29 Aralık 2022 Perşembe

Huzurda olma hâli

"Kardeş, sen ancak o düşünceden, o ruhtan ibaretsin. Mütebaki varlığın bakımındansa kemik ve deriden başka bir şey değilsin. Düşüncen, manevi varlığın gülse, gül bahçesisin; dikense külhana lâyıksın."
- Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (Mesnevî: Gölpınarlı)

Bir yola bağlansa da bağlanmasa da, Anadolu'nun mayasıyla ilgilenen kimseler mutlaka büyük gönül sultanı Mevlânâ'da duruyorlar ve oradan beslenebildikleri kadar besleniyorlar. Tasavvufta gayelerden en önemlisi, bu beslenişi samimi kılabilmektir. Herkes tekke, türbe ziyareti yapabilir ve âriflerin, velilerin hayatlarıyla ilgilenebilir ancak bir yere kalp çarpıntısıyla gitmek ve kavuşunca gözyaşı akıtmak, bir büyüğü sahiden de kalbin merkezine koymak, bambaşka bir hadisedir.

Batıda doğup büyümüş, ailesinden gelen inancı benimsemiş, fakat sonra ne olduysa olmuş ve kendine başka bir yol benimsemiş kimseler hep dikkatimi çekmiştir. Aslında bu, bizim toplumumuzun bir zaafıdır. Meseleye nereden baktığımız, kabukla mı yoksa özle mi meşgul olduğumuz bu zaafın altında gizlidir. Yakın zaman önce vefat eden Shems Friedlander, bu anlamda önemli isimlerden biriydi. Kendisi bir cerrâhî müntesibi ve aynı zamanda bir Mevlânâ âşığıydı. Amerika'da başlayan yeryüzü ömrünün Konya'da nihayete ermesi bile çok ilgi çekici bir insanlık hikâyesidir. Mesela Annemarie Schimmel'in hayatı da bu anlamda tetkik edilmeli, Sâmiha Ayverdi ile mektuplaşmaları okunmalı. Onun, Süheyl Ünver ve diğer pek çok kimseyle olan kalbi muhabbetindeki gaye, birer mana güzelliği olarak telakki edilmeli diye düşünüyorum. Böyle batılı olup da bir şekilde Mevlevî yolunun yolcusu olmuş pek çok kimse var. Yeri gelmişken, Muzaffer Ozak Efendi'nin yurt dışına yaptığı seyahatlerdeki ayinlerinin ve Celaleddin Çelebi'nin bilhassa Amerika'daki talebelerinin bu anlamda bir etkisi olduğu gayet açık. Özellikle 21. yüzyıl itibariyle hem batıda hem doğuda açılan enstitülerin de insanların tasavvufa merak duymasına, giderek daha fazla ilgilenmesine ve hayatını bir şekilde değiştirmesine imkân tanıdığı ortada. Modern zamanların buhranı satın alınan şeylerle değil, birbirine adanacak gönüllerle çözülebiliyor dersek, hata etmiş sayılmayız.

Kabir Helminski, yukarıda bazı andıklarımız gibi Mevlevî mayasından beslenmiş ve nihayet önemli bir topluluğa rehberlik edecek noktaya gelmiş bir isim. Eşiyle birlikte kurdukları ve etki alanını giderek genişleten bu topluluğun adı The Threshold Society. Kabir Helminski, Süleyman Hayatî Dede'nin talebesi olduktan sonra Amerika'da Mevlevîlik üzerine yoğun faaliyetlere girişmiş. Pek çok Mevlânâ eserinin yabancı dillere çevrilmesinde önemli roller üstlenmiş. Mevlevî mûsıkîsinin de etkilenerek bazı organizasyonlar düzenlemiş, kayıtlar yapmış. Bir şeyh olarak görünmek istemese de vaktiyle 1990'lı yıllarda Celaleddin Çelebi tarafından kendisine bu vazifenin verildiği de biliniyor. Helminski ve topluluğu, güncel sorunlara ve modern krizlere kadim sufi yaklaşımlarıyla çözümler arıyor. Farklı ritüelleriyle bazılarının ilgisini, bazılarının da eleştirisini çekiyor. Türkçemize Bilen Kalp adıyla çevrilen kitabı vaktiyle çok sevilmişti. Aralık 2022 itibariyle Timaş Yayınları tarafından İlahi Huzurda: Sonsuzla Bağ Kurmak ve Bilinçli Farkındalık adlı bir kitabı daha, Özlem Ezer çevirisiyle meraklılara sunuldu. Tıpkı Bilen Kalp'te olduğu gibi kolayca okunan, hem sufi geleneğinden hem de benötesi (transpersonal) psikolojisinden yararlanan, Mesnevî gibi pek çok kaynaktan gelen satırların sadırlara kavuşması için Helminski'nin şahsi hayatından hikâyelerle zenginleştirdiği bir metin var önümüzde.

Helminski, bir gönül yolculuğunun ilahi yolculuk olabilmesi için bazı temellerin olduğunu anlatıyor. Bu temellerin bilgisine sahip olmak yetmiyor elbette. Harekete geçmek ve daima eylem hâlinde olmak gerekiyor. Kişinin bulunduğu zamanın, hatta anın farkında olabilmesi bile bir eylem meselesi. Bunun içinde benlik, kalp, ruh nedir gibi önemli sorular karşımıza çıkıyor. Özellikle sahte benlik(ler) ile öz benlik arasındaki mesafe, maneviyat noktasında insana önemli farkındalıklar kazandırıyor: "Tüm akıl, güzellik, güç, şefkat, affedicilik, sabır ve eminlik Ruh'un armağanları ve sıfatlarıdır. Ruh'la bağlantımızın farkındalığı arttıkça bu sıfatlar bizde hakkaniyetiyle tecelli eder. Kalbin aynasını parlattığımız ölçüde aksettirici hale geliriz. Bu saf Ruh'un sevgilileri oluruz."

İşte burada, anlatılan bu saf Ruh'un nasıl bulunacağı sorusu ortaya çıkıyor. Helminski, iki yoldan bahsediyor: "Öncelikle, Ruh en yoğun haliyle, ona yönelip içinde fark eden insanın gönlündedir. Kendi deneyimlerimize dönerek, kendi ruh hallerimize dair bir uyanıklık geliştirerek kendimizi tanımaya ve bu sayede bizde tecelli eden Ruh'u anlamaya başlarız. İkinci olarak, iki ya da daha çok insan zikir (hatırlayış) için bir araya geldiğinde kalplerin kolektif titreşimi herkesi yükseltir. Ruh'un lütufları, bir gönülden diğerine iletilir. Bu hal yalnızken nadiren yaşanır. Bu Hakikat'in nuru altındaki paylaşımın neticesi dostluk ve kardeşliktir."

Kitap boyunca bizi bekleyen konular, daha önce tasavvufi kavramlarla ve bazı yolların usulleriyle, erkanlarıyla ilgilenenler için kolaylıkla okunabiliyor. Burada güzel olan, günümüzün diline ve yaşayış biçimine uygun bir yol, yani orta yol seçilmesi. Fazlanın da eksiğin de bilincinde olarak, insan ne kadar yapabiliyorsa o kadar, ama hep diri ve samimi biçimde çalışıyor. Bir ihtimalin peşinden gidiyor. O ihtimal, insana merhametin kokusundan bir miktar verirse, yol daha hızlı ve lezzetli alınıyor. Aşk artıyor, şevk artıyor. Ortaya derin, gizemli ve kimi zaman yakıcı bir muhabbet çıkıyor. Yol boyunca, tıpkı bir arabanın rutin bakım işlemleri gibi kalbi de bakıma ve gerekiyorsa onarıma sokmak gerekiyor. Bunun için de vicdanı iyi bilmek, öz benliği görmek, egoyla arkadaşlık etmek, farkındalık aynasını iyice parlatmak, kalbin sesine daha çok dikkat kesilmek, kişiliğin inşa ederek bir şahsiyet hâline getirmek, bugünlere parçalanarak gelmiş olan benliği toplamak, bedenin oyunlarına karşı hazır olmak, bize lütfedilen ömrün ve rızıkların hakkını vermek, gayreti asla elden bırakmamak, korkuyu bilinçten kovarak özgürleşmek ve böylece elemin, gamın, kederin, ıstırabın çoğu zaman illüzyon olduğunu anlamak, bencilliği kovup yerine başkalarına hizmet edebilmeyi yerleştirmek, nihayet "ölmeden önce ölmek" denen sırra kavuşmak, işte bu yolun durakları. Yolcu, duraklarda kısa bir süre bekleyerek yola devam etmeli, edebini korumalı, kendine bir şey, bir değer, bir kıymet atfetmeden, nefsinin acziyetini ve gönlünün azizliğini bilerek yürümeli.

Mesele çalışmayı elden bırakmamaktır. "Hakiki Benlik'imiz, gizli hazinemiz, farkındalığımızın ve kişiliğimizin ötesindedir ama ona doğru giden bir kanal bulabiliriz. Bu kanal, içinizdeki latif enerjilerin mevcudiyetiyle yaratılır ve bu enerjiler belli bir çalışmanın sonucudur. Sinir sistemimizdeki bu mevcudiyet hali, bizi Varlık'ın daha latif hallerine bağlamaya yardım eder." diyor Helminski. Bu çalışmanın içinde karşımıza zayıflık, uyanış ve denge gibi konular çıkıyor. Her birini aşıp karara ulaşıldığında hedef de kendini göstermiş oluyor: "İç aynamızı temizleyebilirsek Varlık'ın nuru gözlerimizden akarak dışarıya yansıyacaktır."

İlahi Huzurda; ihtiyacının, yani manevi bir yolculuğa çıkması gerektiğinin farkında olan okura bir kapı gösteriyor. Kapıya gidene kadar da ona bir tamir çantası sunuyor. Gerisi, okurun, yani yolcunun gayretine kalıyor.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Kızılbaşların serencamı

Yabancılara, başka din mensuplarına gösterdiği toleransı, hoşgörüyü kendi arasında gösteremeyen bir geleneğin mensuplarıyız. Farklı düşünmek, inancı farklı yorumlamak ve farklı pratiklere sahip olmak ne yazık ki hoş görülmüyor. Tahammülsüzlük, toleranssızlık, düşmanlık, kin ve öfke düşünceyi, inancı, kültürü, yaşam pratiklerini zenginleştirmeyi engelleyerek tekdüze bir düşünce ve yaşam dünyasını diretiyor. Aynı zamanda bu coğrafyada siyasal mücadeleler, güç kavgaları, iktidar savaşları dinî, itikadî bir durum olarak ele alınıyor. Beylerin, paşaların, sultanların, hanların, veliahtların kişisel iktidar ve gücü ele geçirme mücadeleleri din savaşları gibi algılanıyor. Bu mücadeleyi kim kazanırsa kendi inancını, mezhebini meşrebini de merkezileştiriyor. Gücün, iktidarın şemsiyesi altına giremeyen düşünce, inanç biçimleri dehşet bir baskıya tabi tutuluyor.

Baskı, ötekileştirme, yok sayma, şeytanlaştırma hiç bir alanda sorun çözemediği gibi dinî, siyasî, toplumsal alanda da hiçbir sorun çözemiyor. Sıkıntılar, ayrılıklar zaman geçtikçe kangren haline geliyor. Kin birikiyor, öfke çoğalıyor… Zamanında çözülmemiş, bir sonuca kavuşturulmamış meseleler günümüzde güncellik ve popülizm kaygısıyla ele alınarak merkezden uzaklaşıyor. Meselelerin bütününden ziyade çok küçük kısımları tartışılıyor. İşinin uzmanı şahıslar yerine medyatik tipler, en çok bağıran holiganlar piyasaya çıkarak mevzuları bulandırıyor. Günümüzde meselelerimiz, mevzularımız aktüelin, dönemsel siyasetin, popülizmin, kurbanı oluyor. Kadim meselelerimiz gündemin hızında birer enformasyon malzemesi yapılıp kitle iletişimin kör kuyusuna atılıyor.

Yukarıda anlatmaya çalıştığımız perspektifi günümüzde en fazla Alevilik üzerinde somutlaştırabiliriz. Alevilik ya da Kızılbaşlık özellikle onbeşinci yüzyılın ortalarından itibaren Osmanlı merkezi tarafından dışlanan, yokedilmeye çalışılan Türkmenlerin ve az sayıda Kürt aşiretlerinin öyküsüdür. Burada Sünniliği merkezine alan Osmanlı’ya karşı Hz. Ali ve Ehl-i Beyt’i merkeze alan muhalif bir dindarlığın mücadelesi söz konusu. “İdeolojik olarak, Kızılbaş hareketi 15. yüzyıl ortalarından itibaren İslam dünyasını etkisi altına alan Mehdici cereyanların bir parçası olarak görülebilir. Ancak bu Mehdici inançların yükselişinin arkasında çok daha temelli toplumsal ve siyasal dönüşümler vardı. Töre temelli aşiret konfederasyonlarından şeriat temelli bürokratik imparatorluk düzenine geçilirken eski ve yeni düzenin aktörleri arasında amansız bir mücadele baş göstermişti. Osmanlı örneğine bakacak olursak 15. yüzyıl, şeriat temelli, merkezi, bürokratik bir imparatorluğa dönüşen Osmanlı rejimi ile Türk-Moğol geleneğini sürdürmek isteyen Türkmen aşiret güçleri arasında bitmek bilmeyen çatışmalara sahne olmuştu. En sonunda Osmanlılar galip gelmiş ve eski hayat tarzını devam ettirmek isteyen Türkmenler, Osmanlı yönetimiyle beraber onun ideolojik temsilini üstlene “Osmanlı Sünniliği”nden de uzaklaşmışlardı. Buna karşın siyasi ve toplumsal yapılarıyla uyumlu bir İslam yorumu geliştirdiler. Kızılbaş-Alevi kaynaklarının “Muhammed-Ali Yolu” olarak ifade ettiği bu yorum, esas itibarıyla Ortaçağ Anadolu’sunda zaten fazlasıyla mevcut bulunan Ali merkezli tasavvufi Müslümanlık pratiğinin devrimci-Mehdici bir karaktere bürünmesinden başka bir şey değildi. Böylece, Ehl-i Beyt sevgisini esas alan ortaçağ Anadolu’sunun tasavvufi halk dindarlığı bir kurtuluş davasına dönüştü.” (1)

Yukarıdaki satırları alıntıladığımız Aleviliğin Doğuşu kitabı Kızılbaş-Alevi dindarlığının oluşum sürecini çevreleyen toplumsal ve siyasal çevreyi inceliyor. Kızılbaş-Aleviliğin dindarlık biçiminin ideolojik, itikadî ve ameli arka planını ortaya çıkarmayı gaye ediniyor. Kitap, alevilik üzerine ciddi çalışmaları olan Rıza Yıldırım tarafından kaleme alınmış. Yıldırım 1980’lerden itibaren zihnini meşgul eden, bir Alevi dedesi olan babasının söyledikleriyle tatmin olamadığı “Alevilik Nedir?” sorusunun cevabını hem akademik alandaki araştırmaları hem de sahadaki çalışmalarıyla arıyor. Yıldırım teorik çerçevedeki kavramları Alevilik tarihi üzerinde ustalıkla kullanıyor. Meseleyi akademik, kavramsal bir çerçeveye de oturtmuş oluyor. Aleviliğe genel geçer ezberlerin ötesinde geniş bir perspektiften bakma ve yorumlama şansı getiriyor. Tabi bu bakış açısı ezberi ve kalıpları çok seven bizim kafa yapımıza ters geliyor. Ne yazık ki ortaklaşa üzerinde mutabakata varılacak bir Alevi tanımına ulaşmak çok zor. Ne kadar Alevi varsa sanırım o kadar da Alevilik tanımı var. Bir de sünniliğin egemen inanç biçimi olmaktan aldığı güçle Aleviliği tanımlaması ve Alevilere nasıl yaşamaları gerektiğini dayatması var.

Rıza Yıldırım öncelikle İslam dünyasının genelindeki dindarlık biçimlerinin “Müteşerri” ve “gayr-i müteşerri” olarak değerlendirilmesi gerektiğini belirtiyor. Müteşerri dindarlık mezhep (fıkıh veya şeriat) eksenli Müslümanlık. Bu anlayışta yaşamın her alanı mezhepler tarafından belirlenmiştir ve kitabidir. Gayr-i Müteşerri dindarlık mezhepleşmemiş, sınırları kesin ve net olarak çizilmemiş inanış biçimidir. “Bu iki yaklaşım arasındaki fark temelde kurtuluş (salvation) anlayışlarından ileri gelmektedir. Müteşerri dindarlığa göre kurtuluşun tek kaynağı dinin net olarak düzenlenmiş kurallarına (şeriat) uymaktır. Örneğin namaz kılmanın esas nedeni öyle emredilmiş, yani kural olmasıdır. Gayr-i müteşerri dindarlık ise kurtuluşun karizma aracılığı ile sağlanabileceğine inanır. O yüzden sıradan insanlar için kurtuluşa ermenin tek yolu karizmatik kişilere bağlanmaktır. Karizma imamet veya velayet olarak karşımıza çıkar. Dolayısıyla ikinci dindarlık biçimi şeriat kurallarına kulak asmaz. Alevi şemsiyesi altında birleşen dini geleneklerin hepsinin ortak özelliği karizma merkezli bir kurtuluş inancına sahip olmalarıdır. O yüzden bir şeriatları yoktur. Kurulu şeriat düzenlerine (mezhepler) e de ait değillerdir.” (2)

Genelde Alevilik üzerine çalışanlar Aleviliğin köklerini Orta Asya’ya, İslam öncesi Türk dinlerine, İran ve Mezopotomya din ve inanışlarına kadar götürürler. Alevilik bütün bunlardan etkilenen ve Türklerin İslamlaşmasıyla birlikte İslam’dan da bir şeyler almış olan senkretik bir inanç olarak tanımlanır. Rıza Yıldırım Kızılbaş-Alevi kimliğinin toplumsal bir varlık ve inanç sistemi olarak belirgin bir yapıya kavuşmasını 15. ve 16. yüzyıl olarak tarihlendiriyor. Burada Osmanlı ve Safeviler arasındaki politik ve askeri rekabet kimliklerin belirlenmesinde etkindir. Kuruluş aşamasında Osmanlı’nın yanında yer alan Türkmenler merkezîleşmeyle birlikte devletten dışlanmışlar ve kendilerini Safeviliğe daha yakın hissetmişlerdir. Osmanlı güçlenip merkezileşmeye başladıkça, beylikten devlet olmaya yürüdükçe devlet Farslaşmış ve Araplaşmıştır. Selçukluda da aynı süreç yaşanmıştı. Merkezileşen Selçukludan kaçan Türkmenler Osmanlı’yı otaya çıkarmışlardı. Osmanlı da zamanla merkezileşti. Osmanlı’nın bürokratik bir devlet olmasıyla birlikte bu merkezileşmeye karşı huzursuz olan konar-göçer Türkmenler yaşam tarzlarını bırakmadılar. Osmanlı merkez idaresi ise bu Türkmenleri yerleşikliğe zorluyordu. Göçebelerin yaşayışları ve din anlayışları Osmanlı eliti tarafından aşağılanıyordu. Türkmenler kaba saba insanlar olarak kabul ediliyordu. Bindörtyüzlerin ortalarından itibaren Türkmenler Osmanlı yönetiminde kendi aradıklarını bulamıyorlar, Osmanlı yönetimi ise onları isyancı, sapkın, dinden çıkmış gruplar olarak görüyordu. Yani politik hoşnutsuzluk, dinsel karşıtlık ve ekonomik uyumsuzluk Türkmenlerle Osmanlı’yı ayıran bir duvar örüyordu. Bu şartlarda Türkmenler kendilerine daha uygun gelen ve geleneğine uyan Safevi politikliğini ve dindarlığını yoğun bir canlılıkla destekliyor ve onların yanında yer alıyorlardı. Türkmenler Şah İsmail’in devletini kurmasıyla birlikte siyasal alanda da Osmanlı’ya isyan ederek saflarını belli etmişlerdir.

Yıldırım Safevilerin tarihini kitabın üçüncü bölümünde “Türkmenler ve Safeviler: Türkmen Dindarlığı ve Safevi Sufiliğinin Kaynaşması” başlığı altında inceliyor. Safevi tarikatı Şeyh Safiyü’d-din İshak tarafından kuruluyor. Rıza Yıldırım’ın belirttiği gibi tarikat ilk dönemlerde sünni bir karaktere sahip. Şeyh Cüneyd zamanına kadar standart bir tarikat yapısına sahip. Azerbaycan, İran, Anadolu, Suriye ve Irak bölgesinde hem seçkinler hem de halk arasında etkili bir tarikat. Şeyf Safi çok kültürlü, iyi eğitimli, sevilen ve çok etkili olan biri. Onun ölümünden sonra Sadreddin Musa, Hoca Alaaddin Ali, Şeyh İbrahim, Şeyh Cüneyd, Şeyh Haydar ve Şah İsmail tahta oturuyor.

İlk döneminde sünni bir karaktere sahip olan safevi tarikatı Şeyh Cüneyd’le birlikte yeni bir aşamaya geçiyor. Bir dönüşüm var. Rıza Yıldırım bu dönüşümü daha önce çok fazla üzerinde durulmayan bir olguya bağlıyor. O da Şeyh Cüneyd’in Anadolu’ya gidişi ve tarikatın mürit kitlesini Türkmenlerin oluşturmaya başlaması. Tarikat Türkmenleri değiştirmiyor. Türkmenlerin inançları tarikatı dönüştürüyor. “Kesin olan, Şeyh Cüneyd 1460 yılında öldüğünde bazı Şii unsurların Safevi tarikat öğretilerinde belirgin bir şekilde yerleşmiş olduğudur. Örneğin, Minorsky’e göre “erken şeyhler katı şekilde ortodokstu ve onların dinsel orotiresi sorgulanamaz veya karşı çıkılamazdı. Dönüm noktası 1449-56 yılları arasında, Şey Safi’nin dördüncü nesilden bir torunu, genç Şeyh Cüneyd ortaya çıktığında yaşandı” Hanna Sohrweide benzer bir argümanı takip eder: “Cüneyd tarikattaki radikal dönüşümün sorumlusudur; bu dönüşüm neticesinde, Şeyh Safiyüddinin sünni yönelimli, ılımlı tarikatı militan, Gulat-Şii, Kızılbaş Safeviliğine dönüştü.

Ancak Şeyh Cüneyd dönemindeki dönüşümü basit bir mezhep kayması olarak okumak hata olacaktır. Öğretiye yansıyan Şii inançlar esasında gerçekleşmekte olan çok daha kapsamlı ve derin bir dönüşümün dışa yansıyan işaretlerinden başka bir şey değildi. Bu çalışmanın bakış açısından Cüneyd döneminde büyük ölçüde tamamlanan dönüşümün en önemli ayağı tarikatın mürid kitlesinde meydana gelen kapsamlı değişiklikti. Yukarıda ifade edildiği gibi, birinci döneminde Erdebil dergâhının müritleri daha ziyade yerleşik kent, kasaba ve köy sakinlerinden oluşmaktaydı. Konar-göçer Türkmenlerden de dergâha gelip gidenler olmuş olsa bile onlar mürit portföyünde önemli bir yer tutmuyordu. Şey Cüneyd döneminde ise bu durum tamamen tersine döndü. Cüneyd’in kısa süren şeyhlik döneminde dergâhın mürit kitlesinin ana gövdesi Anadolu ve Suriye’de yaşayan konar göçer Türkmenlere kaydı.

….. Yeni Türkmen tabandan gelen bu derin etki tarikat öğretilerinde ve pratiklerinde kendini iki şekilde gösterdi. Türkmen kitleleri arasında öteden beri veli kültüne dayalı gayr-i müteşerri ve Alevi bir İslam anlayışı ve pratiği cari idi. Tabandan gelen bu cereyan öğreti düzeyinde kendisini çağdaş yazarların “Gulat” tabiriyle ifade ettikleri disiplinsiz, Şii inanç formları olarak dışa vurdu.
” (3)

Türkmenlerde politik güç ve askeri faaliyetler bir aradaydı. Her bir oba siyasi bir birimdi ve her Türkmen savaşçıydı. Kendi kurdukları Osmanlı’dan dışlanan Türkmenler Şeyh Cüneyd’le birleştiler. Gözünü daldan budaktan esirgemeyen cesur Türkmen adanmışlığı ile Safevi sufiliği karışarak Ortadoğu’nun en gözükara müritlerini meydana getirdi. Şeyh Haydar bu savaşçıları diğerlerinden ayırmak için başlarına kızıl börk giydirdi. Bu sufi savaşçılar, düşmanın gücüne bakmadan ölümüne vuruşuyorlardı. Velayetle birleşen bu güç Şah İsmail önderliğinde çok güçlü bir harekete dönüştü. Durdurulamaz bir güç…

Yıldırım Safevi tarikatını kökten değiştiren Şeyh Cüneyd’in Anadolu yolculuğu hakkında suskun kalınmasını dikkate değer buluyor. “Cüneyd’in hayatını, sadece Safevi kaynaklarından okuyan birisi Erbil’den sürüldükten sonra doğrudan Diyarbakır’a gittiğini sanır. Halbuki, Cüneyd Diyarbakır’a gelmeden önce Orta Anadolu, Kuzey Anadolu ve Halep Bölgesi Türkmenleri arasında uzun ve maceralı bir seyahat yapmış ve Safevi-Türkmen sentezinin temellerini muhtemelen bu seyahatte atmıştır. Safevi kaynaklarının sonu devletle neticelenen devrim sürecinin başlangıcı olan bu olayı topluca görmezden gelmeleri izaha muhtaç bir durumdur. Bu garipliğin ilk akla gelen ilk nedeni, söz konusu saray tarihçilerinin tarikatın bu devrimci ve dinen disiplinsiz ve yer yer aşırılıkçı dönemini gizleme isteği olabilir.” (4)

Şeyh Cüneyd’in Anadolu yolculuğu hem Şeyh Haydar’ın hem de Şah İsmail’in fütuhatının merkezini oluşturdu. Şah İsmail döneminde Safevi askeri elitinin çoğunluğunu Türkmen müritler oluşturuyordu. Şeyh Cüneyd’in ölümünden sonra oğlu Şeyh Haydar dönemi başlar. Şeyh Haydar dönemi, ana hatları ve yönü Şeyh Cüneyd tarafından belirlenen gelişmelerin devamı niteliğindedir. tarikat tabanının militan karakteri ve siyasi-askeri faaliyetler Haydar liderliğinde artarak devam etti. Şeyh Haydar dönemine kadar Safevi müritlerine Erdebil Sufileri adı verilirmiş. Şeyh Cüneyd koluna bağlı olanlara Kızılbaş denmeye başlanmış. Şeyh Haydar bir gün rüyasında müritlerine on iki dilimli taç giydirmesi talimatını alır. Haydar müritlerine bu başlığı giydirir. Tac-ı Haydari, keskin, uzun bir konik biçiminde, kırmızı renkli yünden yapılmış bir başlıktı. Başlık on iki imamların bir işareti olarak on iki kat veya katmandan oluşuyordu.

Kitabın dördüncü bölümü “Şah İsmail ve Huruç” başlığı altında Şah İsmail dönemini anlatıyor. Şah İsmail Safevi tarihinin en önemli şahsiyeti. Babası Şeyh Haydar, annesi Uzun Hasan’ın kızı Âlemşah Halime Begüm’dür. Şah İsmâil’in çocukluk yılları zorluklar içinde geçer. Henüz bir yaşında iken babası Şeyh Haydar, Şirvanşahlar’la giriştiği mücadelede Akkoyunlular tarafından öldürülünce kardeşleri İbrâhim, Ali ve annesiyle birlikte İstahr Kalesi’ne hapsedilirler. Burada dört buçuk yıl kalırlar. Abisi Sultan Ali’nin öldürülmesiyle çocuk yaşta Safeviler Onu şeyh olarak kabul ederler. Sürekli gizlenmek zorunda kalır. Lahican’da hem gizlenir hem de Farsça, Arapça, Kur’an, tefsir ve İsnâaşeriyye Şîası usulünü, kızılbaş önderlerden savaş tekniklerini öğrenir. Bu esnada Karacadağ, Tuman, Mişkin ve Anadolu’da yaşayan kızılbaş Türkmenler grup grup gelerek onu ziyaret ederler. Lahican Safevilik için önemli yerlerden biridir. Lahican Sufileri adı verilen bir grup Safevi yönetiminde çok etkindirler. “Öte yandan bu dönem boyunca Sufiyan-ı Lahican olarak bilinen ünlü kızılbaş emirleri, eğitimi ve askeri talimi genellikle kendi gözetimleri altında olan geçen şeyhlerinin yakınında bulundular. Sultan Ali tarafından ölmeden hemen önce seçilen ve Safevi kayıtlarında Sufiyan-ı Lahican veya Ehl-i İhtisas olarak anılan bu yedi Türkmen reisi Şeyh Cüneyd ve Şeyh Haydar’ın en önde gelen halifeleri ve komutanları arasındaydı. Şeyh Haydar’ın ölümünden sonra şehzadelerin hapsedilmesiyle başlayan dört buçuk yıllık fetret döneminde tarikatın bütünlüğünü muhtemelen bu baş halifeler sağlamıştı. Sultan Ali kardeşleriyle beraber serbest bırakılıp Akkoyunlu iç savaşında aktif bir rol alınca da hemen mürşitlerinin yanına gelmiş bir yandan tarikat işlerini yönetirken diğer yandan kızılbaş ordularını komuta etmişlerdi. …. Rüstem Bey’in rakibi Baysungur’u bertaraf etmesinde bu kızılbaş halifelerinin askeri liderliği birinci dereceden etkili olmuştu. Sultan Ali öldürüleceğini, anladığında kardeşi İsmail’i vasisi olarak tayin ettikten sonra bu yedi kişiye emanet etmişti. Onlar da o günden sonra bu emaneti korumayı hayatlarının gayesi haline getirmişlerdi.” (5)

Şah İsmail çocuk yaşta dergâhın başına geçtiğinde, farklı coğrafyalara yayılmış yüzbinlerce müride, bu müridleri kontrol eden alt yapıya sahip halife ağına, ihtiyaç anında kısa sürede toplanacak çok sayıda eğitimli savaşçı-talibe sahipti. Mürşid-i Kamil İsmail etrafında halka halka genişleyen hiyerarşik bir yapı vardı. O harekete geçtiğinde arkasında yüzbinlerce insan hazır ve nazırdı.

Şah İsmail 1500 yılında Erzincan’ı ziyaret eder. “İsmail Lahican’dan harekete geçtiğinde yüzbinlerce üyesi olan bu otonom yapı bütün dinamizmiyle hazırdı. Dahası obaların dini liderleri olarak talipler arasında irşat ve propaganda faaliyetlerini aralıksız devam ettiren halifeler, uzun zamandır Mürşid-i Kamilin müstakbel hurucunu anlatarak büyük bir beklenti yaratmışlardı, bu yüzden İsmail’in huruç ettiği haberi Erdebil Sufileri arasında çok büyük bir heyecan dalgası oluşturdu. Hele ki mürşidin Erzincanda sufilerle buluşup Alinin sancağını kaldıracağı haberi güvenilir ulaklar aracılığıyla Kızılbaş oymaklarına ulaştıkça sanki mehdi-i sahip zaman gelmiş gibi bir hava uyandırıyordu.” (6) Osmanlı’nın merkezileşmesinden rahatsız olan bütün Türkmenler Şah İsmail’in etrafında toplanmıştı. Karamanlı konfederasyonundaki Türkmen aşiretleri, Rumlu ve Hınıslu oymakları, Tekelu oymağı, Varsaklar, Afşarlar, Turgutlular… Şah İsmail girdiği her savaşı kazanıyor ve yenilmezliğini ilan ediyordu. Zekâsı, karizması, fiziki özellikleri Onun halk nezdindeki mehdiliğini destekliyordu. Osmanlı olanları kaygı ile takip ediyor. Sınırları sıkı tutarak gidiş gelişi önlemeye çalışıyordu. Safevilerle ilişkili olanları cezalandırıyordu.

Kitabın altıncı bölümünde “Kızılbaş Davasının Sönüşü” başlığıyla özellikle Şah İsmail’in Çaldıran’da Yavuz Selim’e yenilmesiyle birlikte silinmeye başlayan kızılbaşlık ele alınıyor. Yenilmezliğine inanılan, tanrısal gücü zaafa uğrayan Şah İsmail bu yenilgiden sonra bir daha toparlanamıyor. Devlet işlerini bırakıyor. Safevi yönetiminin merkezinde yer alan Lahican Sufilerinin etkisi azalıyor. Aynı Osmanlı’daki gibi devlet kurumsallaşmaya başlıyor. Türkmenler bir kez daha kendi kurdukları devletten dışlanıyorlar. “Rutinleşmiş Safevi devletinin kuruluşundan sonra, Osmanlı örneğinde yaşanan siyasal ve ideolojik dönüşüm sürecinin hemen hemen aynısı İran’da tekrar etti. Daha Şah İsmail’in sekizinci yılında, “Tacik” olarak adlandırılan yerleşik, İrani elitlerin uhdesinde bulunan bürokrasiyle “Türk” veya “Kızılbaş” olarak adlandırılan yarı göçebe aşiretlerin elinde bulunan ordu arasında doku uyuşmazlığı ve rekabet açıkça ortaya çıkmıştı. 11. yüzyılda, Büyük Selçukluların İslam dünyasına girmesiyle başlayan standart devlet kurma döngüsü bir kez daha işlemeye başlamıştı. Devleti göçebe aşiretler kuracak, yerleşik bürokratlar yönetecekti. Lapidus’un üç aşamalı modelinde 1501 yılında İsmail’in tahta çıkışı birinci aşamadan ikinci aşamaya geçişe karşılık geliyordu. Bir fetih hareketi olarak organize olan konar-göçer aşiretler (Kızılbaş Türkmen Birliği) kötü işleyen bir devletin (Akkoyunlu) ülkesini ele geçirmiş ve kendi devletini ilan etmişti. Böylece fetih hareketinin bürokratik devlete dönüşme süreci başlamış oluyordu.” (7)

Aleviliğin Doğuşu: Kızılbaş Sufiliğinin Toplumsal ve Siyasal Temelleri 1300-1501 kitabı hem teorik anlamda hem de Alevilik tarihi hakkında önemli bir çalışma. Yaklaşık aynı zamanlarda iki devletin kurulmasında harcı olan Kızılbaşların serencamını anlatıyor. Devleti kuran ama sonrasında kurduğu devlette ötekileştirilen, değersizleştirilen insanların hikâyesi. Bu hikâye hem capcanlı hem de son derece ayrıntılı. Bir kitap okumakla bu mevzular tam anlaşılamaz. Ama adı geçen, incelemeye çalıştığımız bu kitap bu mevzuyu doğru anlamlandırmaya doğru bir yerden başlama fırsatı verir. Bu kitabı okurken günümüzdeki sıradanlığın, tekdüzeliğin bir kez daha farkına varıyoruz.

Dipnotlar:
1- Rıza Yıldırım, Aleviliğin Doğuşu, İletişim Yayınları, 2. Baskı 2018, İstanbul (s. 23-24)
2- s. 19-20
3- s. 158-159
4- s. 160-161
5- s. 132
6- s. 252
7- s. 321

Muaz Ergü

O öksüzler ki onların dostu Allah’tır

Baba; koruyan, sırtını yasladığın ulu bir çınar ise anne; usulca uçusan yaprakları, her nefeste seni serinleten, ferahlatan yeşillik. Öksüzlük bir yaraymış, hiç dinmeyen. Üstelik o yaranın merhemi de yokmuş. Kulun başına gelen imtihanların en çetini, merhemine belki ahrette cennet gölgeliğinde kavuşulacak bir yara.

Herkesin yarası var, yaraları… Kimilerini sevdikleriyle paylaştığı, kimilerini sade kendisinde sakladığı… Ben kimseye anlatmadım diye, kanamadı hiç yaram. Oysa şair anlattı. Şair anlattıkça üstümüze üstümüze kanattı yarasını, silemedik. İnsan şiir okuduğu için ağlar mı? Ben ağladım. Okuduklarım şiir olsaydı ağlamazdım. Şiir değildi. Yaraydı. Bir baktım gözlerimden yanaklarıma doğru kanamış yarası şairin.

Şair, Süleyman Çobanoğlu. Tamgalar kitabı çıktı. Çıkar çıkmaz aldık. Kaç kez okudum ne ben bilirim, ne şair. Şairin zaten benden haberi yok. Ya ben? Ben şairin yarasını daha da deşmiş olur muyum bu yazıyı yazarak? Yazmasam göğsüm dürtüklüyor beni, yazarken de vicdanım tırmalıyor, kanı ve yarayı hatırlatıyor bana.

Ben esaslı şairlerin şiirlerini yazarken sekr haline büründüklerini düşünmüşümdür hep. Tasavvufta vardır, cezbe hali. Tabii doğrudan bir benzetme yapmıyorum. Şunu demeye çalışıyorum: Şair, şiir yazarken planlamıyor. Yazdıkları, aslında yazmak istedikleri ya da istemedikleri değil. Yüreği, kalemini yönlendiriyor ve şiir yazılmış oluyor. Merhem bulamadığı ne kadar yarası varsa, şiirlerinde deşiyor şair. Merhem aramak veya bulmak için değil. Yarasını sarıp sarmalamak için.

Annesini iki yaşında kaybeden şair, elbette şiirlerinde annesini anlatacaktı hep. Öksüzlüğün yaşı olmaz ki. Öksüzlük, geçmez ki. Öksüzün, sığındığı duvar olur mu Allah’tan başka? Şairin en hassas noktasıdır. Şair, beni affetsin.

Dedim ya, planlanmıyor, yazılıyor kendiliğinden diye. Ondan soruyor manisinde şair:

Niçin büyük harf ile
Öksüz yazdı Süleyman.

Bilmem. Kendisinin de bildiğini sanmıyorum. O sorunun cevabını sadece Allah biliyor ve o sorunun cevabını şaire, cennette annesi verecek. Bunu biliyorum.

Tamgalar’ı okuyorum, bilmem kaçıncı kez. Parasız yatılıda kalan bir çocuğun öfkesiyle karşılaşıyorum. Neye öfkeli? Bakıyorum:

Öfke arkadaşım, kırmızı yanak
benimle geziyor oldum olası
saçının altında cılk yaralar var
okulda yatıyor, yoktur anası sessizken duyarım haykırışını
sade soluması adım atarken
birini sövüyor, anlamıyorum
duası bitip de sağa yatarken

Kime sövüyor? Karışılmaz. Ayıptır. Bir öksüzün ettiği duaya, yatılı yurtta kalan çocuğun gece yastığına döktüğü gözyaşının sebebine, öfkesine, küfürlerine karışılmaz. O, o an Allah ile konuşuyordur.

Öksüz şiiriyle karşılaşıyorum. Yutkunuyorum. Yutkunmam geçmiyor. Sığırtmaca ana diyen bir çocuğa ben ne diyebilirim? Ona dünyanın bütün insanları bir araya gelse ne diyebilir? Onun umurunda olur mu? Bakıyorum:

Evlerinde kedi var
Keme yemez beni yer
Öksüz işte, n’olacak
Sığırtmaca ana der
Duvara baksam duvar
Özleyecek kimse yok
Kursağım sızım sızım
Ama sağ ol, karnım tok


Yutkunmam ne zaman geçiyor? El ayak çekilince. Çünkü erkek adam herkesin içinde ağlamaz.

Daha yazsam ben bunu
Nereye postalasam
Çekilse de el ayak
Uzun uzun ağlasam.
Şiirlerin ana ekseni


Şairin üç yönü vardır ki, duruşundan hiçbir zaman taviz vermemiştir: Yörüklüğü, Muhammediliği, Türklüğü. Şiirlerinin ana ekseni genelde bu üçlüdür. Ancak hangisi olursa olsun, öksüzlük her zaman kenardan burnunu çekmekte, gözlerini sımsıkı yummaktadır.

Rusların, Stalin’in katlettiği Türkleri anlattığı şiirin ismi “Ana”dır mesela. Ana kelimesiyle biter şiir. Katledilen masumları bir anneyi merkeze alarak anlatır:

Ölü doğurduğun çocuk sana bakıyordu
Kan aktı gözlerinden ve sızlayan memenden


*

Taş kesilmiş bir oğlun Pamir’in ayazında
Akmescit’te öteki trende delik deşik
Tan atacak birazdan yüzünü tamam yıka
Vurulacak aşlar var, ırlanacak bir beşik


*

Baştan başla ninnine, yüze kan gelir gibi
Doğrul katı uykudan, ana, ey kadın ana!

Yine “Vatan” şiirinde Kıbrıs Harekatı’nı bir annenin gözünden anlatır. Oğlu asker olan annelerin kahramanlığını anlatır ve şiiri şöyle bitirir:

Yalnız o kadınlardı köyünden hiç çıkmadan
Koca denizi aşıp adayı vatan yapan
Şairin kendi yarasını anlattığı şiirler


Yazıyı başladığım bağlamda bitirmek istiyorum. Şairin Türklük, Yörüklük, Muhammedilik kokan şiirlerinin yanında elbette kendi yaralarını anlattığı şiirleri var kitapta. Sığırtmaca ana diyen çocuk yok sadece. Annesini kaybettiğinde daha bebek olan, kaç yaşına gelirse gelsin annesine demek istedikleri olan, diyemediklerini biriktiren bir çocuk da var. Elli yaşına gelmiş bir insan, annesine ne demek ister? Neyi diyememek onun yarası olmuştur? Bunu biz bilemiyoruz. Bunu sadece öksüzler biliyor. O öksüzler ki onların dostu Allah’tır, onları anneleri cennette bekleyecektir. Şairin yarasından bakıyoruz yine:

Annesi yürür
Yolu gururla geçen
Her erkeğin içinde ben aksayarak
iki büklüm, çelimsiz
bu yüzdendi belki de


Ne denilebilir ki? Böyle anlarda dil susar, göz başlar. Devam ediyor şair:

yine de gittim
en uzağa, en zora
tastamam elli sene


En zordur, elli sene de geçse boğazda birikenler yutulmamıştır, dinmemiştir o susuzluk, geçmemiş açlık, uzatılan el havada boşlukta kalmıştır. Dinmemiştir heves. Eksiktir. Eksiktir elli yıl. Elli yıl da olsa eksiklik hâkim duygudur. Nasıl mı? Kulak veriyoruz:

seni aradım
ki şöyle diyecektim:
yürüyorum bak, anne!...


Ey mübarek kadın! Ey Allah’a yakın dost! Ey, cenneti ayaklarına altına alan! Ey, şairin ulu anacığı! Oğlun, yürüyor. Biz şahidiz. Oğlun yürüyor, Yunus’un gittiği yolu gözleyerek… Bizi de çağırıyor. Bize el ediyor. Biz hiçbir şey anlamadan, pervasızca soruyoruz: Niçin büyük harf ile öksüz yazdın Süleyman? 

28 Aralık 2022 Çarşamba

İkbâl’in tasavvufa bakışı

İkbal’e Dair kitabını (Ketebe Yayınları) üç nedenle okudum. İlk olarak, Ali Nihat Tarlan’dan bir şeyler okumayı hep istemiş ama her araştırmamda beklediğim kadar yazmadığını ya da beklediğim konularda eserler kaleme almadığını düşünerek hayal kırıklığı yaşamış ve geri çekilmişimdir. O nedenle, bir süredir Ketebe Yayınları onun elinden ne bassa alıp okuyorum.

İkinci olarak, Pakistanlı önemli düşünce insanı, din adamı ve şair -asrının Mevlana’sı da denilen!- sufi geleneğin alt kıtadaki önemli temsilcilerinden Muhammed İkbal’in bir dönem bizde -bir kısım muhafazakâr entelektüeller üzerinde- çok etkili olduğunu bildiğim için kendimi bunun nedenleri konusunda hep eksik hissettiğimden bu fırsatı kullanmak istedim. Üçüncü olaraksa, bugünün karmakarışık dünyasında İslam dininin selefi ekollerinin tam karşısında duran ve bir anlamda bu toprakların İslam anlayışı denebilecek olan tasavvufa dair bir şeyler bulabileceğimi düşündüğüm için okudum.

Okudukça ilk neden silindi ve üçüncüsü, bütün ilgimi kendine çekti. Tasavvuf bana göre Selçuklu’dan başlayıp Osmanlı’dan bugüne gelen belki de en önemli ruhsal ve düşünsel mirasımız ve selefiliğin materyalizmine karşı koyabilecek yegâne kaynak olduğundan İkbal’in fikirleri fazlasıyla ilgimi çekti.

Tasavvuf, daha içsel ve ruhsal bir olgunlaşma öngördüğü için bugünkü haliyle dış dünyadan bir geri çekilme ve “gerçek” mücadele alanlarını terk etme gibi de algılanabildiği için koskoca Pakistan’ın bağımsızlığında esas güç kaynaklarından birinin bu olduğunu okumak doğrusunu söylemek gerekirse içimi pek rahatlattı.

İkbal’in tasavvufa bakışı, düşünceleri ve yorumları tam da ihtiyaç duyduğum türdendi. Örneğin, ona göre, tasavvuf zannedildiği gibi bir meskenet, yani bir hareketsizlik ve miskinlik demek değildir. Tam tersine bir hareket ve eylem felsefesidir. Toplumdan geri çekilme değil tam tersine toplumla bütünleşme ve büyük insanlıkla birleşmedir. Bir tür “iktidarsızlık” değil tam bir kudrettir: “Tasavvuf meskenet değildir. Nefsini Hak varlığında mahvetmek değil, Hakk’ı kendi damarlarında duymaktır. Bu iki şey, aynı görünür, aynıdır da…Lakin birinde meskenet, diğerinde kudret vardır.” (s.65).

Bir diğer çok enteresan görüş, tasavvufun enformel ve serbest bir düşünme biçimi sunması ve düşünmenin salt akılla yapılan bir iş olmayıp duyguların -ve de hayallerin!- mutlak suretle işin içinde olduğunun ortaya konulmasıydı. Çünkü, düşünce de tıpkı hayatın kendisi gibi bütüncül bir iştir. İnsanın bütün melekelerine ihtiyaç duyar. İnsan sadece akılla düşünmez. Böyle yaptığını düşündüğü anda hiçbir şeyin iç yüzüne nüfuz edemez. Düşünce söz konusu olduğunda serbestiyet olmazsa olmazdır ve iç yüze nüfuz etmenin gerekli ön şartıdır. Duygular akılla ilişki kuramadığında beslenemez ve zaman içerisinde çürüyerek hastalıklı sonuçlar verir. “Tasavvufun ruhu serbest tefekkürdür. O, insanın bütün idrak melekelerinin elele verip bir bütün halinde yürüdükleri bir sahadır. Orada yalnız akıl ve idrak değil, his ve hayal de faaliyete geçer…his ve hayal de insan denen büyük kainatın sırrına tevdi edilmiş idrak vasıtalarıdır. Onlardaki hakikat hissesi henüz ölçülememiştir. Akıl onları da yardımına çağırırsa kaybetmez, kazanır. O zaman hakikat hadisenin bu iki pişdarı nice batıni hakikatlere erişir.” (s.76).

Tasavvufun akılla duyguları birleştirmesi aynı zamanda bugün karşılaştığımız pek çok sorunun da cevabını oluşturur. Pek çok insan “aklı ermediği için” ve aklın tek başına tam bir idrak sağlayamayacağını bildiği için anlamadığı şeyleri sorgulamaması gerektiğini düşünür ve buradan hareketle anlaşılmaz bir biçimde bir takım önder kabul ettiği insanların peşinden gidebilmektedir. Oysa tasavvuf bunun tam tersidir belki de! Yani, o tam da nesnel aklın yetmediği yerlerde bireysel ve öznel yetilere alan açarak idraki tamamlar. Başka bir ifadeyle, anlaşılmaz olan ve anlaşılmaz bulduğumuz ama bir biçimde de peşinden gittiğimiz durumlarda gerçekte kendimizi tam olarak anlayamamaktayızdır.

Öznel ve sübjektif hakikatimizle yüz yüze gelme tecrübesinden mahrum kalmışızdır. Bu eksiklik genellikle karşı tarafa bir büyüklük atfetmeye dönüşür ve bu yaşandığında akıl düşüncenin aracı olmaktan çıkarak sadece dışsal, görünür, lafzi ve somut olanın başkaca bir iç anlamı olmadığını tescil etmek için var olan mekanik bir niteliğe dönüşür. Bu ise büyük bir düşünce kaybını beraberinde getirir. Oysa dinin ve hayatın gerçek gücü insan düşüncesinden gelmekte ve tasavvuf tam anlamıyla buna ulaşmanın yollarını göstermektedir. Dindarlığın en büyük alameti düşünmektir ve bu – tasavvufun gösterdiği gibi- zannedildiği kadar kolay bir iş değildir. Gerçek anlamda düşünceye ulaşıldığında ise o karşı konulamaz bir kuvvet demektir. “Hayatta hakiki kuvvet fikirdir. O, zincire vurulmaz. Bir kere ortaya atılmayagörsün. Bin bir şekle girdikten sonra bile yapacağını yapar.” (s.77).

Duygular insanın serbestçe düşünmesini sağlar ve tasavvuf bunun yoldan çıkmadan akılla birliktelik kurmasının içsel tecrübesini sunar. Bunu yapan, bu tecrübeyi yaşayan insanlar, gerçek anlamda özgürlüğü tadarlar ve o andan itibaren herhangi bir boyunduruk kabul etmeyen bir ruh haliyle yaşarlar. Tarlan, Pakistan’ın bağımsızlığa ulaşmasını İkbal’in bu karakterinden süzülüp gelen bu özelliğine bağlar. Büyük bir çıkarım belki ama söylemek istediği gayet açıktır; bir halkın gerçek anlamda bağımsız olabilmesi için kafasında ve ruhunda bağımsızlığı tatması şarttır. Dolayısıyla din de bütünüyle bir kafa ve ruh bağımsızlığı demektir. Bu ikisinin olmadığı yerlerde ise tam bir boyunduruk anlamına gelebilir!

İkbal’in sanatı hangi kafese hapsedilirse edilsin bunun dışına çıkacak bir düşüncenin kanatlanıp şiire dönüşmüş halidir. Gücünü tasavvuftan alır ve bu tam bir içsel bağımsızlık mücadelesidir. Kölelik, insanın kendisine hapsolmasıdır çünkü: “Kölelik candaki sırdan gafil olmaktır.” (s.120).

Candaki sır ise sevgidir. Diğer bir deyişle, her türlü sevgi kendini sevmekle başlar ve kendini sevmek ne sadece akılla ne de sadece duygularla mümkündür. Her ikisinin mekanik bir karışımı da yeterli değildir. Bu ikisinin içsel bir tecrübeyle, bir anlamda yanarak birbirine karışması gereklidir. Aşk da tam böyle bir şey değil midir! Tasavvuf, fikirlerin içindeki sevgidir ve dünyanın en güçlü fikirleri, içinde sevgi taşıyanlardır. Aksi halde, karanlık bir çarpışma ve sonu kaçınılmaz bir esaret demek olan kör bir savaş halinde düşünceler insanı içinden yiyip tüketecek, hayat yaşanmaya değer olmaktan çıkacaktır. “Muhabbetsiz hayat, matem içinde geçer. İçine sevgi karışmayan her iş çirkin ve esassızdır.” (s.130). Ona göre, tasavvuf her şeyi esaslı hale getiren tılsımlı bir tecrübenin adıdır.

Son olarak İkbal’e göre tasavvuf kendi benliğini bulmak uğruna verilen bitmek bilmez bir iç mücadelesidir denebilir. Her türlü kolaycılığı, çabukluğu ve kısa yoldan hocalığı reddeder. Düşünce sade ve yalın bir hayatın içinde pişerse şiirleşir ve bir şey şiirleştiğinde başkaca bir şeye ihtiyaç duymaz hale gelir. Onun artık başkaca bir amaca ihtiyaç duymaksızın kendi amacı ve yolu var demektir. Gösteriş, yaldızlı sözler ve insanları peşinden koşturmaya çalışma gereksizidir. Denebilir ki onda din, bütünüyle şiirdir! İkbal, dolayısıyla düşüncenin, siyasetin -ya da herhangi bir dışsal amacın- güdümüne girmesini içsel ruhunu kaybetmesi ve şiirselliğini kaybetmesi olarak görür. “İkbal, zamane şeyhlerinden, hocalarından çok şikâyetçidir. Onlarda hakiki şak ve heyecan yoktur. Onlar İslam’ın hakiki ruhuna sahip değillerdir.” (s.133).

Neden acaba?

A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca

26 Aralık 2022 Pazartesi

İnsanlıktan amaç, gönül âlemine girmektir

Türkçemizde yazılmış en kapsamlı ve en anlaşılabilir tasavvuf kitaplarının başında Noktanın Sonsuzluğu gelir. Dört ciltten oluşan bu kitaplar, bir mana eri olan Lütfi Filiz’in sohbetlerinin metne geçirilmesiyle meydana gelmiştir. Noktanın Sonsuzluğu, okunup bitirildikten sonra tekrar rafa kalkan ve kayıplara karışan kitaplardan değildir. O, vakti geldiğinde yeniden kendini hatırlatır ve yeniden okutur. Gönül hekimlerinin alametifarikası da buradadır: Onların sözleri ve yazıları, her okunduğunda farklı manalar açar. Sanki her seferinde Hakk’ın Fettah ve Rezzâk ism-i şerifleri tecelli ediyor gibidir. Bu tecellilerle birlikte okuyanın gönlünde çok büyük bir âleme kapılar açılır. Esas hikâye de buradan sonra başlar. Zira Lütfi Filiz Efendi şöyle diyor: “İnsan, varlıkla nakışlanır. Nakşını güzel işleyen ferahlar, düzensiz işleyen berbat olur. İnsanlıktan amaç, gönül âlemine girip orada yaşayabilmektir. Huzur-u ilâhiye de ancak gönüle girmekle kavuşulur. Çünkü merkez orasıdır.

Büyük insanların üzerinde durmamız gerekiyor. Bilhassa bir ayağını pergel misalince kendi toprağına nakşeden, diğer ayağıyla âlemleri gezen, seyr u sefer eden, edindiği manaları dostlarına, kardeşlerine de açan büyük hayatları mutlaka incelememiz gerekiyor. İşte, Evveli Nokta Ahiri Nokta da Lütfi Filiz’in yine kendi ağzından anlattığı yaşam öyküsüyle ortaya çıkan bir kitap. Eğer okumaktan murad bilgiyle hayreti yan yana getirmek ve akabinde gayret kemerini kuşanıp hayatta daha farklı, daha güçlü adımlar atabilmekse, böyle eserler her zaman meydanda olmalı diye düşünüyorum. Hem anlatım tarzıyla hem de kendine mahsus haritasıyla hem lezzetli hem de doyurucu bir yaşam öyküsü var karşımızda. Lezzetli derken yanlış anlaşılmasın, acılarıyla ve neşeleriyle lezzetli. Dil zevki ise bambaşka, zaten bu, Lütfi Filiz’in Allah vergisi bir kabiliyeti. O, şöyle diyor: “Kelâmın güzelliği kemâl ile orantılıdır. İnsanın büyüklüğü de gövdesinin iriliğiyle değil, sözlerinin ululuğuyla belli olur. Onun için kâmil kelâmı daima güzeldir, sıcaktır, sevgi doludur ve insanı âbâd eder.

Evveli Nokta Ahiri Nokta’nın bizlere öğrettikleri arasında evvela yaşama ibret nazarıyla bakmak var. Basiret gözü dediğimiz, ehl-i irfana mahsus meziyet, şüphe yok ki onların mutmain bir kalbe sahip olduklarını gösteriyor. Lütfi Filiz, evlerini ve işlerini kaybedip köylerinden uzaklaşmak zorunda kaldıkları günleri bile anarken, o günlerin ne kadar acı ama aynı zamanda ne kadar tecrübe kazandırıcı olduğunu naklediyor. Baba-oğul, usta-çırak, mürşid-mürid ilişkileriyle harman olmuş; sazıyla, sözüyle, şiiriyle fevkalade bir hayatı film izler gibi okuyoruz. O, henüz kitabının başında “Şunca yaş yaşadım, ‘kendini bilmek’ten daha çetin bir meseleyle karşılaşmadım” diyor. Hayat ve insan öyle bir muamma ki bu muammayı çözmek için mutlaka bir rehbere ihtiyaç olduğunu çok erken yaşlarda hissediyor. Yıllar sonra Fânî mahlasıyla yazdığı şiirlerinden birinde “Yalnız gidenin hâli harap, ömrü hederdir / yol göstereni olmayanın zevki kederdir” diyerek meselenin önemini vurguluyor. İlk ustası babasının akabinde, mesleği olan saatçiliği de bir ustadan meşk ediyor. Bunlar olurken vaktiyle babasının uzak durmasını istediği mûsıkîden asla kopamıyor ve ney meşk ediyor. Hem dünyayla hem de gönlüyle tam bir irtibat kuruyor ve bunu yaparken büyüklerin “Eli kârda gönlü Yâr’da” prensibine mutlak sadakat taşıyor. Ancak muamma o kadar büyük ki düğümleri çözmek için Niyâzî-i Mısrî sultanın “Ey garib bülbül diyârın kândedir / bir haber ver gülizârın kândedir?” dizelerinde işaret ettiği gibi, konacağı dalı arıyor. O dalı bulduktan sonra da bülbül, şakımaya başlıyor.

Lütfi Filiz'in ilk mürşidi, Osman Dede olarak anlattığı Osman Nuri Semerci’dir. Kendisi bir Bektaşî evladı olsa da aradığı soruların cevabını bir Melamî büyüğünden alır. Osman Dede üç mana eri vasıtasıyla meratibini (sülûkunu) tamamlamıştır. Nihayet, çilesini Kahire’deki Ateşbâz-ı Velî Asitânesinde doldurmuş bir Mevlevî dedesidir. Bazen bir mürşid, sadece bir dervişi tastamam yetiştirmek için vazifelidir. Lütfi Filiz, Osman Dede ile buluşmalarını anlatırken bu noktaya temas ediyor: Büyük yerlerin tecelliyatı da büyük olduğundan ehl-i irfan genellikle İstanbul, Bursa, Konya, Sivas gibi yerleri tercih etmiş ikamet etmek için. Ancak küçük yerleri de tercih edenler var, mesela Osman Dede. Tire gibi küçük bir kasabaya gitmiş, yaşamış. Lütfi Filiz merak etmiş bu durumu, sebebini sormuş. Osman Dede şöyle demiş: "Oğlum, sen dağda açmış bir gülsün. Ben buraya sadece senin için geldim."

Lütfü Efendi, Osman Dede'ye intisab ettiğinde 34 yaşında, Osman Dede vefat ettiğinde ise 39 yaşındadır. Bundan sonra yaklaşık on yıllık bir süre boyunca büyük bir manevi boşluk içine düşer. Bir mana erinin sohbetinde bulunmak için yanıp tutuşur. Nihayet, Tire'de tanıdığı Şevki Dede adında bir zâkir başı ile irtibat kurar. Ona, “Dedem, sen gittiğin yerlerde boş adamlarla görüşmezsin. Görüştüğün kimselere benden selam söyle " der. Şevki Dede, İzmir'e gittiği bir gün görüştüğü Aziz Şenol Efendi’ye, Lütfü Filiz'in selamlarını götürür. Bu gönül tanışıklığından tam bir yıl sonra Lütfi Filiz, İzmir'in Kemeraltı semtinde Şapkacı Aziz Efendi olarak bilenen o zâtın dükkânına girer. Kendisini taktim eder ve daha evvel Şevki Dede vasıtasıyla selamlaştıklarını söyler. Bu esnada gönlüne gelen “Ben kitâb-ı kâinatı hatmetmiş sanırdım sevgilim / kadd-i mevzunun görüp tekrar eliften başladım” beytini okuyarak meramını da ifade etmiş olur. Hikâyenin geri kalanını kendisinden dinleyelim: “Mehmet Bey isminde bir zât vardı dükkânda, zamanında Kenan Rufâî’nin evlatlarındanmış ve şimdilerde de Aziz Efendi’nin pek yakını; hatırlayamıyorum, Perşembe akşamı mıydı artık, Cuma sabahı mı, Aziz Efendi’ye hitaben, “Ben bu çocuğu kalenin içinde görüyorum” dedi beni işaret edip; ben sevindim bu lafa beni aralarına kabul edecekler diye ama Aziz Efendi’de ne bir hareket var, nede herhangi bir karşılık verdi; ses etmedim, oturdum, bekliyorum. Bekliyorum ya… İçimin ateşi nasıl bir şiddete kavuşmuşsa artık, tam Cuma ezanının okunacağı vakit, yirmi yirmibeş santim kadar önünde oturduğum koca vitrinin camı müthiş bir şangırtıyla aşağı inmesin mi!.. Aziz Efendi pek mânâlı bir nazar etti, “Kalk hadi!..” dedi; “Kalk, sen şişeyi kırdın!..” ve tuttuğu gibi, doğruca Helvacı Deli Sabri’nin evine götürdü, oturduk diz dize, boyun kestim, biat ettim Aziz Efendim’e!

Kulluğun, varoluşun merkezinde muhabbet olunca ne cam kalıyor ne çerçeve. Gönül bir hekim istiyor, gerisi bahane. Selâm olsun o erenlere!

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Zaman, sabır ve beklemek üzerine

Jean-Louis Fournier, 1938 yılında Arras’ta doğmuştur. Yazarlığının yanı sıra televizyon programları hazırlamıştır. Ayrıca 2008 yılında "Nereye Gidiyoruz Baba?” Adlı kitabıyla birlikte Prix Femina’yı kazanmıştır. Bekleyecek Vaktim Kalmadı Artık kitabını ise zaman, sabır ve beklemek üzerine kaleme almıştır. Gerek kendi çocukluk hatıralarıyla gerek insanî ilişkileriyle.

Nitekim hepimiz hız çağında yaşıyoruz. Gideceğimiz yerlere daha çabuk ulaşıyor, yemeklerimizi daha çabuk yiyoruz. Giysilerimizi bile eskitmeden hemen yenisini alıyoruz. Sevdiğimiz filmleri ya da dizilerin bölümlerini peş peşe izliyoruz. Markette kasa sırasını yahut ATM kuyruğunda beklerken dahi tartışmalar yaşayıp, kötü sözler de bulunuyoruz. Sabrımız giderek azalıyor ve tahammülsüzlüğümüz de bir o kadar artıyor.

Fournier ise sabırla ilgili fikirlerini kitabında şu sözleriyle beyan ediyor: “Sabırsız kişi ise tatmin olmaz, doyumsuzdur, yatıştırılamaz, erişilemez, disiplinsiz, idare edilemez, dengesizdir. Sabırsız kişi daha başlamadan bitirmek ister. Sabırsız kişi hep olmadığı yerde olmak ister. Sabırsız kişinin zamanı kısıtlıdır. Sabırsız kişi başkalarının zamanını düşünmez. Hep onun emrinde olunmalıdır.

Sabırsız kişi en iyisi olsun diye beklemenin zevkini bilmez. Henüz elimizde olmayan bir şeyin tadını çıkarmanın zevkini. Hatırlamanın, onu düşünürken geçen zamanın keyfini sürmenin zevkini. Bir şeftaliyi soyduğumuzda sahip olacağımız mutluluğu hayal etmenin zevkini. Sevdiğini beklemenin zevkini. Kekin pişmesini beklemenin zevkini. Suçlunun adını öğrenmek için filmin sonunu beklemenin zevkini. Mutlu bir olayı beklemenin zevkini...

Düşüncelerini beklemenin üzerine böyle ifade ederken çocukluğuna dair de pek olumlu şeylerden bahsetmez. Özellikle çevresindeki insanlardan ve onların yaptıklarından rahatsız olduğunu sürekli vurgular. Fournier için onlar budaladan başka bir şey değildir. Bu sebeple şikayetleri ve eleştirileri fazlasıyla olur. Tıpkı “Sırasını Beklemek” yazısında olduğu gibi.

Kuyrukta en sonda, bir kadının arkasındayım. Acelem var. Canım acayip camembert peyniri çekti. Kadın, güzel peynirci Justine’e önce şöyle dedi: "Ne alsam bilemiyorum." Çok iyi başladı doğrusu. Sonra şöyle sordu:

"Reblochon'unuz nasıl, iyi midir?" Ona şöyle yanıt vermek istedim: "Yok canım, berbat, yenecek gibi değil, burada her şey kötüdür zaten." Bir an önce gitsin de sıranın başına ben geçeyim. Justine, "iyidir" dedi. "O halde ondan alayım. Ama ne kadar alsam ki? Durur mu? Cumartesi çocuklarım gelecek. Bozulmaz değil mi?" "Tabii ki, bir şey olmaz. Ne kadar vereyim?" "Bilmem ki, tatlıya bağlı aslında. Tatlıyı çocuklar getirecek. Kremalı pasta getirirlerse peynir çok olmasın, değil mi? Pont-l'Évêque peyniriniz nasıl? Oğlum çok sever. Eskiden Pont-l'Évêque'teydi evi. Deauville'e yakındır, çok güzel bir yer." "Ne kadar vereyim?" "Bilemedim. Çocuklarla geleceklerse ona göre almak lazım. Bekleyin. Bir arayıp sorayım." Epey bir vakit aldı. Tatlı peynircinin dayanılmaz "Başka bir arzunuz?" sorularına dayanamadık. Hep bir yanıtı vardır bu sorunun. Pont-l'Évêque'ten sonra pek çok kez mola verip bütün Fransız peynirleri baştan sona değerlendirildi. Hatta yabancı peynirler bile: Yunan peynirleri, İtalyan peynirleri... Yeni bir "Başka bir arzunuz?" sorusuyla artık tahammül sınırlarımı aştım. Beynim döndü: Bağırmaya başladım, peynir bıçağını almışım. Gerisini hatırlamıyorum.


Bu yazısından da anlaşıldığı gibi insanlara asla sabır gösteremeyen bir kişiliğe sahiptir Fournier. Fakat bazı zamanlarda da hızlı olmakla, yavaş olmanın arasında sürekli gidip gelmektedir. Zira ânı yaşamak hususunda güzel düşünceleri de vardır. Bunlar bir kitabı yavaş yavaş okumak gibi, telaş etmeden ağır ağır yürümek gibi, karşımızdaki kişiye hareket etmeden öfkemizi kontrol ederek beklemek gibi ve daha nicesi...

Ayrıca kitabın 56. sayfasındaki şu cümlelerde beni okurken çok etkilemişti: “Her hafta sonu yollar tıklım tıklım, başka bir yerde olmanın daha iyi olacağını düşünenlerle dolu. O başka yere çabucak varmak için hız yapıyorlar. Sürekli koşturuyorlar, mutluluğun peşinden koşuyorlar. Mutluluk koşarak yakalanmaz hâlbuki, yürürken yakalanır. Yavaş yavaş yürürken, kendinle iyi geçinerek, kendinle iyi anlaşarak.

Eser, okuyucusuna her ne kadar kısa bir okuma yolculuğu yaşatsa da aslında çağımızla ilgili çok önemli noktalara değiniyor ve gerçekleri olduğu gibi dolaysız bir şekilde tadında yansıtıyor. Bu yönden Fournier’in kalemini sevdiğimi söyleyebilirim. Sizlere de tavsiye ederim.

Kitaptan sevdiğim birkaç alıntı:

"Beklemeyi öğrenmek gerekiyor."

"Düşünmek için yavaşlamak gerekiyor. Hatta durup düşünmek."

"Hayatta da aynı, her şeyi hızlandırıyoruz. Hep daha hızlı gitmek istiyoruz. Daha hızlı gitmek. Neden?"

"Eskiden büyümek için sabırsızlanırdım. Bütün hayatım önümde uzandığından, her şeyin hemen olmasını isterdim. Şimdiyse pek öyle acelem yok doğrusu, sanki bekleyebilirmişim de."

Fatma Saldıran
twitter.com/Fatmasldrn_

21 Aralık 2022 Çarşamba

Çocuk ve Allah ve Dağlarca

TS. Eliot, bir şiirinde, "Rüzgâr çıktı ve susturdu bütün çanları/Hayatla ölüm arasında sallanıp duran" der. Ölüm, bir bakıma ifadenin donması, dilin bitmesidir. Ölünce yüzdeki ifade donar, dil susar, derin, belirsiz bir sessizlik başlar.

Dil susar lakin, susan adına 'eser'i konuşmayı sürdürür. Esasen, eseri konuşan bir sanatçının kendisinin susması gerekir. Fazıl Hüsnü'nün ölümünü duyunca bunu düşündüm. Yüzelliye yakın kitap yazmasına karşın, biz onu, hep Çocuk ve Allah'ın şairi olarak andık, anıyoruz. Demek ki insan, dünyaya bir meseleyi söylemek üzere geliyor. Bir anlamda da, ilk söylediği ile son söyleyeceğini haber vermiş oluyor. Sonradan söyledikleri, ilk söylediğinin açılımından ibaret kalıyor. Dağlarca da, sözgelimi, uzun ömrünce şu dizeleri tekrarlamak üzere dünyaya gelmiş gibiydi: "Bir kuştu/Allı allı bir kuş/Her tüyüne bir çiçek bağladılar/Uçmadı o/Bir kuştu/Mavili mavili bir kuş/Her tüyüne bir boncuk bağladılar/Uçmadı o/Bir kuştu/Yeşilli yeşilli bir kuş/Her tüyüne bir çocuk kordelası bağladılar/Uçtu o."

Dağlarca'nın ruhu, tüyüne çocuk kordelası bağlanmış bir kuş gibi asıl yuvasına döndü. Yunus Emre'mizin deyişiyle, "bu can gövdeye konuktur/bir gün olur çıka gide/kafesten kuş uçmuş gibi." Batı dram geleneğinde, ölüm trajik olanın merkezindedir. Biz ise ölümü 'asude bir bahar ülkesi' olarak görürüz. Bir kezinde, rahmetli Bülent Oran, sonu ayrılık ve ölümle biten filmleri de seyircinin sevdiğini, bunun nedenini çok düşündüğünü söylemiş ve şöyle açıklamıştı: "Sevgililerin filmin sonunda ölmesi, kavuşamaması, tabii filmin gişesi açısından da bir risktir. Ama, bizim seyircimizin bilinçaltında bir ebediyet fikri olduğundan, düşünürdü ki, bu dünyada kavuşamayan sevgililer, çektikleri acıların ödülü olarak, ahirette kavuşacaklardır. Bu yüzden sonu tatsız biten filmlerimiz de çok seyirci toplardı."

Bu, ölümü sevgiliye kavuşma eşiği olarak görenlerin filmi ve seyircisidir. Dağlarca da, bir süre önce, Murat Tokay'a verdiği mülakatta kalbindeki o muazzam inançtan söz etmişti. Böylesi bir umudu ve imanı olmayan bir şair Çocuk ve Allah diyemez. Ve şu dizeleri söyleyemez: "Çocuklar korkunç Allah'ım/Elleri,yüzleri,saçları/Uyurlar bütün gece/Yok sana ihtiyaçları./Çocuklar korkunç Allah'ım/Bebek yaparlar haçları/Aşina değiller hatıramıza/Severken aynı ağaçları."

Bizim hatıramıza aşina olmamaları, biatlarının yeni olmasındandır. Bilgelik sözlüğümüzde, yetkin(leşmiş) insan için, 'insan-ı kadim' ifadesi de kullanılır. Kadim insan, ebedi çocukluk halini ima eder. Çocuk saftır ve biatı her dem tazedir. Ebedi çocukluk halini koruyanlar, dünyaya çocuksu, yani 'gelişmemiş' bir bilinçle bakmazlar, aksine soyutlama yeteneği gelişmiş, hem parçayı hem bütünü aynı anda görebilen bir bütüncüllükle bakarlar. Bilinç geliştikçe saflığın korunması, insanın en çetin yokuşudur. Bunu başaranlarda, Yunus Emre'nin dediği gibi, "her dem yeni doğarız/bizden kim usanası" sırrı işler.

Dağlarca'da böylesi bir ruh, bir eda ve dil vardı. Onun, farkında olmaksızın, özel bir çaba göstermeksizin, geleneksel bilgeliğin kokusunu taşıyan bir şiir dili inşa etmiş olması, zaten bunu yeterince gösterir. Şairin, bir çocuğun ve bir bilgenin hayretiyle dünyaya bakmasının en canlı örneklerinden biri, Dağlarca'dır.

Bir kezinde TRT'deki bir kuşak programda kendisiyle söyleşi yapmak için aradığımda uzun uzun dinlemiş, ardından, "Evladım beni bağışlayın, ben, mankenlerin şunların bunların göründüğü, konuştuğu bir ekranda bulunmak istemiyorum. Televizyonu sevmiyorum. Orada hiçbir şeyi samimi bulmuyorum." demişti. Passolini, yıllar önce, "Ortaöğretim ve televizyon tümüyle yürürlükten kaldırılmalıdır." demişti. Dağlarca'nın tepkisinde de benzer bir saflık vardır. Bu saflığı, modern zamanların birçok edebiyatçısı yitirmiştir. Edebiyat, geleneksel dönemlerde en sahih iletişim ortamı iken, modern zamanlarda en kirli ve en sahte ortamlardan biri haline gelmeyi başarabilmişse, bunun en önemli nedeni, bizatihi, ediplerin edepli olmaması, edebiyatın edep kökeninden uzaklaşmış olmasıdır. Geçenlerde bir söyleşisinde Murat Belge, bizde, edebiyatın edep kökünden gelmesini, zengin, çeşitli ve derinlikli üretmenin engeli olarak gördüğünü söylemişti. Bunu, daha çok, dram geleneği açısından anlamlı bir yorum olarak görmek isterim. Zira dram bizatihi çatışmaya, varlığın negatif kutbunun müdahil olmasına bağlıdır. Bizim geleneksel irfanımız şeytan ve onun temsil ettiği değerlerin özerk, ontolojik bir konumu olmadığı gibi, dil ve söylem düzeyinde de müdahil değildirler. Bu bakımdan bizim geleneğimiz Batılı tarzda dramaya yabancıdır. Bizim dilimiz ve kurgumuz daha çok lirik ve epiktir. Dağlarca bu lirik damarın günümüzdeki en gürbüz, en zengin örneklerinden biri idi.

Şiirimizde kendine has oluşun, samimiyetin, öte ile ilişki kurma sancılarının, saflığın, kirlenmemeye, ruhunu koruyarak yaşamaya çalışmanın isimlerinden biridir. Bunu, modern şiirimizde kâmil manada Sezai Karakoç'ta buluruz. Şiirimizin, geleneksel bilgelikle kopmuş olan bağlarını tekrar kuran, kurucu şair Karakoç'tur. Fazıl Hüsnü, ona akraba şairlerdendir. Çocuk ve Allah, çocuğun biatının taze oluşunu keşfederek bizi ruhumuzun yaralandığı olağan âlemlerden çekip alır, olağanüstü âleme doğru taşır: "Kocaman yıldızlar altında ufacık dünyamız/Ve minnacık bir 'hane'': Kokar kır çiçekleri gün ağarmadan/Anısız, uykusuz/Kokar nane."

"Ta öncelerden beri mestolmuş herkes/Bir bakıma her şey 'mestane''/Hayal edilir nazlı yar yönlerden/Aşk ile kuşlar süzülür/Değişir gökler şahane."

"Farkında değil gönül/Sanki hepten divane/İçimizden, dışımızdan/Geçer vakit/Zalim, zalimane!'"

Âleme böylesi bir yerden bakabilmek için gündelik olanın içinde yitip giden psişik bir bilinç düzeyinden ruhun dünyasına doğru taşınmış olmak gerekir. Çünkü böylesi bir resim ancak ruhla, iç gözle görülebilir. Dağlarca'nın gündelik ve sıradan olanın içinden bizi bir anda böylesi sürprizlerle çekip alması, şiirinin öte bir yerde, içimizdeki o yerle ilişkisinden dolayıdır.

Dağlarca, tek başına bizim geleneksel şiirimizdeki o berrak Türkçeyi, o sesi ve saflığı, içtenliği, imgeler dünyasını toplayabilmiş, yüzlerce, binlerce şiire imza atmış bir şiir dünyası idi. Tokay'ın yaptığı söyleşide, "ben, yarısı şiir olan bir yaratığım" diyordu. Gerçekten de, Dağlarca'nın hamuru şiirle karılmıştı. "Yüreğinde ünlü korsanların şırıldadığı" bir su idi: "Ya Allah / Ya Allah derim ki / Titrerim / Kara sesimden / Ya Allah. / Ya su / Akar da aydınlığın uzak anılarımdan / Şırıldar yüreğimde ünlü korsanların dalgaları. / Yüce sultanların kılıçları parlar yüzümde / Ya su, anlıyor musun? (...) Yıldızlar kötü olacakların üçgenlerinde / Yok etmiş üç yönü. / Yedi yönü var etmiş mutsuz kişiliğinde yıldızlar, / Ama uyukluyorum işte / Ya dönence, ağlamak dururken. / Ya hurma, tadın yok gayri, / Nice saklasan yalnızlığı / Koyu yeşilliğini büyütsen nice, / Yitmiş güzelliğimiz / Ya hurma, elim ayağım acı. (...) Ya toprak ko beni gideyim gideyim, / Varmışların ardına öcül öcül. / Ve küçücük ve eski ve yırtık bayraklar arasından, / Ya gök / Al beni."

Sadık Yalsızuçanlar
twitter.com/yalszuanlar