"İstemek, temeli bakımından acı çekmektir ve yaşamak, istemekten başka bir şey olmadığına göre, hayatın tümü, özü bakımından acıdan başka bir şey değildir."
- Arthur Schopenhauer, Hayatın Acıları Üzerine
"Yargı kesin: Acı duymak ruhun fiyakasıdır."
- İsmet Özel, Esenlik Bildirisi
Diş ağrısı mı daha büyüktür baş ağrısı mı? Ayrılık acısı mı daha fenadır bekleyiş acısı mı? Peki dil yarası mı daha çok acıtır yoksa gönül yarası mı? Son soru: Bedenin acısı mı daha kalıcı ve tesirlidir, ruhun acısı mı?
Yazdığı kitaplarda insanın manevi tarafı hakkındaki tespitleriyle ve bilhassa Türkçe'mize çevrilen "Yürümeye Övgü" kitabıyla adından söz ettiren David Le Breton, "Acının Antropolojisi" ile modern yaşamın tüm acılarını okuyucuya seriyor. Bundan nasibini alanlar arasında modern tıp bile var. Tıbbın ve onun kültürünün acı çekmeyi asla bir erdem olarak görmediğini açıkça yazan Breton, bu konuda Cezayirli bir kadının anestezi yoluyla yaptığı doğumdaki pasif tepkisini de anlatır. Çağ öyle bir noktaya gelmiştir ki artık günümüz insanı kısa süreli bir efkarı, acının tüm erdemine değişmiştir. Beden acısı, ruh acısının çok üstüne çıkmıştır. Breton buna haklı olarak ve şiddetle karşı çıkar: "Acı çekme yeteneğini yok etmek, insanın yaşama koşullarını yok etmektir!"
Kitabın altı bölümü; acı deneyimleri, acının antropolojik özellikleri, Eyub ya da anlam arayışı, acının sosyal yapısı, modernite ve acı, acının sosyal işlevi şeklinde sıralanıyor. Özellikle üçüncü bölümdeki Acı ve kötülük: Tevrat ve İncil'den Kuran'a, Doğu inançlarından gelen acı kavramı ve Ahlak olarak acı konuları oldukça ilgi çekici. Breton'a göre insan ne daima mutluluk peşinde koşabilir ne de acıdan kaçabilir. Bunun başında da şu vardır: Edebiyat, müzik, tarih, siyaset; ne olursa olsun her şey acıyla, acıdan beslenir.
Kitap aslında, önsözü sebebiyle acının ruh ve akıl sağlımızı daha az etkilemesine yönelik bir tedavi arayışı olduğu izlenimi veriyor. Montaigne'nin Les Essais (Denemeler) klasiğinden bir alıntıyla açılıyor, "Bedenimiz etkilenebilir ama ruhumuzu ve aklımızı güçlü tutabiliriz acı karşısında" cümlesi var bu alıntıda. Breton ise acının kimi zaman bir savunma aracı olduğunu kimi zamansa insanı daha çabuk olgunlaştıracak bir tecrübeler bütünü olduğunu söylüyor: "Acı kutsal bir vahşidir. Niçin kutsal? Çünkü insanı aşkınlık deneyimine götürürken kendisinin dışına atar ve ona varlığından habersiz olduğu birtakım zenginlikleri gösterir... İnsan ya acının vahşetine bırakır kendini ya da bunları boyunduruk altına almaya çalışır. Bunu başarabildiği takdirde başka bir insan olarak çıkar bu deneyden, daha dolu bir yaşama doğar."
Hz. Eyub üzerinden insandaki acının bir kutsiyeti olduğunu da anlatıyor Breton. Bilincin ve bilmenin ortaya çıkmasıyla birlikte acının da ortaya çıktığını savunuyor. Budizm öğretisinde insanın aydınlanmaya acıyla ulaştığını, sonrasında bu "acı tecrübeler"in insana dünyayla baş etme imkanı sunduğundan da bahsediyor. Yahudilik ve Hıristiyanlıkta ise acının doğrudan işlenen günahların kişi üzerinde bıraktığı etkiyle alakası olduğunu düşünüyor. Bilhassa Hz. İsa'nın çarmıha gerilmesindeki acının aslında acı ile ceza kelimeleri arasındaki yakınlıkta (poine - poena) rastlanan bir gizem gibi olduğu konusunda yorumları var. İslam'daki acı anlayışını ise daha tasavvufi bir şekilde yorumluyor Breton; tevekkülün ve kaderin, her türlü acıya katlanmaya imkan sunması ve nihayetinde insanı Allah'a daha çok yakınlaştırması gibi.
Breton'un "acı kültürü" üzerine anlayışı, Louis Lavelle'in görüşlerinin daha derinleşmiş bir hâli gibidir: "Her insan, kesinlikle kendisine saldıran acıyı püskürtmek ister; ama geçmiş yaşamına şöyle bir baktığında kendisini en fazla etkileyen şeyin çekmiş olduğu acılar olduğunu farkeder; bu acılar damgasını vurmuştur; yaşama ciddiyet ve derinlik kazandırır; insan yaşadığı dünyayla ve kaderinin anlamıyla ilgili olarak en temel bilgileri bu acılardan çıkarmıştır."
Dilin acıyı adlandırırken karmaşıklaştığını ve dile getirilen acının asla yaşanmış olan acı olamayacağını düşünen Breton, Virginia Woolf'tan şu alıntıyı yapar: "En sıradan bir kız öğrenci âşık olduğunda derdini anlatmak için Shakespeare ya da Keats'ten yararlanır. Ama bir adam hekime baş ağrılarını anlatmak istediğinde dil kaçar... Acısını bir eline alır ve kendinden bir parçayı da öbür eline (Babil halkının başlangıç döneminde yapmış olduğu gibi belki)... bunları birbirleriyle çarpıştırıp içlerinden yeni bir sözcük çıkarabilmek amacıyla..."
İnsanın ve varlığının bu en gizemli, tabiri caizse esrarlı konusu olan acı hakkında; oldukça derin ve kalıcı acılar bırakabilecek bir kitap. Çünkü tecrübelerle ispatlanmış, hatıralarla güçlenmiş tespitlerle dolu. Kaynak bir eser. Düşünsenize, acı hakkında kaynak eser yazmak; kim bilir nasıl acılıdır... Acıyı daha iyi anlamak ve en önemlisi de anlamlandırmak niyetiyle okunmalıdır bu kitap.
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
27 Ekim 2014 Pazartesi
25 Ekim 2014 Cumartesi
Entelektüel bir krizin romanı
Necip Fazıl Kısakürek, bu toprakların 150 yıldır yaşadığı kimlik krizini kendi nefsinde yaşadı. Genç yaşlarından itibaren “gaybı kurcalama” tutkusuyla “beş hassenin sınırını tırmalayıcı ve ilerisini araştırıcı, derin bir melankoli duygusuyla” arayışa başlayan Kısakürek, “fikir öfkesi” olarak nitelendirdiği Büyük Doğu davasını kitaplarıyla da tebliğ etti. Aynadaki Yalan bir roman olarak o büyük davanın bir cüzüdür. “Anladım işi, sanat Allah’ı aramakmış / Marifet bu gerisi yalnız çelik-çomakmış” diyen Necip Fazıl Kısakürek, Kafa Kâğıdı’nın önsözünde roman yazmaktan muradını da açıkça ifade eder: “Halbuki roman, yerle göğü birleştirici mahiyetiyle insan ve toplum harekiyet ve seyyaliyeti içinde en ulvi ve münezzeh mânaya kadar ulaştırılabilir. Ve artık toprak üstü sefil mananın yerde bırakılması şartıyle mefhum ve mahiyetini değiştirerek Frenklerin ( Ekritür – Destine ) , Müslümanların da ( Alın yazısı – Kader ) dediği takdir kalemindeki hikmete yol arayabilir. O zaman karşımıza süfli mânasiyle roman değil, ulvî keyfiyetiyle İlahi sanat çıkar ve roman dize gelir.”. Kısakürek için roman bahanedir. Aslolan fikir davasını tebliğ için romanı bir araç olarak kullanmaktır. 17 Aralık 1979 ile 13 Mart 1980 tarihleri arasında Yeni İstanbul gazetesinde tefrika edilen Aynadaki Yalan, ilk kez 1980’de kitaplaştı.
Önce romana ismini veren ayna imgesine bakmakta fayda var. Ayna klasik bir mecaz olarak kadim şiirimizde çok kullanılır. Aynadaki Yalan isminin Necip Fazıl’ın şiirindeki sık sık yer verdiği ayna mecazıyla da fazlasıyla irtibatlı olduğunu söyleyebiliriz. Modern şiirin de fazlasıyla yararlandığı bir imgedir ayna. Adem Can’ın Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi’nde yer alan (Sayı:34, 2010). Necip Fazıl’da “Ayna” imgesi başlıklı makale konuyu etraflıca işleyen bir çalışma. Kısakürek’in başyapıtı Çile’de ayna kelimesi 20 şiirde geçiyor. Ayna “benlik muhasebesinin” başlama noktasıdır Necip Fazıl için. Ben adlı şiirinde adeta bir romanı özetler: “Hep ben, ayna ve hayal; hep ben, pervane ve mum;/ Ölü ve münker-nekir; başdönmesi, uçurum…”. Aynadaki Yalan romanının arka planını ise başka bir mısrasında yakalarız: “Hakikatler, boşluğa bakan aynalar mıdır?” diye sorar Kısakürek. Aynadaki Yalan hakkında çok çalışma yapılmış bir kitap değildir. Necip Fazıl Kısakürek’in şiirleri, tiyatro eserleri yahut hatıratı farklı akademisyen ve eleştirmenlerce defalarca ele alınmış ama Aynadaki Yalan’a biraz tali eser gözüyle bakılmıştır. Vasat bir yazarın güzel bir kitabı olabilecek Aynadaki Yalan, büyük bir şairin yüz küsur cilde ulaşan külliyatı arasında tali konumda kalmıştır. Roman boyunca korku, ölüm, günah, tasavvuf, maddi aşk, ilahi aşk, ihlas, estetik, Doğu-Batı çatışması, Batı’nın çıkmazları gibi Necip Fazıl’ın Büyük Doğu külliyatında işlediği fikirler kimi zaman iç monologlarla kimi zaman da diyaloglar aracılığıyla romana “entegre” edilir. Bu tercihi kimi eleştirmenlerce doğru bulunmaz. Orhan Okay kendisiyle yapılan bir söyleşide Necip Fazıl’ın hikâye ve tiyatro oyunlarından farklı olarak romanlarını “Aynadaki Yalan’ın başarılı bir roman olduğunu söyleyemem. Tuhaftır, hikâye tekniğinde oldukça sağlam bir çizgi tutturan Necip Fazıl’ın romanı aynı güçte görünmemekte, âdeta “İdeolocya Örgüsü”nün acemi bir roman tekniğine bürünmüş görünüşünü arz etmektedir.” sözleriyle eleştirir. Nazım Hikmet Polat lisanı ve üslubuyla övmesine rağmen Aynadaki Yalan’ın Necip Fazıl’ın sanatına bir yenilik getirmediği vurgusunu yapar.
Romanın kahramanı ismi ses olarak Necip’e benzeyen Naci, felsefe fakültesinde asistan ve doçentlik tezini hazırlamakta olan bir genç. Kendisiyle, arayışıyla, buhranıyla hiç ilgisi olmayan bir çevrede yaşıyor Naci. Kuvvetle muhtemel Abidin Dino’dan mülhem olan solcu Mine Ressam Abid, zengin fabrikatör kızı Mine, Osmanlı paşasının torunu Belma Naci’yi ve buhranlarını anlayamaz. Bu noktada Naci’nin çevresini Necip Fazıl’ın iki mısrasıyla özetleyebiliriz: “Ah, küçük hokkabazlık, sefil aynalı dolap; / Bir şapka, bir eldiven, bir maymun ve inkılâp.”. Yine de o çevreyle arasına mesafe koyar Naci. “Bu işin mutlaka bir hocası vardı ama nerede? Bu işin gerçek tabibi mutlaka mânalar âlemindeydi, ama nasıl bulmalı?” sorusu zihninin bir kenarında sürekli canlı kalır. Aynadaki Yalan’ın asıl mevzuunun bir batılaşma ve kimliksizleşme eleştirisi olduğu daha ilk paragrafta boy gösterir: “Şapsal bir biçim, boş veren bir edâ… Güya kendinden habersiz ve yapmacıktan uzak… Ama sahte, sahte üstü sahte… Her çizgisi, her hareketi, ortada görünmez bir rejisör elinden çıkma… Hani şu (blucin) dedikleri, balıkçı pantolonu vârî, Moskof ve Amerikan melezi sıkı kılıf var ya? Şu, dizden yukarı ön tarafının rengi kasten uçurulmuş ihtilâlci pantolon? Darlığı ve bazı noktalardaki uçukluğu yüzünden vücudu kapamaya değil de hayal ötesi açmaya, çıplaklıktan daha ileri yorumlamaya yarayan kılıf? Öyle uygun ki, solcu kızın mizacına! Ve… Ve mahsus bakımsız saçlardan, boyasız dudaklara, en basit mimiklerden en hurda muaşeret tavırlarına kadar her hareketin ölçüsünü kaydeden bir lûgaritma tatbikçiliği… Şunu demek ister: “Ben kendimle, ferdiyetimle meşgul değilim! Nefsimden habersizim ve olduğum gibiyim. Yahut: “Güneş altında toprağa uzanmış, kıçını yalayan bir köpek kadar tabiiyim! Ne alçak samimiyet hilesi!”. Kısakürek “fikir öfkesi”nin hedefi olan negatif karakterler ile ideallerini okura aktarmak için bir araç olarak gördüğü pozitif karakterlere yer verir Aynadaki Yalan’da. Negatif karakterler olan Belma “beyni parçalayan bir urdur” mesela, Mine ise bir “dış gıcırtısından” ibarettir. İdeal tiplerden Hatice, Naci’nin askerlik yaparken tanıdığı bir köylü kızıdır. Okumamıştır, köyünden dışarı çıkmamıştır. Yani ne eğitimi ne de sosyal statüsü “Aynadaki Yalan”a dahil olmaya uygun değildir. Naci ile hastanede evlenir ama beraber olamadan ölür. Yani Necip Fazıl’ın anlatmak istediği kadın tipini anlatması için bir bahanedir. Aynadaki Yalan ile Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Yaban romanı arasındaki tezat dikkate değerdir. Romanın kahramanı Naci askerde, arkadan gelen birliğe yer hazırlamak göreviyle gitmiştir. Köyde Hüsmen Ağa isminde, ilim ve irfandan nasibi olan bir zatla tanışır. Hüsmen Ağa’nın torunu Hatice ise Naci’ye göre katıksız, süt beyaz, esrarlı bir köylü kızıdır. Oysa Karaosmanoğlu’nun kahramanı Ahmet Celal, mağlup Osmanlı’nın bezgin bir askeri olarak şehri terk etmiş ve gittiği köyde ummadığı kadar büyük bir hayal kırıklığı yaşamıştır. Aynadaki Yalan’ın dejenereliğini vurguladığı şehir insanına karşı “idealize” ettiği köylü tiplemeleri Yaban’la tezat teşkil eder.
Aynadaki Yalan’da yer alan aforizmalardan birinde Naci’nin şehrin kendine kazandırdığı felsefe ile köy hayatı şöyle karşılaştırılır: “Felsefe ha! Göğü zıpkınlamak işi… Keşke işiniz toprağı bellemek olsaydı!”. Şehrin batılılaşmış/kimliksizleşmiş insanları Naci’ye acı çektirmektedir. Naci acılarından sıyrılmak için yoğunlaştığı arayışında tasavvufa yönelir. Bir camide tanıştığı imam arkadaşı sayesinde eski yazıyla yazılmış dini eserleri okumaya başlar. Zamanının çoğunu düşünmeye ve sorgulamaya ayırır. Bu esnada İstanbul’a gelen Hatice ise zorlu bir hastalığa yakalanıp hastaneye yatırılır. Naci, Hatice’yi sürekli ziyaret eder. Naci ve Hatice hastanede evlenmelerinden kısa bir süre sonra Hatice vefat eder. Naci, yaşadığı dönüşümle bu arada tezini değiştirir. Yoğun çalışma sonucu ‘’İslam Tasavvufu ve İnsanlığın Beklediği Nizam’’isimli tezini bitirir ve üniversiteye teslim eder. Fakat Naci’nin tezi o günlerin rüzgârlarına aykırıdır kabul edilmez. Bunun üzerine Naci üniversiteden istifa eder ve eserini neşreder. Naci’nin kitabının yurt içinde ve yurt dışında büyük ilgi görmesiyle birlikte gazetelerde ona karşı büyük bir kampanya başlatılır.
Mine’nin hayatını kaybettiği bir trafik kazasından yaralı olarak kurtulan Naci inzivaya çekilir ve nefsiyle savaşır. Naci bir gece rüyasında gördüğü Hatice’nin işaretiyle cami cami dolaşıp, erdiricisini aramaya başlar. Girmesi gereken eşiği ve erdiricisini Eyüp’te bulur. Naci’nin kurtarıcısı halk arasında meczup gibi dolaşan bir mürşittir. O artık “tasavvuf”a kitabi bir muhabbet duymanın ötesinde hayatıyla bağlanmıştır. Elbette Necip Fazıl Kısakürek’in başyapıtlarından biri değil Aynadaki Yalan. Ancak hem Necip Fazıl ile sohbet ediyormuşçasına sıcak bir dille yazılmış olması hem de “fikir öfkesini” farklı boyutlarla romanlaştırmış olması Aynadaki Yalan’ı özel kılmaya yetiyor.
Suavi Kemal Yazgıç
suavikemalyazgic.com
Önce romana ismini veren ayna imgesine bakmakta fayda var. Ayna klasik bir mecaz olarak kadim şiirimizde çok kullanılır. Aynadaki Yalan isminin Necip Fazıl’ın şiirindeki sık sık yer verdiği ayna mecazıyla da fazlasıyla irtibatlı olduğunu söyleyebiliriz. Modern şiirin de fazlasıyla yararlandığı bir imgedir ayna. Adem Can’ın Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi’nde yer alan (Sayı:34, 2010). Necip Fazıl’da “Ayna” imgesi başlıklı makale konuyu etraflıca işleyen bir çalışma. Kısakürek’in başyapıtı Çile’de ayna kelimesi 20 şiirde geçiyor. Ayna “benlik muhasebesinin” başlama noktasıdır Necip Fazıl için. Ben adlı şiirinde adeta bir romanı özetler: “Hep ben, ayna ve hayal; hep ben, pervane ve mum;/ Ölü ve münker-nekir; başdönmesi, uçurum…”. Aynadaki Yalan romanının arka planını ise başka bir mısrasında yakalarız: “Hakikatler, boşluğa bakan aynalar mıdır?” diye sorar Kısakürek. Aynadaki Yalan hakkında çok çalışma yapılmış bir kitap değildir. Necip Fazıl Kısakürek’in şiirleri, tiyatro eserleri yahut hatıratı farklı akademisyen ve eleştirmenlerce defalarca ele alınmış ama Aynadaki Yalan’a biraz tali eser gözüyle bakılmıştır. Vasat bir yazarın güzel bir kitabı olabilecek Aynadaki Yalan, büyük bir şairin yüz küsur cilde ulaşan külliyatı arasında tali konumda kalmıştır. Roman boyunca korku, ölüm, günah, tasavvuf, maddi aşk, ilahi aşk, ihlas, estetik, Doğu-Batı çatışması, Batı’nın çıkmazları gibi Necip Fazıl’ın Büyük Doğu külliyatında işlediği fikirler kimi zaman iç monologlarla kimi zaman da diyaloglar aracılığıyla romana “entegre” edilir. Bu tercihi kimi eleştirmenlerce doğru bulunmaz. Orhan Okay kendisiyle yapılan bir söyleşide Necip Fazıl’ın hikâye ve tiyatro oyunlarından farklı olarak romanlarını “Aynadaki Yalan’ın başarılı bir roman olduğunu söyleyemem. Tuhaftır, hikâye tekniğinde oldukça sağlam bir çizgi tutturan Necip Fazıl’ın romanı aynı güçte görünmemekte, âdeta “İdeolocya Örgüsü”nün acemi bir roman tekniğine bürünmüş görünüşünü arz etmektedir.” sözleriyle eleştirir. Nazım Hikmet Polat lisanı ve üslubuyla övmesine rağmen Aynadaki Yalan’ın Necip Fazıl’ın sanatına bir yenilik getirmediği vurgusunu yapar.
Romanın kahramanı ismi ses olarak Necip’e benzeyen Naci, felsefe fakültesinde asistan ve doçentlik tezini hazırlamakta olan bir genç. Kendisiyle, arayışıyla, buhranıyla hiç ilgisi olmayan bir çevrede yaşıyor Naci. Kuvvetle muhtemel Abidin Dino’dan mülhem olan solcu Mine Ressam Abid, zengin fabrikatör kızı Mine, Osmanlı paşasının torunu Belma Naci’yi ve buhranlarını anlayamaz. Bu noktada Naci’nin çevresini Necip Fazıl’ın iki mısrasıyla özetleyebiliriz: “Ah, küçük hokkabazlık, sefil aynalı dolap; / Bir şapka, bir eldiven, bir maymun ve inkılâp.”. Yine de o çevreyle arasına mesafe koyar Naci. “Bu işin mutlaka bir hocası vardı ama nerede? Bu işin gerçek tabibi mutlaka mânalar âlemindeydi, ama nasıl bulmalı?” sorusu zihninin bir kenarında sürekli canlı kalır. Aynadaki Yalan’ın asıl mevzuunun bir batılaşma ve kimliksizleşme eleştirisi olduğu daha ilk paragrafta boy gösterir: “Şapsal bir biçim, boş veren bir edâ… Güya kendinden habersiz ve yapmacıktan uzak… Ama sahte, sahte üstü sahte… Her çizgisi, her hareketi, ortada görünmez bir rejisör elinden çıkma… Hani şu (blucin) dedikleri, balıkçı pantolonu vârî, Moskof ve Amerikan melezi sıkı kılıf var ya? Şu, dizden yukarı ön tarafının rengi kasten uçurulmuş ihtilâlci pantolon? Darlığı ve bazı noktalardaki uçukluğu yüzünden vücudu kapamaya değil de hayal ötesi açmaya, çıplaklıktan daha ileri yorumlamaya yarayan kılıf? Öyle uygun ki, solcu kızın mizacına! Ve… Ve mahsus bakımsız saçlardan, boyasız dudaklara, en basit mimiklerden en hurda muaşeret tavırlarına kadar her hareketin ölçüsünü kaydeden bir lûgaritma tatbikçiliği… Şunu demek ister: “Ben kendimle, ferdiyetimle meşgul değilim! Nefsimden habersizim ve olduğum gibiyim. Yahut: “Güneş altında toprağa uzanmış, kıçını yalayan bir köpek kadar tabiiyim! Ne alçak samimiyet hilesi!”. Kısakürek “fikir öfkesi”nin hedefi olan negatif karakterler ile ideallerini okura aktarmak için bir araç olarak gördüğü pozitif karakterlere yer verir Aynadaki Yalan’da. Negatif karakterler olan Belma “beyni parçalayan bir urdur” mesela, Mine ise bir “dış gıcırtısından” ibarettir. İdeal tiplerden Hatice, Naci’nin askerlik yaparken tanıdığı bir köylü kızıdır. Okumamıştır, köyünden dışarı çıkmamıştır. Yani ne eğitimi ne de sosyal statüsü “Aynadaki Yalan”a dahil olmaya uygun değildir. Naci ile hastanede evlenir ama beraber olamadan ölür. Yani Necip Fazıl’ın anlatmak istediği kadın tipini anlatması için bir bahanedir. Aynadaki Yalan ile Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Yaban romanı arasındaki tezat dikkate değerdir. Romanın kahramanı Naci askerde, arkadan gelen birliğe yer hazırlamak göreviyle gitmiştir. Köyde Hüsmen Ağa isminde, ilim ve irfandan nasibi olan bir zatla tanışır. Hüsmen Ağa’nın torunu Hatice ise Naci’ye göre katıksız, süt beyaz, esrarlı bir köylü kızıdır. Oysa Karaosmanoğlu’nun kahramanı Ahmet Celal, mağlup Osmanlı’nın bezgin bir askeri olarak şehri terk etmiş ve gittiği köyde ummadığı kadar büyük bir hayal kırıklığı yaşamıştır. Aynadaki Yalan’ın dejenereliğini vurguladığı şehir insanına karşı “idealize” ettiği köylü tiplemeleri Yaban’la tezat teşkil eder.
Aynadaki Yalan’da yer alan aforizmalardan birinde Naci’nin şehrin kendine kazandırdığı felsefe ile köy hayatı şöyle karşılaştırılır: “Felsefe ha! Göğü zıpkınlamak işi… Keşke işiniz toprağı bellemek olsaydı!”. Şehrin batılılaşmış/kimliksizleşmiş insanları Naci’ye acı çektirmektedir. Naci acılarından sıyrılmak için yoğunlaştığı arayışında tasavvufa yönelir. Bir camide tanıştığı imam arkadaşı sayesinde eski yazıyla yazılmış dini eserleri okumaya başlar. Zamanının çoğunu düşünmeye ve sorgulamaya ayırır. Bu esnada İstanbul’a gelen Hatice ise zorlu bir hastalığa yakalanıp hastaneye yatırılır. Naci, Hatice’yi sürekli ziyaret eder. Naci ve Hatice hastanede evlenmelerinden kısa bir süre sonra Hatice vefat eder. Naci, yaşadığı dönüşümle bu arada tezini değiştirir. Yoğun çalışma sonucu ‘’İslam Tasavvufu ve İnsanlığın Beklediği Nizam’’isimli tezini bitirir ve üniversiteye teslim eder. Fakat Naci’nin tezi o günlerin rüzgârlarına aykırıdır kabul edilmez. Bunun üzerine Naci üniversiteden istifa eder ve eserini neşreder. Naci’nin kitabının yurt içinde ve yurt dışında büyük ilgi görmesiyle birlikte gazetelerde ona karşı büyük bir kampanya başlatılır.
Mine’nin hayatını kaybettiği bir trafik kazasından yaralı olarak kurtulan Naci inzivaya çekilir ve nefsiyle savaşır. Naci bir gece rüyasında gördüğü Hatice’nin işaretiyle cami cami dolaşıp, erdiricisini aramaya başlar. Girmesi gereken eşiği ve erdiricisini Eyüp’te bulur. Naci’nin kurtarıcısı halk arasında meczup gibi dolaşan bir mürşittir. O artık “tasavvuf”a kitabi bir muhabbet duymanın ötesinde hayatıyla bağlanmıştır. Elbette Necip Fazıl Kısakürek’in başyapıtlarından biri değil Aynadaki Yalan. Ancak hem Necip Fazıl ile sohbet ediyormuşçasına sıcak bir dille yazılmış olması hem de “fikir öfkesini” farklı boyutlarla romanlaştırmış olması Aynadaki Yalan’ı özel kılmaya yetiyor.
Suavi Kemal Yazgıç
suavikemalyazgic.com
24 Ekim 2014 Cuma
Kadife çiçeği arasında mor çiçek
Bir kitap kapağını daha sola devirdiniz.
Perde çekiliyor. Işıklar sönüyor. Etrafınızda dolaşan o kitap kahramanları sahnenin arkasından iniyorlar. Bazısı telefonuna koşuyor. Bir kaçı toplanıp hangi lokantada karınlarını doyuracaklarını düşünüyorlar. Çoluğu çocuğu olanlar var bir de. Eline çayını alan da geçti köşeye.
Yalnız kaldınız. Kitap bitti.
Dönüp oturduk yatağımıza, koltuğa, yere, sandalyeye. Ellerimizi her iki bacağımızın da az, altına alarak kitabı düşünmeye başladık.
Ben bu sırada çıkıyorum ortaya. Ama size akıl hocalığı yaparak değil.
Yeni bir kitap söyleyiveriyorum sizlere. İster bunu kadife çiçeği arasında mor çiçek sayın. Ya da dağların başındaki duman sayın. Yeni yıkanmış yumuşatıcı kokan bir elbiseniz. Çayınız, kahveniz sayın. Nasıl isterseniz.
Kitabımız: Mavi Kuş.
Mustafa Kutlu yazmış. Kitabın kapağındaki resmi kendi çizmiş. Renk cümbüşlü bu kapağı uzun süre seyredebilirsiniz. Çocukluğunuz aklınıza gelir. Bir arabanız vardır aklınıza gelir. Anılarız. Hiç olmadı, gökyüzü mavidir buna bakarsınız. Ama sadece çizmemiş Mustafa Kutlu. Öyle ki yazmış. Mavi kuş ismini verdiği otobüsün patlak tekerini değiştirip, çocukların yediği kütür kütür elmanın suyunu bile almış yerden.
Kahramanlar yerli yerinde. Yazar hepsi ile oturmuş kalkmış. Buna böyle değil demek haksızlık olur. Bir kahramanın kaşının oynadığından, dizindeki yamalı pantolonun kaç dikişi varmıştan tutun da. Tutun da. Sonra Mavi Kuş'u bırakıverelim uçsun.
Hikâye uçarken -isterseniz öykü de diyebilirsiniz- ipini kaçırmadan biraz daha anlatayım.
Bu kitabı okurken, canınız kuru fasulye çekebilir (Bu böyle bir şey cidden). Hikâye yazıyorsanız hele bunu daha iyi anlarsınız. İyi bir hikâyecinin kitabını okurken sadece okumuyorsunuz. Biliyorum basbayağı yiyorsunuz kitabı sizde. Bazı zaman kıskandığınızdan kitabı açmıyorsunuz. Bazen dayanamayıp tekrar okumaya başlıyorsunuz. Sonra şu sözler dökülüyor ağzımızdan:
- Adam yazmış be.
Gerçekten yazmış. Bu ne bir övgü, ne reklam. Ne de tatmin etme sizi. İnanmıyorsanız okuyun.
- Adam nasıl yazmış be!
Bakın içimiz, hikâyeden kalkan bir ölü haberini duyunca, kapıya yapışıyor:
- Biraz daha kalsın, diyorsunuz. Ölmesin kadıncağız.
Böyle okunuyor bu hikâyeler işte. Gerçek hayatı yansıtıyor laflarını dağıtacak değilim şimdi buraya. Demek istediğim, içimiz dışımız bir hikâye olsa böyle yazılırdı demek oluyor. Ya da bu tanımlamayı nasıl yapmak istiyorsanız kendiniz konduruverin şuracığa.
Ben gördüm yani.
Otobüsü takip eden iki şalvarlı atlı adamın şivesini kapıp, içimden böyle konuştuğumu. Mavi Kuş'tan uçan uçurtma hangi ağacın tepesinde, hangi yolun gerisinde berisinde kaldı bunu.
Erol'un düşlerini okurken 'kerataya bak sen, ulan bu çocuk daha!' dediğimi duydum.
Çok sevenler de gördüm vallahi, billahi.
Yani diyeceğim o ki, bu kitabı size tavsiye ederim.
Mavi Kuş'u okurken yanınızdan domates, salatalık yahut hıyar ve maydanozu eksik etmeyin.
Mavi Kuş yokuşu tırmanırken bir kırt alın hıyardan. Beşir Ağa çenesini açtığında pek galeye almayın onu da. Gül'ü güzel bulup, Neşe'ye de kızabilirsiniz. Doktora bazı sevimsiz bazı da iyi diyebilirsiniz.
Ben tekrar uyarımı yapayım da mutlaka bir kırt alın hıyardan. Yoksa yemeyene dayak var bilesiniz.
Hatice Aydın
twitter.com/piyanosuz
Perde çekiliyor. Işıklar sönüyor. Etrafınızda dolaşan o kitap kahramanları sahnenin arkasından iniyorlar. Bazısı telefonuna koşuyor. Bir kaçı toplanıp hangi lokantada karınlarını doyuracaklarını düşünüyorlar. Çoluğu çocuğu olanlar var bir de. Eline çayını alan da geçti köşeye.
Yalnız kaldınız. Kitap bitti.
Dönüp oturduk yatağımıza, koltuğa, yere, sandalyeye. Ellerimizi her iki bacağımızın da az, altına alarak kitabı düşünmeye başladık.
Ben bu sırada çıkıyorum ortaya. Ama size akıl hocalığı yaparak değil.
Yeni bir kitap söyleyiveriyorum sizlere. İster bunu kadife çiçeği arasında mor çiçek sayın. Ya da dağların başındaki duman sayın. Yeni yıkanmış yumuşatıcı kokan bir elbiseniz. Çayınız, kahveniz sayın. Nasıl isterseniz.
Kitabımız: Mavi Kuş.
Mustafa Kutlu yazmış. Kitabın kapağındaki resmi kendi çizmiş. Renk cümbüşlü bu kapağı uzun süre seyredebilirsiniz. Çocukluğunuz aklınıza gelir. Bir arabanız vardır aklınıza gelir. Anılarız. Hiç olmadı, gökyüzü mavidir buna bakarsınız. Ama sadece çizmemiş Mustafa Kutlu. Öyle ki yazmış. Mavi kuş ismini verdiği otobüsün patlak tekerini değiştirip, çocukların yediği kütür kütür elmanın suyunu bile almış yerden.
Kahramanlar yerli yerinde. Yazar hepsi ile oturmuş kalkmış. Buna böyle değil demek haksızlık olur. Bir kahramanın kaşının oynadığından, dizindeki yamalı pantolonun kaç dikişi varmıştan tutun da. Tutun da. Sonra Mavi Kuş'u bırakıverelim uçsun.
Hikâye uçarken -isterseniz öykü de diyebilirsiniz- ipini kaçırmadan biraz daha anlatayım.
Bu kitabı okurken, canınız kuru fasulye çekebilir (Bu böyle bir şey cidden). Hikâye yazıyorsanız hele bunu daha iyi anlarsınız. İyi bir hikâyecinin kitabını okurken sadece okumuyorsunuz. Biliyorum basbayağı yiyorsunuz kitabı sizde. Bazı zaman kıskandığınızdan kitabı açmıyorsunuz. Bazen dayanamayıp tekrar okumaya başlıyorsunuz. Sonra şu sözler dökülüyor ağzımızdan:
- Adam yazmış be.
Gerçekten yazmış. Bu ne bir övgü, ne reklam. Ne de tatmin etme sizi. İnanmıyorsanız okuyun.
- Adam nasıl yazmış be!
Bakın içimiz, hikâyeden kalkan bir ölü haberini duyunca, kapıya yapışıyor:
- Biraz daha kalsın, diyorsunuz. Ölmesin kadıncağız.
Böyle okunuyor bu hikâyeler işte. Gerçek hayatı yansıtıyor laflarını dağıtacak değilim şimdi buraya. Demek istediğim, içimiz dışımız bir hikâye olsa böyle yazılırdı demek oluyor. Ya da bu tanımlamayı nasıl yapmak istiyorsanız kendiniz konduruverin şuracığa.
Ben gördüm yani.
Otobüsü takip eden iki şalvarlı atlı adamın şivesini kapıp, içimden böyle konuştuğumu. Mavi Kuş'tan uçan uçurtma hangi ağacın tepesinde, hangi yolun gerisinde berisinde kaldı bunu.
Erol'un düşlerini okurken 'kerataya bak sen, ulan bu çocuk daha!' dediğimi duydum.
Çok sevenler de gördüm vallahi, billahi.
Yani diyeceğim o ki, bu kitabı size tavsiye ederim.
Mavi Kuş'u okurken yanınızdan domates, salatalık yahut hıyar ve maydanozu eksik etmeyin.
Mavi Kuş yokuşu tırmanırken bir kırt alın hıyardan. Beşir Ağa çenesini açtığında pek galeye almayın onu da. Gül'ü güzel bulup, Neşe'ye de kızabilirsiniz. Doktora bazı sevimsiz bazı da iyi diyebilirsiniz.
Ben tekrar uyarımı yapayım da mutlaka bir kırt alın hıyardan. Yoksa yemeyene dayak var bilesiniz.
Hatice Aydın
twitter.com/piyanosuz
21 Ekim 2014 Salı
Bilge Kral'ın yaşatan ve yaşayan konuşmaları
"Aliya İzzetbegoviç'in bizim serhad bölgemizde varlığımızı korumak bakımından yaptığı hizmetler, sadece oradaki halkımızın, insanlarımızın, kardeşlerimizin saadeti bakımından değil, bütün insanlığın saadeti bakımından eşsiz bir mana ve değer taşımaktadır."
- Necmettin Erbakan, İgman Dağı Gibi Adam programından
19 Ekim 2003 tarihi, sadece Bosnalı Müslümanları yasa boğan değil tüm dünya insanlarını ilgilendiren bir tarih. Hayatını Müslümanların sorunları üzerine düşünmeye, Batılıların baskılarına boyun eğmeyecek bir özgürlük sahası temin etmeye, Bosna halkının ve diğer tüm Müslümanların bağımsızlığını sağlamaya adayan; bir liderin, askerin ve devlet adamının hayata veda ettiği tarih. Aliya İzzetbegoviç'in vefatının üzerinden tam 11 yıl geçmiş. Fikirleri kitaplarda yaşamaya devam ediyor. Yalnızca kitaplarda. Oysa Aliya, SDA'nın (Stranka Demokratske Akcije - Demokratik Hareket Partisi) Genel Kurulu'ndaki veda konuşmasında fikirlerinin yaşaması gerektiğini, aksi halde Bosna halkı ve tüm Müslümanlar için kara günlerin yeniden gelebileceğini açık bir şekilde ifade etmişti:
"Bu günleri gösteren yüce Allah'a hamd ediyorum. Tarihimizi kanımızla yazdık. Evlerimiz yakılıp yıkıldı. Düşmanlarımız mert değildi, alçakça katliamlar yaptılar. Yapılan katliamları dünya şimdilerde ortaya çıkartılan toplu mezarlardan anlamaktadır. Bu gerçekleri haykırmıştık, duyan olmamıştı. Tüm acılara rağmen çok şükür ayaktayız. Yıkılan ev ve camilerimizi yeniden inşa ettik. Şehitlerimizi rahmetle anıyoruz. Onlarla inşallah cennet'de buluşacağız, onları Allah'ın ve meleklerinin huzurunda şanlı direnişlerinden dolayı kutlayacağız. Gelinen noktada herşey bitmiş değil, yeni başlıyoruz. Başlattığımız mücadelede eksiklikler olmasına rağmen bir yerlere geldik. Bundan sonra görev sizlerindir. İlerleyen yaşım ve sıhhatim nedeniyle aktif siyaseti bırakıyor, bir nefer olarak ömrümü halkıma hizmet etmek isteyen siyasilere destekle yaşayacağım. Allah'a hamd ediyorum ki bugün elimdeki dalgalanan bayrağı teslim edeceğim inanmış yüzbinler var. Artık Bosna Hersek hür ve bayrağımız kendi topraklarımızda dalgalanıyor. Selam sana ey halkım. İmanınıza, bayrağınıza ve devletinize sımsıkı sarılın."
İslâm dünyasında fikirlerin eyleme dönüştüğünde nelere imkân sunacağı hususunda yegane insanlardan gösterilebilecek Aliya'nın babaannesi Üsküdarlı bir Türk. Bu hususta Sırpların katliamları boyunca Boşnakları katlederken "Türkler ölüyor!" dediklerini de hatırlatmak gerekir. Tarih boyunca Türk adı, dünyanın her neresinde olursa olsun Müslümanı tanımlamıştır zira. İşte bununla birlikte zoru, çileyi ve özgürlük uğruna ölümü göze almayı seçen Aliya'nın da hayatına baktıkça, İsmet Özel'in Türklük tanımının yine ispatıyla buluşmuş oluyoruz: "Kafirle çatışmayı göze alan Müslüman'a Türk denir."
Hukuk eğitimi gören, avukat olarak çalışan, Genç Müslümanlar Örgütü'ne üye olduğu gerekçesiyle üç yıl hapis yatan, fakat burada entelektüel çalışmalarına hız kazandırıp Bosna'daki halkın özgürlüğü için elini taşına altına koymaya 20 yaşında karar veren Aliya, 1983 yılında düşünceleri sebebiyle 14 yıl hapse mahkum olmuştur. Cezasının 5 yılını hapiste geçiren Aliya, Yugoslavya'nın dağılma sürecinde Demokratik Eylem Partisi'ni kurmuştur. Sırplara ve Hırvatlara karşı yürütülen bağımsızlık savaşına liderlik etmiştir. 1995'te savaşa son veren Dayton Anlaşması'yla birlikte Bosna-Hersek'in bağımsızlığının da altına imzasını atmıştır. 2000 yılında, yani 75 yaşındayken sağlım sebepleriyle devlet başkanlığından istifa etmiş, ömrü boyunca hakka ve haklılığa doğru olan yürüyüşünü 19 Ekim 2003'te tamamlamış, sırlanmıştır. Onun için yazılmış kitaplara, söylenmiş sözlere ve belgesellere bakıldığında hakkında özgürlük savaşçısı, eylem adamı, siyasetçi gibi sıfatlarla karşılaşmak mümkün. Lakin ona en yakışan sıfatı ise kendi askerleri ve halkı vermiştir: Bilge Kral. Helalle haramın birbirine bulandırıldığı 20. yüzyılda verilmiş belki de en doğru unvanlardan biridir bu.
Savaşın en çok can kaybına sebep olan günlerinde, etrafında patlayan bombalara aldırış etmeden yürüyen bir adam Aliya. Saraybosnalı kadının "Başkan, korkmuyor musun?" sorusuna ise "Korkuyorum, ben de insanım. Fakat beni yürüten şeyler, korkularımdan daha büyük" diye cevap vermiştir. Sadece Bosna halkı için değil insanlık için yürümüştür Aliya. Ömrü boyunca yürümüştür.
"Konuşmalar", hem Aliya'nın hem de dönemin halet-i ruhiyesi adına bir portre gibi. Okuyucu, konuşmaları okurken hakikaten dinliyormuş gibi hissedebilir, bu tamamen Aliya'nın üslubu ve hükmetme gücüyle alakalı. Şahsen bir Sun Tzu'nun "Savaş Sanatı"nı bir de Tolstoy'un "Savaş ve Barış"ını okurken kendimi savaşın içinde hissetmiştim. Bu kitap da üçüncüsü olmuştu okuduğum dönemde. Bir de İsmet Özel'in "Partizan" şiiri, kitabı bitirir bitirmez yankılandı kulaklarımda.
"İnsanlar felsefeden fazla hoşlanmazlar. Akıl yürütme biçimleri oldukça basittir. Çetnikler gelir, insanlar kaçar; Ustaşalar gelir, insanlar kaçar. Partizanlar gelir, insanlar kaçmazlar. Peki bu neden böyledir? Çünkü onlarla konuşulur, Partizanlar kadınları ve çocukları öldürmezler. Partizanlar, zaman zaman düşmanlarına karşı oldukça acımasız ve kaba bir biçimde davranırlar, ancak kadınları ve çocukları öldürmüyorlardı. Sonuçta zafer onların oldu."
Asimile olmayı, tarihi sadece acımasızca kazananların yazmasını reddeder Aliya. Daima telkinlerde bulunur. "Lütfen bizim tarihimizi yazın, insanlara yaşadıklarımızı yazın, kinle değil hakikatle doldurun insanları, halkımızı" der. Müthiş askeri kabiliyetinin yanında ciddi bir mütefekkirdir o. Düşünmeden hareket etmez, tedbiri elden bırakmaz, tevekkülsüz yaşayamaz. Her sözüne, toplantısına, konuşmasına ve hatta bildirisine "Sevgili kardeşlerim, arkadaşlarım" diyerek ve Allah'ın selâmını vererek, adını anarak başlar. Düşünce sistemini ta hapis zamanlarında genişletmiş, fikirlerini eyleme geçirecek donanıma genç yaşta erişmiştir. Bu yüzden de günümüz siyasilerinin tam zıttında, kendi geleceği için değil halkının geleceği için çalışmıştır. İlk kez Türkçeye çevrilen "Doğu ve Batı Arasında İslâm" adlı harikulade kitabında kendisinin söylem ve eylem pratiği ortadadır. Öte yandan "Özgürlüğe Kaçışım" adlı hapis notlarından oluşan kitabında ise hangi yazarların hangi kitaplarından istifade ettiğini açık açık yazar. Dostoyevski, Tolstoy, Bergson, Kant, Hermann Hesse, Shakespeare, Machiavelli, Muhammed İkbal, İbn Nedim, Thomas Mann, Henrik İbsen, Hegel, Ebu Cafer Taberî, Aristo, Adorno, Huxley, Adam Smith, Kierkegard bunlardan sadece bazıları.
Hacılara ve Boşnak kahramanlara hitaben Mayıs 1994'te Mekke'de yaptığı "Büyük Hakikatlerin Sadeliği" konuşmadaki bir bölüm, beni derinden etkilemiştir. Önce bu bölümü aktarmak isterim:
"Allah, Kur'an'da savaşmamızı emrediyor. Ve bizler savaşmalıyız. Bu iki yıl boyunca, savaşmaksızın kurtuluşun mümkün olmadığına kendimizi ikna ettik. Tüm hayat bir mücadeledir ve yalnızca bu büyük gerçeği görenlerin hayatta kalma şansı vardır. Yüce Allah'a şükürler olsun ki, bizler savaştık ve bugün, burada, sizlerle birlikte olmaktan onur duyuyorum."
Şimdi de bu bölümü okuduktan sonra aklıma gelen hadis-i şerifi buraya almak isterim:
"İslâm’ın değirmeni durmadan dönecektir. Siz hep bu değirmenin döndüğü, mücadelenin devam ettiği yerde bulunun. Agâh olun. Kur’an’la Sultan ayrılacaktır."
Hakkın, adaletin ve hakikatin olduğu yeri temin edenler daima mücadele edenlerdir. Bu yüzden Aliya İzzetbegoviç de asla unutulmayacak olan mücadelecilerdendir. Rahmet olsun.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
- Necmettin Erbakan, İgman Dağı Gibi Adam programından
19 Ekim 2003 tarihi, sadece Bosnalı Müslümanları yasa boğan değil tüm dünya insanlarını ilgilendiren bir tarih. Hayatını Müslümanların sorunları üzerine düşünmeye, Batılıların baskılarına boyun eğmeyecek bir özgürlük sahası temin etmeye, Bosna halkının ve diğer tüm Müslümanların bağımsızlığını sağlamaya adayan; bir liderin, askerin ve devlet adamının hayata veda ettiği tarih. Aliya İzzetbegoviç'in vefatının üzerinden tam 11 yıl geçmiş. Fikirleri kitaplarda yaşamaya devam ediyor. Yalnızca kitaplarda. Oysa Aliya, SDA'nın (Stranka Demokratske Akcije - Demokratik Hareket Partisi) Genel Kurulu'ndaki veda konuşmasında fikirlerinin yaşaması gerektiğini, aksi halde Bosna halkı ve tüm Müslümanlar için kara günlerin yeniden gelebileceğini açık bir şekilde ifade etmişti:
"Bu günleri gösteren yüce Allah'a hamd ediyorum. Tarihimizi kanımızla yazdık. Evlerimiz yakılıp yıkıldı. Düşmanlarımız mert değildi, alçakça katliamlar yaptılar. Yapılan katliamları dünya şimdilerde ortaya çıkartılan toplu mezarlardan anlamaktadır. Bu gerçekleri haykırmıştık, duyan olmamıştı. Tüm acılara rağmen çok şükür ayaktayız. Yıkılan ev ve camilerimizi yeniden inşa ettik. Şehitlerimizi rahmetle anıyoruz. Onlarla inşallah cennet'de buluşacağız, onları Allah'ın ve meleklerinin huzurunda şanlı direnişlerinden dolayı kutlayacağız. Gelinen noktada herşey bitmiş değil, yeni başlıyoruz. Başlattığımız mücadelede eksiklikler olmasına rağmen bir yerlere geldik. Bundan sonra görev sizlerindir. İlerleyen yaşım ve sıhhatim nedeniyle aktif siyaseti bırakıyor, bir nefer olarak ömrümü halkıma hizmet etmek isteyen siyasilere destekle yaşayacağım. Allah'a hamd ediyorum ki bugün elimdeki dalgalanan bayrağı teslim edeceğim inanmış yüzbinler var. Artık Bosna Hersek hür ve bayrağımız kendi topraklarımızda dalgalanıyor. Selam sana ey halkım. İmanınıza, bayrağınıza ve devletinize sımsıkı sarılın."
İslâm dünyasında fikirlerin eyleme dönüştüğünde nelere imkân sunacağı hususunda yegane insanlardan gösterilebilecek Aliya'nın babaannesi Üsküdarlı bir Türk. Bu hususta Sırpların katliamları boyunca Boşnakları katlederken "Türkler ölüyor!" dediklerini de hatırlatmak gerekir. Tarih boyunca Türk adı, dünyanın her neresinde olursa olsun Müslümanı tanımlamıştır zira. İşte bununla birlikte zoru, çileyi ve özgürlük uğruna ölümü göze almayı seçen Aliya'nın da hayatına baktıkça, İsmet Özel'in Türklük tanımının yine ispatıyla buluşmuş oluyoruz: "Kafirle çatışmayı göze alan Müslüman'a Türk denir."
Hukuk eğitimi gören, avukat olarak çalışan, Genç Müslümanlar Örgütü'ne üye olduğu gerekçesiyle üç yıl hapis yatan, fakat burada entelektüel çalışmalarına hız kazandırıp Bosna'daki halkın özgürlüğü için elini taşına altına koymaya 20 yaşında karar veren Aliya, 1983 yılında düşünceleri sebebiyle 14 yıl hapse mahkum olmuştur. Cezasının 5 yılını hapiste geçiren Aliya, Yugoslavya'nın dağılma sürecinde Demokratik Eylem Partisi'ni kurmuştur. Sırplara ve Hırvatlara karşı yürütülen bağımsızlık savaşına liderlik etmiştir. 1995'te savaşa son veren Dayton Anlaşması'yla birlikte Bosna-Hersek'in bağımsızlığının da altına imzasını atmıştır. 2000 yılında, yani 75 yaşındayken sağlım sebepleriyle devlet başkanlığından istifa etmiş, ömrü boyunca hakka ve haklılığa doğru olan yürüyüşünü 19 Ekim 2003'te tamamlamış, sırlanmıştır. Onun için yazılmış kitaplara, söylenmiş sözlere ve belgesellere bakıldığında hakkında özgürlük savaşçısı, eylem adamı, siyasetçi gibi sıfatlarla karşılaşmak mümkün. Lakin ona en yakışan sıfatı ise kendi askerleri ve halkı vermiştir: Bilge Kral. Helalle haramın birbirine bulandırıldığı 20. yüzyılda verilmiş belki de en doğru unvanlardan biridir bu.
Savaşın en çok can kaybına sebep olan günlerinde, etrafında patlayan bombalara aldırış etmeden yürüyen bir adam Aliya. Saraybosnalı kadının "Başkan, korkmuyor musun?" sorusuna ise "Korkuyorum, ben de insanım. Fakat beni yürüten şeyler, korkularımdan daha büyük" diye cevap vermiştir. Sadece Bosna halkı için değil insanlık için yürümüştür Aliya. Ömrü boyunca yürümüştür.
"Konuşmalar", hem Aliya'nın hem de dönemin halet-i ruhiyesi adına bir portre gibi. Okuyucu, konuşmaları okurken hakikaten dinliyormuş gibi hissedebilir, bu tamamen Aliya'nın üslubu ve hükmetme gücüyle alakalı. Şahsen bir Sun Tzu'nun "Savaş Sanatı"nı bir de Tolstoy'un "Savaş ve Barış"ını okurken kendimi savaşın içinde hissetmiştim. Bu kitap da üçüncüsü olmuştu okuduğum dönemde. Bir de İsmet Özel'in "Partizan" şiiri, kitabı bitirir bitirmez yankılandı kulaklarımda.
"İnsanlar felsefeden fazla hoşlanmazlar. Akıl yürütme biçimleri oldukça basittir. Çetnikler gelir, insanlar kaçar; Ustaşalar gelir, insanlar kaçar. Partizanlar gelir, insanlar kaçmazlar. Peki bu neden böyledir? Çünkü onlarla konuşulur, Partizanlar kadınları ve çocukları öldürmezler. Partizanlar, zaman zaman düşmanlarına karşı oldukça acımasız ve kaba bir biçimde davranırlar, ancak kadınları ve çocukları öldürmüyorlardı. Sonuçta zafer onların oldu."
Asimile olmayı, tarihi sadece acımasızca kazananların yazmasını reddeder Aliya. Daima telkinlerde bulunur. "Lütfen bizim tarihimizi yazın, insanlara yaşadıklarımızı yazın, kinle değil hakikatle doldurun insanları, halkımızı" der. Müthiş askeri kabiliyetinin yanında ciddi bir mütefekkirdir o. Düşünmeden hareket etmez, tedbiri elden bırakmaz, tevekkülsüz yaşayamaz. Her sözüne, toplantısına, konuşmasına ve hatta bildirisine "Sevgili kardeşlerim, arkadaşlarım" diyerek ve Allah'ın selâmını vererek, adını anarak başlar. Düşünce sistemini ta hapis zamanlarında genişletmiş, fikirlerini eyleme geçirecek donanıma genç yaşta erişmiştir. Bu yüzden de günümüz siyasilerinin tam zıttında, kendi geleceği için değil halkının geleceği için çalışmıştır. İlk kez Türkçeye çevrilen "Doğu ve Batı Arasında İslâm" adlı harikulade kitabında kendisinin söylem ve eylem pratiği ortadadır. Öte yandan "Özgürlüğe Kaçışım" adlı hapis notlarından oluşan kitabında ise hangi yazarların hangi kitaplarından istifade ettiğini açık açık yazar. Dostoyevski, Tolstoy, Bergson, Kant, Hermann Hesse, Shakespeare, Machiavelli, Muhammed İkbal, İbn Nedim, Thomas Mann, Henrik İbsen, Hegel, Ebu Cafer Taberî, Aristo, Adorno, Huxley, Adam Smith, Kierkegard bunlardan sadece bazıları.
Hacılara ve Boşnak kahramanlara hitaben Mayıs 1994'te Mekke'de yaptığı "Büyük Hakikatlerin Sadeliği" konuşmadaki bir bölüm, beni derinden etkilemiştir. Önce bu bölümü aktarmak isterim:
"Allah, Kur'an'da savaşmamızı emrediyor. Ve bizler savaşmalıyız. Bu iki yıl boyunca, savaşmaksızın kurtuluşun mümkün olmadığına kendimizi ikna ettik. Tüm hayat bir mücadeledir ve yalnızca bu büyük gerçeği görenlerin hayatta kalma şansı vardır. Yüce Allah'a şükürler olsun ki, bizler savaştık ve bugün, burada, sizlerle birlikte olmaktan onur duyuyorum."
Şimdi de bu bölümü okuduktan sonra aklıma gelen hadis-i şerifi buraya almak isterim:
"İslâm’ın değirmeni durmadan dönecektir. Siz hep bu değirmenin döndüğü, mücadelenin devam ettiği yerde bulunun. Agâh olun. Kur’an’la Sultan ayrılacaktır."
Hakkın, adaletin ve hakikatin olduğu yeri temin edenler daima mücadele edenlerdir. Bu yüzden Aliya İzzetbegoviç de asla unutulmayacak olan mücadelecilerdendir. Rahmet olsun.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
15 Ekim 2014 Çarşamba
Futbolun ciddi bir oyun olduğu zamanlara yolculuk
"66 Dünya Kupası'nda bu çizgi teknolojisi olsa, İngiltere-Almanya finalindeki çizgiyi geçmeyen topu yıllarca konuşabilir miydik? Hikâyelerimizi öldürecek şeyler bunlar... Mikrop icat edip yıllarca aşı satanlar gibiler. Çiple oyuncuyu takip etmek ne? Biz bilmiyor muyuz topçu ne kadar koştu? Allah belâsını versin bu teknolojinin!"
- Abdülkerim Durmaz (Eski millî futbolcu, teknik direktör)
Ülkemizde futbolun hâlinin yeniden tartışıldığı günlerdeyiz. Bu kez tabiri caizse dört bir yandan ayrı dertle savruluyor Türk futbolu, futbolcusu. Milli takımın durumu, liglerde oynanan futbolun kalitesi, tribünlerden çekilmeye başlayan taraftar grupları, seyirci sayısının giderek azalması, mali tabloların hiç de iç açıcı olmaması, Avrupa'daki başarısızlık... Tüm bunların yanında kendi içinde çalkalanan kulüpler, futbolcu-taraftar kavgaları, yabancı oyuncu sınırlaması, bilet fiyatları vesaire derken işler içinden çıkılamaz bir hâl aldı. Biraz iktisat bilen, biraz da dünya futbolunu takip eden bir aklı selim, çok keskin olmayan devrimlerle bile bir şeyleri toparlayabilecekken maalesef koltuk sevdalılığı da pişmiş aşa su katıyor.
Eskiden maddi durumu ne olursa olsun tüm taraftarların eşit olduğu tribünler şimdi bilet ve kombine fiyatları yüzünden bölünmüş durumda. Futbol formaları eski sadeliğini yitirmiş, futbolcuyu adeta sirk palyaçosu durumuna sokacak nitelikte. Tribünde meş'ale dahil her türlü şov unsurunun yasaklanması, sadece golden sonra coşacak seyirci -taraftar değil- oluşturulmak istenmesi ise futbolu tam manasıyla yoldan bitiren hamleler oldu. Dünyada bu durumlara karşı dik durmaya çalışan ülkeler, kulüpler ve taraftar grupları da bir hayli azaldı.
Buraya kadar şahıs kullanmadan yazdım, ama buraya kadar. Seyirci kalan, seyircidir fakat bir taraftarın "aman bana dokunmayan bin yaşasın" deme şansı yok, aslında hiçbir insanın da yok. Şahsen beş yıl oluyordur kombine bilet almayalı, düzenli maça gitmeyeli. Yağmur çamur demeden arkadaşlarla kol kola, omuz omuza takımı desteklemekten mahrum kaldık, mahrum bırakıldık. Stat önünde beklemeler, yeni transferleri değerlendirmeler, tüm bunların yanında ülkenin sosyal, siyasi ve ekonomik durumunu masaya yatırmalar, dert paylaşmalar, sırdaş olmalar, âna tanık olmalar, hatıralar... Bitti. Maalesef futbolun, futbolumuzun tadı tuzu kalmadı. Ne yapalım? Yani bir taraftar olarak ne yapabiliriz k? Üstelik her şeyimiz kontrol altındayken, sokağa çıkar çıkmaz hayatımıza kast edecek bol miktarda insanlığından çıkmış insan(!) varken, alacaklı borç, ev ekmek beklerken? Bir yudum sevdamız, bir miktar heyecanımız vardı, elimizden alındı. Onu geri alabilmek mümkün gibi de gözükmüyor. Babalarımızın, dedelerimizin anıları bile artık neşe vermiyor. İnsan yaşamadığı yahut yaşaması imkansızmış gibi görünen hatıraları dinlemekle ne kadar mutlu ve umutlu olabilir ki?
Bu kitap, modern Türk futbolunun büyük devrimcisi Jupp Derwall'in anılarından oluşuyor. Bizi ilgilen tarafı ise kitabın neredeyse tamamı. Çünkü Derwall 1950'li yıllarda Alman milli takımı oyuncusuyken aynı zamanda bu oyunun zekasını ve ahlakını da kavramış, nasıl oynanması gerektiğini anlamış, daha sonra da gerek Almanya'ya gerekse ülkemizde uzun yıllar boyu uygulamıştı. İçinde meşin yuvarlağın olduğu ya da olmadığı tüm zaferleri, yenilgileri; kısacası futbolun dipnotlarını ayağından eline paslıyor, kalemi de şutunu çekiyor. Okuyan her taraftarın -seyirci değil- gönlünde yer edinmiş Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları'ndan 2004 basımı bu kitabın yeniden okunması gerekiyor. Hele ki şu günlerde. Her kitap değerlidir lakin bazı kitapların değeri uzun yıllar kaybolmuyor. Önsöz yerine başlama vuruşu demiş Derwall ve o yıllardan dahi şimdinin sancılı yüreklerine dokunmuş:
“Çoktan emekliye ayrılması gereken bedavacı futbolcular, çamurlaşmış bir toprak saha ve 32 adam. Kim sahada bu kadar adamla ilgilenebilirdi ki?"
"...Antrenmanların, maçların, yani oyuncuların ruhlarının derinliklerine kadar inilebilen bu çalışmaların, tamamlanmış bir işin ardından gelen mutluluğu da özlüyorum. Ve tabii ki rekabeti, çatışmaları, iyi geçmiş maçları ve bize güvenin insanları da özlüyorum. Sokaklarda bir Allahın kulunun kalmadığı ve stadlardan coşku ve heyecan fışkıran günler genellikle cumartesi ya da çarşamba günleriydi. Puanlar, şampiyonluklar, küme düşmeler, Avrupa ve dünya şampiyonluğu için heyecan ve umutların ekran karşısında dolup taştığı günler..."
1984 yılında pek çok Alman ligi takımını reddederek Galatasaray'a teknik direktör olan Derwall, henüz o zamandan Türk futbolunun kaybolmaya yüz tutan taraflarını keşfetmiş ve derhal önlemlerini almaya başlamıştı.
"Şimdi anlamıştım, on dört yıl boyunca Galatasaray’da sırf para söz sahibi olmuştu. Sekreterler, antrenörler, menajerler, malzemeciler, park bekçileri, doktorlar, masörler, aşçılar ve ne kadar başka görevli varsa hepsi de ne zamandan beri işlerini profesyonelce, yürekten ve gerekli özeni göstererek yapmıyorlardı. Kulüpteki ufak tefek bir sürü şey, uzun zamandır büyük beylerin umurunda bile değildi. Hiç kimse bu yıllardır süregelen ikileme, çelişkiye bir çare bulmaya girişmemişti."
Bilgisayar oyunlarından yola çıkıp futbolcu transfer etmenin, bilet ve kalitesiz ürünlerle taraftarın cüzdanını yolmanın çok uzakta olduğu yıllar. Neden o zamanlar futbol güzeldi? Stat kapılarında sabahlamalar, soyunma odalarında soba vasıtasıyla ısınmalar, futbolcunun ve sporun ahlaki tarafı, saf bir sevdayla ve ranttan uzak taraftarlık, taraf olmanın coşkusu ve tutkusu... Derwall anlatıyor. Kendi kaleminden.
26 Haziran 2007'de 80 yaşındayken kalp krizi sebebiyle yaşama veda eden Derwall, Türk futbolunda üstüne çıkılamayacak bir iz bıraktı. Şimdi o izden çok uzaktayız. Futbolun endüstriyelleşmesinden o da nasibini aldı, Florya Metin Oktay Tesisleri'nden bir antrenman sahasına "Jupp Derwall Antrenman Sahası" adı verildi. Bu kadar. Devrimlerinin izini kimse sürmedi, hepsi rafa kalktı. Geldiğimiz -kaldığımız- yer ortada. Sadece bunun için bile bu kitap okumaya değer, hem de fazlasıyla.
9 Aralık 1986'da, kalbi futbol aşkıyla atan Galatasaray futbolcusu 17 yaşındaki Dursun Özbek'e de şahit oldu Derwall ve bu kitabı ona da adadı. Futbol böyle yüreklerle güzeldi.
Belki yeniden, safça ve yürekten, "Seni sevmeyen ölsün!" gibi tezahüratların duyulacağı statlar, bu sevgiyle kulübünü ve futbolunu idare edecek yöneticiler görme niyetiyle, bir daha, tekrar tekrar okunmalı...
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
- Abdülkerim Durmaz (Eski millî futbolcu, teknik direktör)
Ülkemizde futbolun hâlinin yeniden tartışıldığı günlerdeyiz. Bu kez tabiri caizse dört bir yandan ayrı dertle savruluyor Türk futbolu, futbolcusu. Milli takımın durumu, liglerde oynanan futbolun kalitesi, tribünlerden çekilmeye başlayan taraftar grupları, seyirci sayısının giderek azalması, mali tabloların hiç de iç açıcı olmaması, Avrupa'daki başarısızlık... Tüm bunların yanında kendi içinde çalkalanan kulüpler, futbolcu-taraftar kavgaları, yabancı oyuncu sınırlaması, bilet fiyatları vesaire derken işler içinden çıkılamaz bir hâl aldı. Biraz iktisat bilen, biraz da dünya futbolunu takip eden bir aklı selim, çok keskin olmayan devrimlerle bile bir şeyleri toparlayabilecekken maalesef koltuk sevdalılığı da pişmiş aşa su katıyor.
Eskiden maddi durumu ne olursa olsun tüm taraftarların eşit olduğu tribünler şimdi bilet ve kombine fiyatları yüzünden bölünmüş durumda. Futbol formaları eski sadeliğini yitirmiş, futbolcuyu adeta sirk palyaçosu durumuna sokacak nitelikte. Tribünde meş'ale dahil her türlü şov unsurunun yasaklanması, sadece golden sonra coşacak seyirci -taraftar değil- oluşturulmak istenmesi ise futbolu tam manasıyla yoldan bitiren hamleler oldu. Dünyada bu durumlara karşı dik durmaya çalışan ülkeler, kulüpler ve taraftar grupları da bir hayli azaldı.
Buraya kadar şahıs kullanmadan yazdım, ama buraya kadar. Seyirci kalan, seyircidir fakat bir taraftarın "aman bana dokunmayan bin yaşasın" deme şansı yok, aslında hiçbir insanın da yok. Şahsen beş yıl oluyordur kombine bilet almayalı, düzenli maça gitmeyeli. Yağmur çamur demeden arkadaşlarla kol kola, omuz omuza takımı desteklemekten mahrum kaldık, mahrum bırakıldık. Stat önünde beklemeler, yeni transferleri değerlendirmeler, tüm bunların yanında ülkenin sosyal, siyasi ve ekonomik durumunu masaya yatırmalar, dert paylaşmalar, sırdaş olmalar, âna tanık olmalar, hatıralar... Bitti. Maalesef futbolun, futbolumuzun tadı tuzu kalmadı. Ne yapalım? Yani bir taraftar olarak ne yapabiliriz k? Üstelik her şeyimiz kontrol altındayken, sokağa çıkar çıkmaz hayatımıza kast edecek bol miktarda insanlığından çıkmış insan(!) varken, alacaklı borç, ev ekmek beklerken? Bir yudum sevdamız, bir miktar heyecanımız vardı, elimizden alındı. Onu geri alabilmek mümkün gibi de gözükmüyor. Babalarımızın, dedelerimizin anıları bile artık neşe vermiyor. İnsan yaşamadığı yahut yaşaması imkansızmış gibi görünen hatıraları dinlemekle ne kadar mutlu ve umutlu olabilir ki?
Bu kitap, modern Türk futbolunun büyük devrimcisi Jupp Derwall'in anılarından oluşuyor. Bizi ilgilen tarafı ise kitabın neredeyse tamamı. Çünkü Derwall 1950'li yıllarda Alman milli takımı oyuncusuyken aynı zamanda bu oyunun zekasını ve ahlakını da kavramış, nasıl oynanması gerektiğini anlamış, daha sonra da gerek Almanya'ya gerekse ülkemizde uzun yıllar boyu uygulamıştı. İçinde meşin yuvarlağın olduğu ya da olmadığı tüm zaferleri, yenilgileri; kısacası futbolun dipnotlarını ayağından eline paslıyor, kalemi de şutunu çekiyor. Okuyan her taraftarın -seyirci değil- gönlünde yer edinmiş Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları'ndan 2004 basımı bu kitabın yeniden okunması gerekiyor. Hele ki şu günlerde. Her kitap değerlidir lakin bazı kitapların değeri uzun yıllar kaybolmuyor. Önsöz yerine başlama vuruşu demiş Derwall ve o yıllardan dahi şimdinin sancılı yüreklerine dokunmuş:
“Çoktan emekliye ayrılması gereken bedavacı futbolcular, çamurlaşmış bir toprak saha ve 32 adam. Kim sahada bu kadar adamla ilgilenebilirdi ki?"
"...Antrenmanların, maçların, yani oyuncuların ruhlarının derinliklerine kadar inilebilen bu çalışmaların, tamamlanmış bir işin ardından gelen mutluluğu da özlüyorum. Ve tabii ki rekabeti, çatışmaları, iyi geçmiş maçları ve bize güvenin insanları da özlüyorum. Sokaklarda bir Allahın kulunun kalmadığı ve stadlardan coşku ve heyecan fışkıran günler genellikle cumartesi ya da çarşamba günleriydi. Puanlar, şampiyonluklar, küme düşmeler, Avrupa ve dünya şampiyonluğu için heyecan ve umutların ekran karşısında dolup taştığı günler..."
1984 yılında pek çok Alman ligi takımını reddederek Galatasaray'a teknik direktör olan Derwall, henüz o zamandan Türk futbolunun kaybolmaya yüz tutan taraflarını keşfetmiş ve derhal önlemlerini almaya başlamıştı.
"Şimdi anlamıştım, on dört yıl boyunca Galatasaray’da sırf para söz sahibi olmuştu. Sekreterler, antrenörler, menajerler, malzemeciler, park bekçileri, doktorlar, masörler, aşçılar ve ne kadar başka görevli varsa hepsi de ne zamandan beri işlerini profesyonelce, yürekten ve gerekli özeni göstererek yapmıyorlardı. Kulüpteki ufak tefek bir sürü şey, uzun zamandır büyük beylerin umurunda bile değildi. Hiç kimse bu yıllardır süregelen ikileme, çelişkiye bir çare bulmaya girişmemişti."
Bilgisayar oyunlarından yola çıkıp futbolcu transfer etmenin, bilet ve kalitesiz ürünlerle taraftarın cüzdanını yolmanın çok uzakta olduğu yıllar. Neden o zamanlar futbol güzeldi? Stat kapılarında sabahlamalar, soyunma odalarında soba vasıtasıyla ısınmalar, futbolcunun ve sporun ahlaki tarafı, saf bir sevdayla ve ranttan uzak taraftarlık, taraf olmanın coşkusu ve tutkusu... Derwall anlatıyor. Kendi kaleminden.
26 Haziran 2007'de 80 yaşındayken kalp krizi sebebiyle yaşama veda eden Derwall, Türk futbolunda üstüne çıkılamayacak bir iz bıraktı. Şimdi o izden çok uzaktayız. Futbolun endüstriyelleşmesinden o da nasibini aldı, Florya Metin Oktay Tesisleri'nden bir antrenman sahasına "Jupp Derwall Antrenman Sahası" adı verildi. Bu kadar. Devrimlerinin izini kimse sürmedi, hepsi rafa kalktı. Geldiğimiz -kaldığımız- yer ortada. Sadece bunun için bile bu kitap okumaya değer, hem de fazlasıyla.
9 Aralık 1986'da, kalbi futbol aşkıyla atan Galatasaray futbolcusu 17 yaşındaki Dursun Özbek'e de şahit oldu Derwall ve bu kitabı ona da adadı. Futbol böyle yüreklerle güzeldi.
Belki yeniden, safça ve yürekten, "Seni sevmeyen ölsün!" gibi tezahüratların duyulacağı statlar, bu sevgiyle kulübünü ve futbolunu idare edecek yöneticiler görme niyetiyle, bir daha, tekrar tekrar okunmalı...
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
13 Ekim 2014 Pazartesi
Heves kırılır şiir içinde kalır
Birazdan bahsini açacağım bütün konular siz sevgili okurlarca şaire görev tayin etmek olarak algılanabilir. Ne ben edebiyatımızın “personel daire başkanı”yım ne de siz bu dediklerime uymakla görevli memurları. “Şairi idealize ediyorsun” diye de bir eleştiri yöneltebilirsiniz. Ancak en iyi şiirlerin hep o “anonim ya da gâvurcasıyla ortak akıl” tarafından yazıldığını düşündüğümden dolayı meselemin şairle değil şiirle olduğunu kolayca anlayabilirsiniz. Hem Yağız Gönüler’in dediği gibi “ben yine bildiğimi okuyordum ağır sayfalardan/ kelimeler çeviriyordum cildi parçalanmış”.
Şiirin, her neyin içinden geçiyorsa (tarihin, şairin, toplumun) ona şahitlik ettiğine inanırım. Şair, yaşadığı çağı şekillendirme gayreti içerisine girdiği takdirde bir anda un ufak olan hevesi avucunun içini dolduruyor. Bunda şairin bir kusuru olduğunu düşünmüyorum çünkü toplum olarak şairlere biçtiğimiz kaftanda bir bilgelik veçhesi de var. Ancak bu bilgelik veçhesi çoğu zaman meczupların gördüğü ilgiyi aşamıyor. Demek istiyorum ki, bir mesele hakkında şairin ne dediği toplum tarafından merak edilir ancak, tıpkı bir meczubun bir mesele hakkında sarf ettiği sözler gibi, şairin sarf ettiği sözler de bir hikmeti vardır etiketi ile rafa kaldırılır. Çünkü şairin dedikleri kullanışlı şeyler değildir, olmamalıdır da.
Şiir vasıtasıyla toplumun bir kesimini bir başka kesiminin girdiği yola yönlendirmenin mümkün olmayacağı kanısındayım. Şiir ancak girilen yolun genişletilmesine, temizlenmesine, tıkanan noktalarının açılmasına yardımcı olabilir. Yaşadığı topluma tanıklık ettiğine değil de yaşadığı toplumu peşinden sürüklediğine inanan şairin hayal kırıklığına uğrayacağını şimdiden söylemek isterim. Çünkü şair kitleleri sürükleyen değil, kitlelerle beraber sürüklenen ama sürüklendiği yerin farkında olan insandır. Yani ya toplumla beraber batar ya da toplumla beraber yükselir. Yani şair ya toplumun en önünden yürür ve bütün saldırıların muhatabı olur ya da o kadar gerilerde kalır ki toplum onun varlığından bile habersizdir. Her iki durumda da şair, toplumun içinde yer alan ancak topluma uzak bir noktadan seyreden konumundadır. Toplumla beraber hareket eden ancak durduğu yer olarak toplumun dışında kalan birisinin dünyaya karşı durmakla meşhur olması ise pek muhtemeldir.
Yılda 3000-4000 şiir okuyan bir okur değilim. Yılda şu kadar şiir okudum diyebileceğim bir sayı da yoktur. Yılda şu kadar şiir okurum diye meclislerde övünülerek konuşulmasını da hâlâ anlamış değilim. Ancak bazı şiirlerim vardır, okur olarak artık benim dediğim şiirler yani, onları iki günde bir okurum. Bu da yıla vurduğumuz zaman 150-200 kere eder. Ancak bu bahsettiklerim okudukça içerimi ısıtan şiirler olduğu için onlardan asla soğumam. O yüzden buradan beylik laflar edecek değilim. Şiirde takıntı sahibi olmayı şair olmaya çalışan bir okur olarak hep tercih etmişimdir. Şiirinde de okuduklarında da bir takıntısı olmayanlar yönlendirilen okur/şair olmuşlardır. İsmet Özel’in anlattığı bir masal vardır Waldo Sen Neden Burada Değilsin’de. O masal şairin çevresinde anlatılagelen kendi masalıdır ve şu şekilde biter: “Ama işe bakın ki adam iyi şiirler yazmaya devam etmiş.”
Şair eğer kendisine bir vazife biçecekse ta başından itibaren duracağı yeri tayin etmelidir. Şairin fikri ile zikrinin farklı olabileceğine inanan ve “canım şiirleri çok iyi de düşüncelerine katılmıyorum” diye laflar eden bir kitle var biliyoruz. Maalesef bu tür sözleri kimi yerlerde itibar gören olan şizofrenik bu kitle ile şairin karşı karşıya kalması an meselesidir. Eğer ki şairin derdi bir yerleri, en azından kendisini, rahatsız etmek ise öncelikle durduğu yerde ayaklarını sabitlemesi gerekmektedir.
Bu girişten sonra kardeşim Yağız Gönüler’in ilk kitabı olan “Kırılınca Klarnet” üzerine birkaç kelam etmek istiyorum. Kitap “hepimiz ölecek yaştayız” diyerek yaşamaya devam eden İzdiham Yayınları’ndan geçtiğimiz ay çıktı. Kendisini edebiyat dergilerinden tanıdığımız ve bilhassa dostum olan şair bu ilk kitabını kimseye ithaf etmeyerek âtiye öbür ucu görünmeyen bir köprü attı.
Kitap “nihavent, hicaz ve hüzzam” olmak üzere üç kısımdan ve ikisi ilk kez kitapta gün ışığı görmüş toplam yirmi yedi şiirden oluşuyor. Kitaba “Yola Çıkmak” şiire ile başlıyoruz. Kitabın isminin “Kırılınca Klarnet” olmasından da anlaşılacağı üzere şair “klarnet”in “kırılması” ile başlayan bir süreçten, bir yolculuktan bahsediyor. Kitabın yalnızca içindekiler kısmına baktığımız zaman bile fark edileceği üzere kitap, insanın içine doğru olan yolcukta yanımıza almamız gereken üç şeyden üçünü de barındırıyor: Vicdan, merhamet ve sabır. Yola çıkmanın yolda olmaktan, yoldaş olmanın yolcu olmaktan daha zor olduğu modern zamanlarda şiirle iştigal etmenin ne kadar zor olduğunu şair ile evveliyatında çokça konuşmuştuk. Şiir yayımlayanların bile şiir okumadığı bir dönemde şiir kitabı çıkarmanın büyük bir cesaret örneği olduğunu söylemiştim. Kendisi de delilerden medet umduğunu çünkü aklı başında bir insanın şiir kitabına para vermeyeceğini söylemişti. Gariplerden ve delilerden medet umuyoruz o halde.
Eve dönmeyi kendine dert edinmiş bir şair ile karşı karşıyayız. Bunu şiirlere ağır bir biçimde sinmiş olan vicdan muhasebesi havasından anlayabiliriz. Büyük büyük laflar etmektense “kendi dünyamı ne kadar düzeltebilirim ya da düzeltemesem bile nereleri bozukmuş” diye bir muhasebe havasında giden şiirler kalbimizde saklı kalmış kimi duyguları harekete geçirir nitelikte. Örnek vermek gerekirse şair “gökdelenin temelinde kalmış, hassas bir çınarın dalları” diyerek öyle ötelere gitmeye gerek kalmadan, burnumuzun dibinde yükselen gökdelenlerin insanlığımıza açtığı yaralardan bahsediyor. Şair ölümün, engellerin, acziyetin unutturulmak istendiği iki boyutlu ideal kent düzeninden oldukça rahatsız. Nitekim bu kent insana, eksik kalan tarafı her ne ise orasını kozmetik ile kapatabileceğini öğütler. Kentin dışına taşınmış mezarlıklar, akıl hastalarını hapsetmek için kurulmuş tımarhaneler, ölümü hatırlattığı için maskelenmek istenen kırışıklıklar ve panoptikon tipi devletler. İşte bunların tamamını “kozmetik” ile kapatmak modern kentin idealidir. Şair de bunun farkında ki mısralarında sıkça bu rahatsızlık hissediliyor: “Eskimiş bir kaldırımdır, bir şehrin amel defteri/ Gökdelenlerin arkasına sığınmış mecburen mezarlıklar”.
Düşmanın silahı olan kavga ve gürültüyle kuşanmaktan ziyade durduğu yeri bilen bir şair Yağız Gönüler. Şiirinde modern dünya ve insanı insanlıktan çıkaran bil cümle arızî durumla kavga halinde. Ancak şair bu kavgayı birilerini inciterek değil kendisinden yola çıkarak sürdürüyor. Bu da şiirine lirik bir görünüm kazandırıyor. Ancak şiirlerinden de görüyoruz ki kimseyle uzlaşmak gibi bir derdi yok şairimizin. Daha çok kendi derdine düşmüş bir havası var. Tabi insan bir şeyleri düzeltmeye kendinden başladığı zaman onu öldürmeye gelen de onda hayat buluyor: “Dosttan düşman olur, düşmandan dost olmaz, iyi bilirim/ İnsan önce kendiyle iyi geçinmelidir, bunu severek söylerim” diyor mesela.
Her yolcuğun sonu gibi bu yolculuğun sonu da mezarlıklarda bitiyor. Nitekim kitabın son şiiri de “Mezarlık”. Ancak ölümü ve mezarlığı, modern algının aksine, bir kaybediş bir yok oluş olarak değerlendirmiyor şair. Ölümü yeni bir başlangıç olarak görmemiz gerektiğini şu mısraından anlayabiliriz mesela: “Tıkanınca nefesim soluğu alırım kaybolmuş bir mezarlıkta.”
Ben Yağız Gönüler şiirlerini, şair bu değerlendirmeme ne kadar katılır bilemiyorum ama, “kimseye eyvallahı olmayan” şiirler olarak nitelendiriyorum. Kitabın ve şairin gelecekteki konumu hakkında tahminim, en azından temennim, odur ki ismi şiirlerini aşmış magazinsel bir şair değil, şiiri tarafından asırlarca anılacak olan köklü bir şair kazanıyor edebiyatımız. Şairin kitabına da aldığı ve ilk olarak Edebiyat Ortamı’nın 32. sayısında yayımlanan “Sus” şiiri ile yazımı bitiriyorum çünkü “her seferinde tutamadım sendeledi dilim/ Sustum ve bitti konum.”
Muhammed Faruk Özcan
* Bu yazı daha önce Dergâh dergisinin 295. sayısında yayımlanmıştır.
Şiirin, her neyin içinden geçiyorsa (tarihin, şairin, toplumun) ona şahitlik ettiğine inanırım. Şair, yaşadığı çağı şekillendirme gayreti içerisine girdiği takdirde bir anda un ufak olan hevesi avucunun içini dolduruyor. Bunda şairin bir kusuru olduğunu düşünmüyorum çünkü toplum olarak şairlere biçtiğimiz kaftanda bir bilgelik veçhesi de var. Ancak bu bilgelik veçhesi çoğu zaman meczupların gördüğü ilgiyi aşamıyor. Demek istiyorum ki, bir mesele hakkında şairin ne dediği toplum tarafından merak edilir ancak, tıpkı bir meczubun bir mesele hakkında sarf ettiği sözler gibi, şairin sarf ettiği sözler de bir hikmeti vardır etiketi ile rafa kaldırılır. Çünkü şairin dedikleri kullanışlı şeyler değildir, olmamalıdır da.
Şiir vasıtasıyla toplumun bir kesimini bir başka kesiminin girdiği yola yönlendirmenin mümkün olmayacağı kanısındayım. Şiir ancak girilen yolun genişletilmesine, temizlenmesine, tıkanan noktalarının açılmasına yardımcı olabilir. Yaşadığı topluma tanıklık ettiğine değil de yaşadığı toplumu peşinden sürüklediğine inanan şairin hayal kırıklığına uğrayacağını şimdiden söylemek isterim. Çünkü şair kitleleri sürükleyen değil, kitlelerle beraber sürüklenen ama sürüklendiği yerin farkında olan insandır. Yani ya toplumla beraber batar ya da toplumla beraber yükselir. Yani şair ya toplumun en önünden yürür ve bütün saldırıların muhatabı olur ya da o kadar gerilerde kalır ki toplum onun varlığından bile habersizdir. Her iki durumda da şair, toplumun içinde yer alan ancak topluma uzak bir noktadan seyreden konumundadır. Toplumla beraber hareket eden ancak durduğu yer olarak toplumun dışında kalan birisinin dünyaya karşı durmakla meşhur olması ise pek muhtemeldir.
Yılda 3000-4000 şiir okuyan bir okur değilim. Yılda şu kadar şiir okudum diyebileceğim bir sayı da yoktur. Yılda şu kadar şiir okurum diye meclislerde övünülerek konuşulmasını da hâlâ anlamış değilim. Ancak bazı şiirlerim vardır, okur olarak artık benim dediğim şiirler yani, onları iki günde bir okurum. Bu da yıla vurduğumuz zaman 150-200 kere eder. Ancak bu bahsettiklerim okudukça içerimi ısıtan şiirler olduğu için onlardan asla soğumam. O yüzden buradan beylik laflar edecek değilim. Şiirde takıntı sahibi olmayı şair olmaya çalışan bir okur olarak hep tercih etmişimdir. Şiirinde de okuduklarında da bir takıntısı olmayanlar yönlendirilen okur/şair olmuşlardır. İsmet Özel’in anlattığı bir masal vardır Waldo Sen Neden Burada Değilsin’de. O masal şairin çevresinde anlatılagelen kendi masalıdır ve şu şekilde biter: “Ama işe bakın ki adam iyi şiirler yazmaya devam etmiş.”
Şair eğer kendisine bir vazife biçecekse ta başından itibaren duracağı yeri tayin etmelidir. Şairin fikri ile zikrinin farklı olabileceğine inanan ve “canım şiirleri çok iyi de düşüncelerine katılmıyorum” diye laflar eden bir kitle var biliyoruz. Maalesef bu tür sözleri kimi yerlerde itibar gören olan şizofrenik bu kitle ile şairin karşı karşıya kalması an meselesidir. Eğer ki şairin derdi bir yerleri, en azından kendisini, rahatsız etmek ise öncelikle durduğu yerde ayaklarını sabitlemesi gerekmektedir.
Bu girişten sonra kardeşim Yağız Gönüler’in ilk kitabı olan “Kırılınca Klarnet” üzerine birkaç kelam etmek istiyorum. Kitap “hepimiz ölecek yaştayız” diyerek yaşamaya devam eden İzdiham Yayınları’ndan geçtiğimiz ay çıktı. Kendisini edebiyat dergilerinden tanıdığımız ve bilhassa dostum olan şair bu ilk kitabını kimseye ithaf etmeyerek âtiye öbür ucu görünmeyen bir köprü attı.
Kitap “nihavent, hicaz ve hüzzam” olmak üzere üç kısımdan ve ikisi ilk kez kitapta gün ışığı görmüş toplam yirmi yedi şiirden oluşuyor. Kitaba “Yola Çıkmak” şiire ile başlıyoruz. Kitabın isminin “Kırılınca Klarnet” olmasından da anlaşılacağı üzere şair “klarnet”in “kırılması” ile başlayan bir süreçten, bir yolculuktan bahsediyor. Kitabın yalnızca içindekiler kısmına baktığımız zaman bile fark edileceği üzere kitap, insanın içine doğru olan yolcukta yanımıza almamız gereken üç şeyden üçünü de barındırıyor: Vicdan, merhamet ve sabır. Yola çıkmanın yolda olmaktan, yoldaş olmanın yolcu olmaktan daha zor olduğu modern zamanlarda şiirle iştigal etmenin ne kadar zor olduğunu şair ile evveliyatında çokça konuşmuştuk. Şiir yayımlayanların bile şiir okumadığı bir dönemde şiir kitabı çıkarmanın büyük bir cesaret örneği olduğunu söylemiştim. Kendisi de delilerden medet umduğunu çünkü aklı başında bir insanın şiir kitabına para vermeyeceğini söylemişti. Gariplerden ve delilerden medet umuyoruz o halde.
Eve dönmeyi kendine dert edinmiş bir şair ile karşı karşıyayız. Bunu şiirlere ağır bir biçimde sinmiş olan vicdan muhasebesi havasından anlayabiliriz. Büyük büyük laflar etmektense “kendi dünyamı ne kadar düzeltebilirim ya da düzeltemesem bile nereleri bozukmuş” diye bir muhasebe havasında giden şiirler kalbimizde saklı kalmış kimi duyguları harekete geçirir nitelikte. Örnek vermek gerekirse şair “gökdelenin temelinde kalmış, hassas bir çınarın dalları” diyerek öyle ötelere gitmeye gerek kalmadan, burnumuzun dibinde yükselen gökdelenlerin insanlığımıza açtığı yaralardan bahsediyor. Şair ölümün, engellerin, acziyetin unutturulmak istendiği iki boyutlu ideal kent düzeninden oldukça rahatsız. Nitekim bu kent insana, eksik kalan tarafı her ne ise orasını kozmetik ile kapatabileceğini öğütler. Kentin dışına taşınmış mezarlıklar, akıl hastalarını hapsetmek için kurulmuş tımarhaneler, ölümü hatırlattığı için maskelenmek istenen kırışıklıklar ve panoptikon tipi devletler. İşte bunların tamamını “kozmetik” ile kapatmak modern kentin idealidir. Şair de bunun farkında ki mısralarında sıkça bu rahatsızlık hissediliyor: “Eskimiş bir kaldırımdır, bir şehrin amel defteri/ Gökdelenlerin arkasına sığınmış mecburen mezarlıklar”.
Düşmanın silahı olan kavga ve gürültüyle kuşanmaktan ziyade durduğu yeri bilen bir şair Yağız Gönüler. Şiirinde modern dünya ve insanı insanlıktan çıkaran bil cümle arızî durumla kavga halinde. Ancak şair bu kavgayı birilerini inciterek değil kendisinden yola çıkarak sürdürüyor. Bu da şiirine lirik bir görünüm kazandırıyor. Ancak şiirlerinden de görüyoruz ki kimseyle uzlaşmak gibi bir derdi yok şairimizin. Daha çok kendi derdine düşmüş bir havası var. Tabi insan bir şeyleri düzeltmeye kendinden başladığı zaman onu öldürmeye gelen de onda hayat buluyor: “Dosttan düşman olur, düşmandan dost olmaz, iyi bilirim/ İnsan önce kendiyle iyi geçinmelidir, bunu severek söylerim” diyor mesela.
Her yolcuğun sonu gibi bu yolculuğun sonu da mezarlıklarda bitiyor. Nitekim kitabın son şiiri de “Mezarlık”. Ancak ölümü ve mezarlığı, modern algının aksine, bir kaybediş bir yok oluş olarak değerlendirmiyor şair. Ölümü yeni bir başlangıç olarak görmemiz gerektiğini şu mısraından anlayabiliriz mesela: “Tıkanınca nefesim soluğu alırım kaybolmuş bir mezarlıkta.”
Ben Yağız Gönüler şiirlerini, şair bu değerlendirmeme ne kadar katılır bilemiyorum ama, “kimseye eyvallahı olmayan” şiirler olarak nitelendiriyorum. Kitabın ve şairin gelecekteki konumu hakkında tahminim, en azından temennim, odur ki ismi şiirlerini aşmış magazinsel bir şair değil, şiiri tarafından asırlarca anılacak olan köklü bir şair kazanıyor edebiyatımız. Şairin kitabına da aldığı ve ilk olarak Edebiyat Ortamı’nın 32. sayısında yayımlanan “Sus” şiiri ile yazımı bitiriyorum çünkü “her seferinde tutamadım sendeledi dilim/ Sustum ve bitti konum.”
Muhammed Faruk Özcan
* Bu yazı daha önce Dergâh dergisinin 295. sayısında yayımlanmıştır.
Dünya, sırtımızda kambur
Henüz ilk sayfasından itibaren öfke, huzursuzluk ve hayatta insanın başına gelebilecek her türlü sıkıntıyı göğsünde yumuşatıp topuklarına kadar sinirle doldurmuş bir karakterle karşılaşıyoruz bu kitapta. Şule Gürbüz’ün 1992’de yayımlanan ilk romanı “Kambur”un tadı oldukça koyu bir aromaya sahip. Bu kapkara, kopkoyu, kaskatı yaşamın her türlü kasvetine bir renk katmadan, dolayısıyla katkısız bir metin sunuyor okuyucusuna yazar. Kimileri için uzun öykü, kimileri için kısa roman, kimileri için de “juvenilia” denebilecek bir metin yaşıyor Kambur’da. Murat Belge bu durumu değerlendirirken “Genç bir yazarın ilk eseri denecek, “juvenilia” kategorisine sokulacak hiçbir yanı yoktu Kambur’un. Olgun bir yazarın elinden çıkmış, acemiliği, sakatlığı olmayan, olgun bir metindi.” şeklinde yorumlamış.
Yaşama karşı duruşunu nefretten yana seçmiş bir karakter hayal etmek gerekiyor kitabı okurken. Gerçi hayal etmeye gerek bile kalmadan, ilk cümlelerden itibaren bu karakter doğuyor okuyucunun gözbebeklerinde. Sanki hayatın tüm kötü yüklerini sırtına yüklemiş ve bu yüzden kambur olmuş bir karakter. Ama gözü ve gönlü hiç kapanmamış. Çünkü dile getirmek istediklerini, dertlerini öyle güzel kusuyor ki, bu istifra dilekçesinin altına okuyucu da nihayet imza atmak istiyor.
“Kolumdaki bu saat var ya, ondan ölesiye nefret ederim. Hiç geri kalmaz çünkü. Beni bu hale getiren odur. Biraz geri kalsaydı, bazı belaları, geciktiğim için savuşturabilirdim. Oysa nereye gideceksem tam zamanında orada bulunduğum için, bela da beni bekler bulurdu. (Savuşturabildiklerim bile tekrar bileniyor.)”
Bir yazarın ilk kitabı, sıktığı ilk kurşunudur. Belki de doğrulttuğu ilk silahı. Dolayısıyla üslubu ve konuyu okuyucu derhal hafızasına alıyor. Bundan sonraki kitaplarda da aynı saldırıya maruz kalacağını düşünür. Kambur, yazarın diğer kitaplarından ayrı bir yerde konumlansa da, aslında yazarın ince ruhunun hayata karşı duruşundan da cümleler yansıtıyor. Bilhassa bazı cümleler, sanki sorunlu bir şiirin sorunsuz bir dizesi gibi muhteşem etkiler uyandırıyor insan beyninde.
“Tanımakla görevlendirildiğim kişi ben miyim?”
Kinayenin hem güldürenini hem de üzenini bulmak gittikçe zorlaşıyor yaşadığımız modern çağda. Şule Gürbüz bu konuya da başparmağını basıyor ve ders veriyor:
“İki, üç, belki dört çocuğun var. Daha yere çöp atanlara niye kızıyorsun?”
Romanı okurken Yusuf Atılgan’ın “Anayurt Oteli”ndeki öfkeli karakter Zebercet’i de Dostoyevski’nin “Yeraltından Notlar”ındaki Bay X’ini de hatırlamak mümkün. Çaresizlikle karışmış öfke dolu bir karakte bu. I. Dünya Harbi’nden önce Zebercet, Bay X ve Kambur gibi üç karakteri aynı romana koyabilen bir yazar olsaydı, Almanlarla beraber mağlup sayılmazdık. Buna eminim. Tüm bunların dışında Charles Bukowski’nin Kambur adlı şiirindeki şu dizeleri de kitabın bir sayfasına not ettiğimi hatırlıyorum: “Bir gladyatörün talihinden / daha iyiydi talihim, diye düşünüyorum / ama ondan da emin değilim / bir çok kadın tarafından sevildim / hayatı sırtında bir kambur gibi taşıyan biri için / talih sayılır.”
“En canınızdan bezip “Benden bu kadar” dediğiniz anlarda, bir oyunbozan çıkar ortaya. Kendinizi yok etmeyi, en azından yok saymayı düşündüğünüz bir anda, birisi bir kahve ısmarlayıverir; ve bir kahveye fit olup, yaşama devam etmeye karar verirsiniz. Değişen bir şey yoktur tabii – ve bu kimse yeni biri de değildir.”
Şule Gürbüz yaptığı bir röportajında Kambur’u 18 yaşındayken, henüz yazarlık duygusundan çok uzaktayken, tamamen o yaşına ait duygu, düşünüş ve akıl dünyasından bir bakışla yazdığını söyler. Haliyle bu, Kambur’un daha günlük tadında, yazarın diğer kitaplarından biraz daha farklı bir yerde durmasını sağlıyor. “Çünkü” diye devam ediyor Şule Gürbüz, “Sonrasında tahsil ve kendimle kaldığım zamanımda ve mekanik saat ustası olmakla geçen ömrümün bu devamında kendi bakışımı, hayatın içimde aldığı manayı, doğru düşünüp tartmayı kendime yerleştirmekle meşgul oldum.” diye ekliyor. Buradan şunu da çıkarabiliriz ki, bir “iş” tuttuktan sonra “işler” de değişiyor. İşleyen şey de, işlenen şey de insan oluyor. Işıldıyor mu yoksa kararıyor mu? Bu sorunun cevabı da aslında Kambur’un bazı cümlelerinde genç bir kalemden çıkan anarşist duygular olarak değil, geleceği de koklayabilen bir ruh olarak zuhur ettiğini okuyabiliyoruz.
“Ve hiçbir şeye şaşmıyorum – her şey bildik diyordum ya; bu doğru değil. Ben dünyaya olup biteni hayretle izlemeye ve şaşırmaya gelmişim – durmadan şaşırmaya…”
Dünya, sırtımızda kambur. Taşımayı ve şaşırmayı bildiğimiz kadar.
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
Yaşama karşı duruşunu nefretten yana seçmiş bir karakter hayal etmek gerekiyor kitabı okurken. Gerçi hayal etmeye gerek bile kalmadan, ilk cümlelerden itibaren bu karakter doğuyor okuyucunun gözbebeklerinde. Sanki hayatın tüm kötü yüklerini sırtına yüklemiş ve bu yüzden kambur olmuş bir karakter. Ama gözü ve gönlü hiç kapanmamış. Çünkü dile getirmek istediklerini, dertlerini öyle güzel kusuyor ki, bu istifra dilekçesinin altına okuyucu da nihayet imza atmak istiyor.
“Kolumdaki bu saat var ya, ondan ölesiye nefret ederim. Hiç geri kalmaz çünkü. Beni bu hale getiren odur. Biraz geri kalsaydı, bazı belaları, geciktiğim için savuşturabilirdim. Oysa nereye gideceksem tam zamanında orada bulunduğum için, bela da beni bekler bulurdu. (Savuşturabildiklerim bile tekrar bileniyor.)”
Bir yazarın ilk kitabı, sıktığı ilk kurşunudur. Belki de doğrulttuğu ilk silahı. Dolayısıyla üslubu ve konuyu okuyucu derhal hafızasına alıyor. Bundan sonraki kitaplarda da aynı saldırıya maruz kalacağını düşünür. Kambur, yazarın diğer kitaplarından ayrı bir yerde konumlansa da, aslında yazarın ince ruhunun hayata karşı duruşundan da cümleler yansıtıyor. Bilhassa bazı cümleler, sanki sorunlu bir şiirin sorunsuz bir dizesi gibi muhteşem etkiler uyandırıyor insan beyninde.
“Tanımakla görevlendirildiğim kişi ben miyim?”
Kinayenin hem güldürenini hem de üzenini bulmak gittikçe zorlaşıyor yaşadığımız modern çağda. Şule Gürbüz bu konuya da başparmağını basıyor ve ders veriyor:
“İki, üç, belki dört çocuğun var. Daha yere çöp atanlara niye kızıyorsun?”
Romanı okurken Yusuf Atılgan’ın “Anayurt Oteli”ndeki öfkeli karakter Zebercet’i de Dostoyevski’nin “Yeraltından Notlar”ındaki Bay X’ini de hatırlamak mümkün. Çaresizlikle karışmış öfke dolu bir karakte bu. I. Dünya Harbi’nden önce Zebercet, Bay X ve Kambur gibi üç karakteri aynı romana koyabilen bir yazar olsaydı, Almanlarla beraber mağlup sayılmazdık. Buna eminim. Tüm bunların dışında Charles Bukowski’nin Kambur adlı şiirindeki şu dizeleri de kitabın bir sayfasına not ettiğimi hatırlıyorum: “Bir gladyatörün talihinden / daha iyiydi talihim, diye düşünüyorum / ama ondan da emin değilim / bir çok kadın tarafından sevildim / hayatı sırtında bir kambur gibi taşıyan biri için / talih sayılır.”
“En canınızdan bezip “Benden bu kadar” dediğiniz anlarda, bir oyunbozan çıkar ortaya. Kendinizi yok etmeyi, en azından yok saymayı düşündüğünüz bir anda, birisi bir kahve ısmarlayıverir; ve bir kahveye fit olup, yaşama devam etmeye karar verirsiniz. Değişen bir şey yoktur tabii – ve bu kimse yeni biri de değildir.”
Şule Gürbüz yaptığı bir röportajında Kambur’u 18 yaşındayken, henüz yazarlık duygusundan çok uzaktayken, tamamen o yaşına ait duygu, düşünüş ve akıl dünyasından bir bakışla yazdığını söyler. Haliyle bu, Kambur’un daha günlük tadında, yazarın diğer kitaplarından biraz daha farklı bir yerde durmasını sağlıyor. “Çünkü” diye devam ediyor Şule Gürbüz, “Sonrasında tahsil ve kendimle kaldığım zamanımda ve mekanik saat ustası olmakla geçen ömrümün bu devamında kendi bakışımı, hayatın içimde aldığı manayı, doğru düşünüp tartmayı kendime yerleştirmekle meşgul oldum.” diye ekliyor. Buradan şunu da çıkarabiliriz ki, bir “iş” tuttuktan sonra “işler” de değişiyor. İşleyen şey de, işlenen şey de insan oluyor. Işıldıyor mu yoksa kararıyor mu? Bu sorunun cevabı da aslında Kambur’un bazı cümlelerinde genç bir kalemden çıkan anarşist duygular olarak değil, geleceği de koklayabilen bir ruh olarak zuhur ettiğini okuyabiliyoruz.
“Ve hiçbir şeye şaşmıyorum – her şey bildik diyordum ya; bu doğru değil. Ben dünyaya olup biteni hayretle izlemeye ve şaşırmaya gelmişim – durmadan şaşırmaya…”
Dünya, sırtımızda kambur. Taşımayı ve şaşırmayı bildiğimiz kadar.
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)