Yabancılara, başka din mensuplarına gösterdiği toleransı, hoşgörüyü kendi arasında gösteremeyen bir geleneğin mensuplarıyız. Farklı düşünmek, inancı farklı yorumlamak ve farklı pratiklere sahip olmak ne yazık ki hoş görülmüyor. Tahammülsüzlük, toleranssızlık, düşmanlık, kin ve öfke düşünceyi, inancı, kültürü, yaşam pratiklerini zenginleştirmeyi engelleyerek tekdüze bir düşünce ve yaşam dünyasını diretiyor. Aynı zamanda bu coğrafyada siyasal mücadeleler, güç kavgaları, iktidar savaşları dinî, itikadî bir durum olarak ele alınıyor. Beylerin, paşaların, sultanların, hanların, veliahtların kişisel iktidar ve gücü ele geçirme mücadeleleri din savaşları gibi algılanıyor. Bu mücadeleyi kim kazanırsa kendi inancını, mezhebini meşrebini de merkezileştiriyor. Gücün, iktidarın şemsiyesi altına giremeyen düşünce, inanç biçimleri dehşet bir baskıya tabi tutuluyor.
Baskı, ötekileştirme, yok sayma, şeytanlaştırma hiç bir alanda sorun çözemediği gibi dinî, siyasî, toplumsal alanda da hiçbir sorun çözemiyor. Sıkıntılar, ayrılıklar zaman geçtikçe kangren haline geliyor. Kin birikiyor, öfke çoğalıyor… Zamanında çözülmemiş, bir sonuca kavuşturulmamış meseleler günümüzde güncellik ve popülizm kaygısıyla ele alınarak merkezden uzaklaşıyor. Meselelerin bütününden ziyade çok küçük kısımları tartışılıyor. İşinin uzmanı şahıslar yerine medyatik tipler, en çok bağıran holiganlar piyasaya çıkarak mevzuları bulandırıyor. Günümüzde meselelerimiz, mevzularımız aktüelin, dönemsel siyasetin, popülizmin, kurbanı oluyor. Kadim meselelerimiz gündemin hızında birer enformasyon malzemesi yapılıp kitle iletişimin kör kuyusuna atılıyor.
Yukarıda anlatmaya çalıştığımız perspektifi günümüzde en fazla Alevilik üzerinde somutlaştırabiliriz. Alevilik ya da Kızılbaşlık özellikle onbeşinci yüzyılın ortalarından itibaren Osmanlı merkezi tarafından dışlanan, yokedilmeye çalışılan Türkmenlerin ve az sayıda Kürt aşiretlerinin öyküsüdür. Burada Sünniliği merkezine alan Osmanlı’ya karşı Hz. Ali ve Ehl-i Beyt’i merkeze alan muhalif bir dindarlığın mücadelesi söz konusu. “İdeolojik olarak, Kızılbaş hareketi 15. yüzyıl ortalarından itibaren İslam dünyasını etkisi altına alan Mehdici cereyanların bir parçası olarak görülebilir. Ancak bu Mehdici inançların yükselişinin arkasında çok daha temelli toplumsal ve siyasal dönüşümler vardı. Töre temelli aşiret konfederasyonlarından şeriat temelli bürokratik imparatorluk düzenine geçilirken eski ve yeni düzenin aktörleri arasında amansız bir mücadele baş göstermişti. Osmanlı örneğine bakacak olursak 15. yüzyıl, şeriat temelli, merkezi, bürokratik bir imparatorluğa dönüşen Osmanlı rejimi ile Türk-Moğol geleneğini sürdürmek isteyen Türkmen aşiret güçleri arasında bitmek bilmeyen çatışmalara sahne olmuştu. En sonunda Osmanlılar galip gelmiş ve eski hayat tarzını devam ettirmek isteyen Türkmenler, Osmanlı yönetimiyle beraber onun ideolojik temsilini üstlene “Osmanlı Sünniliği”nden de uzaklaşmışlardı. Buna karşın siyasi ve toplumsal yapılarıyla uyumlu bir İslam yorumu geliştirdiler. Kızılbaş-Alevi kaynaklarının “Muhammed-Ali Yolu” olarak ifade ettiği bu yorum, esas itibarıyla Ortaçağ Anadolu’sunda zaten fazlasıyla mevcut bulunan Ali merkezli tasavvufi Müslümanlık pratiğinin devrimci-Mehdici bir karaktere bürünmesinden başka bir şey değildi. Böylece, Ehl-i Beyt sevgisini esas alan ortaçağ Anadolu’sunun tasavvufi halk dindarlığı bir kurtuluş davasına dönüştü.” (1)
Yukarıdaki satırları alıntıladığımız Aleviliğin Doğuşu kitabı Kızılbaş-Alevi dindarlığının oluşum sürecini çevreleyen toplumsal ve siyasal çevreyi inceliyor. Kızılbaş-Aleviliğin dindarlık biçiminin ideolojik, itikadî ve ameli arka planını ortaya çıkarmayı gaye ediniyor. Kitap, alevilik üzerine ciddi çalışmaları olan Rıza Yıldırım tarafından kaleme alınmış. Yıldırım 1980’lerden itibaren zihnini meşgul eden, bir Alevi dedesi olan babasının söyledikleriyle tatmin olamadığı “Alevilik Nedir?” sorusunun cevabını hem akademik alandaki araştırmaları hem de sahadaki çalışmalarıyla arıyor. Yıldırım teorik çerçevedeki kavramları Alevilik tarihi üzerinde ustalıkla kullanıyor. Meseleyi akademik, kavramsal bir çerçeveye de oturtmuş oluyor. Aleviliğe genel geçer ezberlerin ötesinde geniş bir perspektiften bakma ve yorumlama şansı getiriyor. Tabi bu bakış açısı ezberi ve kalıpları çok seven bizim kafa yapımıza ters geliyor. Ne yazık ki ortaklaşa üzerinde mutabakata varılacak bir Alevi tanımına ulaşmak çok zor. Ne kadar Alevi varsa sanırım o kadar da Alevilik tanımı var. Bir de sünniliğin egemen inanç biçimi olmaktan aldığı güçle Aleviliği tanımlaması ve Alevilere nasıl yaşamaları gerektiğini dayatması var.
Rıza Yıldırım öncelikle İslam dünyasının genelindeki dindarlık biçimlerinin “Müteşerri” ve “gayr-i müteşerri” olarak değerlendirilmesi gerektiğini belirtiyor. Müteşerri dindarlık mezhep (fıkıh veya şeriat) eksenli Müslümanlık. Bu anlayışta yaşamın her alanı mezhepler tarafından belirlenmiştir ve kitabidir. Gayr-i Müteşerri dindarlık mezhepleşmemiş, sınırları kesin ve net olarak çizilmemiş inanış biçimidir. “Bu iki yaklaşım arasındaki fark temelde kurtuluş (salvation) anlayışlarından ileri gelmektedir. Müteşerri dindarlığa göre kurtuluşun tek kaynağı dinin net olarak düzenlenmiş kurallarına (şeriat) uymaktır. Örneğin namaz kılmanın esas nedeni öyle emredilmiş, yani kural olmasıdır. Gayr-i müteşerri dindarlık ise kurtuluşun karizma aracılığı ile sağlanabileceğine inanır. O yüzden sıradan insanlar için kurtuluşa ermenin tek yolu karizmatik kişilere bağlanmaktır. Karizma imamet veya velayet olarak karşımıza çıkar. Dolayısıyla ikinci dindarlık biçimi şeriat kurallarına kulak asmaz. Alevi şemsiyesi altında birleşen dini geleneklerin hepsinin ortak özelliği karizma merkezli bir kurtuluş inancına sahip olmalarıdır. O yüzden bir şeriatları yoktur. Kurulu şeriat düzenlerine (mezhepler) e de ait değillerdir.” (2)
Genelde Alevilik üzerine çalışanlar Aleviliğin köklerini Orta Asya’ya, İslam öncesi Türk dinlerine, İran ve Mezopotomya din ve inanışlarına kadar götürürler. Alevilik bütün bunlardan etkilenen ve Türklerin İslamlaşmasıyla birlikte İslam’dan da bir şeyler almış olan senkretik bir inanç olarak tanımlanır. Rıza Yıldırım Kızılbaş-Alevi kimliğinin toplumsal bir varlık ve inanç sistemi olarak belirgin bir yapıya kavuşmasını 15. ve 16. yüzyıl olarak tarihlendiriyor. Burada Osmanlı ve Safeviler arasındaki politik ve askeri rekabet kimliklerin belirlenmesinde etkindir. Kuruluş aşamasında Osmanlı’nın yanında yer alan Türkmenler merkezîleşmeyle birlikte devletten dışlanmışlar ve kendilerini Safeviliğe daha yakın hissetmişlerdir. Osmanlı güçlenip merkezileşmeye başladıkça, beylikten devlet olmaya yürüdükçe devlet Farslaşmış ve Araplaşmıştır. Selçukluda da aynı süreç yaşanmıştı. Merkezileşen Selçukludan kaçan Türkmenler Osmanlı’yı otaya çıkarmışlardı. Osmanlı da zamanla merkezileşti. Osmanlı’nın bürokratik bir devlet olmasıyla birlikte bu merkezileşmeye karşı huzursuz olan konar-göçer Türkmenler yaşam tarzlarını bırakmadılar. Osmanlı merkez idaresi ise bu Türkmenleri yerleşikliğe zorluyordu. Göçebelerin yaşayışları ve din anlayışları Osmanlı eliti tarafından aşağılanıyordu. Türkmenler kaba saba insanlar olarak kabul ediliyordu. Bindörtyüzlerin ortalarından itibaren Türkmenler Osmanlı yönetiminde kendi aradıklarını bulamıyorlar, Osmanlı yönetimi ise onları isyancı, sapkın, dinden çıkmış gruplar olarak görüyordu. Yani politik hoşnutsuzluk, dinsel karşıtlık ve ekonomik uyumsuzluk Türkmenlerle Osmanlı’yı ayıran bir duvar örüyordu. Bu şartlarda Türkmenler kendilerine daha uygun gelen ve geleneğine uyan Safevi politikliğini ve dindarlığını yoğun bir canlılıkla destekliyor ve onların yanında yer alıyorlardı. Türkmenler Şah İsmail’in devletini kurmasıyla birlikte siyasal alanda da Osmanlı’ya isyan ederek saflarını belli etmişlerdir.
Yıldırım Safevilerin tarihini kitabın üçüncü bölümünde “Türkmenler ve Safeviler: Türkmen Dindarlığı ve Safevi Sufiliğinin Kaynaşması” başlığı altında inceliyor. Safevi tarikatı Şeyh Safiyü’d-din İshak tarafından kuruluyor. Rıza Yıldırım’ın belirttiği gibi tarikat ilk dönemlerde sünni bir karaktere sahip. Şeyh Cüneyd zamanına kadar standart bir tarikat yapısına sahip. Azerbaycan, İran, Anadolu, Suriye ve Irak bölgesinde hem seçkinler hem de halk arasında etkili bir tarikat. Şeyf Safi çok kültürlü, iyi eğitimli, sevilen ve çok etkili olan biri. Onun ölümünden sonra Sadreddin Musa, Hoca Alaaddin Ali, Şeyh İbrahim, Şeyh Cüneyd, Şeyh Haydar ve Şah İsmail tahta oturuyor.
İlk döneminde sünni bir karaktere sahip olan safevi tarikatı Şeyh Cüneyd’le birlikte yeni bir aşamaya geçiyor. Bir dönüşüm var. Rıza Yıldırım bu dönüşümü daha önce çok fazla üzerinde durulmayan bir olguya bağlıyor. O da Şeyh Cüneyd’in Anadolu’ya gidişi ve tarikatın mürit kitlesini Türkmenlerin oluşturmaya başlaması. Tarikat Türkmenleri değiştirmiyor. Türkmenlerin inançları tarikatı dönüştürüyor. “Kesin olan, Şeyh Cüneyd 1460 yılında öldüğünde bazı Şii unsurların Safevi tarikat öğretilerinde belirgin bir şekilde yerleşmiş olduğudur. Örneğin, Minorsky’e göre “erken şeyhler katı şekilde ortodokstu ve onların dinsel orotiresi sorgulanamaz veya karşı çıkılamazdı. Dönüm noktası 1449-56 yılları arasında, Şey Safi’nin dördüncü nesilden bir torunu, genç Şeyh Cüneyd ortaya çıktığında yaşandı” Hanna Sohrweide benzer bir argümanı takip eder: “Cüneyd tarikattaki radikal dönüşümün sorumlusudur; bu dönüşüm neticesinde, Şeyh Safiyüddinin sünni yönelimli, ılımlı tarikatı militan, Gulat-Şii, Kızılbaş Safeviliğine dönüştü.
Ancak Şeyh Cüneyd dönemindeki dönüşümü basit bir mezhep kayması olarak okumak hata olacaktır. Öğretiye yansıyan Şii inançlar esasında gerçekleşmekte olan çok daha kapsamlı ve derin bir dönüşümün dışa yansıyan işaretlerinden başka bir şey değildi. Bu çalışmanın bakış açısından Cüneyd döneminde büyük ölçüde tamamlanan dönüşümün en önemli ayağı tarikatın mürid kitlesinde meydana gelen kapsamlı değişiklikti. Yukarıda ifade edildiği gibi, birinci döneminde Erdebil dergâhının müritleri daha ziyade yerleşik kent, kasaba ve köy sakinlerinden oluşmaktaydı. Konar-göçer Türkmenlerden de dergâha gelip gidenler olmuş olsa bile onlar mürit portföyünde önemli bir yer tutmuyordu. Şey Cüneyd döneminde ise bu durum tamamen tersine döndü. Cüneyd’in kısa süren şeyhlik döneminde dergâhın mürit kitlesinin ana gövdesi Anadolu ve Suriye’de yaşayan konar göçer Türkmenlere kaydı.
….. Yeni Türkmen tabandan gelen bu derin etki tarikat öğretilerinde ve pratiklerinde kendini iki şekilde gösterdi. Türkmen kitleleri arasında öteden beri veli kültüne dayalı gayr-i müteşerri ve Alevi bir İslam anlayışı ve pratiği cari idi. Tabandan gelen bu cereyan öğreti düzeyinde kendisini çağdaş yazarların “Gulat” tabiriyle ifade ettikleri disiplinsiz, Şii inanç formları olarak dışa vurdu.” (3)
Türkmenlerde politik güç ve askeri faaliyetler bir aradaydı. Her bir oba siyasi bir birimdi ve her Türkmen savaşçıydı. Kendi kurdukları Osmanlı’dan dışlanan Türkmenler Şeyh Cüneyd’le birleştiler. Gözünü daldan budaktan esirgemeyen cesur Türkmen adanmışlığı ile Safevi sufiliği karışarak Ortadoğu’nun en gözükara müritlerini meydana getirdi. Şeyh Haydar bu savaşçıları diğerlerinden ayırmak için başlarına kızıl börk giydirdi. Bu sufi savaşçılar, düşmanın gücüne bakmadan ölümüne vuruşuyorlardı. Velayetle birleşen bu güç Şah İsmail önderliğinde çok güçlü bir harekete dönüştü. Durdurulamaz bir güç…
Yıldırım Safevi tarikatını kökten değiştiren Şeyh Cüneyd’in Anadolu yolculuğu hakkında suskun kalınmasını dikkate değer buluyor. “Cüneyd’in hayatını, sadece Safevi kaynaklarından okuyan birisi Erbil’den sürüldükten sonra doğrudan Diyarbakır’a gittiğini sanır. Halbuki, Cüneyd Diyarbakır’a gelmeden önce Orta Anadolu, Kuzey Anadolu ve Halep Bölgesi Türkmenleri arasında uzun ve maceralı bir seyahat yapmış ve Safevi-Türkmen sentezinin temellerini muhtemelen bu seyahatte atmıştır. Safevi kaynaklarının sonu devletle neticelenen devrim sürecinin başlangıcı olan bu olayı topluca görmezden gelmeleri izaha muhtaç bir durumdur. Bu garipliğin ilk akla gelen ilk nedeni, söz konusu saray tarihçilerinin tarikatın bu devrimci ve dinen disiplinsiz ve yer yer aşırılıkçı dönemini gizleme isteği olabilir.” (4)
Şeyh Cüneyd’in Anadolu yolculuğu hem Şeyh Haydar’ın hem de Şah İsmail’in fütuhatının merkezini oluşturdu. Şah İsmail döneminde Safevi askeri elitinin çoğunluğunu Türkmen müritler oluşturuyordu. Şeyh Cüneyd’in ölümünden sonra oğlu Şeyh Haydar dönemi başlar. Şeyh Haydar dönemi, ana hatları ve yönü Şeyh Cüneyd tarafından belirlenen gelişmelerin devamı niteliğindedir. tarikat tabanının militan karakteri ve siyasi-askeri faaliyetler Haydar liderliğinde artarak devam etti. Şeyh Haydar dönemine kadar Safevi müritlerine Erdebil Sufileri adı verilirmiş. Şeyh Cüneyd koluna bağlı olanlara Kızılbaş denmeye başlanmış. Şeyh Haydar bir gün rüyasında müritlerine on iki dilimli taç giydirmesi talimatını alır. Haydar müritlerine bu başlığı giydirir. Tac-ı Haydari, keskin, uzun bir konik biçiminde, kırmızı renkli yünden yapılmış bir başlıktı. Başlık on iki imamların bir işareti olarak on iki kat veya katmandan oluşuyordu.
Kitabın dördüncü bölümü “Şah İsmail ve Huruç” başlığı altında Şah İsmail dönemini anlatıyor. Şah İsmail Safevi tarihinin en önemli şahsiyeti. Babası Şeyh Haydar, annesi Uzun Hasan’ın kızı Âlemşah Halime Begüm’dür. Şah İsmâil’in çocukluk yılları zorluklar içinde geçer. Henüz bir yaşında iken babası Şeyh Haydar, Şirvanşahlar’la giriştiği mücadelede Akkoyunlular tarafından öldürülünce kardeşleri İbrâhim, Ali ve annesiyle birlikte İstahr Kalesi’ne hapsedilirler. Burada dört buçuk yıl kalırlar. Abisi Sultan Ali’nin öldürülmesiyle çocuk yaşta Safeviler Onu şeyh olarak kabul ederler. Sürekli gizlenmek zorunda kalır. Lahican’da hem gizlenir hem de Farsça, Arapça, Kur’an, tefsir ve İsnâaşeriyye Şîası usulünü, kızılbaş önderlerden savaş tekniklerini öğrenir. Bu esnada Karacadağ, Tuman, Mişkin ve Anadolu’da yaşayan kızılbaş Türkmenler grup grup gelerek onu ziyaret ederler. Lahican Safevilik için önemli yerlerden biridir. Lahican Sufileri adı verilen bir grup Safevi yönetiminde çok etkindirler. “Öte yandan bu dönem boyunca Sufiyan-ı Lahican olarak bilinen ünlü kızılbaş emirleri, eğitimi ve askeri talimi genellikle kendi gözetimleri altında olan geçen şeyhlerinin yakınında bulundular. Sultan Ali tarafından ölmeden hemen önce seçilen ve Safevi kayıtlarında Sufiyan-ı Lahican veya Ehl-i İhtisas olarak anılan bu yedi Türkmen reisi Şeyh Cüneyd ve Şeyh Haydar’ın en önde gelen halifeleri ve komutanları arasındaydı. Şeyh Haydar’ın ölümünden sonra şehzadelerin hapsedilmesiyle başlayan dört buçuk yıllık fetret döneminde tarikatın bütünlüğünü muhtemelen bu baş halifeler sağlamıştı. Sultan Ali kardeşleriyle beraber serbest bırakılıp Akkoyunlu iç savaşında aktif bir rol alınca da hemen mürşitlerinin yanına gelmiş bir yandan tarikat işlerini yönetirken diğer yandan kızılbaş ordularını komuta etmişlerdi. …. Rüstem Bey’in rakibi Baysungur’u bertaraf etmesinde bu kızılbaş halifelerinin askeri liderliği birinci dereceden etkili olmuştu. Sultan Ali öldürüleceğini, anladığında kardeşi İsmail’i vasisi olarak tayin ettikten sonra bu yedi kişiye emanet etmişti. Onlar da o günden sonra bu emaneti korumayı hayatlarının gayesi haline getirmişlerdi.” (5)
Şah İsmail çocuk yaşta dergâhın başına geçtiğinde, farklı coğrafyalara yayılmış yüzbinlerce müride, bu müridleri kontrol eden alt yapıya sahip halife ağına, ihtiyaç anında kısa sürede toplanacak çok sayıda eğitimli savaşçı-talibe sahipti. Mürşid-i Kamil İsmail etrafında halka halka genişleyen hiyerarşik bir yapı vardı. O harekete geçtiğinde arkasında yüzbinlerce insan hazır ve nazırdı.
Şah İsmail 1500 yılında Erzincan’ı ziyaret eder. “İsmail Lahican’dan harekete geçtiğinde yüzbinlerce üyesi olan bu otonom yapı bütün dinamizmiyle hazırdı. Dahası obaların dini liderleri olarak talipler arasında irşat ve propaganda faaliyetlerini aralıksız devam ettiren halifeler, uzun zamandır Mürşid-i Kamilin müstakbel hurucunu anlatarak büyük bir beklenti yaratmışlardı, bu yüzden İsmail’in huruç ettiği haberi Erdebil Sufileri arasında çok büyük bir heyecan dalgası oluşturdu. Hele ki mürşidin Erzincanda sufilerle buluşup Alinin sancağını kaldıracağı haberi güvenilir ulaklar aracılığıyla Kızılbaş oymaklarına ulaştıkça sanki mehdi-i sahip zaman gelmiş gibi bir hava uyandırıyordu.” (6) Osmanlı’nın merkezileşmesinden rahatsız olan bütün Türkmenler Şah İsmail’in etrafında toplanmıştı. Karamanlı konfederasyonundaki Türkmen aşiretleri, Rumlu ve Hınıslu oymakları, Tekelu oymağı, Varsaklar, Afşarlar, Turgutlular… Şah İsmail girdiği her savaşı kazanıyor ve yenilmezliğini ilan ediyordu. Zekâsı, karizması, fiziki özellikleri Onun halk nezdindeki mehdiliğini destekliyordu. Osmanlı olanları kaygı ile takip ediyor. Sınırları sıkı tutarak gidiş gelişi önlemeye çalışıyordu. Safevilerle ilişkili olanları cezalandırıyordu.
Kitabın altıncı bölümünde “Kızılbaş Davasının Sönüşü” başlığıyla özellikle Şah İsmail’in Çaldıran’da Yavuz Selim’e yenilmesiyle birlikte silinmeye başlayan kızılbaşlık ele alınıyor. Yenilmezliğine inanılan, tanrısal gücü zaafa uğrayan Şah İsmail bu yenilgiden sonra bir daha toparlanamıyor. Devlet işlerini bırakıyor. Safevi yönetiminin merkezinde yer alan Lahican Sufilerinin etkisi azalıyor. Aynı Osmanlı’daki gibi devlet kurumsallaşmaya başlıyor. Türkmenler bir kez daha kendi kurdukları devletten dışlanıyorlar. “Rutinleşmiş Safevi devletinin kuruluşundan sonra, Osmanlı örneğinde yaşanan siyasal ve ideolojik dönüşüm sürecinin hemen hemen aynısı İran’da tekrar etti. Daha Şah İsmail’in sekizinci yılında, “Tacik” olarak adlandırılan yerleşik, İrani elitlerin uhdesinde bulunan bürokrasiyle “Türk” veya “Kızılbaş” olarak adlandırılan yarı göçebe aşiretlerin elinde bulunan ordu arasında doku uyuşmazlığı ve rekabet açıkça ortaya çıkmıştı. 11. yüzyılda, Büyük Selçukluların İslam dünyasına girmesiyle başlayan standart devlet kurma döngüsü bir kez daha işlemeye başlamıştı. Devleti göçebe aşiretler kuracak, yerleşik bürokratlar yönetecekti. Lapidus’un üç aşamalı modelinde 1501 yılında İsmail’in tahta çıkışı birinci aşamadan ikinci aşamaya geçişe karşılık geliyordu. Bir fetih hareketi olarak organize olan konar-göçer aşiretler (Kızılbaş Türkmen Birliği) kötü işleyen bir devletin (Akkoyunlu) ülkesini ele geçirmiş ve kendi devletini ilan etmişti. Böylece fetih hareketinin bürokratik devlete dönüşme süreci başlamış oluyordu.” (7)
Aleviliğin Doğuşu: Kızılbaş Sufiliğinin Toplumsal ve Siyasal Temelleri 1300-1501 kitabı hem teorik anlamda hem de Alevilik tarihi hakkında önemli bir çalışma. Yaklaşık aynı zamanlarda iki devletin kurulmasında harcı olan Kızılbaşların serencamını anlatıyor. Devleti kuran ama sonrasında kurduğu devlette ötekileştirilen, değersizleştirilen insanların hikâyesi. Bu hikâye hem capcanlı hem de son derece ayrıntılı. Bir kitap okumakla bu mevzular tam anlaşılamaz. Ama adı geçen, incelemeye çalıştığımız bu kitap bu mevzuyu doğru anlamlandırmaya doğru bir yerden başlama fırsatı verir. Bu kitabı okurken günümüzdeki sıradanlığın, tekdüzeliğin bir kez daha farkına varıyoruz.
Dipnotlar:
1- Rıza Yıldırım, Aleviliğin Doğuşu, İletişim Yayınları, 2. Baskı 2018, İstanbul (s. 23-24)
2- s. 19-20
3- s. 158-159
4- s. 160-161
5- s. 132
6- s. 252
7- s. 321
Muaz Ergü