"Mest olup mestâne geldim tâ ezelden tâ ebed
İçmişim aşkın şarâbın âb-ı engûr olmadan."
- Şemseddin Sivâsî
Medeniyetimizin en zengin enstrümanlarından biri hiç şüphe yok ki mutfağımız ve sofralarımız. İnsanların yemekle kurdukları bağ, yalnızca doymaktan, eğlenmekten ve bir araya gelmekten ibaret değil. Meseleyi tasavvufta yemek kültürüne getirdiğimizde ortaya derin bir bir harita çıkıyor. Bu haritanın merkezinde "helal lokma" ve "rızık" yer alıyor. Türkülerimizde ve şiirlerimizde de yer bulduğu gibi helal lokma, sofraların baş tacı. Sadece bayramlarda ya da özel gecelerde değil, Rızkın Sahibi her sofraya oturuşta anılıyor, O'na şükrediliyor, verdiği nimetlerin ve lutufların karşısında kul hem acziyetini hatırlıyor hem de gayretinden, hassasiyetlerinden ödün vermiyor.
"Derviş lokması, insanın sadece hatta kalma güdüsüyle açıklanabilecek türden alelâde bir besin değildir. O, gıda ve azık kavramlarının ötesine geçerek ilâhî irade tarafından mahlûkata tahsis edilmiş besinleri ve gereksinimleri ifade eden rızık kavramının doğrudan bir temsili, beşerin iştiyak duyduğu helâl ve leziz hatta bir o kadar asude lokmasıdır" diyor Güldane Gündüzöz. Zira dervişler, lokmanın içine koca bir âlemi sığdırırlar. O âlemde zikir vardır, nefs terbiyesi vardır, edeb ve adab vardır, usul ve erkan vardır. Dostluk, muhabbet ve aşk vardır. Daha evvel tasavvufta tac sembolizmi üzerine fevkalade bir çalışma sunan Güldane Gündüzöz, bu kez tasavvufta yemek kültürüne ve tekke mutfaklarına dair çalışmış, ortaya da çok lezzetli bir kitap çıkmış: Derviş Lokması. Ketebe Yayınları tarafından Mart 2023'te neşredilen kitap, meraklısı için pek lezzetli bir okuma şöleni sunuyor.
Türk kültürü, gastronomi açısından dünyada eşi olmayacak bir zenginliğe sahip. Süheyl Ünver, Fatih Devri Yemekleri'nde konutla ilgili şu anekdotu verir: Fransa'nın en büyük aşçılarından Prof. Montaigne, Esad Fuat Tugay'a yemek pişirmesini ve yemesini Haçlı Seferleri sırasında Türklerden öğrendiğini itiraf etmiş. Yemek kültürümüz özellikle vakfiyelerle birlikte hem usta-çırak ilişkisiyle gelişmiş, hem de tasavvufun içindeki sembol zenginliğiyle günümüze kadar taşınmış durumda. Sofra açmak, gönül açmaktır. Ortada ne tür yemek olursa olsun kalp kalbe iletişimin kurulduğu yerdir sofralar. Yeri gelir sohbet eşlik eder, yeri gelir sessizlik. Ama dervişlerin sofrası başlı başına bir dua törenidir. Duayla açılır duayla sırlanır. O sofrada Hacı Bektaş-ı Velî'nin nefesi, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin aşkı, Ahmed Yesevî'nin sırrı vardır. Lokma, dervişin kurbiyetini kuvvetlendirir. Dolayısıyla sadece biyolojik bir eylem değil, metafizik bir harekettir. Rızıkla birlikte sofraya kurulan Hakk'ın cemâlidir. Şükrün ve kulluğun zirvede yaşanması gereken yerdir sofralar. Bu nedenle her bir lokmanın helalinden olmasına mutlak özen gösterilir: "Tasavvuf geleneğinde sufilerin yaşantısı 'helal' kavramı ile vazgeçilmez şekilde bağlantılıdır. Tasavvufa göre, yapılan iş meşru olsa bile damarlarda haram lokma bulunuyorsa söz konusu fiil, haramla gölgelenmektedir. İnsan-ı kamil idealinin bir gereği olarak sufi, seyr ü sülukunda nebati ve hayvani nefisleri aşarak nefs-i natıka mertebesine ulaşmayı hedeflemektedir. Bu itibarla sufi açısından beslenme sadece biyolojik bir ihtiyacın giderilmesi değildir. Tasavvuf gıda üzerinden bir ruhi arınma prosedürü oluşturmakta, bunun yanı sıra bir alem tasavvuru inşa etmektedir."
Etiyle, pirinciyle, bulguruyla, tatlısıyla, çayıyla, kahvesiyle tekke kültüründe sofranın çok ciddi usulleri vardır. Keza dervişin yetişmesinde mutfağın (matbah-ı şerif) rolü büyüktür. Destursuz girilmez, baş kesmeden çıkılmaz. Fakirler, garibler ve misafirler, tekkelerin baştacıdır. Çünkü ancak hizmet edene himmet edilir. Velhasıl tasavvufta sofra, irfân pazarıdır. Edeble gelen lutufla gider. Eskilerin dediği gibi: rızku'l-avam fi'l-yemin, rızku'l-havas fi'l-yakin. Avamın rızkı eldedir, yani maddidir. Havasın rızkı bilgidedir, yani manevidir.
Dervişlerin lokma ile kurdukları irtibatın kökeninde nebevî ahlâk, dolayısıyla kemâl var. Gündüzöz bu durumu şöyle açıklıyor: "Tasavvuf adabında Hz. Peygamber'in ahlakı model alınmıştır. Hz. Peygamber Allah'a tam bir teslimiyet içinde yaşamıştır ve bu nedenle hayatındaki eylemleri taklit edilmelidir. İslami hayatın ilk yüzyıllarındaki zühd anlayışı daha sonraki dönemlerde tasavvufa dönüşmüş ve örnek şahsiyet olarak Hz. Peygamber görülmüştür. Bu süreçte yemek ise, küçümsenecek bir öğe olmaktan çıkmıştır. Bunun yerine, bir edep manzumesi olan tasavvuf hayatının gelişen düzenine tamamen entegre olmuştur. Yemek, bedeni ve zihni disipline etmek ve ruhun mistik yükselişini kolaylaştırmak için uygulanan usullerden biri olarak kabul edilmiştir."
Derviş, yediği her lokmayla birlikte Allah'ın celalini, kudretini, azametini ve elbette sevgisini yaşar. Bu yaşayış giderek bir temaşaya, hatta terennüme, yani yaşam ritmine dönüşür. Dolayısıyla lokma, ilahi rahmete ulaşmanın, ilahi aşka ulaşmanın en hassas yollarından biridir. İnsan rızkıyla samimi bir bağ kurduğunda aynı zamanda eviyle, işiyle, çocuklarıyla, toplumla münasebeti de zenginlik kazanır. Bu bir iç denetim meselesi haline kavuşur. Dolayısıyla derviş için rızıkla kavuşma anı hem bir şükür vesilesidir hem de nefs terbiyesi açısından bitmeyecek bir derstir: "İnsan, yaratılmış olması itibarıyla kendisini var edenin kendisi olmadığını, aksine yaratmaya mutlak gücü olan birinin, kendisini yarattığını fark eder. Böylece kesin bir surette 'yaratıcı olmanın sadece Allah'a mahsus' olduğunu bilir. Benzer şekilde yaratılmasının güvencesi ve muhafazası olan rızka muhatap olması bakımından kendi rızkını kendisinin kazanmadığını, rızık konusunda mutlak kudret sahibinin ona bu rızkı ihsan ettiğini bilir. Böylece kesin bir bilgi ile 'rızık verenin sadece Allah olduğunu' fehm eder."
Güldane Gündüzöz, Derviş Lokması'nda tekke, mutfak, medeniyet üçgenine çok zengin konuları yerleştirmiş. Anadolu tekke mutfağı, helal lokma yemek, Hz. Peygamber dönemi yemek kültürü, Türk kültüründe yemek, kazanın sırrı, tekke yapılanmasında mutfağın yeri ve önemi, tekke mutfağındaki araçlar ve gereçler, tekke mutfağının ekonomisi, kahve kültürü, çorba kültürü, ahîlerde sofra, Şâzeliyye, Ayderûsiyye, Bektaşîyye, Mevlevîyye, Halvetîyye gibi yollardaki yemek ve sofra adabı bu konulardan bazıları. Kitabın son bölümünde Osmanlı tekkelerinde pişen yemeklerin tarifleri ve "Mecmûa-i Fevâid" incelenmiş: Koyun külbastı, balık külbastı, tavuk böreği, su böreği, pırasa böreği, soğan böreği, revani, kurabiye, helva, baklava, kaymaklı saray ekmeği, kadayıf, pilav, tarhana, patlıcan dolması, ciğer... Okur burada, bir zamanlar Aziz Mahmud Hüdâyî Âsitânesi'nde pişen yemekleri görebilir, Bursa Nûmâniyye Dergâhı'nda Bursa Eşrefîlerinin köfteli çorba ananesini öğrenebilir.
Derviş Lokması, tasavvufta yemeklerden mutfak gereçlerine kadar nasıl sembolik bir zenginlik olduğunu sunması açısından da son derece zengin bir kaynak. Şiirimizin, mimarimizin, musıkimizin de tarih boyunca bu lokmadan ve sofralardan aldığı nasipler malum... Yahya Kemal'in "Türkler Viyana kapılarına nasıl gitti?" sorusuna verdiği cevap unutulmamalı: "Bulgur pilavı yiyerek ve Mesnevî okuyarak."
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder