2 Temmuz 2023 Pazar

Varlık alemine aşkla, tevhid nazarıyla bakmak

Sâmiha Ayverdi’nin 1946 yılında neşrolunan kitabı Yusufcuk, Türk tasavvuf edebiyatı içinde mümtaz yere sahip bir eserdir. Yusufcuk’un henüz ilk cümlelerinden itibaren ilahi aşkın ve sarhoşluğun neşesiyle yazıldığı fark edilir. Burada ilahi sarhoşluğun bilhassa tasavvufi manada ne anlama geldiği üzerine biraz düşünmek gerekir. Tasavvufta “sekr” kavramıyla bilinen ilahi sarhoşluk, bir salikin kendini bağlı olduğu manevi kanala bırakarak, hatta raptederek, o kanaldan gelen feyzi yaşaması hâlidir. Kimi salik bu hâli söze, hatta saza, yani mûsıkîye dökmek ister. Kimiyse bu hâl ile resim ya da heykel yapar, sema eder, yahut gözyaşı döker. Zira Hakk’ın elindeki palette sonsuz renkler vardır. Hakk, tek bir renk tercih etmemiştir. Bu çokluk aleminde, bu kadar çok rengin içinde, her renkten kendine giden yol görünsün diye çeşit çeşit kullar yaratmış, bu kullardan diğer kullara tecelli etmiştir.

Mutasavvıfların “Rabbi dağa tecelli edince onu yerle bir etti ve Mûsâ bayılarak yere yığıldı” (Araf, 7/143) ayetiyle işaret ettikleri sekr hâli, Sâmiha Ayverdi’nin dilinden ve gönlünden Yusufcuk olarak doğmuştur. Sufiler bu tip doğumlara “veled-i kalp” derler. Doğum, tecellinin ve feyzin aktığı kalpten gelmiştir. Konuşan her ne kadar Sâmiha Ayverdi gibi görünse de ya da okunsa da burada aslında âşık, maşukuyla konuşmaktadır. İlk sayfadan itibaren Ayverdi’nin hitap ettiği, âşkın ta kendisidir. Aşk, muhabbetin şiddetli hâlidir ve bu hâli sufiler Bakara suresinin 165. ayetinde atıfta bulunarak izah ederler. Bu ayette geçen “vellezîne âmenû eşeddu hubben lillâh” ifadesi, “Müminlerin Allah’a muhabbetleri çok şiddetlidir” manasına gelmektedir ve muhabbetle aşkın arasındaki yolu, öte yandan ilahi aşkı izah eder. Sekr hâli, bu şiddetli muhabbetin, yani yegane gaye olan aşka giden yolun bir vasıtasıdır. Salik bu vasıtayı dirençli, şevkli bir şekilde kullanarak muhabbetini artırır, giderek aşkı anlamaya ve daha sonra da yaşamaya başlar. Böylece konuştuğu, hitap ettiği, yani muhatabı bizzat aşk olur.

Bir insana aşkı en iyi anlatacak kimse, yine bir başka insandır. Fakat bu insan, nefsini terbiye etmiş, Hz. İnsan olmuş bir insan-ı kamil olmalıdır. Zira insan-ı kamilin kalbinden yansıyanlar, yolun başından, yani Hz. Peygamber’in kalbinden yansıyanlardır. Hz. Peygamber’in kalbinden yansıyanlar ise Hakk Teâlâ’dan yansıyanlardır. Bu silsile göz önünde bulundurulacak olursa, bir insan-ı kamilin terbiyesi altına girmiş olan bir salik, istidadını kullanarak sadakatle teslim olduğunda, gönlüne yansıyanlar ve kaleminden damlayanlar o insan-ı kamilin duyguları ve düşüncelerinden bağımsız olmayacaktır. Tasavvufta rabıta olarak kavram bulmuş bu hâl, esasında daimi olduğunda gerçekleşir. Kalbini ve iradesini daimi bir şekilde mürşidine teslim etmiş olan salik, kendinden bir şey konuşmayacak ve kendinden bir şey yazmayacaktır. Ondan okuduklarımız ve duyduklarımız, insan-ı kamilin derunundan aksedenlerdir. Yusufcuk, bu anlamda eşsiz bir kitaptır.

Sâmiha Ayverdi, Yusufcuk’a, “Devletlim!” nidasıyla başlar. Zira konuştuğu, yeryüzünün fani olmaklığı nedeniyle fani olan insanın, yine yeryüzünde erişebileceği en yüksek makam olan aşkla boyanmış, aşkla terbiye olmuş hâlidir, yani insan-ı kamildir. Ayverdi, onunla ilk karşılaşmasında, “Oku!” buyruğuna muhatap olduğunu söyler. Bu muhataplığıyla birlikte kendini tevhide bırakır. “Bir kır çiçeğinde, bir çiğ tanesinde, bir incecik su şırıltısında, zevkte, tebessümde hep senin parmak izlerini görerek hızlı hızlı okuyor ve yanımdakilere söylüyordum” diyerek şu ayete işaret eder: “Yedi kat gökler ve yer ve bu ikisi arasındakiler O’nu tesbih ederler; hiçbir şey yoktur ki O’nu hamd ile tesbih etmesin.” (İsra, 17/44)

Salik, yaratılmış olan her şeye, taşa toprağa, kurda kuşa, kısacası tabiata bakarak hakikati görebilir. Bu görüş, giderek bir anlayışa dönüşebilir. Ancak yine de bu anlayış, tam bir kavrayış olmayabilir. Çünkü tabiattan yeniden kendisine dönmesi, kendini okuması lazımdır. Ayverdi burada, kainatı okurken yaşadığı yorgunluk karşısında insan-ı kamilin ona acıdığından, merhamet ettiğinden bahseder. Bu merhametle beraber “Kendi kitabını oku!” buyruğuna muhatap olur. Artık tabiattan, çokluk aleminden öze dönüş gerekmektedir. Bu dönüşle birlikte salik, kendi hakikatine giden kapının anahtarını bulacaktır.

Ayverdi, kainatta gördüğü her şeyin insanda da olduğu gerçeğiyle karşılaşacaktır artık. Tabiatın ve alemin mükemmel işleyişi, insan vücudunda da bir karşılık bulmaktadır. İnsan vücudu da mükemmeldir ve kusursuz işlemektedir. Yeryüzünde karşılaşılan hadiselerdeki acı ve neşe, insanda da vardır. Eğrilikler ve düzlükler, inişler ve çıkışlar insan gönlünde de yer almaktadır. Tüm bunlar, Şeyh Galib Dede'nin “Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen / merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen” dizelerini bizlere hatırlatır. Ayverdi burada kainatla insan gönlü arasındaki irtibatı şöyle kurar: “Belki hakikaten bu, ötekinden küçüktü; ancak kainat kitabına sığmayan büyüklükler buna sığmıştı.

Bu cümle aynı zamanda Hakk Teâlâ’nın “Ben yerlere ve göklere sığmadım, ancak mümin kulumun kalbine sığdım.” sözünün, salike açılmasını temsil etmektedir. Ayverdi, tabiattan kendine geçiş sürecini yaşamış, fakat gördükleri karşısında şaşkınlığa kapılmış, hayret makamının güzelliğini hissetmeye başlamıştır. Burada yine yardıma ihtiyacı vardır. İnsan-ı kamile olan teslimiyetiyle, kendini okumanın da zorluğunun farkına vararak, bir kere daha himmet talep eder. Bu ilticası karşılıksız kalmaz. “Kendi kitabını okumak uzun sürer, beni oku!” hitabına muhatap olur. Bu hitap karşısında çaresiz kalır. Zira, aşkı okuyan o büyük zümre arasına katılmak fevkalade bir büyüklük ve hatta kitabın ilk cümlelerindeki gibi bir devlettir. Bunun nasıl bir devlet olduğunu bilen Ayverdi, marifet deryasına aşkla ve şevkle dalar. Bu derya, tek başına yüzülecek bir derya değildir. İnsan-ı kamil de bu yüzden vardır. Salik, yalnız yüzmeyecek ve yalnız yürümeyecektir. İnsan-ı kamil, onun Hakk’a doğru yürüyüşünde bir gavvas rolü üstlenerek, inci mercanları deryanın diplerinden yukarıya taşır. Hatta bazen, salikin istidadına göre onu da deryanın diplerine ulaştırıp bu hazineden yararlanmasını, giderek aşka yanmasını ister. Tüm bunlar, Hakk’ın emirlerine uyarak gerçekleştiği gibi yanına şiddetli muhabbetin yani aşkın konulmasıyla da giderek bir hayat nizamı olur. Hayatın kendisi aşk olduğunda kişi kurallarla, emirlerle yetinmez. Vaktin ötesinde bir muhabbetle yüzünü ve kalbini daima Hakk’a döner. Böylece nafile ibadetlerle, dualarla, tesbihlerle, zikirlerle de Hakk’a yürüyüşünü şiddetlendirir.

Ayverdi burada “Gözüm oldun, dilim oldun, tenimdeki canım oldun ve bunları benim yerime kendin okudun” der. Bu cümleler, bir hadis-i şerifin izahıdır aynı zamanda: “Kulumu bana yaklaştıran şeyler arasında en çok hoşuma gideni, ona farz kıldığım şeyleri eda etmesidir. Kulum bana nafile ibadetlerle yaklaşmaya devam eder, sonunda sevgime erer. Onu bir sevdim mi artık ben onun işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli, yürüdüğü ayağı, aklettiği kalbi, konuştuğu dili olurum. Benden bir şey isteyince onu veririm, benden sığınma talep etti mi onu himayeme alır, korurum.” (Buhârî, Rikak 38.)

Yusufcuk’un sadece bu iki giriş sayfası; kalbiyle okumak isteyenler için teslimiyetin, marifetin, muhabbetin, aşkın, insan-ı kamilin vazifesinin, kainatı okumanın, insanı okumanın, kitabın kendisini okumanın ve giderek hakikate vasıl olmanın, yani vuslatın bir ifadesidir. Bu ifade öylesine güçlüdür ki kitabın gelecek sayfaları için okuru olabildiğince hızlı biçimde hazırlar. Bundan sonrası tıpkı Ayverdi’nin yaptığı gibi teslimiyeti, sadakati, muhabbeti bir yakıt bilerek aşkın alevlerine doğru koşmaktır. Bu koşuda kişi asla ve asla yalnız değildir. İnsan-ı kamilin kalbi her an onunla birliktedir. Zira Yusufcuk, bütün varlık alemine tevhid nazarıyla bakabilmenin bir hüneri, bir numunesidir.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder