Baba; koruyan, sırtını yasladığın ulu bir çınar ise anne; usulca uçusan yaprakları, her nefeste seni serinleten, ferahlatan yeşillik. Öksüzlük bir yaraymış, hiç dinmeyen. Üstelik o yaranın merhemi de yokmuş. Kulun başına gelen imtihanların en çetini, merhemine belki ahrette cennet gölgeliğinde kavuşulacak bir yara.
Herkesin yarası var, yaraları… Kimilerini sevdikleriyle paylaştığı, kimilerini sade kendisinde sakladığı… Ben kimseye anlatmadım diye, kanamadı hiç yaram. Oysa şair anlattı. Şair anlattıkça üstümüze üstümüze kanattı yarasını, silemedik. İnsan şiir okuduğu için ağlar mı? Ben ağladım. Okuduklarım şiir olsaydı ağlamazdım. Şiir değildi. Yaraydı. Bir baktım gözlerimden yanaklarıma doğru kanamış yarası şairin.
Şair, Süleyman Çobanoğlu. Tamgalar kitabı çıktı. Çıkar çıkmaz aldık. Kaç kez okudum ne ben bilirim, ne şair. Şairin zaten benden haberi yok. Ya ben? Ben şairin yarasını daha da deşmiş olur muyum bu yazıyı yazarak? Yazmasam göğsüm dürtüklüyor beni, yazarken de vicdanım tırmalıyor, kanı ve yarayı hatırlatıyor bana.
Ben esaslı şairlerin şiirlerini yazarken sekr haline büründüklerini düşünmüşümdür hep. Tasavvufta vardır, cezbe hali. Tabii doğrudan bir benzetme yapmıyorum. Şunu demeye çalışıyorum: Şair, şiir yazarken planlamıyor. Yazdıkları, aslında yazmak istedikleri ya da istemedikleri değil. Yüreği, kalemini yönlendiriyor ve şiir yazılmış oluyor. Merhem bulamadığı ne kadar yarası varsa, şiirlerinde deşiyor şair. Merhem aramak veya bulmak için değil. Yarasını sarıp sarmalamak için.
Annesini iki yaşında kaybeden şair, elbette şiirlerinde annesini anlatacaktı hep. Öksüzlüğün yaşı olmaz ki. Öksüzlük, geçmez ki. Öksüzün, sığındığı duvar olur mu Allah’tan başka? Şairin en hassas noktasıdır. Şair, beni affetsin.
Dedim ya, planlanmıyor, yazılıyor kendiliğinden diye. Ondan soruyor manisinde şair:
Niçin büyük harf ile
Öksüz yazdı Süleyman.
Bilmem. Kendisinin de bildiğini sanmıyorum. O sorunun cevabını sadece Allah biliyor ve o sorunun cevabını şaire, cennette annesi verecek. Bunu biliyorum.
Tamgalar’ı okuyorum, bilmem kaçıncı kez. Parasız yatılıda kalan bir çocuğun öfkesiyle karşılaşıyorum. Neye öfkeli? Bakıyorum:
Öfke arkadaşım, kırmızı yanak
benimle geziyor oldum olası
saçının altında cılk yaralar var
okulda yatıyor, yoktur anası sessizken duyarım haykırışını
sade soluması adım atarken
birini sövüyor, anlamıyorum
duası bitip de sağa yatarken
Kime sövüyor? Karışılmaz. Ayıptır. Bir öksüzün ettiği duaya, yatılı yurtta kalan çocuğun gece yastığına döktüğü gözyaşının sebebine, öfkesine, küfürlerine karışılmaz. O, o an Allah ile konuşuyordur.
Öksüz şiiriyle karşılaşıyorum. Yutkunuyorum. Yutkunmam geçmiyor. Sığırtmaca ana diyen bir çocuğa ben ne diyebilirim? Ona dünyanın bütün insanları bir araya gelse ne diyebilir? Onun umurunda olur mu? Bakıyorum:
Evlerinde kedi var
Keme yemez beni yer
Öksüz işte, n’olacak
Sığırtmaca ana der
Duvara baksam duvar
Özleyecek kimse yok
Kursağım sızım sızım
Ama sağ ol, karnım tok
Yutkunmam ne zaman geçiyor? El ayak çekilince. Çünkü erkek adam herkesin içinde ağlamaz.
Daha yazsam ben bunu
Nereye postalasam
Çekilse de el ayak
Uzun uzun ağlasam.
Şiirlerin ana ekseni
Şairin üç yönü vardır ki, duruşundan hiçbir zaman taviz vermemiştir: Yörüklüğü, Muhammediliği, Türklüğü. Şiirlerinin ana ekseni genelde bu üçlüdür. Ancak hangisi olursa olsun, öksüzlük her zaman kenardan burnunu çekmekte, gözlerini sımsıkı yummaktadır.
Rusların, Stalin’in katlettiği Türkleri anlattığı şiirin ismi “Ana”dır mesela. Ana kelimesiyle biter şiir. Katledilen masumları bir anneyi merkeze alarak anlatır:
Ölü doğurduğun çocuk sana bakıyordu
Kan aktı gözlerinden ve sızlayan memenden
*
Taş kesilmiş bir oğlun Pamir’in ayazında
Akmescit’te öteki trende delik deşik
Tan atacak birazdan yüzünü tamam yıka
Vurulacak aşlar var, ırlanacak bir beşik
*
Baştan başla ninnine, yüze kan gelir gibi
Doğrul katı uykudan, ana, ey kadın ana!
Yine “Vatan” şiirinde Kıbrıs Harekatı’nı bir annenin gözünden anlatır. Oğlu asker olan annelerin kahramanlığını anlatır ve şiiri şöyle bitirir:
Yalnız o kadınlardı köyünden hiç çıkmadan
Koca denizi aşıp adayı vatan yapan
Şairin kendi yarasını anlattığı şiirler
Yazıyı başladığım bağlamda bitirmek istiyorum. Şairin Türklük, Yörüklük, Muhammedilik kokan şiirlerinin yanında elbette kendi yaralarını anlattığı şiirleri var kitapta. Sığırtmaca ana diyen çocuk yok sadece. Annesini kaybettiğinde daha bebek olan, kaç yaşına gelirse gelsin annesine demek istedikleri olan, diyemediklerini biriktiren bir çocuk da var. Elli yaşına gelmiş bir insan, annesine ne demek ister? Neyi diyememek onun yarası olmuştur? Bunu biz bilemiyoruz. Bunu sadece öksüzler biliyor. O öksüzler ki onların dostu Allah’tır, onları anneleri cennette bekleyecektir. Şairin yarasından bakıyoruz yine:
Annesi yürür
Yolu gururla geçen
Her erkeğin içinde ben aksayarak
iki büklüm, çelimsiz
bu yüzdendi belki de
Ne denilebilir ki? Böyle anlarda dil susar, göz başlar. Devam ediyor şair:
yine de gittim
en uzağa, en zora
tastamam elli sene
En zordur, elli sene de geçse boğazda birikenler yutulmamıştır, dinmemiştir o susuzluk, geçmemiş açlık, uzatılan el havada boşlukta kalmıştır. Dinmemiştir heves. Eksiktir. Eksiktir elli yıl. Elli yıl da olsa eksiklik hâkim duygudur. Nasıl mı? Kulak veriyoruz:
seni aradım
ki şöyle diyecektim:
yürüyorum bak, anne!...
Ey mübarek kadın! Ey Allah’a yakın dost! Ey, cenneti ayaklarına altına alan! Ey, şairin ulu anacığı! Oğlun, yürüyor. Biz şahidiz. Oğlun yürüyor, Yunus’un gittiği yolu gözleyerek… Bizi de çağırıyor. Bize el ediyor. Biz hiçbir şey anlamadan, pervasızca soruyoruz: Niçin büyük harf ile öksüz yazdın Süleyman?
Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_
twitter.com/muharrirbey_
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder