yanına kâr kalmak, çıkıp gitmek, tatmin gibi başlıklar altında ve Lacanian ifadelerle hayatın didiklenmemiş yanlarına usulca sokulmaya, içimizdeki halının altına süpürdüklerimize ulaşmaya ve aklımızı karıştırmaya devam ediyor.
Farklı bir bakış açısı sunması açısından kitaptaki en ilgi çekici bölümlerden biri kitabın sonundaki bir ekte beliriyor: Deli Rolü Yapmak Üzerine. Bu makalede Adam Phillips kitaptaki diğer tüm başlıkları harmanlayıp muazzam bir bitiş yaşatıyor okuyucuya. Önce “deli” kelimesini mercek altına alıyor; “Birinin deli olduğunu ne düşündürür bize? Aklımıza bu kelimenin gelmesine sebebiyet verecek ne tür bir kimlik performansı sergilerler? Neden ‘gaddar’, ‘gürültücü’, ‘rezil’, ‘vahşi’, ’tuhaf’, ’suskun’, ’heyecanlı’, değil de ‘deli’?”. Deliliğin, teatrallikte nasıl bir görünüşe büründüğünü anlatıyor. Gerçek delilik ve deli rolü yapmak üzerine ilginç bir düşünce ziyafeti ortaya koyuyor. Kral Lear, Macbeth ve Bir Delinin Hatıra Defteri eserlerinin kahramanlarına göndermelerde bulunuyor. İlaç piyasasının belirli dönemlerde nasıl moda hastalıklar icat ettiği yönünde bir sorgulamaya davet ediyor bizi. 10 sene önce tüm çocuklar Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) tanısı alırken, şimdilerde en moda olan tanı yetişkinler için bipolar ve anksiyete bozukluğu oldu. Bu bağlamda yazarımız psikiyatrinin son moda hastalıklar oluşturarak, ilaç piyasasını nasıl desteklediği yönünde de cesur eleştirilerde bulunmaktan kaçınmıyor.
Kitapla ilgili son sözü yine Adam Phillips’e bırakalım: “Bu kitaptan ne çıkarıyorsunuz değil, bu kitap sizi neyin içinden çekip çıkarıyor? Okumak –kelimenin en iyi anlamıyla- bir tür kaçınmacılıksa, o zaman insan okuyarak neyden uzaklaşmak istediğini keşfedebilir demektir.”
Tuğçe Isıyel
twitter.com/tugceisiyel
Hayatımız boyunca arzuların tatminini yakalamaya çalışırken ve aslında arzunun doğası gereği, buna hiçbir zaman gerçek anlamda ulaşamazken, yoğun bir hüsran duygusuna kapılabiliyoruz. Çünkü ulaştıklarımız, bize hiçbir zaman yeterli gelmiyor. Bir türlü doyuma ulaşamıyoruz: “Yaşadığımız pek çok tatminin farklı hüsran biçimleri vardır. Hüsranımıza müsamaha göstermeyi beceremediğimiz için kifayetsiz haz düşkünleri durumuna düşeriz. Kulağa fısıldanan sözlere paye verir, kendimize bunları yutturur, mahrumiyetten tatmin sağlar, hüsranımızı telafi etmekte başarısızlığa uğrarız. Peşinde olduğumuz takasları net bir biçimde resmetmekten geri dururuz. Hakiki tatmin, gerçek tatmin, doyurucu tatmin yaşadığımız hüsranların anahtarı, hissettiğimiz yoksunluğun doğasını anlamamızı sağlayacak ipucu olmalıdır.”
Oysa ihtiyacımız olan şey, yazarın da dediği gibi, “kavrayamadığımız şey ve onu kavrayamamamızın önemi hakkında bir şeyler bilmektir. Kavranamayan ‘şey’ yine bir arzu nesnesidir. Onu istediğimiz için kavramak isteriz.” Psikanaliz, bu yüzden işlevsel ve önemli. Sadece görünenle yetinmiyor, görünmeyen şeye de odaklanıyor. Sadece söylenenle değil, söylenmeyenle de ilgileniyor, sadece kavranan şeylerle değil, kavranamayanlarla ve neden kavranamadıklarıyla da uğraşıyor. Bir şeyden kaçmanın, başka bir şeye koşmak olduğunun idrakiyle davranıyor. Bir yerde aşırı bir durum varsa onun tam zıttını ele alıp, iki ayrı uç arasında kişiye özgü bir simetri elde etmeye çabalıyor.
“Kendini bırakma ve bırakılma ile bilgi eksikliği arasında çocukluktan gelen bir bağ bulunur. Zizek’in tabiriyle ‘aşırı yorum tutumu’, benim ‘kavrayamamak’ dediğim şeyin yarattığı korkuya kendi kendine bulunan bir devadır. Aşırı yorum, intikam alırcasına kavramaktır. (...) Başlangıçta kavramak, kavrayamama özgürlüğüne erişebilmemizin tek yoludur. Başka birini bilme/tanıma yanılsaması o kişiyi bilmeme/tanımama ihtimalini, özgürlüğünü, onları bilmeyerek/tanımayarak onlarla başka bir şey yapabilme özgürlüğünü yaratır.”
Bu sınırlı satırlarda belki uzun uzun açıklamak mümkün değil ancak insanların bir şeyleri bilme hakları olduğu kadar, bilmeme hakları da vardır. Kendilerine dair, ötekine dair, hayata dair. Ve bu hakka saygı duyulması gerekir. Adam Phillips bu konuyla ilgili düşünmemizi teşvik eder nitelikte şu satırları aktarıyor bizlere: “Bilmenin yanı sıra bilmemeyi de öğrenebilir miyiz ve bundan nasıl bir fayda doğar? Ya da hayatlarımızın hangi alanında bilmemek, kavrayamamak bize durgunluk değil de canlılık katar? Kavramak ya da kavrama isteği hangi zamanlarda zihnimizin ufkunu daraltır?”
Adam Phillips psikanalizden olduğu kadar edebiyat ve tiyatrodan da yararlanıp Kaçırdıklarımız kitabında hüsran, kavrayamamak, yanına kâr kalmak, çıkıp gitmek, tatmin gibi başlıklar altında ve Lacanian ifadelerle hayatın didiklenmemiş yanlarına usulca sokulmaya, içimizdeki halının altına süpürdüklerimize ulaşmaya ve aklımızı karıştırmaya devam ediyor.
Farklı bir bakış açısı sunması açısından kitaptaki en ilgi çekici bölümlerden biri kitabın sonundaki bir ekte beliriyor: Deli Rolü Yapmak Üzerine. Bu makalede Adam Phillips kitaptaki diğer tüm başlıkları harmanlayıp muazzam bir bitiş yaşatıyor okuyucuya. Önce “deli” kelimesini mercek altına alıyor; “Birinin deli olduğunu ne düşündürür bize? Aklımıza bu kelimenin gelmesine sebebiyet verecek ne tür bir kimlik performansı sergilerler? Neden ‘gaddar’, ‘gürültücü’, ‘rezil’, ‘vahşi’, ’tuhaf’, ’suskun’, ’heyecanlı’, değil de ‘deli’?”. Deliliğin, teatrallikte nasıl bir görünüşe büründüğünü anlatıyor. Gerçek delilik ve deli rolü yapmak üzerine ilginç bir düşünce ziyafeti ortaya koyuyor. Kral Lear, Macbeth ve Bir Delinin Hatıra Defteri eserlerinin kahramanlarına göndermelerde bulunuyor. İlaç piyasasının belirli dönemlerde nasıl moda hastalıklar icat ettiği yönünde bir sorgulamaya davet ediyor bizi. 10 sene önce tüm çocuklar Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) tanısı alırken, şimdilerde en moda olan tanı yetişkinler için bipolar ve anksiyete bozukluğu oldu. Bu bağlamda yazarımız psikiyatrinin son moda hastalıklar oluşturarak, ilaç piyasasını nasıl desteklediği yönünde de cesur eleştirilerde bulunmaktan kaçınmıyor.
Kitapla ilgili son sözü yine Adam Phillips’e bırakalım: “Bu kitaptan ne çıkarıyorsunuz değil, bu kitap sizi neyin içinden çekip çıkarıyor? Okumak –kelimenin en iyi anlamıyla- bir tür kaçınmacılıksa, o zaman insan okuyarak neyden uzaklaşmak istediğini keşfedebilir demektir.”
Tuğçe Isıyel
twitter.com/tugceisiyel
28 Mayıs 2020 Perşembe
Çocukluktan intihara: Bir yaşama denemesi
Müntehir yazar ve şairler, bu durumlarından ötürü uzun zamandır dikkatimi çekmiştir. Bu dikkatin sebebini bilmiyorum, belki de üniversite son sınıfta Durkheim’in görüşlerini baz alarak oluşturduğumuz bitirme ödevinden dolayıdır. Çünkü o ödevden sonra Durkheim’in görüşlerine duyduğum ilgi artmıştı, sanırım edebiyata da yansıması oldu bunun. Ancak yine de müntehir yazar/şairlerin sonuç olarak, dünyada veya kişisel hayatlarında anlamlandıramadıkları şeylerden dolayı intihar etmiş olmaları da ilgimi çeken sebeplerden. Neyi arıyorlardı sorusu dikkatimi çekmeye yeter bir neden bu isimlerin eserlerini okumam için. Stefan Zweig, Virginia Woolf, Ernest Hemingway, Yukio Mişima, Sylvia Plath müntehir yazarlardan sadece birkaçı. İntihar etmelerinde başka başka sebepler bulunsa da sonunda iş ‘insanın anlam arayışına’ çıkıyor. Bu yazarlara benim açımdan, daha önce hiç okumadığım, ilk kez İnsanlığımı Yitirirken adlı kitabıyla tanıdığımı Japon yazar Osamu Dazai de eklendi. Dazai ismi aslında Türkçeye çok yabancı değil. Daha önce birkaç kitabı dilimizde yayımlanmıştı ancak kitapçıda İnsanlığımı Yitirirken kitabını gördüğümde, benim ilk defa ilgimi çekti. Kitabın arka kapak yazısı ve ismi aklımda öyle yer etmiş olacak ki, bir sonraki gidişte ilk bu kitaba baktım ve satın aldım. Kitabı daha bitirmeden de diğer kitaplarını okumaya karar verdim yazarın. Kitabı bitirdikten sonra ise ilk yorumum, “çok sevdiğim Cioran sanki roman yazmış” oldu.
Dazai 39 yaşında intihar ederek yaşamına son vermiş bir yazar. İnsanlığımı Yitirirken yazarın öz yaşam öyküsüdür aynı zamanda. En azından yaşamıyla önemli ölçüde benzeşen yönleri olan bir eser. Anlattığı, İkinci Dünya Savaşı sonrası Japonya’sının toplumsal atmosferini kendini inceleyerek, kendi adımlarını takip ederek çözmeye çalışması. Bu durumu da Yozo karakteriyle cisimleştirmeye çalışmış.
Kitap 109 sayfayı içeriyor ve beş bölümden oluşuyor: Bir Öğrenci Fotoğrafı, Birinci Günce, İkinci Günce, Üçüncü Günce, Sonlanırken bölümlerinden oluşan eserin yazarla ilgisi günceler kısmıdır. İlk bölümü ve son bölümü, kitabı yayıma hazırlayan kişi yazmış. Bir Öğrenci Fotoğrafı adlı bölümde bir öğrencinin, bir adamın hayatının üç ayrı evresindeki fotoğrafını konu ediyor bu kitabı hazırlayan kişi. Fotoğraftaki kişi hakkında yorum yapıyor. Bu öğrenci, bu kişi elbette ki Osamu Dazai. Fotoğrafın hissettirdikleri ile başlayan roman daha sonra günceler kısmına geçiyor. Burada Dazai’nin kalemini ve hayatını görebiliyoruz.
Sadık Hidayet’in Kör Baykuş’undaki, Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’ındaki gibi, okuduğum kitaplardaki en ilgi çekici girişlerden biriyle başlıyor Dazai: Yaşamım utançlarla doludur diyor ve hayatına, otobiyografik romanına başlıyor. Başlangıçta Dazai’nin kişiliğini nasıl oluşturmaya çalıştığını görüyoruz. Sosyopat veya antisosyal, ya da sosyal fobisi olan biri gibi resmediyor kendini. Kendisinin çevresinden oldukça ayrık durduğunu, bu durumun da farkında olduğunu anlatırken bir kişilik incelemesine ve insanlara yaklaşma denemelerine de çalışıyor. Her ne kadar hayattan ve insanlardan ayrıksı dursa da, çocukluğundan itibaren hayatla asgari düzeyde bir bağ kurmaya çalışıyor: “…Böylece aklıma şaklabanlık yapmak geldi. Bu, benim insanlarda son sevgi arayışımdı. Bir yandan onlardan son derece korkarken, diğer yandan bir türlü aklımdan çıkaramadım. Böylece, şaklabanlık sayesinde ince bir çizgiyle insanlarla bağımı koruyabildim. Dış dünyaya durmaksızın gülümseyen yüzümü gösterirken, iç dünyam ölüydü. İşte bu, bin derdi tek bir saç teliyle taşımak gibi, yağa ter karıştırmak gibi bir çabaydı.”. Bu durum aklıma hemen Kemal Tahir’in Ayşe Şasa’ya söylediği “maskaralık yaptığın sürece seni alkışlarlar, ciddi bir şey yaptığında kimse suratına bakmaz, yolunu ona göre seç” sözünü getirdi. Dazai ya da romandaki karakter Yozo da yolunu bu şekilde çizmeye çalışıyor romanda.
Romanın ana unsuru Yozo ve onun karakteri aslında. Bir iç dünya romanı olsa da rahatça kendini okutuyor. Yozo yaşamı sorgularken, hayatına giren insanlarla ilişki halindeyken ya da sırf illegal ve heyecanlı diye Marksist toplantılara katılıp örgütte üst kademelere yükselirken de hep karakterinin ve ruh halinin izini sürüyor okur. Bunu rahatça yapmasını sağlayan da yine Yozo’nun karakteri; çünkü hiçbir zaman iki yüzlü davranamıyor. Çocuklukta denediği, sonrasında da devam ettirmeye çalıştığı ve bunun için şaklabanlık dahi yaptığı davranışları bir şekilde fark ediliyor ve bu da Yozo’nun kendi haline dönmesine sebep oluyor: Yani yazarın/Yozo’nun yaşamı anlayamamasına, karanlık ruh haline ve tabi ayrıksılığına. Ona göre dışlanmışlığına: “Dışlanmışlar diye tabir edilir. İnsanların dünyasında, zavallı, yenik, ahlaksız olanları ifade eden bir sözcük galiba. Ben doğuştan dışlanmış olduğumu hisseder, şu dışlanmış bir insan diye parmakla gösterilen biriyle karşılaştığımda, içimde mutlaka bir rahatlama duygusu uyanırdı. Üstelik bu sıradan değil, büyülenmiş gibi bir rahatlıktı.”
Bu kitabı baz alarak Dazai’nin çok rahat bir şekilde psikolojik haritası çıkarılabilir aslında. Çünkü karakteri, kişiliği ve mizacı hakkında altı çizilecek cümlelerle, açık açık anlatmaya çalışıyor tüm ruhunu. Kronolojik bir şekilde ilerliyor kitap. Otobiyografik bir roman olduğu için de sanırım daha iyisi olamazdı. Ortaokul, lise; daha sonra hayat mücadelesinde Yozo’nun veya Dazai’nin adım adım ne hâle geldiğini görebilir okur. Tabii bütün değişimleri hissederek ve Yozo’nun insanlar ve kendi hakkında yaptığı bütün vurucu tespitleri de takip ederek: “Karşılıklı olarak birbirlerini kandırıp, üstelik ne tuhaftır ki, hiçbir yara almadan, sanki bunun farkında değillermiş gibi gerçekten çarpıcı, berrak ışıltılar yayan şen inançsızlık örnekleriyle dolu insan yaşamı.”
Yazarın kendini anlattığı eserler hem dünya hem de Türk edebiyatında bolca mevcut; ancak Dazai’nin yaptığı gibi vurucu olanlar o kadar da çok değil. Saf bir şekilde hayatını diğer hayatlardan ayırabilen, kendiyle ilgili doğru tespitler yapabilen yalnızlığı ve insanı en iyi şekilde çözümleyebilen fakat anlamlandıramayan biri yazar. Yani karmaşık bir şekilde oturup yazmamış hayatını. Hüseyin Can Erkin de çevirisiyle bu değerli okumaya büyük katkı sağlıyor. Yazarın hayatına ilgi duymayan birçok kişi de oturup, tamamen kurguymuş gibi okuyabilir bu kitabı.
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
Dazai 39 yaşında intihar ederek yaşamına son vermiş bir yazar. İnsanlığımı Yitirirken yazarın öz yaşam öyküsüdür aynı zamanda. En azından yaşamıyla önemli ölçüde benzeşen yönleri olan bir eser. Anlattığı, İkinci Dünya Savaşı sonrası Japonya’sının toplumsal atmosferini kendini inceleyerek, kendi adımlarını takip ederek çözmeye çalışması. Bu durumu da Yozo karakteriyle cisimleştirmeye çalışmış.
Kitap 109 sayfayı içeriyor ve beş bölümden oluşuyor: Bir Öğrenci Fotoğrafı, Birinci Günce, İkinci Günce, Üçüncü Günce, Sonlanırken bölümlerinden oluşan eserin yazarla ilgisi günceler kısmıdır. İlk bölümü ve son bölümü, kitabı yayıma hazırlayan kişi yazmış. Bir Öğrenci Fotoğrafı adlı bölümde bir öğrencinin, bir adamın hayatının üç ayrı evresindeki fotoğrafını konu ediyor bu kitabı hazırlayan kişi. Fotoğraftaki kişi hakkında yorum yapıyor. Bu öğrenci, bu kişi elbette ki Osamu Dazai. Fotoğrafın hissettirdikleri ile başlayan roman daha sonra günceler kısmına geçiyor. Burada Dazai’nin kalemini ve hayatını görebiliyoruz.
Sadık Hidayet’in Kör Baykuş’undaki, Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’ındaki gibi, okuduğum kitaplardaki en ilgi çekici girişlerden biriyle başlıyor Dazai: Yaşamım utançlarla doludur diyor ve hayatına, otobiyografik romanına başlıyor. Başlangıçta Dazai’nin kişiliğini nasıl oluşturmaya çalıştığını görüyoruz. Sosyopat veya antisosyal, ya da sosyal fobisi olan biri gibi resmediyor kendini. Kendisinin çevresinden oldukça ayrık durduğunu, bu durumun da farkında olduğunu anlatırken bir kişilik incelemesine ve insanlara yaklaşma denemelerine de çalışıyor. Her ne kadar hayattan ve insanlardan ayrıksı dursa da, çocukluğundan itibaren hayatla asgari düzeyde bir bağ kurmaya çalışıyor: “…Böylece aklıma şaklabanlık yapmak geldi. Bu, benim insanlarda son sevgi arayışımdı. Bir yandan onlardan son derece korkarken, diğer yandan bir türlü aklımdan çıkaramadım. Böylece, şaklabanlık sayesinde ince bir çizgiyle insanlarla bağımı koruyabildim. Dış dünyaya durmaksızın gülümseyen yüzümü gösterirken, iç dünyam ölüydü. İşte bu, bin derdi tek bir saç teliyle taşımak gibi, yağa ter karıştırmak gibi bir çabaydı.”. Bu durum aklıma hemen Kemal Tahir’in Ayşe Şasa’ya söylediği “maskaralık yaptığın sürece seni alkışlarlar, ciddi bir şey yaptığında kimse suratına bakmaz, yolunu ona göre seç” sözünü getirdi. Dazai ya da romandaki karakter Yozo da yolunu bu şekilde çizmeye çalışıyor romanda.
Romanın ana unsuru Yozo ve onun karakteri aslında. Bir iç dünya romanı olsa da rahatça kendini okutuyor. Yozo yaşamı sorgularken, hayatına giren insanlarla ilişki halindeyken ya da sırf illegal ve heyecanlı diye Marksist toplantılara katılıp örgütte üst kademelere yükselirken de hep karakterinin ve ruh halinin izini sürüyor okur. Bunu rahatça yapmasını sağlayan da yine Yozo’nun karakteri; çünkü hiçbir zaman iki yüzlü davranamıyor. Çocuklukta denediği, sonrasında da devam ettirmeye çalıştığı ve bunun için şaklabanlık dahi yaptığı davranışları bir şekilde fark ediliyor ve bu da Yozo’nun kendi haline dönmesine sebep oluyor: Yani yazarın/Yozo’nun yaşamı anlayamamasına, karanlık ruh haline ve tabi ayrıksılığına. Ona göre dışlanmışlığına: “Dışlanmışlar diye tabir edilir. İnsanların dünyasında, zavallı, yenik, ahlaksız olanları ifade eden bir sözcük galiba. Ben doğuştan dışlanmış olduğumu hisseder, şu dışlanmış bir insan diye parmakla gösterilen biriyle karşılaştığımda, içimde mutlaka bir rahatlama duygusu uyanırdı. Üstelik bu sıradan değil, büyülenmiş gibi bir rahatlıktı.”
Bu kitabı baz alarak Dazai’nin çok rahat bir şekilde psikolojik haritası çıkarılabilir aslında. Çünkü karakteri, kişiliği ve mizacı hakkında altı çizilecek cümlelerle, açık açık anlatmaya çalışıyor tüm ruhunu. Kronolojik bir şekilde ilerliyor kitap. Otobiyografik bir roman olduğu için de sanırım daha iyisi olamazdı. Ortaokul, lise; daha sonra hayat mücadelesinde Yozo’nun veya Dazai’nin adım adım ne hâle geldiğini görebilir okur. Tabii bütün değişimleri hissederek ve Yozo’nun insanlar ve kendi hakkında yaptığı bütün vurucu tespitleri de takip ederek: “Karşılıklı olarak birbirlerini kandırıp, üstelik ne tuhaftır ki, hiçbir yara almadan, sanki bunun farkında değillermiş gibi gerçekten çarpıcı, berrak ışıltılar yayan şen inançsızlık örnekleriyle dolu insan yaşamı.”
Yazarın kendini anlattığı eserler hem dünya hem de Türk edebiyatında bolca mevcut; ancak Dazai’nin yaptığı gibi vurucu olanlar o kadar da çok değil. Saf bir şekilde hayatını diğer hayatlardan ayırabilen, kendiyle ilgili doğru tespitler yapabilen yalnızlığı ve insanı en iyi şekilde çözümleyebilen fakat anlamlandıramayan biri yazar. Yani karmaşık bir şekilde oturup yazmamış hayatını. Hüseyin Can Erkin de çevirisiyle bu değerli okumaya büyük katkı sağlıyor. Yazarın hayatına ilgi duymayan birçok kişi de oturup, tamamen kurguymuş gibi okuyabilir bu kitabı.
Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
27 Mayıs 2020 Çarşamba
Toplumsal bir deney olarak cinayet
“İnsan bazen öyle bir sınıra gelir ki
onu aşamaz mutsuz olur;
aşar, bu kez belki daha mutsuz olur."
İnsan ruhunu derinlemesine irdeleyen Dostoyevski, çok acı çekmiş bir yazardır. Acıları onu büyük bir yazar yapmıştır bile diyebiliriz. Acı çektikçe yazmış, belki de yazdıkça acı çekmiş ve bu döngüden asla kurtulamamıştır. Yaşadığı dönemin soyluları arasında yer almamasının acısını hayatını boyunca çekmiştir özetle.
Gerek dünya edebiyatını gerekse bizim edebiyatımızı etkilemiş çok yönlü bir yazardır Dostoyevski. Öyle ki Cemal Süreya “Dostoyevski okudum ve o gün bugündür huzurum yok” diyerek Dostoyevski’nin hayatına olan etkisini açıkça dile getirmiştir. Yaşadığı acıları romanlarına da yansıdığı için ve gerçekçi üsluba sahip bir yazar da olması hasebiyle Dostoyevski, okurlarını -Cemal Süreya örneğinde de görüldüğü gibi- etkilemiştir ve etkilemeye de devam etmektedir.
Dünyadaki pek çok edebiyatçıyı ve edebiyat okurlarını etkileyen bu yazar, bir idam cezasına mahkûm ediliyor ve tam bu ceza uygulanacağı esnada bağışlandığını öğreniyor. Böyle bir yerden fiziki olarak dönmek, hiç şüphesiz paha biçilemez bir mutluluk olarak tarif edilebilir; ama aynı yerden ruhsal olarak dönmek, nereden bakarsak bakalım kolay değildir. Fakat ilginçtir ki Dostoyevski asıl büyük romanlarını bu dönüşten sonra yazmıştır. Bu durum da bana göre yazarın büyüklüğünü katlamaktadır.
Suç ve Ceza’da yazar, Raskolnikov’u katil yaparak toplumsal bir deney yapmıştır. Raskolnikov; yoksul, kabuğuna çekilmiş bir üniversite öğrencisidir. Bu yoksulluk sebebiyle okulunu yarım bırakmak zorunda kalmıştır. Yaşadıklarını bir haksızlık olarak görmüş ve aklına bir tuhaf soru düşmüştür: “Ben bir bit miyim yoksa insan mı?”. Bu sorudur kahramanı adım adım cinayete götüren. Halkı “olağanüstü” insanlar ve “sıradan” insanlar olmak üzere iki ayrı tabakaya bölmüştür. Kendisinin “olağanüstü” insanlara dâhil olduğunu gösterebilmeyi ister ve bu istek onu bir cinayete kadar götürür. Kendisine ve çevresine büyük haksızlıklar ettiğini düşündüğü tefeci bir kadındır Raskolnikov’un hedefi. Onu öldürmekle “sıradan” insanların asla çiğneyemediği ahlak kurallarını çiğnediğini gösterecektir. Bunun ise olumlu sonuçlar doğurabileceğini düşünmektedir. Yarım bırakmak zorunda kaldığı okuluna devam etmek, hasta annesini tedavi ettirmek ve sırf abisinin okuluna devam etmesini sağlayabilmek için istemediği bir adamla evlenme kararı alan kardeşini bu kararından vazgeçirebilmek; Raskolnikov’un doğacağını umut ettiği olumlu sonuçlardandır. Raskolnikov aslında bu cinayetiyle toplumsal eşitliği sağlamayı amaçlamıştır, halkın gözünün önündeki bazı putlara baltasını saplamıştır fakat hiçbir şey umduğu gibi olmamıştır. Öyle ki bu eski hukuk öğrencisi olan genç, cinayetten sonra eline geçen paralara bile dokunamayıp çaldığı her şeyi bir taşın altına saklamıştır. Bu da Raskolnikov’un asıl amacının bir cana kıymak ya da hırsızlık yapmak olmadığını bize kanıtlamaktadır. Bu cinayetten sonra vicdanı onu asla rahat bırakmamıştır: “Eğer şu anda içinde bulunduğu durumun güçlüğünü, umutsuzluğunu, çirkinliğini doğru değerlendirebilseydi, buradan kurtulabilmek, evine ulaşabilmek için önünde daha ne güçlükler, belki de daha ne cinayetler olduğunu kestirebilseydi, büyük olasılıkla her şeyi olduğu gibi bırakıp, doğruca polise gidip teslim olurdu ve bu işi kendi adına duyduğu korkudan dolayı değil, işlediği cinayetlerin üzerinde uyandırdığı dehşet ve tiksintiden dolayı yapardı.” cümleleri Raskolnikov’un cinayetten hemen sonraki ruh halini anlayabilmemiz için önemlidir ve burada bahsedilen “dehşet” ve “tiksinti” Raskolnikov’u suçunu itiraf edene kadar takip etmiştir. Onun bu cinayeti işlemesinin sebebi kötülük değil; eşitliği sağlayabilmek, toplumdaki haksızlıkları yok etmek için bir denemedir. Yazar Raskolnikov’un ruh halini roman boyunca öyle iyi işlemiştir ki Raskolnikov okurun gözünde aşağılık bir katil seviyesine asla gelmemiştir. İçindeki o iyiliği, bu cinayeti eşit bir toplum için işlediğini yazar okurun zihnine ustalıkla yerleştirmiştir. Kulağa çok tuhaf geliyor ama kitabı okurken bu katilden nefret etmiyorsunuz, aksine söz konusu katile merhamet dolu hislerle yaklaşıyorsunuz. Çünkü Raskolnikov, her şeye rağmen “insan” kalabilmeyi başarmış birisidir. İçindeki merhameti asla yitirmemiştir.
Suçunu itiraf etmemekte epey bir süre direnen Raskolnikov, romanın sonunda daha fazla direnememiş ve her şeyi itiraf ederek cezasını çekmiştir. Yazar romanın başlarında “Vicdanı olan insan, hatasının da bilincindeyse varsın acı çeksin. Bu kürek cezasına ek olarak ona ikinci bir cezadır.” demişti ve vicdani olarak çektiği cezadan sonra acıyı da kürek cezasını da çekerek ödemesi gereken bedelleri ödedi. Çünkü Raskolnikov, eşitliği sağlamak için eşit olmayan yolları seçti.
Kötülüğe karşı gelmenin yolu, bir cana kıyarak yeni bir kötülük ortaya koymak değildir. Bu noktada aklıma Âsaf Hâlet Çelebi'nin “Kırılan putların yerine yenisini koyan kim?” cümlesi geldi. Kötü insanlar da putlar gibidir. Yerlerine yenileri her zaman gelir. Dünya var oldukça kötülük de hep olacaktır. İyiliği yaymanın yolu ise bir kötülük yaparak onu ortadan kaldırmak gibi beyhude bir çabayla değil de iyiliği bulaştırarak yapılmalıdır. Belki o zaman bir salgın gibi iyilik tüm dünyaya yayılır. Kötülük bitmez ama azalır, sesi kısılır ve iyilik böylelikle artırılır.
Raskolnikov da sonunda kendi gerçeğinin ve dünyanın mecburi döngüsünün farkına vararak sevgi sayesinde bambaşka bir dünyaya geçmiş, yenilenmiş, yepyeni bir gerçekle tanışmıştır. Yazar için hikâye burada biterken bizim içimizde Raskolnikov’un değişimiyle yepyeni bir hikâye başlamıştır.
Nur Özyörük
twitter.com/nurozyoruk
onu aşamaz mutsuz olur;
aşar, bu kez belki daha mutsuz olur."
İnsan ruhunu derinlemesine irdeleyen Dostoyevski, çok acı çekmiş bir yazardır. Acıları onu büyük bir yazar yapmıştır bile diyebiliriz. Acı çektikçe yazmış, belki de yazdıkça acı çekmiş ve bu döngüden asla kurtulamamıştır. Yaşadığı dönemin soyluları arasında yer almamasının acısını hayatını boyunca çekmiştir özetle.
Gerek dünya edebiyatını gerekse bizim edebiyatımızı etkilemiş çok yönlü bir yazardır Dostoyevski. Öyle ki Cemal Süreya “Dostoyevski okudum ve o gün bugündür huzurum yok” diyerek Dostoyevski’nin hayatına olan etkisini açıkça dile getirmiştir. Yaşadığı acıları romanlarına da yansıdığı için ve gerçekçi üsluba sahip bir yazar da olması hasebiyle Dostoyevski, okurlarını -Cemal Süreya örneğinde de görüldüğü gibi- etkilemiştir ve etkilemeye de devam etmektedir.
Dünyadaki pek çok edebiyatçıyı ve edebiyat okurlarını etkileyen bu yazar, bir idam cezasına mahkûm ediliyor ve tam bu ceza uygulanacağı esnada bağışlandığını öğreniyor. Böyle bir yerden fiziki olarak dönmek, hiç şüphesiz paha biçilemez bir mutluluk olarak tarif edilebilir; ama aynı yerden ruhsal olarak dönmek, nereden bakarsak bakalım kolay değildir. Fakat ilginçtir ki Dostoyevski asıl büyük romanlarını bu dönüşten sonra yazmıştır. Bu durum da bana göre yazarın büyüklüğünü katlamaktadır.
Suç ve Ceza’da yazar, Raskolnikov’u katil yaparak toplumsal bir deney yapmıştır. Raskolnikov; yoksul, kabuğuna çekilmiş bir üniversite öğrencisidir. Bu yoksulluk sebebiyle okulunu yarım bırakmak zorunda kalmıştır. Yaşadıklarını bir haksızlık olarak görmüş ve aklına bir tuhaf soru düşmüştür: “Ben bir bit miyim yoksa insan mı?”. Bu sorudur kahramanı adım adım cinayete götüren. Halkı “olağanüstü” insanlar ve “sıradan” insanlar olmak üzere iki ayrı tabakaya bölmüştür. Kendisinin “olağanüstü” insanlara dâhil olduğunu gösterebilmeyi ister ve bu istek onu bir cinayete kadar götürür. Kendisine ve çevresine büyük haksızlıklar ettiğini düşündüğü tefeci bir kadındır Raskolnikov’un hedefi. Onu öldürmekle “sıradan” insanların asla çiğneyemediği ahlak kurallarını çiğnediğini gösterecektir. Bunun ise olumlu sonuçlar doğurabileceğini düşünmektedir. Yarım bırakmak zorunda kaldığı okuluna devam etmek, hasta annesini tedavi ettirmek ve sırf abisinin okuluna devam etmesini sağlayabilmek için istemediği bir adamla evlenme kararı alan kardeşini bu kararından vazgeçirebilmek; Raskolnikov’un doğacağını umut ettiği olumlu sonuçlardandır. Raskolnikov aslında bu cinayetiyle toplumsal eşitliği sağlamayı amaçlamıştır, halkın gözünün önündeki bazı putlara baltasını saplamıştır fakat hiçbir şey umduğu gibi olmamıştır. Öyle ki bu eski hukuk öğrencisi olan genç, cinayetten sonra eline geçen paralara bile dokunamayıp çaldığı her şeyi bir taşın altına saklamıştır. Bu da Raskolnikov’un asıl amacının bir cana kıymak ya da hırsızlık yapmak olmadığını bize kanıtlamaktadır. Bu cinayetten sonra vicdanı onu asla rahat bırakmamıştır: “Eğer şu anda içinde bulunduğu durumun güçlüğünü, umutsuzluğunu, çirkinliğini doğru değerlendirebilseydi, buradan kurtulabilmek, evine ulaşabilmek için önünde daha ne güçlükler, belki de daha ne cinayetler olduğunu kestirebilseydi, büyük olasılıkla her şeyi olduğu gibi bırakıp, doğruca polise gidip teslim olurdu ve bu işi kendi adına duyduğu korkudan dolayı değil, işlediği cinayetlerin üzerinde uyandırdığı dehşet ve tiksintiden dolayı yapardı.” cümleleri Raskolnikov’un cinayetten hemen sonraki ruh halini anlayabilmemiz için önemlidir ve burada bahsedilen “dehşet” ve “tiksinti” Raskolnikov’u suçunu itiraf edene kadar takip etmiştir. Onun bu cinayeti işlemesinin sebebi kötülük değil; eşitliği sağlayabilmek, toplumdaki haksızlıkları yok etmek için bir denemedir. Yazar Raskolnikov’un ruh halini roman boyunca öyle iyi işlemiştir ki Raskolnikov okurun gözünde aşağılık bir katil seviyesine asla gelmemiştir. İçindeki o iyiliği, bu cinayeti eşit bir toplum için işlediğini yazar okurun zihnine ustalıkla yerleştirmiştir. Kulağa çok tuhaf geliyor ama kitabı okurken bu katilden nefret etmiyorsunuz, aksine söz konusu katile merhamet dolu hislerle yaklaşıyorsunuz. Çünkü Raskolnikov, her şeye rağmen “insan” kalabilmeyi başarmış birisidir. İçindeki merhameti asla yitirmemiştir.
Suçunu itiraf etmemekte epey bir süre direnen Raskolnikov, romanın sonunda daha fazla direnememiş ve her şeyi itiraf ederek cezasını çekmiştir. Yazar romanın başlarında “Vicdanı olan insan, hatasının da bilincindeyse varsın acı çeksin. Bu kürek cezasına ek olarak ona ikinci bir cezadır.” demişti ve vicdani olarak çektiği cezadan sonra acıyı da kürek cezasını da çekerek ödemesi gereken bedelleri ödedi. Çünkü Raskolnikov, eşitliği sağlamak için eşit olmayan yolları seçti.
Kötülüğe karşı gelmenin yolu, bir cana kıyarak yeni bir kötülük ortaya koymak değildir. Bu noktada aklıma Âsaf Hâlet Çelebi'nin “Kırılan putların yerine yenisini koyan kim?” cümlesi geldi. Kötü insanlar da putlar gibidir. Yerlerine yenileri her zaman gelir. Dünya var oldukça kötülük de hep olacaktır. İyiliği yaymanın yolu ise bir kötülük yaparak onu ortadan kaldırmak gibi beyhude bir çabayla değil de iyiliği bulaştırarak yapılmalıdır. Belki o zaman bir salgın gibi iyilik tüm dünyaya yayılır. Kötülük bitmez ama azalır, sesi kısılır ve iyilik böylelikle artırılır.
Raskolnikov da sonunda kendi gerçeğinin ve dünyanın mecburi döngüsünün farkına vararak sevgi sayesinde bambaşka bir dünyaya geçmiş, yenilenmiş, yepyeni bir gerçekle tanışmıştır. Yazar için hikâye burada biterken bizim içimizde Raskolnikov’un değişimiyle yepyeni bir hikâye başlamıştır.
Nur Özyörük
twitter.com/nurozyoruk
Mesnevî'yi anlamaya ve anlatmaya adanmış bir ömür
"Gıdâ-yı rûhu ver kim reh-ber-i mi’râc-ı ulvîdir."
(Ey insan! Ruhuna gıdasını ver, kendi yüce miracına ulaşabilmen için o senin rehberindir.)
- Şeyh Galib Dede
- Şeyh Galib Dede
Aile insanın ilk ocağıdır. Şefik Can da müftü olan ve Sa'dî ve Mevlânâ okuyan, mûsıkîye meraklı, tasavvuf ehli bir baba tarafından yetiştirilmiş evvela. Arapçayı ve Farsçayı ondan öğrenmiş. 1929'da Kuleli Askerî Lisesi'ni, 1931'de de Harp Okulu'nu bitirmiş. Millî Savunma Bakanlığı'nın izniyle İstanbul Üniversitesi'nde sınavlarını vererek öğretmenlik diploması almış. Peki stajını kimin yanında tamamlamış? İşte Şefik Can'ın ömründeki en önemli zamanlardan biri. 1935'te Kuleli Askerî Lisesi'nde, edebiyat tarihçisi, yazar ve şair Tâhirülmevlevî'nin (Tahir Olgun, 1877-1951) yanında stajına başlıyor. 1965 yılında emekli olana dek burada devam ediyor. Tâhirülmevlevî; Mevlevî şeyhi, şair, bestekâr ve tamburî Mehmed Celâleddin Dede'ye bağlı bir derviş. Yine Mevlevî şeyhi ve mesnevîhan olan Mehmed Esad Dede'den de mesnevîhanlık icâzeti almış. Esad Dede ile yaptığı hac yolculuğu sırasında Kahire, Mekke ve Medine’de bulunan tasavvuf ehli kimselerin sohbetlerine katılmış. Mekke Şeyhülmeşâyihi Ahmed er-Rifâî kendisine hem kādirî hem de rifâî tarikatlarından icâzetnâme vermiş. Hacdan döndüğünde Yenikapı Semâzenbaşısı Karamanlı Hâlid Dede’den semâ çıkarmış ve o dönemin en iyi semâzenlerinden biri olarak gösterilmiş. Memuriyetten istifa ettikten sonra 1001 günlük çileye girmiş. Mehmed Esad Dede’nin ölümünden sonra (1911) kendisine teklif edilen Kasımpaşa Mevlevîhânesi mesnevîhanlığını, hocasına duyduğu saygı sebebiyle reddetmiş. Tâhirülmevlevî'ye dair teferruatlı bilgi için TDV İslâm Ansiklopedisi'nde Alim Kahraman'ın yazdığı maddeye bakılabilir. Velhasıl, hem babası hem de üstadı tarafından manevi bolluk içinde yetişmiş Şefik Can. Tâhirülmevlevî tarafından kendisine mesnevîhan icâzeti de verilmiş. O zamanın İstanbul halkı da pek talihliymiş. Camilerde şimdiki gibi hazır ve siyasi metinler değil; Yunus ve Mısrî divanları da okunurmuş, Mesnevî ve Gülistan da.
Mevlânâ'nın Mesnevî'sindeki "Gönlü hoş olanların muhabbetinden başka muhabbete gönül verme" sözüne kulak vermiş Şefik Can. Çok erken yaşlardan itibaren nerede bir 'Allah dostu' olduğunu duysa, soluğu orada almış. Bu vesileyle birçok kimseyi tanımış: Nakşibendî-Hâlidî şeyhi Esad Erbîlî (1847-1931), Nakşibendî-Hâlidî şeyhi Mahmut Sami Ramazanoğlu (1892-1984), ricâlü’l-gayb'dan olduğu söylenen ve her yönüyle sırlı bir velî olan Ladikli Ahmed Ağa (1888-1969), Mevlevî şeyhi, şair ve edip Midhat Bahârî (1875-1971), Nakşibendî-Hâlidî şeyhi Muhammed Râşid Erol (1930-1993), son dönem Osmanlı âlimi ve Nurculuk hareketinin kurucusu Said Nursi (1878-1960), son devir Osmanlı devlet adamları, şairleri, mûsikişinasları ve hattatları üzerine biyografileri ve tarih bilgisiyle tanınmış âlim İbnülemin Mahmud Kemal (1871-1957), divan edebiyatı araştırmacısı, şair ve yazar Ali Nihad Tarlan (1898-1978), hatıra yazılarıyla tanınan Münevver Ayaşlı (1906-1999), ud virtüozu, viyolonselist ve bestekâr Şerif Mehmet Muhittin Targan (1892-1967), İstiklâl Marşı ve Safahat şairi Mehmed Âkif Ersoy (1873-1936), vâiz, sahaf, Halvetî-Cerrâhî şeyhi Muzaffer Ozak (1916-1985), devlet ve siyaset adamı, eğitimci, şair ve yazar Hasan Âli Yücel (1897-1961), Mevlevî şairi Yaman Dede (1887-1962), şair ve yazar Nâzım Hikmet (1901-1963), İstanbul’un en ünlü sahaflarından kitâbîyât bilgini Mehmet Raif Yelkenci (1894-1974) ve daha niceleri...
Şefik Can, ömrünü Mesnevî'yi anlamaya ve anlatmaya vermiş bir büyük araştırmacı aynı zamanda. Doğudan olduğu kadar batıdan da sayısız eser okumuş. Mesnevî'nin bilhassa bütün çevirilerini, şerhlerini, ona dair yazılan tüm metinleri okumaya gayret etmiş. Bunun sebebi, onu kendi toplumuna en doğru biçimde aktarmak. Sezai Küçük'ün kendisiyle yaptığı söyleşilerden oluşan ve Sufi Kitap tarafından neşredilen Mevlânâ ile Bir Ömür kitabı bu anlamda çok zengin. Mevlânâ, Mesnevî ve Mevlevilik üzerine birçok sorunun cevaplandığı kitapta aynı zamanda Mevlânâ'ya ait olmayan "Ne olursan ol gel" cümlesinin hikâyesi, cumhuriyet döneminden sonra Bektaşilerle Mevlevilerin bazı dergahlar sebebiyle iç içe geçmesinin yol açtığı olumsuz durumları, Şems-i Tebrîzî ile aralarındaki ilişkinin özü gibi birçok önemli mesele de yer alıyor. Şefik Can, edebiyat hocası olması hasebiyle bütün dünya edebiyatını tetkik etmiş. Vahiy ve ilham farklarına dair çok özel metinler yakalamış. Mesela şu örnek, Friedrich Schiller'in Dünyanın Taksimi adlı şiirindeki hikâye:
"Allah kâinatı yarattı ve herkese hissessini verdi. Krallara taç, taht, saraylar verdi. Çiftçilere tarlalar, çiftlikler verdi. Tüccarlara mal, emtia verdi. Elinde bulunan her şeyi dağıttı. Nihayet uzaktan bir adam geldi. Bir şairmiş. "Ya Rabbî, bana da nasip" demiş. Allah Teâlâ da; "Kulum bütün nimetleri dağıttım, sana verecek bir şey kalmadı" cevabını vermiş. Adam mahzun olarak geri dönüp giderken merhametlilerin en merhametlisi olan Allah, adama "Gel gel, ben sana krallara vermediğim bir şeyi vereceğim. Sana ilham vereceğim, bu sayede istediğin zaman benim yanıma gelebilirsin" demiş. Yani peygamberlere verilen vahiydir. İnsanlara, özellikle de şair ve duygulu kimselere verilen ilhamdır. Herkese verilebilir bu. Mevlânâ da "Bana vahyedildi" demiyor, "Bana ilham edildi" diyor. Eğer ilhama mazhar olmasaydı o kadar beyiti yazamazdı."
Yol boyunca çıkınımızda bulundurabileceğimiz eserlere dair de çok önemli önerileri var Şefik Can'ın. Mevlânâ'nın Mesnevî'si, Abdülkādir-i Geylânî'nin Sohbetler'i, Ahmed er-Rifâî'nin el-Burhânü’l-müeyyed'i, Yunus Emre'nin, Niyâzî-i Mısrî'nin Divân'ları, Eşrefoğlu Rûmî'nin Müzekki’n-nüfûs’u, tüm bunların yanında Konfüçyüs'ün ve Eflatun'un eserleri, Buda'nın konuşmaları, Epiktetos'un Düşünceler ve Sohbetler'i için "yanınızda olsun" diyor Şefik Can ve şu hayatî notunu da ekliyor: "Bunları hepsi de İlahî ilhamla yazılmıştır. Onun için bu eserler bizim kendimizde kendimizi bulmamıza yardım edecek eserlerdir. Tabii fazla kitaba boğulmamak lazım. Zaten içinizdeki iman, size doğru yolu gösterecektir. Hayvanlarda olduğu gibi bizde de organlar var. Ama bizim onlarda olmayanı bulmamız lazım. Yoksa Şâh-ı Nakşibend'i tanımayan, Mevlânâ'nın yolunda olmayan, "şeyhim" diye ortaya atılıp böbürlenen insanlardan kaçınmak lazım."
Şefik Can'ın Mesnevî'yi anlamaya ve anlatmaya adanmış dopdolu yaşamından kesitler okumak heyecan verici. 'Yitik malı' bulmak vesilesiyle insanı iştahlandıran bir kitap Mevlânâ ile Bir Ömür.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
twitter.com/ekmekvemushaf
26 Mayıs 2020 Salı
Birinci Meclis’i yeniden hatırlamak
Bir süredir yeni çıkan bir kitap okuyorum. Babamın Arkadaşları yazarı Samet Ağaoğlu’nun Kuvayı Milliye Ruhu: Birinci Türkiye Millet Meclisi'ini.
Tam da seçimlere giderken, Birinci Meclis’i hiç olmadığı kadar hatırlamamız gereken bir zamanda okunması gereken önemli bir eser. Önemli çünkü seveni kadar öfke duyanı olan bir ismin kaleminden. Diğer yandan, Kuvayı Milliye Ruhu’nun hamasetten ve ideolojik sahiplenmelerden kurtarılarak iyi anlaşılması son derece önemli elbette. Ve, Birinci Meclis’in kendisi, demokrasi ve milli irade söz konusu olduğunda dönüp dönüp bakmamız gereken bir okul kadar önemli.
Ulus’taki mütevazi binanın önünden her geçimizde içinde hâlâ heyecanlı tartışmaların sürdüğü hissi veren, birdenbire balkonunda birileri beliriverecekmiş gibi gelen bu Büyük Meclis’in bugüne ne söylediğini ilk ağızlardan duyabilmemiz için önemli. Bu Meclis’in hangi gruba mensup olurlarsa olsunlar, çoğu bir daha yakalayamadığımız kadar bağımsız ruhlu üyelerinin her birini ayrı ayrı bilmemiz, okumamız ve çalışmamız gerektiğini gösterdiği için önemli. Meclis mi Başkanlık mı tartışmalarına dair söz söyleyebilmek için zorunlu bir okuma gibi.
Bilindiği gibi Ağaoğlu, Demokrat Parti’de yer alan CHP’lilerden. Sadece geçmekle kalmayıp Menderes’in oldukça yakınında görevler almış, demokratlığın önde gelen savunucularından olmuş, hangi görüşten olduğuna bakmaksızın insanlara hakkını teslim etmeyi bilmiş, siyaseti ahlakla birleştirebilmiş isimlerden. Fikirleri, her zaman için derinlikli ve belirli bir seviyeden savunabilmiş iyi bir siyaset adamı örneği. Şimdilerle ihtiyaç duyduğumuz ve ne yazık ki pek bulamadığımız kişilerden yani.
Ağaoğlu’nun kitabı yazmaktaki amacı yaşadığı dönemde kaybolmakta olduğunu gördüğü Kuvayı Milliye Ruhu’nun gerçekte ne demek olduğunu genç nesillere aktarmak ve Birinci Meclis’i olduğu gibi tanıtmak ama ayrıntılarda bunun ötesine geçiyor. Ve belki de en büyük hizmeti Birinci Meclis’in görmezden gelinen ya da üstü örtülmek istenen muhalif seslerinin kaybolup gitmesini engelleyerek yapıyor. Birinci Meclis’i hatasıyla sevabıyla ama her halde insafla ve hakkaniyetle bize tanıtıyor.
Birinci Meclis’in asıl büyüklüğünün kıran kırana fikir çatışmaları içerisinde iktidarla muhalefetin aynı iradenin birlikteliği, “iktidar-muhalefet tartışmalarının kasırgaları arasında milli kuvvetleri tek bir ruh halinde birleştiren manevi varlık” olduğunu hissettiren yüce ruhlu insanlarını tarihin tozlu ve karanlık sayfalarından bugüne taşıyor. Samet Ağaoğlu yazdıklarını, “geçmişin inkarına başta tarih olmak üzere hiçbir maddi ve manevi kuvvetin hakkı olamaz inancıyla” kaleme alıyor. Kurtuluş zamanlarının heyecanlı ve coşkulu seslerinin sonradan düştüğü hüzünlü halleri içi acıyarak yazıya aktarıyor.
Ağaoğlu, kitabı 1944’te çıktığında babasınının arkadaşlarından olan ve Meclis Genel Sekreterliği, İçişleri Bakanlığı, CHP Genel Sekreterliği, Savunma ve Bayındırlık bakanlıkları ve nihayet 46 seçimleri sonrası Başbakanlık da yapmış olan asker kökenli siyaset adamı Recep Peker’e de gönderiyor. Peker, kitabı aldığında uzunca bir teşekkür mektubuyla “eseri dikkatle okuyacağını” yazıyor ama anlaşılan uzun süre bir geri dönüş olmuyor. Bir kaç ay sonra Ağaoğlu ve Peker Büyükada’daki Anadolu Kulübü’nde tesadüfen karşılaşıyorlar. Ağaoğlu, bu karşılaşmayı uzun bir ders niteliğindeki şu sözlerle anlatıyor:
Yüzü asıktı. Hatta selam bile vermeden “okudum, okudum, bizim düşmanlarımızı göklere çıkarmışsın” diyerek yürüdü. Halbuki babamın dostu, daha çocukluğumdan beri tanıdığım Peker daha iki yıl önce bana ve bazı arkadaşlarıma Memduh Şevket Esendal’ın politikasını ima ederek Halk Partisi’nin klerikal bir zihniyete bürünmesinden şikâyet etmiş, bizi de bu zihniyetle mücadele için Meclis’e sokmaya çalışacağından söz etmişti. Ben, Kuvayı Milliye Ruhu’nu işte o klerikal zihniyetle Birinci Büyük Millet Meclisi’ne hakim havanın asla uyuşmadığını, klerikal zihniyetin zamanla diktatörlüğe gideceğini göstermek için yazmıştım. Bütün diktatörlüklerin temelinde mistik inançlar yatar. Milli Mücadele’yi zafere götüren ise kaynağı akıl olan insan ve vatandaş haklarına saygı prensibinin en büyük tecellisi milli hakimiyete, millet iradesine inanma ve dayanma kuvveti olmuştur.
Devamında Peker’in “düşmanlarımız” dediği isimlerin kimler olduğunu açık etmek ve bu isimlerin haklarını teslim etmek için şöyle diyor:
Ben Birinci Büyük Millet Meclisi tutanakları ortada dururken Gazi Mustafa Kemal’in, Kazım Karabekir’in, Rauf Orbay’ın, Celal Bayar’ın, Ali Fuat Cebesoy’un, Mareşal Fevzi Çakmak’ın, İsmet İnönü’nün, Hamdullah Suphi Tanrıöver’in ve daha başkalarının yanında milli irade hakimiyeti prensibini heyecan dolu konuşmaları ile durmadan hatırlatan, bu yolda hiçbir maddi, manevi engele boyun eğmeyen mesela bir Hüseyin Avni Ulaş’ın, bir Soysallıoğlu İsmail Suphi’nin, bir Abdulkadir Kemali’nin Milli Mücadele ve Büyük Millet Meclisi’ndeki varlıklarından habersiz görünebilir miyim? (s.8.).
Ağaoğlu bu soruyla başlıyor ve Birinci Meclis’in neden önemli olduğunu Meclis tutanaklarında kayıtlı kritik önemdeki konuşmalarla anlatmaya çalışıyor. Meclis’in, Yasama organından ibaret olmayıp, millet iradesi denilen demokratik gücün yegâne toplanma yeri olduğunu, Birinci Meclis’in bunu sağlayabildiği için büyük olduğunu belirtiyor. Şöyle şeyler söylüyor:
Bütün kuvvetleri kendisinde toplamış bir Millet Meclisi’nin doğurabileceği en fena sonuçlar, en iyi fert veya zümre diktatörlüğünün getirdiği tehlikelerden daha hafiftir...Bu gerçek, Mustafa Kemal’in, Milli Mücadele’yi sadece ordularla yapmayarak, davasını millet temsilcilerinden mürekkep Büyük Millet Meclisi eliyle yürütmek kararının isabetini bir kere daha gösterdi. Türk demokrasisi ancak bu sayededir ki, 1946-1960 arasında geçirdiği büyük sarsıntılara rağmen ayakta kalabilmişti. (s.11).
Bugünküne benzer bir tartışmayı da şöyle ifade ediyor:
Son yıllarda, Büyük Millet Meclisi’nin devlet içindeki yerini, çeşitli görüşler ileri sürülerek küçültmek, onu sadece kanun yapıcı bir uzuv diye göstermek, devlet ve millet işlerinin en yüksek murakıbı ve karar vericisi niteliğini inkar etmek yolunda bir gayret göze çarpıyor. (s.11).
Çok sevdiğimin bir başka kısım da Milli Mücadele’yi ateşleyen isyanın kaynağını anlatan “Bu Meclis’in havsalası, mertlik meydanında dövüşerek yenilmiş bir millet ve devletin ölüme mahkum edilmesini bir türlü alamamış ve temsil alamamıştır...” diye başlayan satırlar oldu. (s.25)
Veya şunlar:
Meclis Başkanı ve üyeleri, milletvekilleri en basit hayat şartları içindeydiler...Ne kurşun işlemez otomobiller, ne arkada koşan muhafızlar, ne kimseyi yanına yaklaştırmamaya çalışanlar var...Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi bir tezatlar meclisidir. Geniş memleketin dört tarafına yayılmış ve her biri kendi çevresinde diğerine zararı dokunmadan yaşayabilen değişik fikir ve inançlar bu Meclis’te her gün çarpışmak, kâh biri, kâh diğeri muvaffak olmak üzere yan yana gelmişti. Okul ve medrese çarpışması vardı. Yenilik ve muhafazakârlık çarpışması vardı. Cumhuriyetçilik ve saltanatçılık çarpışması vardı. Türkçülük ve Osmanlılık çarpışması, ırkçılık ve ümmetçilik çarpışması vardı. (s.33,37)
Birinci Meclis’i çok iyi anlatan şu satırlar da yine bugünkü tartışmaları anlamamız açısından hayati derecede önemli:
Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin memleketteki bütün cereyanları temsil eden mahiyeti, onun dört yıla yakın hayatında yaptığı işlerde sık sık tezatlar içerisinde kalmasına sebep olmuştur. Bazan okullardan hiç hayır gelmediğini ve bütün okulları kapatarak yalnız medreseleri yaşatmak gerektiğini söyleyenleri alkışlayan Meclis, aynı gün memleket milli eğitiminde ilk inkılapları yapmaktan çekinmiyordu...Mecelle’nin artık ihtiyacımızı karşılamadığını ve yeni esaslarla, yeni bir medeni kanunun hazırlanması gerektiğine karar veren Meclis, bir iki gün sonra tek hakim kanunun görüşülmesi dolayısıyla yalnız din esaslarıyla sosyal hayatı idare etmeyi düşünüyordu. Kömür işçilerinin hukukunu korumak için ilk büyük sosyal kanunu yapan Meclis, kadınların doktorlara ancak vasıta ile muayene olması gerektiği üzerinde tartışmalara girişiyor ve din bakımından kadınların nerelerini doktorlara gösterebileceklerini tesbite kalkışıyordu...Milli zaferlerin kazanılmasında en mühim amilin Türk kadını olduğunu söyleyerek ona teşekkür eden Meclis’in biraz sonra kadınların yalnız başına tanıklıklarının kabul edilmeyeceğine dair karar verdiği görülüyordu. Irkçılığı red ve inkâr eden bir oturumdan sonra, artık memlekette yalnız Türk’ün hakim olacağını, Arap, Arnavut ve bu gibi azınlıkların mebus olmaması lazım geldiğini sinirlilikle ortaya atan yine bu Meclis’ti. Yüzyıllık milli felaketlerimizi sona erdirmek için bir an önce Avrupa medeniyeti seviyesine yükselmek zaruretinde birleşenler, bu medeniyeti “tek dişi kalmış canavar” diye haykıran İstiklal Marşı’nı göz yaşları içinde kabul ediyorlardı. (s.38)
Ağaoğlu, bu Meclis’e çok şey borçlu olduğumuzu da şöyle söyler:
Memleketin sosyal ve ekonomik hiçbir meselesi yoktur ki bu Meclis’te tam bir açıklıkla tartışılmasın! Bugün milletimizin bir inkılap hamlesi olarak benimsediği kadın, dil, hukuk, ekonomik anlayışlar gibi inkılapların ilk konuşmaları Birinci Büyük Millet Meclisi’nde olmuştur. Bu Meclis’te bu konularda sağlıklarını, haysiyetlerini, hatta söz söylemek haklarını kaybeden öyle insanlar vardır ki, bu inkılapların babaları sayılmaları gerektiği halde tarihin karanlıkları içinde kaybolup gitmişlerdir. (s.38)
Milletvekili adaylarının kimler ya da nasıl simalar olması gerektiğine dair de ölçüler verir:
Herhangi bir millet meclisinin seviyesi, onu teşkil eden mebusların ayrı ayrı seviyeleriyle ölçülmeye kalkışıldığı takdirde çok yanlış diğer bir netice ile karşılaşabiliriz. Çünkü tarihte Birinci Büyük Millet Meclisi gibi şahsi seviyeleri, tahsilleri ve şöhretleri bakımından sade ve basit insanlardan meydana gelen meclislerin vatan kurtarmış olmaları yanında, meşhur “Beşyüzler, konuşmazlar meclisi” gibi her üyesi ayrı ayrı memleketin en büyük ilim ve edebiyat mensupları oldukları halde, memleketi felakete götüren meclislere de rastlanmaktadır. (s.39).
Evet başa dönüp söylersek Meclis basit bir Yasama organından ibaret değildir. Bütün kafa karışıklıklarımız ve tezatlarımızla, Batı hayranlığımız ve nefretimizle, kendimizi yüceltme isteğimiz ve bize benzemeyeni nereye koyacağımızı bilemeyişimizle, korkularımızı dine çevirmemizle, kadınlara çok değer verişimiz ve hiç vermeyişimizle özümüzün ta kendisidir. Bir grubun zümrenin ya da kişilerin veya çoğunluğu oluşturanların değil bütün bir memleket ruhunun hayat bulmuş enerjisidir. Kitapta denildiği gibi, “Büyük Millet Meclisi Türk milletinin asırlardan beri çektiği acıların gerçek kaynağını, bu milletin iradesini ellerine alanların kendi yetkilerini mutlak ve her çeşit kontrol ve murakabeden uzaklaşmalarında bulmuştu.” (s.172).
Meclis’i salt bir yasa yapıcı organa indirgemek ve bütün iktidarı bir kişi ya da zümreye terketmek tezatlarla dolu bir iradenin bütün çelişkileriyle uzlaşmaktan başka bir şey değildir. Kararsızlıklarımızı ortadan kaldırsa da ancak verilmiş kararlar almaktan ve canlı bir düşünsel ortamı terkedip donuk klişelere hapsolmaktan başka işe yaramayacaktır. Demokrasi, hızlı kararların alındığı değil doğru kararların alındığı ve alınan kararların en hızlı eyleme geçirilebildiği rejim oluşunu toplumun çelişki ve uyuşmazlıklarının üstünü örtmeyişine borçludur. Aksi halde, donuk bir kimlikten ve ancak büyük isyanlar halinde kendini dışavuran, seçimlere indirgenmiş basit bir oylamadan ibaret hale gelir.
Tıpkı Samet Ağaoğlu’nun yapmaya çalıştığı gibi ne zaman bir demokrasi açmazına düşsek dönüp dönüp Birinci Meclis’i hatırlamalı ve belki de tezatlarımızın üstünü örtmek yerine sonuna kadar ortaya koyup birliğe buradan ulaşmalıyız. Ve galiba bugünlerde bunu sıkça yapmalı, yaşadığımız demokratik sarsıntıları aşmak için güçlü bir dayanaktan yardım almalıyız.
A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca
Tam da seçimlere giderken, Birinci Meclis’i hiç olmadığı kadar hatırlamamız gereken bir zamanda okunması gereken önemli bir eser. Önemli çünkü seveni kadar öfke duyanı olan bir ismin kaleminden. Diğer yandan, Kuvayı Milliye Ruhu’nun hamasetten ve ideolojik sahiplenmelerden kurtarılarak iyi anlaşılması son derece önemli elbette. Ve, Birinci Meclis’in kendisi, demokrasi ve milli irade söz konusu olduğunda dönüp dönüp bakmamız gereken bir okul kadar önemli.
Ulus’taki mütevazi binanın önünden her geçimizde içinde hâlâ heyecanlı tartışmaların sürdüğü hissi veren, birdenbire balkonunda birileri beliriverecekmiş gibi gelen bu Büyük Meclis’in bugüne ne söylediğini ilk ağızlardan duyabilmemiz için önemli. Bu Meclis’in hangi gruba mensup olurlarsa olsunlar, çoğu bir daha yakalayamadığımız kadar bağımsız ruhlu üyelerinin her birini ayrı ayrı bilmemiz, okumamız ve çalışmamız gerektiğini gösterdiği için önemli. Meclis mi Başkanlık mı tartışmalarına dair söz söyleyebilmek için zorunlu bir okuma gibi.
Bilindiği gibi Ağaoğlu, Demokrat Parti’de yer alan CHP’lilerden. Sadece geçmekle kalmayıp Menderes’in oldukça yakınında görevler almış, demokratlığın önde gelen savunucularından olmuş, hangi görüşten olduğuna bakmaksızın insanlara hakkını teslim etmeyi bilmiş, siyaseti ahlakla birleştirebilmiş isimlerden. Fikirleri, her zaman için derinlikli ve belirli bir seviyeden savunabilmiş iyi bir siyaset adamı örneği. Şimdilerle ihtiyaç duyduğumuz ve ne yazık ki pek bulamadığımız kişilerden yani.
Ağaoğlu’nun kitabı yazmaktaki amacı yaşadığı dönemde kaybolmakta olduğunu gördüğü Kuvayı Milliye Ruhu’nun gerçekte ne demek olduğunu genç nesillere aktarmak ve Birinci Meclis’i olduğu gibi tanıtmak ama ayrıntılarda bunun ötesine geçiyor. Ve belki de en büyük hizmeti Birinci Meclis’in görmezden gelinen ya da üstü örtülmek istenen muhalif seslerinin kaybolup gitmesini engelleyerek yapıyor. Birinci Meclis’i hatasıyla sevabıyla ama her halde insafla ve hakkaniyetle bize tanıtıyor.
Birinci Meclis’in asıl büyüklüğünün kıran kırana fikir çatışmaları içerisinde iktidarla muhalefetin aynı iradenin birlikteliği, “iktidar-muhalefet tartışmalarının kasırgaları arasında milli kuvvetleri tek bir ruh halinde birleştiren manevi varlık” olduğunu hissettiren yüce ruhlu insanlarını tarihin tozlu ve karanlık sayfalarından bugüne taşıyor. Samet Ağaoğlu yazdıklarını, “geçmişin inkarına başta tarih olmak üzere hiçbir maddi ve manevi kuvvetin hakkı olamaz inancıyla” kaleme alıyor. Kurtuluş zamanlarının heyecanlı ve coşkulu seslerinin sonradan düştüğü hüzünlü halleri içi acıyarak yazıya aktarıyor.
Ağaoğlu, kitabı 1944’te çıktığında babasınının arkadaşlarından olan ve Meclis Genel Sekreterliği, İçişleri Bakanlığı, CHP Genel Sekreterliği, Savunma ve Bayındırlık bakanlıkları ve nihayet 46 seçimleri sonrası Başbakanlık da yapmış olan asker kökenli siyaset adamı Recep Peker’e de gönderiyor. Peker, kitabı aldığında uzunca bir teşekkür mektubuyla “eseri dikkatle okuyacağını” yazıyor ama anlaşılan uzun süre bir geri dönüş olmuyor. Bir kaç ay sonra Ağaoğlu ve Peker Büyükada’daki Anadolu Kulübü’nde tesadüfen karşılaşıyorlar. Ağaoğlu, bu karşılaşmayı uzun bir ders niteliğindeki şu sözlerle anlatıyor:
Yüzü asıktı. Hatta selam bile vermeden “okudum, okudum, bizim düşmanlarımızı göklere çıkarmışsın” diyerek yürüdü. Halbuki babamın dostu, daha çocukluğumdan beri tanıdığım Peker daha iki yıl önce bana ve bazı arkadaşlarıma Memduh Şevket Esendal’ın politikasını ima ederek Halk Partisi’nin klerikal bir zihniyete bürünmesinden şikâyet etmiş, bizi de bu zihniyetle mücadele için Meclis’e sokmaya çalışacağından söz etmişti. Ben, Kuvayı Milliye Ruhu’nu işte o klerikal zihniyetle Birinci Büyük Millet Meclisi’ne hakim havanın asla uyuşmadığını, klerikal zihniyetin zamanla diktatörlüğe gideceğini göstermek için yazmıştım. Bütün diktatörlüklerin temelinde mistik inançlar yatar. Milli Mücadele’yi zafere götüren ise kaynağı akıl olan insan ve vatandaş haklarına saygı prensibinin en büyük tecellisi milli hakimiyete, millet iradesine inanma ve dayanma kuvveti olmuştur.
Devamında Peker’in “düşmanlarımız” dediği isimlerin kimler olduğunu açık etmek ve bu isimlerin haklarını teslim etmek için şöyle diyor:
Ben Birinci Büyük Millet Meclisi tutanakları ortada dururken Gazi Mustafa Kemal’in, Kazım Karabekir’in, Rauf Orbay’ın, Celal Bayar’ın, Ali Fuat Cebesoy’un, Mareşal Fevzi Çakmak’ın, İsmet İnönü’nün, Hamdullah Suphi Tanrıöver’in ve daha başkalarının yanında milli irade hakimiyeti prensibini heyecan dolu konuşmaları ile durmadan hatırlatan, bu yolda hiçbir maddi, manevi engele boyun eğmeyen mesela bir Hüseyin Avni Ulaş’ın, bir Soysallıoğlu İsmail Suphi’nin, bir Abdulkadir Kemali’nin Milli Mücadele ve Büyük Millet Meclisi’ndeki varlıklarından habersiz görünebilir miyim? (s.8.).
Ağaoğlu bu soruyla başlıyor ve Birinci Meclis’in neden önemli olduğunu Meclis tutanaklarında kayıtlı kritik önemdeki konuşmalarla anlatmaya çalışıyor. Meclis’in, Yasama organından ibaret olmayıp, millet iradesi denilen demokratik gücün yegâne toplanma yeri olduğunu, Birinci Meclis’in bunu sağlayabildiği için büyük olduğunu belirtiyor. Şöyle şeyler söylüyor:
Bütün kuvvetleri kendisinde toplamış bir Millet Meclisi’nin doğurabileceği en fena sonuçlar, en iyi fert veya zümre diktatörlüğünün getirdiği tehlikelerden daha hafiftir...Bu gerçek, Mustafa Kemal’in, Milli Mücadele’yi sadece ordularla yapmayarak, davasını millet temsilcilerinden mürekkep Büyük Millet Meclisi eliyle yürütmek kararının isabetini bir kere daha gösterdi. Türk demokrasisi ancak bu sayededir ki, 1946-1960 arasında geçirdiği büyük sarsıntılara rağmen ayakta kalabilmişti. (s.11).
Bugünküne benzer bir tartışmayı da şöyle ifade ediyor:
Son yıllarda, Büyük Millet Meclisi’nin devlet içindeki yerini, çeşitli görüşler ileri sürülerek küçültmek, onu sadece kanun yapıcı bir uzuv diye göstermek, devlet ve millet işlerinin en yüksek murakıbı ve karar vericisi niteliğini inkar etmek yolunda bir gayret göze çarpıyor. (s.11).
Çok sevdiğimin bir başka kısım da Milli Mücadele’yi ateşleyen isyanın kaynağını anlatan “Bu Meclis’in havsalası, mertlik meydanında dövüşerek yenilmiş bir millet ve devletin ölüme mahkum edilmesini bir türlü alamamış ve temsil alamamıştır...” diye başlayan satırlar oldu. (s.25)
Veya şunlar:
Meclis Başkanı ve üyeleri, milletvekilleri en basit hayat şartları içindeydiler...Ne kurşun işlemez otomobiller, ne arkada koşan muhafızlar, ne kimseyi yanına yaklaştırmamaya çalışanlar var...Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi bir tezatlar meclisidir. Geniş memleketin dört tarafına yayılmış ve her biri kendi çevresinde diğerine zararı dokunmadan yaşayabilen değişik fikir ve inançlar bu Meclis’te her gün çarpışmak, kâh biri, kâh diğeri muvaffak olmak üzere yan yana gelmişti. Okul ve medrese çarpışması vardı. Yenilik ve muhafazakârlık çarpışması vardı. Cumhuriyetçilik ve saltanatçılık çarpışması vardı. Türkçülük ve Osmanlılık çarpışması, ırkçılık ve ümmetçilik çarpışması vardı. (s.33,37)
Birinci Meclis’i çok iyi anlatan şu satırlar da yine bugünkü tartışmaları anlamamız açısından hayati derecede önemli:
Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin memleketteki bütün cereyanları temsil eden mahiyeti, onun dört yıla yakın hayatında yaptığı işlerde sık sık tezatlar içerisinde kalmasına sebep olmuştur. Bazan okullardan hiç hayır gelmediğini ve bütün okulları kapatarak yalnız medreseleri yaşatmak gerektiğini söyleyenleri alkışlayan Meclis, aynı gün memleket milli eğitiminde ilk inkılapları yapmaktan çekinmiyordu...Mecelle’nin artık ihtiyacımızı karşılamadığını ve yeni esaslarla, yeni bir medeni kanunun hazırlanması gerektiğine karar veren Meclis, bir iki gün sonra tek hakim kanunun görüşülmesi dolayısıyla yalnız din esaslarıyla sosyal hayatı idare etmeyi düşünüyordu. Kömür işçilerinin hukukunu korumak için ilk büyük sosyal kanunu yapan Meclis, kadınların doktorlara ancak vasıta ile muayene olması gerektiği üzerinde tartışmalara girişiyor ve din bakımından kadınların nerelerini doktorlara gösterebileceklerini tesbite kalkışıyordu...Milli zaferlerin kazanılmasında en mühim amilin Türk kadını olduğunu söyleyerek ona teşekkür eden Meclis’in biraz sonra kadınların yalnız başına tanıklıklarının kabul edilmeyeceğine dair karar verdiği görülüyordu. Irkçılığı red ve inkâr eden bir oturumdan sonra, artık memlekette yalnız Türk’ün hakim olacağını, Arap, Arnavut ve bu gibi azınlıkların mebus olmaması lazım geldiğini sinirlilikle ortaya atan yine bu Meclis’ti. Yüzyıllık milli felaketlerimizi sona erdirmek için bir an önce Avrupa medeniyeti seviyesine yükselmek zaruretinde birleşenler, bu medeniyeti “tek dişi kalmış canavar” diye haykıran İstiklal Marşı’nı göz yaşları içinde kabul ediyorlardı. (s.38)
Ağaoğlu, bu Meclis’e çok şey borçlu olduğumuzu da şöyle söyler:
Memleketin sosyal ve ekonomik hiçbir meselesi yoktur ki bu Meclis’te tam bir açıklıkla tartışılmasın! Bugün milletimizin bir inkılap hamlesi olarak benimsediği kadın, dil, hukuk, ekonomik anlayışlar gibi inkılapların ilk konuşmaları Birinci Büyük Millet Meclisi’nde olmuştur. Bu Meclis’te bu konularda sağlıklarını, haysiyetlerini, hatta söz söylemek haklarını kaybeden öyle insanlar vardır ki, bu inkılapların babaları sayılmaları gerektiği halde tarihin karanlıkları içinde kaybolup gitmişlerdir. (s.38)
Milletvekili adaylarının kimler ya da nasıl simalar olması gerektiğine dair de ölçüler verir:
Herhangi bir millet meclisinin seviyesi, onu teşkil eden mebusların ayrı ayrı seviyeleriyle ölçülmeye kalkışıldığı takdirde çok yanlış diğer bir netice ile karşılaşabiliriz. Çünkü tarihte Birinci Büyük Millet Meclisi gibi şahsi seviyeleri, tahsilleri ve şöhretleri bakımından sade ve basit insanlardan meydana gelen meclislerin vatan kurtarmış olmaları yanında, meşhur “Beşyüzler, konuşmazlar meclisi” gibi her üyesi ayrı ayrı memleketin en büyük ilim ve edebiyat mensupları oldukları halde, memleketi felakete götüren meclislere de rastlanmaktadır. (s.39).
Evet başa dönüp söylersek Meclis basit bir Yasama organından ibaret değildir. Bütün kafa karışıklıklarımız ve tezatlarımızla, Batı hayranlığımız ve nefretimizle, kendimizi yüceltme isteğimiz ve bize benzemeyeni nereye koyacağımızı bilemeyişimizle, korkularımızı dine çevirmemizle, kadınlara çok değer verişimiz ve hiç vermeyişimizle özümüzün ta kendisidir. Bir grubun zümrenin ya da kişilerin veya çoğunluğu oluşturanların değil bütün bir memleket ruhunun hayat bulmuş enerjisidir. Kitapta denildiği gibi, “Büyük Millet Meclisi Türk milletinin asırlardan beri çektiği acıların gerçek kaynağını, bu milletin iradesini ellerine alanların kendi yetkilerini mutlak ve her çeşit kontrol ve murakabeden uzaklaşmalarında bulmuştu.” (s.172).
Meclis’i salt bir yasa yapıcı organa indirgemek ve bütün iktidarı bir kişi ya da zümreye terketmek tezatlarla dolu bir iradenin bütün çelişkileriyle uzlaşmaktan başka bir şey değildir. Kararsızlıklarımızı ortadan kaldırsa da ancak verilmiş kararlar almaktan ve canlı bir düşünsel ortamı terkedip donuk klişelere hapsolmaktan başka işe yaramayacaktır. Demokrasi, hızlı kararların alındığı değil doğru kararların alındığı ve alınan kararların en hızlı eyleme geçirilebildiği rejim oluşunu toplumun çelişki ve uyuşmazlıklarının üstünü örtmeyişine borçludur. Aksi halde, donuk bir kimlikten ve ancak büyük isyanlar halinde kendini dışavuran, seçimlere indirgenmiş basit bir oylamadan ibaret hale gelir.
Tıpkı Samet Ağaoğlu’nun yapmaya çalıştığı gibi ne zaman bir demokrasi açmazına düşsek dönüp dönüp Birinci Meclis’i hatırlamalı ve belki de tezatlarımızın üstünü örtmek yerine sonuna kadar ortaya koyup birliğe buradan ulaşmalıyız. Ve galiba bugünlerde bunu sıkça yapmalı, yaşadığımız demokratik sarsıntıları aşmak için güçlü bir dayanaktan yardım almalıyız.
A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)