“Şair başkaldırır ve rahatsız eder. Eşya ile kavgası vardır. Dolayısıyla nesneyle sıkı fıkı olanlara karşı da şairin tavrı bellidir.”
- Hüseyin Akın
Kaybolmanın önemi üzerine konuşmak lazım. Kaybolmanın bir insanı feraha ve sıhhate nasıl kavuşturacağı üzerine kafa yormak lazım. Kaybolmak dendiğinde kaç farklı anlam aklımıza gelirse gelsin, Hüseyin Akın'ın "Kaybolmak, kimsenin tarif edemediği özlenen bir uzaklığa, hiç düşünmediğimiz bir anda kavuşmaktır" sözü tam gerçeği işaretliyor. Kaybolmak aslında kavuşmaktır, kaybolan insan kendine kavuşma hususunda bir şeyleri göze almış, göze aldığı şeylerin üstesinden gelip kendini bulmayı amaç edinmiştir. Hiç düşünmediği anda keşfeder insan kaybolmayı ve ardından kendini yakaladığında yapışır yakasına hiç şüphesiz: Neredeydin?
Şehir, kent, il. Ne dersek diyelim modern hayatın içinde biz ne kadar kaybolduğumuzu zannetsek de aslında kaybolmuyoruz. Kaybolmaya olan ihtiyacımızın her gün arttığını söylemek çok daha doğru olur. O kadar kalabalığız ki, bu kalabalıklık kendi içimizdeki gürültüyü, aceleciliği, kopyala yapıştır düşünceleri, dijital algıları birbirine karıştırıyor. Egede bir ihtiyarın her gün söylediği gibi, "kafa gidik" bir hal alıyor. Ruhsuzlaşıyoruz. Bu sürecin en tehlikeli yanı ise aslında her şeyin farkındayız. Bir ölü toprağı üzerimizde, belki asırlardır, belki dünden beridir ama hep vardır. "Hedefi ve kıblesi olan insan kaybolur" diyen şairin denemelerinin her birinde ne kadar hedefsiz ve kıblesiz olduğumuz tarif edilirken, bir umut kapısı daima açık bırakılıyor. Şair gayet iyi biliyor her karamsarlıkta bir umudun saklı olduğunu, saklı bulunması gerektiğini.
Edebi anlamda lezzetli, fikri anlamda akla yatkın, vicdani anlamda ise can sıkıcı metinler barındırıyor Hüseyin Akın'ın denemesi. İnsan, canını sıkan şeye daha çok kulak kabartıyor. Bildiğini zannedip aslında hiç bilmediğini, uğradığını zannedip aslında hiç yolundan geçmediğini, baktığını zannedip aslında hiç görmediğini anlıyor bu sıkıcılıkta. Nihayet sıkı can da kolay çıkmıyor bu kaybolma yolunda. Şair, denemelerinde hem kendini hem okuyucu kaybolmaya yönlendirirken, diğer kaybolanlardan da istifade ediyor. Mesela:
"Mustafa Kutlu hacca dair bir yazısında "Hac biraz da kaybolmaktır" diyordu. Bu sözü tuttum. Öyle ya, kaybolmazsan nasıl hacı olacaksın! Hacda kaybolmak yakın zaman, yakın mekân ve yakın insanı unutarak, tıpkı mahşerde gibi sadece kendine rucu edebilmeye vesiledir. Hedefi ve kıblesi olan insan kaybolur."
"Dünyada yolu çatallanan tek varlık insan. Onun için kendini insandan başka kaybeden varlık da yok. Bilincimiz olmasaydı olduğumuz ve bulunduğumuz yeri bize kim haber verebilirdi? Ya bütün yollar yürünebilir olsaydı? Bunun cevabını İsmet Özel veriyor: "Bir insanın önündeki bütün yollar yürünebilir ise o insan kaybolmuştur."
Kaybolma eylemini insan ne kadar gerçekleştirebilir ya da insan kaybolmanın neresindedir diye düşündüğümüzde hakikaten kaybolabiliriz. Bu yolda yürürken bastığımız yerlere bir iz bırakıp geri dönme fikri asla taşımamalıyız. Aklı dönüşte olanın fikri gidişte olabilir mi? Mümkün değil.
Hüseyin Akın'ın, denemelerinin başlıklarını özenle seçtiği belli. Bu başlık meselesi hem kolay iş değil, hem de metinle olan ilişkisiyle direkt bütünlük göstermesi çok önemli. Merak ettirmeli ama iddiasını da altındaki metinle doğrulamalı. "Gaybı olmayanın kaybı da olmaz", "Modern zamanlarda inziva verili dilden şiire yükselmektir", "Şiir, ölüme hazırlıktır", "Karne amel defterinden bir sayfadır", "Hayatınız ideal mi yoksa ideolojik mi?", "Tüccarlar neden şiir okumazlar?", "Sağlık neye yarar", "Korkunun ecele faydası vardır", "Evde var insan!", "Edebiyatı hayata alet edelim", "Ölüleri niçin severiz?", "Uykunuz gelirse ona iyi davranın", "İnsanda damping!", "Anlamak cesaret ister", "Korkma sönmez!", "Nazım Hikmet'in Dergâh'ı neden yıkıldı?", "Milli fukaralık" ve "Kem âlatla kemalat olmaz" oldukça ilginç konu başlıklarından bazıları. Üslup çok lezzetli, içerik sade ve öz.
Bu denemeyi okumadan evvel ellerimizi ve yüzümü yıkamamız gerekiyor. Elbette musluk ve suyun bu yıkamayla bir ilgisi yok. Zira:
"...Şair de böyledir, yapay ışıklarla karartılmış dünyayı elleriyle aydınlatmaya çalışır. İnsanın kalbindeki önce yüzüne oradan da ellerine sirayet eder. Kalbi temiz olanın elleri de temizdir."
Önce kendini kaybet ki kendini bul. Bulurken aradıklarının her birinde yeniden bul. Her buluşunda ise daha fazla kendin ol. Çabuk ol ama acele etme.
Şairin bir şiirindeki gibi: "Yüreğimi çabuk tutmalıyım sevgiye ve kine"...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
20 Mart 2014 Perşembe
Yalın bir yankı
Şeref Bilsel, ilk okuyuşta kolayca söylenivermiş intibaı uyandıran, kolayca da anlaşılabilirmiş zannı veren bir şiir yazıyor. Acaba öyle mi? Ben aksi fikirdeyim. Günlük hayattan kayda geçirilmiş izlemimi doğuran bu yalın şiir, o kadar da kolayca kendini ele vermiyor. Yalınlıkla basitlik hatta yavanlık çoğu zaman karıştırılır. Yalınlığı zor anlaşılır kılan da tam bu kafa karışıklığıdır esasen. Şeref Bilsel, yeni kitabı Dünyanın Külü’nde, yıllar boyu biriken tecrübelerin bir nehrin çarpa çarpa düzleştirdiği taşlardan duyabileceğimiz yalın bir yankısını duyuyoruz.
İki bölümden oluşuyor Dünyanın Külü. Dağdağa ve Uykuda. İlkinde sesiyle bile keşmekeşi çağırsa da ikinci bölümde de huzur ve sükûn telkin etse de görünüşe ve ilk çağrışıma aldanmamak gerek. Yanıp biten bir dünyadan kalan bir avuç kül. Keşke her şey bu kadar kolay özetlenebilseydi. Gerçi özete gelebilen bir metin de şiir ismini ne kadar hak edebilir ki?
Şeref Bilsel “söyledikleri” kadar “ima ettikleriyle” de özel bir şair. İnsanın kendi kuytusuna iltica etmeden okuyamayacağı bir şiiri var onun. Bundan onun şiirini, bir fildişi kule fantezisi olarak gördüğüm sonucu çıkmaz umarım. Zira hayatla bağları kopuk, asosyal bir şiir değil onun yazdığı. Mutassvıfların “kalabalıklar içindeki yalnızlık” olarak günümüz Türkçesine aktarabileceğimiz “halvet der encümen” haline yakın bir hal ile okudum Dünyanın Külü’nü.
Bundan Şeref Bilsel’i “mutasavvıf şair” olarak gördüğüm sonucu çıkmaz umarım. Benim meramım onun şiirinde şekli göstergelerin ötesindeki tınıyı ve manayı yakalamak için kullanabileceğim ifadenin tam olarak bu olması. Bilsel’in “hikmet” burcuna yaklaşan şiirini ifade edebilmek için doğrusu daha uygun başka bir ifade bulamıyorum. Dünyanın geçiciliğini, asli olana duyulan hasreti ve şiirde “yalınlaşa yalınlaşa” yaklaşılan hikmeti başka türlü ifade edemediğim için umarım beni affedersiniz. İlk bölüm olan Dağdağa’yı başka kelimelerle ifade edebilme becerim olsaydı emin olun o kelimeleri kullanmakta beis görmezdim.
İlk bölüme haksızlık etme pahasına sayfaları çeviriyorum ve Uykuda’ya ulaşıyorum. İkinci Bölüm “oğul” merkezli şiirleriyle kitabı daha bir özel kılıyor bence. Oğul esasen bıçak sırtı anlamlar içeren bir kelime. Hem bağlılığı hem kopuşu, hem sadakati hem de ihaneti potasında birleştiriyor oğul kelimesi Ebeveyn ile oğul arasındaki derin bağ bir kovanın “oğul” vermesinde olduğu gibi ter etmeyi, bağımsız kalmayı, ayrılmayı da içeren anlamlar taşıyor zira.
Dünya simurg gibi doğabilir mi bilinmez ama kıyamete kadar yanmaya ve kül olmaya devam edecek gibi görünüyor.
Şiir bunu söylemeyecekse neyi söyler ki?
Suavi Kemal Yazgıç
twitter.com/suavikemal
İki bölümden oluşuyor Dünyanın Külü. Dağdağa ve Uykuda. İlkinde sesiyle bile keşmekeşi çağırsa da ikinci bölümde de huzur ve sükûn telkin etse de görünüşe ve ilk çağrışıma aldanmamak gerek. Yanıp biten bir dünyadan kalan bir avuç kül. Keşke her şey bu kadar kolay özetlenebilseydi. Gerçi özete gelebilen bir metin de şiir ismini ne kadar hak edebilir ki?
Şeref Bilsel “söyledikleri” kadar “ima ettikleriyle” de özel bir şair. İnsanın kendi kuytusuna iltica etmeden okuyamayacağı bir şiiri var onun. Bundan onun şiirini, bir fildişi kule fantezisi olarak gördüğüm sonucu çıkmaz umarım. Zira hayatla bağları kopuk, asosyal bir şiir değil onun yazdığı. Mutassvıfların “kalabalıklar içindeki yalnızlık” olarak günümüz Türkçesine aktarabileceğimiz “halvet der encümen” haline yakın bir hal ile okudum Dünyanın Külü’nü.
Bundan Şeref Bilsel’i “mutasavvıf şair” olarak gördüğüm sonucu çıkmaz umarım. Benim meramım onun şiirinde şekli göstergelerin ötesindeki tınıyı ve manayı yakalamak için kullanabileceğim ifadenin tam olarak bu olması. Bilsel’in “hikmet” burcuna yaklaşan şiirini ifade edebilmek için doğrusu daha uygun başka bir ifade bulamıyorum. Dünyanın geçiciliğini, asli olana duyulan hasreti ve şiirde “yalınlaşa yalınlaşa” yaklaşılan hikmeti başka türlü ifade edemediğim için umarım beni affedersiniz. İlk bölüm olan Dağdağa’yı başka kelimelerle ifade edebilme becerim olsaydı emin olun o kelimeleri kullanmakta beis görmezdim.
İlk bölüme haksızlık etme pahasına sayfaları çeviriyorum ve Uykuda’ya ulaşıyorum. İkinci Bölüm “oğul” merkezli şiirleriyle kitabı daha bir özel kılıyor bence. Oğul esasen bıçak sırtı anlamlar içeren bir kelime. Hem bağlılığı hem kopuşu, hem sadakati hem de ihaneti potasında birleştiriyor oğul kelimesi Ebeveyn ile oğul arasındaki derin bağ bir kovanın “oğul” vermesinde olduğu gibi ter etmeyi, bağımsız kalmayı, ayrılmayı da içeren anlamlar taşıyor zira.
Dünya simurg gibi doğabilir mi bilinmez ama kıyamete kadar yanmaya ve kül olmaya devam edecek gibi görünüyor.
Şiir bunu söylemeyecekse neyi söyler ki?
Suavi Kemal Yazgıç
twitter.com/suavikemal
17 Mart 2014 Pazartesi
Zamana dair sorusu çok olanlara
Felsefe eğitimli bir yazarın kaleminden burjuvazinin beynine, kalbine ve ruhuna ilişkin hikâyeler şeklinde tanımlanabilir "Zamanın Farkında". Şule Gürbüz’ün geniş çerçeveden ele aldığı hikâyeleri üstünkörü bırakmadığı hiçbir mesele sayesinde okur kendi zamanının içinde ustaca yüzebildiğini ya da çoktandır boğulmakta olduğunu fark ediyor. Bir başka deyişle Şule Gürbüz zaman tanımlarını parçalara bölüp yeniden tanımlıyor.
Kâh aile baskısından sıkılıp kendisine dayatılan tüm kitapları yakan bir ergeni, kâh memnuniyetsiz bir ihtiyarı, kâh ömrü boyunca aradığını bulamamış bir müzik hocasını okuyoruz. Gürbüzün karakterleri içinde bulundukları zamana aykırı ve dik duran çıkıntıları düzlüklerine galip gelen karakterler. Sorunlarını dile getirirken kuşandıkları derin felsefi kimlik onları okunması zor ama keyifli bir hale getiriyor.
Yazar hikâyelerin ve olayların içinden görünmez bir şekilde ustaca sesini duyuruyor. Şule Gürbüz pek çok meslektaşına kıyasla tarafını daha ilk paragraftan belli eden cesur bir yazar. Değişen ve dönüşen "Birbirine benzeyen" zamanları sevmeyen, karakterleri gibi karşıt tutumlu bir eski zaman bekçisi… Gürbüz anlatımı boyunca hiçbir tezini ispatsız bırakmıyor. Derin düşünürken yüzeysel esen rüzgârları itelemiyor, aksine kendi lodoslarıyla beraber harmanlayıp kendi bildiğince estiriyor. Okura sorgulama kapısını sonuna kadar açık bırakırken o kapıdan geçip geçmeme hususundaki vicdani muhasebenin pimini yavaş yavaş çekiyor.
Zamanın farkında bir hayretler kitabı bir modern zamanlar eleştirisi aynı zamanda.
"Çok şaşarım şiir sevenlere, okuyup geçenlere, kitabı kapatıp yemek yiyenlere, o bakışla yaşayıp da ölmeyenlere. Şiir sevilmez ki, öyle duyulur, öyle bakılır, hastalanılır, zehirlenilir, ölünür. Şiir sonunda öldürür."
Bilincini zamana teslim eden ve zamanın bilincini tırmalayan pratik felsefe parçalarından örülü olan Gürbüz’ün kitabı boyunca işaret levhaları da var. Okuyucusunun yavaşlamasını istediği yerlerde ayrı, hızlanmasını istediği yerlerde apayrı bir şiirsellik hakim. Bir de durup manzarasının seyredilmesi istenilen yerler var. Oralarda ise soluklanma esnasında yudumlanacak serin kaynaklar mevcut.
Kitabın isyankâr karakterlerinin belki de en büyük isyanları zamana. Zaman dışılıklarına, zamanın acımasızca dışladığı insanlıklarına ve bunun farkında bile olmadan sıfat üstüne sıfatı kendi kendilerine ekleyenlere…
"Yetmiş adım mı, yetmiş sene mi yakın bilemiyorum; yetmiş adımı ben yetmiş senede alabildim mi hiç sanmıyorum."
Kitabın lafını en esirgemeyen öyküsü "Müzik Hocası" isimli öykü. Kendi bildiği yolda kendi bildiği şekilde müdahalesiz yürümek isteyen bir adamın gençlikten yaşlılığa doğru akan zamanı tüm çabasına rağmen değiştirmeyişi, bir şeylere hep eksik, hep yetersiz kaldığını düşünmesi güçlü bir satirizmle işlenmiş. Modern insanın kendine çektiği setler ilk gençlikteki asilik ve kulak ardı edilen ne varsa zamanı geldiğinde kulak zarını patlatması açık seçik sunulmuş. İnsanın kendine yetemeyişi ve neticede sürüklendiği bunalımı ise hikâyedeki şu satırlar oldukça güzel özetlemiş gibi…
"Büyük şairleri hiç tanımasaydım, fazla müzik dinlemeseydim, bir sürü arkadaşım olsaydı ve onlardan sıkılmasaydım, utanmayı zaten pek bilmeseydim, şöyle hani içim sızlamadan bir sabah hayatta olmayı sezerek Harbiye’den Tünel’e kadar yürüseydim."
Zamanın farkında düşünülerek okunması gereken etkili bir kitap. Zamana insana yaşama dair soruları olanlara...
Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_
Kâh aile baskısından sıkılıp kendisine dayatılan tüm kitapları yakan bir ergeni, kâh memnuniyetsiz bir ihtiyarı, kâh ömrü boyunca aradığını bulamamış bir müzik hocasını okuyoruz. Gürbüzün karakterleri içinde bulundukları zamana aykırı ve dik duran çıkıntıları düzlüklerine galip gelen karakterler. Sorunlarını dile getirirken kuşandıkları derin felsefi kimlik onları okunması zor ama keyifli bir hale getiriyor.
Yazar hikâyelerin ve olayların içinden görünmez bir şekilde ustaca sesini duyuruyor. Şule Gürbüz pek çok meslektaşına kıyasla tarafını daha ilk paragraftan belli eden cesur bir yazar. Değişen ve dönüşen "Birbirine benzeyen" zamanları sevmeyen, karakterleri gibi karşıt tutumlu bir eski zaman bekçisi… Gürbüz anlatımı boyunca hiçbir tezini ispatsız bırakmıyor. Derin düşünürken yüzeysel esen rüzgârları itelemiyor, aksine kendi lodoslarıyla beraber harmanlayıp kendi bildiğince estiriyor. Okura sorgulama kapısını sonuna kadar açık bırakırken o kapıdan geçip geçmeme hususundaki vicdani muhasebenin pimini yavaş yavaş çekiyor.
Zamanın farkında bir hayretler kitabı bir modern zamanlar eleştirisi aynı zamanda.
"Çok şaşarım şiir sevenlere, okuyup geçenlere, kitabı kapatıp yemek yiyenlere, o bakışla yaşayıp da ölmeyenlere. Şiir sevilmez ki, öyle duyulur, öyle bakılır, hastalanılır, zehirlenilir, ölünür. Şiir sonunda öldürür."
Bilincini zamana teslim eden ve zamanın bilincini tırmalayan pratik felsefe parçalarından örülü olan Gürbüz’ün kitabı boyunca işaret levhaları da var. Okuyucusunun yavaşlamasını istediği yerlerde ayrı, hızlanmasını istediği yerlerde apayrı bir şiirsellik hakim. Bir de durup manzarasının seyredilmesi istenilen yerler var. Oralarda ise soluklanma esnasında yudumlanacak serin kaynaklar mevcut.
Kitabın isyankâr karakterlerinin belki de en büyük isyanları zamana. Zaman dışılıklarına, zamanın acımasızca dışladığı insanlıklarına ve bunun farkında bile olmadan sıfat üstüne sıfatı kendi kendilerine ekleyenlere…
"Yetmiş adım mı, yetmiş sene mi yakın bilemiyorum; yetmiş adımı ben yetmiş senede alabildim mi hiç sanmıyorum."
Kitabın lafını en esirgemeyen öyküsü "Müzik Hocası" isimli öykü. Kendi bildiği yolda kendi bildiği şekilde müdahalesiz yürümek isteyen bir adamın gençlikten yaşlılığa doğru akan zamanı tüm çabasına rağmen değiştirmeyişi, bir şeylere hep eksik, hep yetersiz kaldığını düşünmesi güçlü bir satirizmle işlenmiş. Modern insanın kendine çektiği setler ilk gençlikteki asilik ve kulak ardı edilen ne varsa zamanı geldiğinde kulak zarını patlatması açık seçik sunulmuş. İnsanın kendine yetemeyişi ve neticede sürüklendiği bunalımı ise hikâyedeki şu satırlar oldukça güzel özetlemiş gibi…
"Büyük şairleri hiç tanımasaydım, fazla müzik dinlemeseydim, bir sürü arkadaşım olsaydı ve onlardan sıkılmasaydım, utanmayı zaten pek bilmeseydim, şöyle hani içim sızlamadan bir sabah hayatta olmayı sezerek Harbiye’den Tünel’e kadar yürüseydim."
Zamanın farkında düşünülerek okunması gereken etkili bir kitap. Zamana insana yaşama dair soruları olanlara...
Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_
10 Mart 2014 Pazartesi
Sana söz yine baharlar gelecek
"O eski hâlimden eser yok şimdi."
- İbrahim Tatlıses, Yalnızım
"I'm not half the man i used to be."
- The Beatles, Yesterday
Bazı kitaplar böyle. Müziği içinden hiç eksik etmiyor. Belki de kelamının tertemizliği bundan geliyor, notalardan. Nurdal Durmuş'un kitabı Hiç Sesler, kışa veda edip bahara selâm verir gibi. Sitemle başlıyor, umutla bitiyor. Başlarken bitmekten söz ettim, o halde şöyle devam edeyim: İnsanoğlu (yoksa modern insan mı demeli?) bir şeylere başlarken, biteceğini hiç düşünmediğinden olsa gerek vefayı, tahammülü, sabrı, sükunu ve zahmeti bir köşeye atıyor. Ânın tadını çıkarma bahanesiyle hassasiyet gözetmiyor, derinlikten uzak yaşıyor, ona seslenilen hiçbir yere kulağını vermiyor, dilini tamahkâr kullanıyor. Demek ki bir yerlerde hata var, yanlışlık var, pişmanlık var. Yazar tüm bunları sorgularken aslında "hiç"e uzandığını biliyor, anlatıyor. "Hiç yoktan söyleyeyim de" diyor, "belki bi' dinleyen olur"...
Birçok türü içinde barındıran kitaplarda, üslup çok önemli bir hâl alıyor. Hiç Sesler'in içinde ben öykü de buldum, araştırma da buldum, deneme de buldum. Ama en önemlisi kendimden bir ses buldum. Sanırım okuyucuyu da en çok etkileyen şey bu. Aynı etkiyi Ali Çolak'ta da sık sık yakalamışımdır, kendimden bir ses. Nitekim kitabın henüz başında olmasına rağmen şöyle diyor yazar:
"Bu kitaba başladıysanız ve hala bu satırları okuduğunuza göre beraber nefes alıp verebiliyoruz. O halde kaybetmeyi umursamayarak kazanmayı becereceğiz!.. Merhaba Sen + Ben = Biz ve Hayat!"
Yazarla bir olmak, bir düşünmek, aynı sesi çıkarmak hiçliğe. Sonra o sesin içinde kendinden bir nota bulmak:
"Utançları olan bir adam olmadığını bil! Sadece sakladığı sırları ve yalanları olan bir adam olmadığımı da... Düşündüğün her neyse, o duygudan hep daha fazlası olduğumu da bil!"
Mesela "acının çokluğunda" aynı şeyi düşünmek:
"...Çünkü hikâyesi olmayan insan mutlu insandır. Türk insanının genel mutsuzluk durumuysa "çok fazla acı" hikâyesi olmasından kaynaklanmaktadır."
Mesela "Pinokyo'nun sahteliğinde" aynı şeyi hissetmek:
"Yalan söyleyince burnu uzar diyen yalancılarınki gibi burnu uzamıyor. Üstelik tahtadan... Bir ceset gibi duruyor avuçlarımda. Bir oyuncağa yakışmayacak kadar renksiz ve soyut. Bir çocuğu ağlatacak kadar ürkünç ve ruhsuz. Hangi çocuk Pinokyo'yu sever bilmem? Zaten çocukluğumu yaşamak istediğimde çok büyümüştüm. Bu yüzden ben sevemedim."
Mesela "Cumartesilere yüklenen anlamda" aynı şeyi yaşamak:
"Kimse bana böyle ol, böyle yaşa, böyle git, böyle söyle, böyle davran, böyle yürü, böyle sev, böyle bak, böyle gülümse dememeli. En fazla "böyle" nediri bildiğimde öğrettikleri şeyler yönümü tayin edebilir nitelikle olmalı hepsi bu. Büyürken "böyledir"i öğretmeyenlerin büyüyünce "böyle" yapacaksın demesi ne tuhaf!"
Nurdal Durmuş'un kitabında "Türk sesini, sözünü" bulmak mümkün. Çünkü her zaman ve her yerde çağın zulmüne kafa yoruyor, kafa tutuyor. Nefes alıp verişinde bir kıymet arıyor. Neyi kaybettiğini hatırlıyor, toparlanıyor ve asla gitmiyor.
"Kahretsin, bütün güzel şeyleri yok ediyorlar! Tamam, biliyorum dünyanın son sözünü kıyamet söyleyecek anne! Ama insanın, insanlık için söyleyeceği son bir söz yok mu?"
Editörlüğünü Nergihan Yeşilyurt'un yaptığı Hiç Sesler, Nurdal Durmuş'un bize içinde nice yazarları, kitapları ve müzikleri her zaman bahar umuduyla aktarmaya gayret ettiği bir sesler bütünü. Dinleyip kendimize yeni sözler verme ümidi barındırıyor...
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
- İbrahim Tatlıses, Yalnızım
"I'm not half the man i used to be."
- The Beatles, Yesterday
Bazı kitaplar böyle. Müziği içinden hiç eksik etmiyor. Belki de kelamının tertemizliği bundan geliyor, notalardan. Nurdal Durmuş'un kitabı Hiç Sesler, kışa veda edip bahara selâm verir gibi. Sitemle başlıyor, umutla bitiyor. Başlarken bitmekten söz ettim, o halde şöyle devam edeyim: İnsanoğlu (yoksa modern insan mı demeli?) bir şeylere başlarken, biteceğini hiç düşünmediğinden olsa gerek vefayı, tahammülü, sabrı, sükunu ve zahmeti bir köşeye atıyor. Ânın tadını çıkarma bahanesiyle hassasiyet gözetmiyor, derinlikten uzak yaşıyor, ona seslenilen hiçbir yere kulağını vermiyor, dilini tamahkâr kullanıyor. Demek ki bir yerlerde hata var, yanlışlık var, pişmanlık var. Yazar tüm bunları sorgularken aslında "hiç"e uzandığını biliyor, anlatıyor. "Hiç yoktan söyleyeyim de" diyor, "belki bi' dinleyen olur"...
Birçok türü içinde barındıran kitaplarda, üslup çok önemli bir hâl alıyor. Hiç Sesler'in içinde ben öykü de buldum, araştırma da buldum, deneme de buldum. Ama en önemlisi kendimden bir ses buldum. Sanırım okuyucuyu da en çok etkileyen şey bu. Aynı etkiyi Ali Çolak'ta da sık sık yakalamışımdır, kendimden bir ses. Nitekim kitabın henüz başında olmasına rağmen şöyle diyor yazar:
"Bu kitaba başladıysanız ve hala bu satırları okuduğunuza göre beraber nefes alıp verebiliyoruz. O halde kaybetmeyi umursamayarak kazanmayı becereceğiz!.. Merhaba Sen + Ben = Biz ve Hayat!"
Yazarla bir olmak, bir düşünmek, aynı sesi çıkarmak hiçliğe. Sonra o sesin içinde kendinden bir nota bulmak:
"Utançları olan bir adam olmadığını bil! Sadece sakladığı sırları ve yalanları olan bir adam olmadığımı da... Düşündüğün her neyse, o duygudan hep daha fazlası olduğumu da bil!"
Mesela "acının çokluğunda" aynı şeyi düşünmek:
"...Çünkü hikâyesi olmayan insan mutlu insandır. Türk insanının genel mutsuzluk durumuysa "çok fazla acı" hikâyesi olmasından kaynaklanmaktadır."
Mesela "Pinokyo'nun sahteliğinde" aynı şeyi hissetmek:
"Yalan söyleyince burnu uzar diyen yalancılarınki gibi burnu uzamıyor. Üstelik tahtadan... Bir ceset gibi duruyor avuçlarımda. Bir oyuncağa yakışmayacak kadar renksiz ve soyut. Bir çocuğu ağlatacak kadar ürkünç ve ruhsuz. Hangi çocuk Pinokyo'yu sever bilmem? Zaten çocukluğumu yaşamak istediğimde çok büyümüştüm. Bu yüzden ben sevemedim."
Mesela "Cumartesilere yüklenen anlamda" aynı şeyi yaşamak:
"Kimse bana böyle ol, böyle yaşa, böyle git, böyle söyle, böyle davran, böyle yürü, böyle sev, böyle bak, böyle gülümse dememeli. En fazla "böyle" nediri bildiğimde öğrettikleri şeyler yönümü tayin edebilir nitelikle olmalı hepsi bu. Büyürken "böyledir"i öğretmeyenlerin büyüyünce "böyle" yapacaksın demesi ne tuhaf!"
Nurdal Durmuş'un kitabında "Türk sesini, sözünü" bulmak mümkün. Çünkü her zaman ve her yerde çağın zulmüne kafa yoruyor, kafa tutuyor. Nefes alıp verişinde bir kıymet arıyor. Neyi kaybettiğini hatırlıyor, toparlanıyor ve asla gitmiyor.
"Kahretsin, bütün güzel şeyleri yok ediyorlar! Tamam, biliyorum dünyanın son sözünü kıyamet söyleyecek anne! Ama insanın, insanlık için söyleyeceği son bir söz yok mu?"
Editörlüğünü Nergihan Yeşilyurt'un yaptığı Hiç Sesler, Nurdal Durmuş'un bize içinde nice yazarları, kitapları ve müzikleri her zaman bahar umuduyla aktarmaya gayret ettiği bir sesler bütünü. Dinleyip kendimize yeni sözler verme ümidi barındırıyor...
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
5 Mart 2014 Çarşamba
Aydının hakikatle ilişkisine dair
"Şimdi de mağarada seslerin yankılandığını düşün…Dışarıdan biri konuştu mu, esirler gölgelerin konuştuğunu sanır, öyle değil mi? Kısaca onlar için tek gerçek var: Gölgeler."
- Eflatun, Devlet
Cemil Meriç’i sistemli bir fikir adamı gibi görmekten ziyade meraklı bir araştırıcı, analist ve iyi bir aktarıcı olarak nitelemek daha münasip görünüyor. Bir fikir adamı olarak Türkiye’nin, dünyanın, insanın sorunlarını ele alıp tartışma gayreti de elbette gözden kaçmaz. Ancak Bu Ülke gibi Mağaradakiler de bir savunu eseri olmaktan fazla olarak derleme yaklaşımlar içermesiyle önem kazanıyor. Bu yazıda bu sebeple Meriç’in çok zaman çaydaki şeker gibi görünmez hâle gelmiş kendi fikirlerinden ziyade Avrupa’lı düşünürlerden derlediklerine odaklanılacak.
Mağaradakiler’de aydın, intelijansya, entelektüel gibi bazı anahtar kavramların tartışılması en azından bir sınıf ya da grup olarak düşüncenin üreticisi ve tartışmacılarını tek bir kanaldan sunulmuş mutlakî bakıştan arındıracaktır. İktidarların kendi söylemlerine katkı sağlamayla ölçtükleri –Althusser’in ideolojik aygıt dediği- aydınlar, ticarî ilişkilerin temsilcisi olarak medyanın ve medya gücünün kültürel biçimlendirmesi ie topluma aydın diye sunduğu kişiler, kapalı devre bir sistem içerisinde üniversitelerin kristalize ettiği çevreler, ideolojik grup ve hareketlerin öne çıkardığı kişiler… Toplum için “aydın” kavramı da bu kavramın somut hâli olan kişiler de doğal olarak böyle bir çerçevenin içinde inkişaf etmekte ve aydın, kişi ya da toplumun zikrettiği/yüklediği bir sıfat olmaktan fazla olarak dayatılan bir gerçekliğe dönüşmektedir: İktidar/devlet, meşruiyeti veya uygulamak istediği bir politika için aydını kendi söylemi içinde bir yere yerleştirip kitlelerde bir rızâ üretmek gayesiyle, medya ve kültür çevreleri iktidarla ekonomik işbirliği ya da ideolojik hesaplaşma veya endüstriyel imkânları kullanmak amacıyla; aydını kutsamak, onu akıl ile özdeşleştirerek çoklu gerçekliği mutlak hakikat biçiminde sunmak yolunu tercih etmektedir. Bu yönden bir araç olarak aydın; sadece siyasî yönelimlerde değil, dinî, ahlakî, kültürel, hukukî vs. her sosyal konuda payanda hizmeti görmek zorundadır.
Fakat aydın bu yaklaşımla tanımlamayla sınırlı mıdır? Nihayetinde bugün, düşünce kuruluşu adı altında entelektüel kuru sıkı çalışmaları yapanlar yanı sıra sırça köşkünden derinden akan düşünce ehli de aydın kategorisi altında birleştirilmektedir. Cemil Meriç’in eseri bu yönden kıymet taşımakta, aydınlar hakkında farklı bakış açılarını bir araya getirerek daha geniş bir açıdan da bakabilmek olanağı sunmaktadır.
Örneğin “entelektüel” kelimesi solun bayrağı olduğu biçimde şöyle tanımlıyor; “Yazı veya söz aracılığı ile toplumun şuurlanmasına yardım eden kişi. Yol gösteren, aydınlatan, itham eden kişi…” (syf.16) Kopuk kopuk entelektüel tanımları, tabirleri, yakıştırmaları; sağdan, soldan, içerden, dışarıdan…
Aron: “Gelişmemiş bir memlekette her diplomalı entelektüeldir.”
Schumpeter: “Her tabakadan kopup gelirler, kendi sınıfları olmayan sınıfların çıkarlarına öncülük ederler. Entelektüelin üzerinde anlaşmaya varılan bir vasfı var: Eleştiricilik. Eleştiricidir çünkü olayları yaşamaz, dışarıdan seyreder. Sonra, kendini kabul ettirmenin en kolay yolu çevresinde şaşkınlık uyandırmak…” (syf.17)
Sartre: “Atomun parçalanması üstüne çalışan bilginlere entelektüel denmez onlar sadece bilgindir. Ama aynı insanlar imaline yardım ettikleri büyük tahrip gücünden korkarak efkar-ı umumiyeyi atom bombasının kullanılmasına karşı uyarmak için bir araya gelir ve bir bildiri imzalarsalar entelektüel olurlar.” (syf.20)
Nihayet derli toplu bir görüş çıkarıyor karşımıza Meriç.
Toker Dereli: “Entelektüeller, somut olayların üstüne yükselip soyut kademede düşünebilen, toplumun temel yapısı, meseleleri, değerleriyle meşgul olup başlıca ekonomik, sosyal ve politik gelişmeleri eleştirebilen, genellikle kabul edilmiş görüşleri, izah tarzlarını, tahlil ve tenkit edebilme, bunlara bir şeyler katabilme veya hiç olmazsa bu görüşlerin izah tarzlarını veya faraziyelerini yorumlama gücüne sahip kimselerdir. Entelektüel sayılabilmek için formel bir öğrenim görmüş olmak şart değildir. Edebi üslup, mesleki sıfat veya roller, siyasi ya da idari sorumluluklar entelektüel sıfatından ayrı tutulmalıdırlar.” (syf. 23)
“Dereli entelektüelleri liberal ve radikal olarak ikiye ayırıyor: Liberaller; geniş düşünceli, tenkitçi, hürriyetçidirler. Radikaller ise; umumiyetle sosyalist, komünist, anarşistler gibi ihtilal taraftarları…” (syf.23)
Esasen doğru gibi gözükse de C. Meriç bu sınıflandırmayı pek tatminkâr bulmuyor. Çünkü tenkitçiliği, geniş düşünceyi (diyalektik) ve hürriyetçiliği sadece liberaller ve liberalizme has bir olgu olarak düşünmek yanlışı okura daha baştan sunuluyor.
“Schills’e göre entelektüel faaliyet iki merhalede tecelli eder: 1. Mevcut bilgilerin fethi (tekrarlama) 2. Mevcut bilgilerin aşılması için yapılan çalışmalar (yaratma) yani gelenek ve yaratıcılık.” (syf.23)
C. Meriç “Hülasa edersek” başlığı altında gösterdiği onlarca tarifin altında her çağ, ideoloji, ülke ve sınıfın bu kavramı başka başka yaklaşımlarla kullandığını belirterek tekrar sağ-sol cephesinden yaklaşmaya çalışıyor; “Sağ entelektüel çoban köpeğidir. Esasen entelektüelin sağı olmaz. Entelektüel yükselen bir sınıfın şuurudur yani devrimcidir. Ayırıcı vasfı: Tenkit.” Devamında da; “Şöyle taslak çizmek kabil: 1.Entelektüel zamanının irfanına sahip olacaktır, ülkesinin dilini, edebiyatını tarihini bilecek, dünyadaki belli başlı düşünce akımlarına yabancı olmayacaktır. 2. Peşin hükümlere iltifat etmeyecek, olayları kendi kafasıyla inceleyip değerlendirebilecektir.” (syf.24)
Elbette onca tarifte bu iki temel anlam ve tenkitçilik vasfı var, esasen sağlam bir tabir denilebilir. Kitapta bir devrin gerçek entelektüelleri olarak kabul edilen sofistlere dair Meriç’in ilginç bir sözü var, sofistlerin oportünizmle çökmeye yüz tutmuş eğilimleri değil gelecek vadeden fikirleri savunduklarını belirtiyor. Yani para karşılığı birilerine (öğrencilerine) yaptıkları hitaplarda onları coşturmak niyetiyle hareket ettiklerini belirtiyor.
“Meçhulün fethi maziye bağlı olanları rahatsız eder, her tecessüs tehlikelidir.” (syf.26)
“Masal deyip geçmeyelim. İnsan, kaba kuvvetin hükümran olduğu bir devirde hayata katlanmak için bambaşka bir dünyanın varlığına inanmak zorundadır.” (syf. 32)
Burjuva ideolojisi ile intelijansya arasındaki ilişkiye de doğru bir yönden yaklaşmış Meriç ve devrimci burjuvanın son kuşağının yani 18. yy. burjuvazisinin ideolojisini bilimsel araştırmanın prensiplerinden doğurduğunu/oluşturduğunu belirterek günümüz burjuvazisinin bugünkü intelijansyasının bilgi ve metoduna ters düştüğünü gösteriyor. Entelektüalizm ve orta sınıf ilişkisi…
“Kitapla hayat, nazari bilgi ile günlük rutin arasındaki uçurum doldurulmadıkça tefekkür iki kutuptan birine yönelecektir: Ütopya veya beyin yıkama (ideoloji.)” (syf.39)
“Marksist teoriye göre: Namuslu aydınlar işçi sınıfının saflarına karışacak, ona strateji ve taktik hocalığı yapacaktı. İntelijansya korkak veya ehliyetsiz olduğu için mi yapamadı bunu? Hayır, 1848′de işçi ve öğrenciler yan yana dövüştüler barikatlarda; Paris komünasında. Almanya’da son savaşı izleyen devrimci hareketlerde, Avusturya, Macaristan, Bulgaristan’da hatta İspanya’nın milletlerarası tugaylarında başarılı bir tecrübeden geçti intelijansya. Ne var ki 1850′den bu yana merkezi ve Batı Avrupa’nın işçileri örgütlerini, partilerini, sendikalarını hızla geliştirdiler. Kendilerine mahsus liderler, kendilerine mahsus bir bürokrasi buldular. Çelik iradeli ve odun kafalı liderler.” (syf.40)
Bu konuda düşünülecek ilk şey; “ezilenlerin yanında veya karşısında bu kavgaya bulaşmak bir aydının görevi midir?” sorusu.
“Nazizm Avrupa kıtasının intelijansyasını yok ederken ne yaptığını pekâlâ biliyordu.” (syf.41)
“Tarihi bir kanun bu; sınıf kavgalarını körükleyenler kendi sınıflarına karşı savaşanlardır.” (syf.47)
“Sosyal İlimler Ansiklopedisi sosyalizme katılan aydınları üç zümreye ayırır:
Ahlakçılar: Toplum vicdanını temsil etmek iddiasındadırlar.
İlimciler: Sosyalizmin kaçınılmazlığına, hiç olmazsa gerçekleşebileceğine inanırlar.
Demagoglar: Karışık bir zümredir; şarlatanlar, ideoloji bezirgânları, toplumdan öç almak isteyenler, sınıflarından kopmuş olanlar, insanseverler vs. Daha genel bir deyimle sosyalist aydınları misyonerler, çıkarcılar diye ikiye ayırabiliriz.” (syf.47)
“Orospulaşmak veya yalnız kalmak: İşte fikir adamının kaderi.”(syf.53)
Meriç’in Batılı yazar diye bahsettiği şey bugün evrensel bir olgu: “Batılı yazar ya görevine ihanet edecek yahut da tanınmadan yaşayıp ölecektir.”(syf.52)
Meriç, ilk Hıristiyanlığın clerclerine (rahiplerine) özendiğini belirtiyor bir yerde entelektüellerin. “Yeryüzünde işlenen bütün cinayetlere karşı bildiri imzalamak, rahipliğin gülünç bir taklidi değil de nedir?” (syf.53) Bunu yazarken ne kadar ciddidir bilinemez ama ne kadar eksik de olsa entelektüellerin bu tür çalışmalar yapması gülünç görülecek bir şey değil…
Benda : “Önce hakikat vardı sonra vatan.”
“Kurallara başkaldıranla yarı deli (eksantrik) arasında bir adım mesafe var, toplumun düşmanca baskısı bu mesafeyi hemen aştırır insana.” (syf.54)
“Lenin’e göre aydın kendini dünyanın tuzu biberi sanır ama pisliğidir sadece.”(syf.56)
“Herkes tarafından kabul edilen bir haksızlığa isyan etmek kolay mı?” (syf.55)
“Sınıf kavgası tarihi bir tespitten çok Hegel diyalektiğine gösterilen aşırı bir saygı. Kabul edelim Marx’ın incelediği çağ için faydalı bir ipucu ama yetersiz. XX. Asrın ilk yarısına ait bütün hadiseleri aydınlattığı söylenemez hele Rönesans’ı anlamaya çalıştık mı hiçbir işe yaramaz, Ortaçağ için büsbütün manasız, Mısır’a gelince lütfen sus.” (syf.60)
Rus atasözü: “Çalan çalana, elleri çarmıha çivilenmemiş olsa İsa da çalardı.” (syf.66)
“İntelijansyanın insanlık ülküsü, hakla kaynaşmak gibi demokratik bir coşkuyla sona erdi: Popülizm.” (syf.77)
“Dostları genç Hegelci’ye (Belinski) Hegel’i yanlış anladığını izah etmişler; büyük usta var olan her şey akla uygundur, diyor ama mühim olan düsturun ikinci kısmı: Akla uymayan hiçbir şey reel değildir.”(syf.84)
Herzen: “Sopa halkın elinde olmuş, soyluların elinde olmuş ne çıkar, yığınlar dayak yedikten sonra!”
“Bir çift çizme Shakespeare’in bütün eserlerinden daha değerlidir hazrete (Çernişevski’ye) göre.” (syf.97)
Çernişevski: “Şiirden sokaktaki insana ne?” (syf.97)
“Aramızda açlar, çıplaklar varken sanattan ne zevk alınabilir (mi)?” (syf.97)
Belinski: “İnsanoğlunun gelişiminde üç aşama vardır: Hayvanlık, düşünce, isyan.” (syf.100)
“İnsanlar sorumlulukları ölçüsünde büyürler, sorumlulukları kalmayınca değerleri de kalmaz.” (syf.102)
Mağaradakiler’de yapılan aydın tasnifleri bir sorgulama için işlevseldir, ancak denildiği gibi bütüncül ve kavrayış sahibi demek zor. Ne var ki şöyle bir çıkarsama için ipuçları da barındırıyor: Aydın denildiği vakit onu dünya içinde bir algılama gereği görülüyor; eleştirel düşünce, sorgulama gibi esas insanî nitelikleriyle dünyaya karşı, işleyişe, düzene karşı mevzilenme bilinci onu egosunun dışında değerlendirmekle mümkün. Aydının dünya içindeki yeri, diyalektik gereği: Hakikatle yalanın çarpışmasında bir hesaplaşma unsurudur aydın. Bildiri dağıtmak, nümayiş etmek, protestolar yapmak aydın niteliğini belirtmiyor, sadece bir aktivite hâlinde olmaya işâret ediyor. Bunları yapmayıp eserler kaleme alan ya da günlükleriyle yarından geçmişe bakma olanağı da aydın için bir işlev. Eleştirel düşünce olmadığı takdirde aydın diye tesmiye edilenlerin sadece mevcut iktidar düzeni ve onun yandaşları için bir değeri olacaktır. Elbette alacağı ulufe nedeniyle bu durum o kişiler için de anlam taşıyacaktır. Ne var ki hakikatle ilişkisi hiç de müsbet olmayacaktır.
Alper Gürkan
twitter.com/gurkanalper
- Eflatun, Devlet
Cemil Meriç’i sistemli bir fikir adamı gibi görmekten ziyade meraklı bir araştırıcı, analist ve iyi bir aktarıcı olarak nitelemek daha münasip görünüyor. Bir fikir adamı olarak Türkiye’nin, dünyanın, insanın sorunlarını ele alıp tartışma gayreti de elbette gözden kaçmaz. Ancak Bu Ülke gibi Mağaradakiler de bir savunu eseri olmaktan fazla olarak derleme yaklaşımlar içermesiyle önem kazanıyor. Bu yazıda bu sebeple Meriç’in çok zaman çaydaki şeker gibi görünmez hâle gelmiş kendi fikirlerinden ziyade Avrupa’lı düşünürlerden derlediklerine odaklanılacak.
Mağaradakiler’de aydın, intelijansya, entelektüel gibi bazı anahtar kavramların tartışılması en azından bir sınıf ya da grup olarak düşüncenin üreticisi ve tartışmacılarını tek bir kanaldan sunulmuş mutlakî bakıştan arındıracaktır. İktidarların kendi söylemlerine katkı sağlamayla ölçtükleri –Althusser’in ideolojik aygıt dediği- aydınlar, ticarî ilişkilerin temsilcisi olarak medyanın ve medya gücünün kültürel biçimlendirmesi ie topluma aydın diye sunduğu kişiler, kapalı devre bir sistem içerisinde üniversitelerin kristalize ettiği çevreler, ideolojik grup ve hareketlerin öne çıkardığı kişiler… Toplum için “aydın” kavramı da bu kavramın somut hâli olan kişiler de doğal olarak böyle bir çerçevenin içinde inkişaf etmekte ve aydın, kişi ya da toplumun zikrettiği/yüklediği bir sıfat olmaktan fazla olarak dayatılan bir gerçekliğe dönüşmektedir: İktidar/devlet, meşruiyeti veya uygulamak istediği bir politika için aydını kendi söylemi içinde bir yere yerleştirip kitlelerde bir rızâ üretmek gayesiyle, medya ve kültür çevreleri iktidarla ekonomik işbirliği ya da ideolojik hesaplaşma veya endüstriyel imkânları kullanmak amacıyla; aydını kutsamak, onu akıl ile özdeşleştirerek çoklu gerçekliği mutlak hakikat biçiminde sunmak yolunu tercih etmektedir. Bu yönden bir araç olarak aydın; sadece siyasî yönelimlerde değil, dinî, ahlakî, kültürel, hukukî vs. her sosyal konuda payanda hizmeti görmek zorundadır.
Fakat aydın bu yaklaşımla tanımlamayla sınırlı mıdır? Nihayetinde bugün, düşünce kuruluşu adı altında entelektüel kuru sıkı çalışmaları yapanlar yanı sıra sırça köşkünden derinden akan düşünce ehli de aydın kategorisi altında birleştirilmektedir. Cemil Meriç’in eseri bu yönden kıymet taşımakta, aydınlar hakkında farklı bakış açılarını bir araya getirerek daha geniş bir açıdan da bakabilmek olanağı sunmaktadır.
Örneğin “entelektüel” kelimesi solun bayrağı olduğu biçimde şöyle tanımlıyor; “Yazı veya söz aracılığı ile toplumun şuurlanmasına yardım eden kişi. Yol gösteren, aydınlatan, itham eden kişi…” (syf.16) Kopuk kopuk entelektüel tanımları, tabirleri, yakıştırmaları; sağdan, soldan, içerden, dışarıdan…
Aron: “Gelişmemiş bir memlekette her diplomalı entelektüeldir.”
Schumpeter: “Her tabakadan kopup gelirler, kendi sınıfları olmayan sınıfların çıkarlarına öncülük ederler. Entelektüelin üzerinde anlaşmaya varılan bir vasfı var: Eleştiricilik. Eleştiricidir çünkü olayları yaşamaz, dışarıdan seyreder. Sonra, kendini kabul ettirmenin en kolay yolu çevresinde şaşkınlık uyandırmak…” (syf.17)
Sartre: “Atomun parçalanması üstüne çalışan bilginlere entelektüel denmez onlar sadece bilgindir. Ama aynı insanlar imaline yardım ettikleri büyük tahrip gücünden korkarak efkar-ı umumiyeyi atom bombasının kullanılmasına karşı uyarmak için bir araya gelir ve bir bildiri imzalarsalar entelektüel olurlar.” (syf.20)
Nihayet derli toplu bir görüş çıkarıyor karşımıza Meriç.
Toker Dereli: “Entelektüeller, somut olayların üstüne yükselip soyut kademede düşünebilen, toplumun temel yapısı, meseleleri, değerleriyle meşgul olup başlıca ekonomik, sosyal ve politik gelişmeleri eleştirebilen, genellikle kabul edilmiş görüşleri, izah tarzlarını, tahlil ve tenkit edebilme, bunlara bir şeyler katabilme veya hiç olmazsa bu görüşlerin izah tarzlarını veya faraziyelerini yorumlama gücüne sahip kimselerdir. Entelektüel sayılabilmek için formel bir öğrenim görmüş olmak şart değildir. Edebi üslup, mesleki sıfat veya roller, siyasi ya da idari sorumluluklar entelektüel sıfatından ayrı tutulmalıdırlar.” (syf. 23)
“Dereli entelektüelleri liberal ve radikal olarak ikiye ayırıyor: Liberaller; geniş düşünceli, tenkitçi, hürriyetçidirler. Radikaller ise; umumiyetle sosyalist, komünist, anarşistler gibi ihtilal taraftarları…” (syf.23)
Esasen doğru gibi gözükse de C. Meriç bu sınıflandırmayı pek tatminkâr bulmuyor. Çünkü tenkitçiliği, geniş düşünceyi (diyalektik) ve hürriyetçiliği sadece liberaller ve liberalizme has bir olgu olarak düşünmek yanlışı okura daha baştan sunuluyor.
“Schills’e göre entelektüel faaliyet iki merhalede tecelli eder: 1. Mevcut bilgilerin fethi (tekrarlama) 2. Mevcut bilgilerin aşılması için yapılan çalışmalar (yaratma) yani gelenek ve yaratıcılık.” (syf.23)
C. Meriç “Hülasa edersek” başlığı altında gösterdiği onlarca tarifin altında her çağ, ideoloji, ülke ve sınıfın bu kavramı başka başka yaklaşımlarla kullandığını belirterek tekrar sağ-sol cephesinden yaklaşmaya çalışıyor; “Sağ entelektüel çoban köpeğidir. Esasen entelektüelin sağı olmaz. Entelektüel yükselen bir sınıfın şuurudur yani devrimcidir. Ayırıcı vasfı: Tenkit.” Devamında da; “Şöyle taslak çizmek kabil: 1.Entelektüel zamanının irfanına sahip olacaktır, ülkesinin dilini, edebiyatını tarihini bilecek, dünyadaki belli başlı düşünce akımlarına yabancı olmayacaktır. 2. Peşin hükümlere iltifat etmeyecek, olayları kendi kafasıyla inceleyip değerlendirebilecektir.” (syf.24)
Elbette onca tarifte bu iki temel anlam ve tenkitçilik vasfı var, esasen sağlam bir tabir denilebilir. Kitapta bir devrin gerçek entelektüelleri olarak kabul edilen sofistlere dair Meriç’in ilginç bir sözü var, sofistlerin oportünizmle çökmeye yüz tutmuş eğilimleri değil gelecek vadeden fikirleri savunduklarını belirtiyor. Yani para karşılığı birilerine (öğrencilerine) yaptıkları hitaplarda onları coşturmak niyetiyle hareket ettiklerini belirtiyor.
“Meçhulün fethi maziye bağlı olanları rahatsız eder, her tecessüs tehlikelidir.” (syf.26)
“Masal deyip geçmeyelim. İnsan, kaba kuvvetin hükümran olduğu bir devirde hayata katlanmak için bambaşka bir dünyanın varlığına inanmak zorundadır.” (syf. 32)
Burjuva ideolojisi ile intelijansya arasındaki ilişkiye de doğru bir yönden yaklaşmış Meriç ve devrimci burjuvanın son kuşağının yani 18. yy. burjuvazisinin ideolojisini bilimsel araştırmanın prensiplerinden doğurduğunu/oluşturduğunu belirterek günümüz burjuvazisinin bugünkü intelijansyasının bilgi ve metoduna ters düştüğünü gösteriyor. Entelektüalizm ve orta sınıf ilişkisi…
“Kitapla hayat, nazari bilgi ile günlük rutin arasındaki uçurum doldurulmadıkça tefekkür iki kutuptan birine yönelecektir: Ütopya veya beyin yıkama (ideoloji.)” (syf.39)
“Marksist teoriye göre: Namuslu aydınlar işçi sınıfının saflarına karışacak, ona strateji ve taktik hocalığı yapacaktı. İntelijansya korkak veya ehliyetsiz olduğu için mi yapamadı bunu? Hayır, 1848′de işçi ve öğrenciler yan yana dövüştüler barikatlarda; Paris komünasında. Almanya’da son savaşı izleyen devrimci hareketlerde, Avusturya, Macaristan, Bulgaristan’da hatta İspanya’nın milletlerarası tugaylarında başarılı bir tecrübeden geçti intelijansya. Ne var ki 1850′den bu yana merkezi ve Batı Avrupa’nın işçileri örgütlerini, partilerini, sendikalarını hızla geliştirdiler. Kendilerine mahsus liderler, kendilerine mahsus bir bürokrasi buldular. Çelik iradeli ve odun kafalı liderler.” (syf.40)
Bu konuda düşünülecek ilk şey; “ezilenlerin yanında veya karşısında bu kavgaya bulaşmak bir aydının görevi midir?” sorusu.
“Nazizm Avrupa kıtasının intelijansyasını yok ederken ne yaptığını pekâlâ biliyordu.” (syf.41)
“Tarihi bir kanun bu; sınıf kavgalarını körükleyenler kendi sınıflarına karşı savaşanlardır.” (syf.47)
“Sosyal İlimler Ansiklopedisi sosyalizme katılan aydınları üç zümreye ayırır:
Ahlakçılar: Toplum vicdanını temsil etmek iddiasındadırlar.
İlimciler: Sosyalizmin kaçınılmazlığına, hiç olmazsa gerçekleşebileceğine inanırlar.
Demagoglar: Karışık bir zümredir; şarlatanlar, ideoloji bezirgânları, toplumdan öç almak isteyenler, sınıflarından kopmuş olanlar, insanseverler vs. Daha genel bir deyimle sosyalist aydınları misyonerler, çıkarcılar diye ikiye ayırabiliriz.” (syf.47)
“Orospulaşmak veya yalnız kalmak: İşte fikir adamının kaderi.”(syf.53)
Meriç’in Batılı yazar diye bahsettiği şey bugün evrensel bir olgu: “Batılı yazar ya görevine ihanet edecek yahut da tanınmadan yaşayıp ölecektir.”(syf.52)
Meriç, ilk Hıristiyanlığın clerclerine (rahiplerine) özendiğini belirtiyor bir yerde entelektüellerin. “Yeryüzünde işlenen bütün cinayetlere karşı bildiri imzalamak, rahipliğin gülünç bir taklidi değil de nedir?” (syf.53) Bunu yazarken ne kadar ciddidir bilinemez ama ne kadar eksik de olsa entelektüellerin bu tür çalışmalar yapması gülünç görülecek bir şey değil…
Benda : “Önce hakikat vardı sonra vatan.”
“Kurallara başkaldıranla yarı deli (eksantrik) arasında bir adım mesafe var, toplumun düşmanca baskısı bu mesafeyi hemen aştırır insana.” (syf.54)
“Lenin’e göre aydın kendini dünyanın tuzu biberi sanır ama pisliğidir sadece.”(syf.56)
“Herkes tarafından kabul edilen bir haksızlığa isyan etmek kolay mı?” (syf.55)
“Sınıf kavgası tarihi bir tespitten çok Hegel diyalektiğine gösterilen aşırı bir saygı. Kabul edelim Marx’ın incelediği çağ için faydalı bir ipucu ama yetersiz. XX. Asrın ilk yarısına ait bütün hadiseleri aydınlattığı söylenemez hele Rönesans’ı anlamaya çalıştık mı hiçbir işe yaramaz, Ortaçağ için büsbütün manasız, Mısır’a gelince lütfen sus.” (syf.60)
Rus atasözü: “Çalan çalana, elleri çarmıha çivilenmemiş olsa İsa da çalardı.” (syf.66)
“İntelijansyanın insanlık ülküsü, hakla kaynaşmak gibi demokratik bir coşkuyla sona erdi: Popülizm.” (syf.77)
“Dostları genç Hegelci’ye (Belinski) Hegel’i yanlış anladığını izah etmişler; büyük usta var olan her şey akla uygundur, diyor ama mühim olan düsturun ikinci kısmı: Akla uymayan hiçbir şey reel değildir.”(syf.84)
Herzen: “Sopa halkın elinde olmuş, soyluların elinde olmuş ne çıkar, yığınlar dayak yedikten sonra!”
“Bir çift çizme Shakespeare’in bütün eserlerinden daha değerlidir hazrete (Çernişevski’ye) göre.” (syf.97)
Çernişevski: “Şiirden sokaktaki insana ne?” (syf.97)
“Aramızda açlar, çıplaklar varken sanattan ne zevk alınabilir (mi)?” (syf.97)
Belinski: “İnsanoğlunun gelişiminde üç aşama vardır: Hayvanlık, düşünce, isyan.” (syf.100)
“İnsanlar sorumlulukları ölçüsünde büyürler, sorumlulukları kalmayınca değerleri de kalmaz.” (syf.102)
Mağaradakiler’de yapılan aydın tasnifleri bir sorgulama için işlevseldir, ancak denildiği gibi bütüncül ve kavrayış sahibi demek zor. Ne var ki şöyle bir çıkarsama için ipuçları da barındırıyor: Aydın denildiği vakit onu dünya içinde bir algılama gereği görülüyor; eleştirel düşünce, sorgulama gibi esas insanî nitelikleriyle dünyaya karşı, işleyişe, düzene karşı mevzilenme bilinci onu egosunun dışında değerlendirmekle mümkün. Aydının dünya içindeki yeri, diyalektik gereği: Hakikatle yalanın çarpışmasında bir hesaplaşma unsurudur aydın. Bildiri dağıtmak, nümayiş etmek, protestolar yapmak aydın niteliğini belirtmiyor, sadece bir aktivite hâlinde olmaya işâret ediyor. Bunları yapmayıp eserler kaleme alan ya da günlükleriyle yarından geçmişe bakma olanağı da aydın için bir işlev. Eleştirel düşünce olmadığı takdirde aydın diye tesmiye edilenlerin sadece mevcut iktidar düzeni ve onun yandaşları için bir değeri olacaktır. Elbette alacağı ulufe nedeniyle bu durum o kişiler için de anlam taşıyacaktır. Ne var ki hakikatle ilişkisi hiç de müsbet olmayacaktır.
Alper Gürkan
twitter.com/gurkanalper
Siz de okuyup mahvolun
1995 filan. Onu ilk kez Kocaeli’nin Gölcük ilçesindeki Dünya Kitabevi’nin raflarında gördün. Katilin Temizliği. Halen de aynı gezegende yaşadığımız Amelie Nothomb’un Türkçeye çevrilen ilk romanı. Kendisi şu sıra Belçika yöresindeki evinde harıl harıl roman yazmakla meşgul. Bugün bilgisayarım yarım kalmış hikâye ve roman çöplüğüne dönüşmüşse bunda birinci dereceden sorumlu olan kişi Nothomb’dur. Bunu söyleyerek beceriksizlimi konudan haberi bile olmayan bir Belçikalı yazarın sırtına yıktığımın farkındayım. Ancak bunca beceriksizliğime rağmen dinmek bilmeyen bir heves sahibi isem ve yenilgiye doyamadıysam bunda Nothomb okumalarımın büyük bir payı vardır. Ne yapayım. “Yine yenileceğim. Her seferinde daha iyi yenileceğim.” diyerek Beckett’ten apartma bir söze iltica edip yazıma devam edeyim.
Katilin Temizliği benim için Nothomb okuma miladı oldu. Bütün kitaplarını okudum ve hiç pişman olmadım. Körfez Savaşı esnasında 120 saatte yazılmış 150 küsur sayfalık bu kitap, Nothomb’un yazdığı 11. kitap olmakla beraber yayınlanmaya uygun bulduğu ilk kitap.
Amelie Nothomb, romanlarında bıçak sırtı karşılaşmaları anlatır. Mesela “Katilin Temizliği” nadir rastlanan ve tedavisi olmayan bir hastalığa yakalanmış yazar ile onunla röportaj yapan gazeteci arasındadır. Merkür’de ise bir adada dünyadan soyutlanarak yaşamış ve kendisine çok çirkin olduğu telkin edilmiş, bu yalana inanması için de etrafta bakabileceği bir ayna bulundurulmayan bir kızla ona bakıcı olarak tutulan kadın anlatılır. Nothomb, bu karşılaşmalardan kimi zaman gerilimli, kimi zaman şiddet yüklü ilişkiler ve çelişkiler inşa eder. Bütün bu ilişki ve çelişkilerden ise insanın ne menem bir şey olduğu Nothomb’un gördüğü pencereden anlatılmış olur. 100-150 sayfayı geçmeyen kitaplarda dinamik ve sürükleyici bir anlatım ve kurgu yakalayan Nothomb’un romanları için romandan ziyade belki de novella demek daha uygun olur. Ancak biraz basitleştirerek “uzun hikâye” yahut “kısa roman” olarak adlandırabileceğimiz bu tür bizde pek bilinmediği ve ticari bir isimlendirme olmayacağı için Nothomb’un yazdıkları roman olarak yayınlanmakta. Bu çok da önemli değil. Nasıl isimlendirildiği sonuçta ticari kaygıların bir sonucu ve ne Nothomb ile ne de yazdıklarıyla zerre kadar ilgisi yok. Gelin biz de yayıncıların paketlemelerine ses etmeyelim ve Nothomb’un yazdıklarını roman deyip, bıyıkaltından gülümseyelim.
Katilin Temizliği’nden sonra yayınlanan Kıran Kırana'da ise Nothomb, bir Japon firmasının en alt kademesinde çalışan bir Belçikalı’nın hikâyesini anlatıyor. Otobiyografik bir roman ve Nothomb’un ilk romanı Katilin Temizliği’ni yazmasından hemen öncesini anlatıyor. Japonya’da doğan bir Belçikalı olan ve Asya’yı iyi bilen Nothomb’un Japonya ile ilgili keskin gözlemleri var. Ancak roman hiç şüphesiz sadece Japonya ya da doğu ile ilgili değil. O zaman çok işlenmiş ve hatta bayatlamış bir konusu olurdu kitabın. Sade, berrak bir anlatımla derin ve tekrar tekrar okumalarla tükenmeyecek bir hikâyeye imza atıyor Nothomb. Nothomb “birinci tekil şahıs”la konuşan insanda otobiyografik metinler duygusunu uyandıran kitaplara imza atıyor. Bazı kitapları ise otobiyografiye çok yakın. Mesela Yağmuru Seven Çocuk, Ne Adem Ne Havva…
Mesela Kış Yolculuğu, karşılıksız bir aşk hikâyesinden şiddet yüklü bir netice çıkmanın arifesindeki bir iç hesaplaşmayı anlatıyor. Bir “iç muhasebe”, “yüzleşme” hikâyesi değil anlatılan. Zira anlatıp, rahatlamayı; yüzleşme ile azat olunmayı konu dinmiyor. Bir saatin kaçta çalacağının ayarlanması gibi “mekânizması”nın kurgulandığı, zembereğinin gerildiği anı anlatıyor Kış Yolculuğu. (Kış Yolculuğu ile Kara Sohbet havalimanında geçen iki kitap. Arasındaki farklar ve benzerlikler ayrı bir yazının konusu olacak derecede ilginç.)
“Kameraya Gülümse” ise seyretmenin ve seyredilmenin trajedisi üstüne kurulmuş bir roman. Esir kampı biçiminde dizayn edilmiş bir Biri Bizi Gözetliyor Evi tahayyül edin. Rastgele toplanmış ve isimleri yerine kendilerine takılmış harf ve rakamlarla hitap edilen bu esirlerin başında ise gönüllüler arasından özenle seçilmiş gardiyanlar bulunuyor. Gardiyanlar esirlere sürekli işkence yapıyor ve bu programdan tiksinenler dâhil herkes büyülenmiş gibi ekran başına geçip reyting rekorlarının altüst olmasını sağlıyorlar. İnsanın televizyon karşısında ne kadar düşebileceğini, alçaklaşabileceğini ve bu alçaklığa karşı nasıl direnilebileceğini direnişin dilinin nasıl kurulabileceğini anlatan bir roman “Kameraya Gülümse”.
“Kameraya Gülümse”yi okuyunca Karl Marx’ın ihtarı geldi aklıma. Karl Marx, baş yapıtı Kapital’in girişinde “Anlattığım senin hikâyendir.” diyerek okuruna rastgele bir metin değil kendisini anlatan bir kitap ile karşı karşıya olduğunu hatırlatma ihtiyacı duyar. Reytingin yegâne değer olarak empoze edildiği yaşadığımız çağda “Kameraya Gülümse” tarzı kitapların da başında da böylesi ihtarlar bulunmalı bence…
Özel İsimler Sözlüğü’nün sonunda maktul olan, Bir Yaşam Biçimi’nde ise bir obezin mektuplarına maruz kalan Nothomb’dan ise hiç bahsetmeyelim. (Katilin Temizliği’ndeki yazarın da obez ve asosyal olması dikkat çekici.)
Nothomb’un kitapları arasında kurduğu dolaylı bağlardan ördüğü labirent en az kitapların kendisi kadar spekülasyona açık bir oyun. Böylece kitaplardan oluşan bir yapbozun birleşmesine ve dev bir tablonun oluşmasına şahit oluyoruz. Ancak bu tablo ne kadar büyürse büyüsün yarım kalmaya mahkûm. Tıpkı Balzac’ın İnsanlık Komedyası gibi. İlk önce 12 cilt halinde 1834-1887 yıllarında basılan proje daha sonra Balzac'ın eser vermeye devam etmesi ile toplam 95 roman ve öyküye kadar çıktı. Balzac öldüğünde geriye 50 tane yarım kitap taslağı bırakmıştı ki, onları da yazmaya fırsatı olsaydı bir yandan da yarım kalacak başka taslaklara başlayacağı için İnsanlık Komedyası yarım kalmaya mahkûmdu.
Nothomb Katilin Temizliği romanında okuruna şu dikkat çekici ve sarsıcı soruyu yöneltmişti: "Yapmacığı okumadan okumaya kadar vardıran okurlar vardır; tıpkı balıkadamlar gibi dalgıç kıyafeti kuşanıp, üstlerini tek damla ıslatmadan kitapların içinden geçerler. Bunlar balıkokurlar olarak adlandırılabilir. Ve iki tür okuma vardır: iç organlarıyla okuma, temiz okuma. Peki ya siz? Etobur okurlardan mısınız? Vejetaryen okurlardan mı?"
Bu soru bile Nothomb okurken, nasıl bir yazarla karşı karşıya olacağımız konusunda yeteri kadar ipucu veriyor sanırım.
Suavi Kemal Yazgıç
twitter.com/suavikemal
* Bu yazı daha önce izdiham'da yayımlanmıştır.
Katilin Temizliği benim için Nothomb okuma miladı oldu. Bütün kitaplarını okudum ve hiç pişman olmadım. Körfez Savaşı esnasında 120 saatte yazılmış 150 küsur sayfalık bu kitap, Nothomb’un yazdığı 11. kitap olmakla beraber yayınlanmaya uygun bulduğu ilk kitap.
Amelie Nothomb, romanlarında bıçak sırtı karşılaşmaları anlatır. Mesela “Katilin Temizliği” nadir rastlanan ve tedavisi olmayan bir hastalığa yakalanmış yazar ile onunla röportaj yapan gazeteci arasındadır. Merkür’de ise bir adada dünyadan soyutlanarak yaşamış ve kendisine çok çirkin olduğu telkin edilmiş, bu yalana inanması için de etrafta bakabileceği bir ayna bulundurulmayan bir kızla ona bakıcı olarak tutulan kadın anlatılır. Nothomb, bu karşılaşmalardan kimi zaman gerilimli, kimi zaman şiddet yüklü ilişkiler ve çelişkiler inşa eder. Bütün bu ilişki ve çelişkilerden ise insanın ne menem bir şey olduğu Nothomb’un gördüğü pencereden anlatılmış olur. 100-150 sayfayı geçmeyen kitaplarda dinamik ve sürükleyici bir anlatım ve kurgu yakalayan Nothomb’un romanları için romandan ziyade belki de novella demek daha uygun olur. Ancak biraz basitleştirerek “uzun hikâye” yahut “kısa roman” olarak adlandırabileceğimiz bu tür bizde pek bilinmediği ve ticari bir isimlendirme olmayacağı için Nothomb’un yazdıkları roman olarak yayınlanmakta. Bu çok da önemli değil. Nasıl isimlendirildiği sonuçta ticari kaygıların bir sonucu ve ne Nothomb ile ne de yazdıklarıyla zerre kadar ilgisi yok. Gelin biz de yayıncıların paketlemelerine ses etmeyelim ve Nothomb’un yazdıklarını roman deyip, bıyıkaltından gülümseyelim.
Katilin Temizliği’nden sonra yayınlanan Kıran Kırana'da ise Nothomb, bir Japon firmasının en alt kademesinde çalışan bir Belçikalı’nın hikâyesini anlatıyor. Otobiyografik bir roman ve Nothomb’un ilk romanı Katilin Temizliği’ni yazmasından hemen öncesini anlatıyor. Japonya’da doğan bir Belçikalı olan ve Asya’yı iyi bilen Nothomb’un Japonya ile ilgili keskin gözlemleri var. Ancak roman hiç şüphesiz sadece Japonya ya da doğu ile ilgili değil. O zaman çok işlenmiş ve hatta bayatlamış bir konusu olurdu kitabın. Sade, berrak bir anlatımla derin ve tekrar tekrar okumalarla tükenmeyecek bir hikâyeye imza atıyor Nothomb. Nothomb “birinci tekil şahıs”la konuşan insanda otobiyografik metinler duygusunu uyandıran kitaplara imza atıyor. Bazı kitapları ise otobiyografiye çok yakın. Mesela Yağmuru Seven Çocuk, Ne Adem Ne Havva…
Mesela Kış Yolculuğu, karşılıksız bir aşk hikâyesinden şiddet yüklü bir netice çıkmanın arifesindeki bir iç hesaplaşmayı anlatıyor. Bir “iç muhasebe”, “yüzleşme” hikâyesi değil anlatılan. Zira anlatıp, rahatlamayı; yüzleşme ile azat olunmayı konu dinmiyor. Bir saatin kaçta çalacağının ayarlanması gibi “mekânizması”nın kurgulandığı, zembereğinin gerildiği anı anlatıyor Kış Yolculuğu. (Kış Yolculuğu ile Kara Sohbet havalimanında geçen iki kitap. Arasındaki farklar ve benzerlikler ayrı bir yazının konusu olacak derecede ilginç.)
“Kameraya Gülümse” ise seyretmenin ve seyredilmenin trajedisi üstüne kurulmuş bir roman. Esir kampı biçiminde dizayn edilmiş bir Biri Bizi Gözetliyor Evi tahayyül edin. Rastgele toplanmış ve isimleri yerine kendilerine takılmış harf ve rakamlarla hitap edilen bu esirlerin başında ise gönüllüler arasından özenle seçilmiş gardiyanlar bulunuyor. Gardiyanlar esirlere sürekli işkence yapıyor ve bu programdan tiksinenler dâhil herkes büyülenmiş gibi ekran başına geçip reyting rekorlarının altüst olmasını sağlıyorlar. İnsanın televizyon karşısında ne kadar düşebileceğini, alçaklaşabileceğini ve bu alçaklığa karşı nasıl direnilebileceğini direnişin dilinin nasıl kurulabileceğini anlatan bir roman “Kameraya Gülümse”.
“Kameraya Gülümse”yi okuyunca Karl Marx’ın ihtarı geldi aklıma. Karl Marx, baş yapıtı Kapital’in girişinde “Anlattığım senin hikâyendir.” diyerek okuruna rastgele bir metin değil kendisini anlatan bir kitap ile karşı karşıya olduğunu hatırlatma ihtiyacı duyar. Reytingin yegâne değer olarak empoze edildiği yaşadığımız çağda “Kameraya Gülümse” tarzı kitapların da başında da böylesi ihtarlar bulunmalı bence…
Özel İsimler Sözlüğü’nün sonunda maktul olan, Bir Yaşam Biçimi’nde ise bir obezin mektuplarına maruz kalan Nothomb’dan ise hiç bahsetmeyelim. (Katilin Temizliği’ndeki yazarın da obez ve asosyal olması dikkat çekici.)
Nothomb’un kitapları arasında kurduğu dolaylı bağlardan ördüğü labirent en az kitapların kendisi kadar spekülasyona açık bir oyun. Böylece kitaplardan oluşan bir yapbozun birleşmesine ve dev bir tablonun oluşmasına şahit oluyoruz. Ancak bu tablo ne kadar büyürse büyüsün yarım kalmaya mahkûm. Tıpkı Balzac’ın İnsanlık Komedyası gibi. İlk önce 12 cilt halinde 1834-1887 yıllarında basılan proje daha sonra Balzac'ın eser vermeye devam etmesi ile toplam 95 roman ve öyküye kadar çıktı. Balzac öldüğünde geriye 50 tane yarım kitap taslağı bırakmıştı ki, onları da yazmaya fırsatı olsaydı bir yandan da yarım kalacak başka taslaklara başlayacağı için İnsanlık Komedyası yarım kalmaya mahkûmdu.
Nothomb Katilin Temizliği romanında okuruna şu dikkat çekici ve sarsıcı soruyu yöneltmişti: "Yapmacığı okumadan okumaya kadar vardıran okurlar vardır; tıpkı balıkadamlar gibi dalgıç kıyafeti kuşanıp, üstlerini tek damla ıslatmadan kitapların içinden geçerler. Bunlar balıkokurlar olarak adlandırılabilir. Ve iki tür okuma vardır: iç organlarıyla okuma, temiz okuma. Peki ya siz? Etobur okurlardan mısınız? Vejetaryen okurlardan mı?"
Bu soru bile Nothomb okurken, nasıl bir yazarla karşı karşıya olacağımız konusunda yeteri kadar ipucu veriyor sanırım.
Suavi Kemal Yazgıç
twitter.com/suavikemal
* Bu yazı daha önce izdiham'da yayımlanmıştır.
3 Mart 2014 Pazartesi
Tam uyanırken kalpten çıkan ses
Bülent Parlak "Mezar taşında ne yazsın isterdin?" diye sorduğunda, "Bir rüyaydı, uyandım" demiştim. Muzaffer Serkan Aydın'ın ilk şiir kitabı "Gerçek Rüya"da böylesine bir etki gördüm.
Şair sanki bir sürü rüyadan (savaştan), ilk adı olan muzaffer bir komutan edasıyla uyanmış gibi. Unutulmamalı ki ganimet dediğimiz şeyler aslında mağlubiyetlerde yatıyor. İnsana ne öğretirse mağlubiyetleri öğretiyor, zaferleri değil. İşte tam da burada yenilmekle kabullenmek arasındaki farkı öğrenmiş oluyoruz. Nedir o fark? Kader.
İtibar dergisi vasıtasıyla şiirlerini okumuş ve daha sonra aramızda 1 yaş olduğunu öğrenince kendi kuşağımdan bildiğim Muzaffer Serkan Aydın'ın dizeleri ne mağrur ne de mağdur. Kendi uyanışına okuyucuya da dahil etmek istiyor ve aslında rüyanın, asıl gerçeği görmek için bir vesile olduğunu da anlatmak istiyor. Bu anlatış tekniğinde bazen kafiyeye, bazen de seri benzetmelere başvuruyor. Sade ve güçlü. Bu ikisi, ateşle barut gibidir oysa. Şair ansızın yakalandığı kabuslara, okuyucuyu da yakalatıyor. Birlikte düşüyor göz kapakları, belki bir şekerleme belki de bir iç geçiş.
Kitaptaki ilk şiirinin adı "İçindekiler", adeta diğer şiirlerin de içeriğini açık ediyor:
"Ben, hep kalbimin sesini dinledim - kırılırken çıkardığı..
Bir sona götürdü bu, işte bu beni; her şeyin baştan başladığı.."
"Mehter Gambiti" şiirinde yukarıdaki ses devam ediyor sanki:
"Konuşmuyorum, haşa!
Yüzümdeki çatlaktan
Sızıyor sesler.."
"Koşma Hissi" şiirinde kendiyle konuşuyor şair:
"Sorun sende değil, bende dedim kendime..
Sıkıntıdan bir zırhım var, kaşındırır, neşe işlemez..
Yaşamıyorum artık, böylece kimse beni öldüremez."
"Karıncanın Rüyası" şiirinde ise kelime oyununun içine zorlukları gizliyor:
"Eski fotoğraflar çekilir gibi değil..
Kalbim bir halifedir geceleri,
Sanrının yeryüzündeki gölgesi.."
Kitaptaki en sevdiğim dörtlük ise "Gölgeden" şiirinde:
"Yoruluyor kapıların artık açılmaktan.
Yazgın bile yadırgıyor tüm bu olanları.
Kendini çıkartamıyorsun bir camın ardından bakınca.
Üzülme, herkes kendine dönüşür hikâyenin sonunda."
Yazının başındaki mezar taşı isteğimi, Muzaffer Serkan Aydın'ın kitabının arka kapağı tamamladı. Şu dizeler vedalaşıyor okuyucuyla kitap bittiğinde: "Yaşadı denemez, bir müddet ölmedi sadece.."
Rüyadan uyanmak, sanıldığı gibi kolay değildir. Neler gizlidir onun içinde kim bilir? Belki bu hırpalanmış ip gibi dizeler, okuyucuya bir şeyleri izah eder...
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
Şair sanki bir sürü rüyadan (savaştan), ilk adı olan muzaffer bir komutan edasıyla uyanmış gibi. Unutulmamalı ki ganimet dediğimiz şeyler aslında mağlubiyetlerde yatıyor. İnsana ne öğretirse mağlubiyetleri öğretiyor, zaferleri değil. İşte tam da burada yenilmekle kabullenmek arasındaki farkı öğrenmiş oluyoruz. Nedir o fark? Kader.
İtibar dergisi vasıtasıyla şiirlerini okumuş ve daha sonra aramızda 1 yaş olduğunu öğrenince kendi kuşağımdan bildiğim Muzaffer Serkan Aydın'ın dizeleri ne mağrur ne de mağdur. Kendi uyanışına okuyucuya da dahil etmek istiyor ve aslında rüyanın, asıl gerçeği görmek için bir vesile olduğunu da anlatmak istiyor. Bu anlatış tekniğinde bazen kafiyeye, bazen de seri benzetmelere başvuruyor. Sade ve güçlü. Bu ikisi, ateşle barut gibidir oysa. Şair ansızın yakalandığı kabuslara, okuyucuyu da yakalatıyor. Birlikte düşüyor göz kapakları, belki bir şekerleme belki de bir iç geçiş.
Kitaptaki ilk şiirinin adı "İçindekiler", adeta diğer şiirlerin de içeriğini açık ediyor:
"Ben, hep kalbimin sesini dinledim - kırılırken çıkardığı..
Bir sona götürdü bu, işte bu beni; her şeyin baştan başladığı.."
"Mehter Gambiti" şiirinde yukarıdaki ses devam ediyor sanki:
"Konuşmuyorum, haşa!
Yüzümdeki çatlaktan
Sızıyor sesler.."
"Koşma Hissi" şiirinde kendiyle konuşuyor şair:
"Sorun sende değil, bende dedim kendime..
Sıkıntıdan bir zırhım var, kaşındırır, neşe işlemez..
Yaşamıyorum artık, böylece kimse beni öldüremez."
"Karıncanın Rüyası" şiirinde ise kelime oyununun içine zorlukları gizliyor:
"Eski fotoğraflar çekilir gibi değil..
Kalbim bir halifedir geceleri,
Sanrının yeryüzündeki gölgesi.."
Kitaptaki en sevdiğim dörtlük ise "Gölgeden" şiirinde:
"Yoruluyor kapıların artık açılmaktan.
Yazgın bile yadırgıyor tüm bu olanları.
Kendini çıkartamıyorsun bir camın ardından bakınca.
Üzülme, herkes kendine dönüşür hikâyenin sonunda."
Yazının başındaki mezar taşı isteğimi, Muzaffer Serkan Aydın'ın kitabının arka kapağı tamamladı. Şu dizeler vedalaşıyor okuyucuyla kitap bittiğinde: "Yaşadı denemez, bir müddet ölmedi sadece.."
Rüyadan uyanmak, sanıldığı gibi kolay değildir. Neler gizlidir onun içinde kim bilir? Belki bu hırpalanmış ip gibi dizeler, okuyucuya bir şeyleri izah eder...
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)