Yusufcuk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yusufcuk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Temmuz 2023 Pazar

Varlık alemine aşkla, tevhid nazarıyla bakmak

Sâmiha Ayverdi’nin 1946 yılında neşrolunan kitabı Yusufcuk, Türk tasavvuf edebiyatı içinde mümtaz yere sahip bir eserdir. Yusufcuk’un henüz ilk cümlelerinden itibaren ilahi aşkın ve sarhoşluğun neşesiyle yazıldığı fark edilir. Burada ilahi sarhoşluğun bilhassa tasavvufi manada ne anlama geldiği üzerine biraz düşünmek gerekir. Tasavvufta “sekr” kavramıyla bilinen ilahi sarhoşluk, bir salikin kendini bağlı olduğu manevi kanala bırakarak, hatta raptederek, o kanaldan gelen feyzi yaşaması hâlidir. Kimi salik bu hâli söze, hatta saza, yani mûsıkîye dökmek ister. Kimiyse bu hâl ile resim ya da heykel yapar, sema eder, yahut gözyaşı döker. Zira Hakk’ın elindeki palette sonsuz renkler vardır. Hakk, tek bir renk tercih etmemiştir. Bu çokluk aleminde, bu kadar çok rengin içinde, her renkten kendine giden yol görünsün diye çeşit çeşit kullar yaratmış, bu kullardan diğer kullara tecelli etmiştir.

Mutasavvıfların “Rabbi dağa tecelli edince onu yerle bir etti ve Mûsâ bayılarak yere yığıldı” (Araf, 7/143) ayetiyle işaret ettikleri sekr hâli, Sâmiha Ayverdi’nin dilinden ve gönlünden Yusufcuk olarak doğmuştur. Sufiler bu tip doğumlara “veled-i kalp” derler. Doğum, tecellinin ve feyzin aktığı kalpten gelmiştir. Konuşan her ne kadar Sâmiha Ayverdi gibi görünse de ya da okunsa da burada aslında âşık, maşukuyla konuşmaktadır. İlk sayfadan itibaren Ayverdi’nin hitap ettiği, âşkın ta kendisidir. Aşk, muhabbetin şiddetli hâlidir ve bu hâli sufiler Bakara suresinin 165. ayetinde atıfta bulunarak izah ederler. Bu ayette geçen “vellezîne âmenû eşeddu hubben lillâh” ifadesi, “Müminlerin Allah’a muhabbetleri çok şiddetlidir” manasına gelmektedir ve muhabbetle aşkın arasındaki yolu, öte yandan ilahi aşkı izah eder. Sekr hâli, bu şiddetli muhabbetin, yani yegane gaye olan aşka giden yolun bir vasıtasıdır. Salik bu vasıtayı dirençli, şevkli bir şekilde kullanarak muhabbetini artırır, giderek aşkı anlamaya ve daha sonra da yaşamaya başlar. Böylece konuştuğu, hitap ettiği, yani muhatabı bizzat aşk olur.

Bir insana aşkı en iyi anlatacak kimse, yine bir başka insandır. Fakat bu insan, nefsini terbiye etmiş, Hz. İnsan olmuş bir insan-ı kamil olmalıdır. Zira insan-ı kamilin kalbinden yansıyanlar, yolun başından, yani Hz. Peygamber’in kalbinden yansıyanlardır. Hz. Peygamber’in kalbinden yansıyanlar ise Hakk Teâlâ’dan yansıyanlardır. Bu silsile göz önünde bulundurulacak olursa, bir insan-ı kamilin terbiyesi altına girmiş olan bir salik, istidadını kullanarak sadakatle teslim olduğunda, gönlüne yansıyanlar ve kaleminden damlayanlar o insan-ı kamilin duyguları ve düşüncelerinden bağımsız olmayacaktır. Tasavvufta rabıta olarak kavram bulmuş bu hâl, esasında daimi olduğunda gerçekleşir. Kalbini ve iradesini daimi bir şekilde mürşidine teslim etmiş olan salik, kendinden bir şey konuşmayacak ve kendinden bir şey yazmayacaktır. Ondan okuduklarımız ve duyduklarımız, insan-ı kamilin derunundan aksedenlerdir. Yusufcuk, bu anlamda eşsiz bir kitaptır.

Sâmiha Ayverdi, Yusufcuk’a, “Devletlim!” nidasıyla başlar. Zira konuştuğu, yeryüzünün fani olmaklığı nedeniyle fani olan insanın, yine yeryüzünde erişebileceği en yüksek makam olan aşkla boyanmış, aşkla terbiye olmuş hâlidir, yani insan-ı kamildir. Ayverdi, onunla ilk karşılaşmasında, “Oku!” buyruğuna muhatap olduğunu söyler. Bu muhataplığıyla birlikte kendini tevhide bırakır. “Bir kır çiçeğinde, bir çiğ tanesinde, bir incecik su şırıltısında, zevkte, tebessümde hep senin parmak izlerini görerek hızlı hızlı okuyor ve yanımdakilere söylüyordum” diyerek şu ayete işaret eder: “Yedi kat gökler ve yer ve bu ikisi arasındakiler O’nu tesbih ederler; hiçbir şey yoktur ki O’nu hamd ile tesbih etmesin.” (İsra, 17/44)

Salik, yaratılmış olan her şeye, taşa toprağa, kurda kuşa, kısacası tabiata bakarak hakikati görebilir. Bu görüş, giderek bir anlayışa dönüşebilir. Ancak yine de bu anlayış, tam bir kavrayış olmayabilir. Çünkü tabiattan yeniden kendisine dönmesi, kendini okuması lazımdır. Ayverdi burada, kainatı okurken yaşadığı yorgunluk karşısında insan-ı kamilin ona acıdığından, merhamet ettiğinden bahseder. Bu merhametle beraber “Kendi kitabını oku!” buyruğuna muhatap olur. Artık tabiattan, çokluk aleminden öze dönüş gerekmektedir. Bu dönüşle birlikte salik, kendi hakikatine giden kapının anahtarını bulacaktır.

Ayverdi, kainatta gördüğü her şeyin insanda da olduğu gerçeğiyle karşılaşacaktır artık. Tabiatın ve alemin mükemmel işleyişi, insan vücudunda da bir karşılık bulmaktadır. İnsan vücudu da mükemmeldir ve kusursuz işlemektedir. Yeryüzünde karşılaşılan hadiselerdeki acı ve neşe, insanda da vardır. Eğrilikler ve düzlükler, inişler ve çıkışlar insan gönlünde de yer almaktadır. Tüm bunlar, Şeyh Galib Dede'nin “Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen / merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen” dizelerini bizlere hatırlatır. Ayverdi burada kainatla insan gönlü arasındaki irtibatı şöyle kurar: “Belki hakikaten bu, ötekinden küçüktü; ancak kainat kitabına sığmayan büyüklükler buna sığmıştı.

Bu cümle aynı zamanda Hakk Teâlâ’nın “Ben yerlere ve göklere sığmadım, ancak mümin kulumun kalbine sığdım.” sözünün, salike açılmasını temsil etmektedir. Ayverdi, tabiattan kendine geçiş sürecini yaşamış, fakat gördükleri karşısında şaşkınlığa kapılmış, hayret makamının güzelliğini hissetmeye başlamıştır. Burada yine yardıma ihtiyacı vardır. İnsan-ı kamile olan teslimiyetiyle, kendini okumanın da zorluğunun farkına vararak, bir kere daha himmet talep eder. Bu ilticası karşılıksız kalmaz. “Kendi kitabını okumak uzun sürer, beni oku!” hitabına muhatap olur. Bu hitap karşısında çaresiz kalır. Zira, aşkı okuyan o büyük zümre arasına katılmak fevkalade bir büyüklük ve hatta kitabın ilk cümlelerindeki gibi bir devlettir. Bunun nasıl bir devlet olduğunu bilen Ayverdi, marifet deryasına aşkla ve şevkle dalar. Bu derya, tek başına yüzülecek bir derya değildir. İnsan-ı kamil de bu yüzden vardır. Salik, yalnız yüzmeyecek ve yalnız yürümeyecektir. İnsan-ı kamil, onun Hakk’a doğru yürüyüşünde bir gavvas rolü üstlenerek, inci mercanları deryanın diplerinden yukarıya taşır. Hatta bazen, salikin istidadına göre onu da deryanın diplerine ulaştırıp bu hazineden yararlanmasını, giderek aşka yanmasını ister. Tüm bunlar, Hakk’ın emirlerine uyarak gerçekleştiği gibi yanına şiddetli muhabbetin yani aşkın konulmasıyla da giderek bir hayat nizamı olur. Hayatın kendisi aşk olduğunda kişi kurallarla, emirlerle yetinmez. Vaktin ötesinde bir muhabbetle yüzünü ve kalbini daima Hakk’a döner. Böylece nafile ibadetlerle, dualarla, tesbihlerle, zikirlerle de Hakk’a yürüyüşünü şiddetlendirir.

Ayverdi burada “Gözüm oldun, dilim oldun, tenimdeki canım oldun ve bunları benim yerime kendin okudun” der. Bu cümleler, bir hadis-i şerifin izahıdır aynı zamanda: “Kulumu bana yaklaştıran şeyler arasında en çok hoşuma gideni, ona farz kıldığım şeyleri eda etmesidir. Kulum bana nafile ibadetlerle yaklaşmaya devam eder, sonunda sevgime erer. Onu bir sevdim mi artık ben onun işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli, yürüdüğü ayağı, aklettiği kalbi, konuştuğu dili olurum. Benden bir şey isteyince onu veririm, benden sığınma talep etti mi onu himayeme alır, korurum.” (Buhârî, Rikak 38.)

Yusufcuk’un sadece bu iki giriş sayfası; kalbiyle okumak isteyenler için teslimiyetin, marifetin, muhabbetin, aşkın, insan-ı kamilin vazifesinin, kainatı okumanın, insanı okumanın, kitabın kendisini okumanın ve giderek hakikate vasıl olmanın, yani vuslatın bir ifadesidir. Bu ifade öylesine güçlüdür ki kitabın gelecek sayfaları için okuru olabildiğince hızlı biçimde hazırlar. Bundan sonrası tıpkı Ayverdi’nin yaptığı gibi teslimiyeti, sadakati, muhabbeti bir yakıt bilerek aşkın alevlerine doğru koşmaktır. Bu koşuda kişi asla ve asla yalnız değildir. İnsan-ı kamilin kalbi her an onunla birliktedir. Zira Yusufcuk, bütün varlık alemine tevhid nazarıyla bakabilmenin bir hüneri, bir numunesidir.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

2 Ağustos 2021 Pazartesi

Aşk tüm bağları yıkarak kendi bağlarını kurar

İnisiyatik geleneğin modern zamanlarda en saf ve katışıksız adlarından biri merhume Sâmiha Ayverdi'dir. O geleneğin günümüzde gürbüz ve bereketli bir damarına mensubiyeti olduğu gibi, ömrü boyunca elinden düşmeyen kalemiyle onlarca esere de imza atmış ve eserlerinin çoğunda tasavvufi neşve dile gelmiştir. O'nun oldukça zengin manevi ve zihinsel yaşamı içerisinde Yusufcuk'un ayrı bir değeri vardır. Yusufcuk, modern Türk Edebiyatı'nda dili ve dünyası bakımından yekta bir eserdir. İlk basımı 1946 yılında yapılmış olan Yusufcuk'ta, yazarın 'mesel' olarak niteleyebileceğimiz kısa öyküleri yer almaktadır.

Ayverdi, Kenan Rıfai'ye intisaplı ve O'ndan sonra da bir nevi postnişin olarak cemaatin 'anne'si olmuş, roman, hikaye, deneme, araştırma, sohbet, geziyazısı ve günce türlerinden pek çok kitap yazmış velut bir sanatkar. Rıfailiğin bir kolu olan bu geleneğin her ne kadar Ahmed-i Rufai hazretleriyle silsile bağı varsa da, Kenan Rıfai hazretleri aralarında Şeyh-i Ekber Muhyiddin İbnü’l-Arabî de olmak üzere bütün bir irfan geleneğinden beslenmiştir. Yusufcuk, günümüzde tasavvufi neşveyle yazılmış, mecaz ve mazmun dünyasıyla, diliyle, kurgusuyla, tarz-ı beyanıyla sufiyane denilebilecek bir metinler toplamıdır. Kısa, açıkuçlu, trajiği olmayan, dramatik bir kurguyla ilgisi bulunmayan bu mesellerin ilkine Ayverdi, Feta'nın ilk olarak karşısına 'kainat kitabı'nı çıkardığını, açtığını ve 'Oku!' dediğini söyleyerek girer. Kitaptaki meseller boyunca, yazar kainat kitabının sayfalarını okumaktadır. Her kıssa, bu kitaptan bir sayfa, bir cümle, bir kelime gibidir.

İlahi aşkın sarhoşluğu içinde yazılmış olan Yusufcuk, kainat kitabının okunması için öncelikle insanın kendi kitabını okuması gerektiğini bize hatırlatır. Sanki kitap bu uyarı çevresinde döner. Bu, nefsini bilen Rabbini bilir hakikatinin ifadesidir. Nefsini bilmek, insanın kendisinde tecelli eden İlahi Esmanın tecelli düzeyince gerçekleşir. Nefsini bilmekten muradın bu olduğunu söyler arifler. İnsan İlahi isimlerin hangisinin ne zaman tedbiri altındaysa ve tecelli ne düzeydeyse o yetkinlik düzeyince bilebilir Rabbini. Ayverdi, 'tepsisinin içine nisan yağmuru toplayan bir çocuk gibi, bu akıp giden selin altına çanağını' niçin koyduğunu sorup durur. Bu soruda bile sufi mazmunlarından birkaçını bulmak mümkündür. Yağmur rahmeti simgeler. Allah Rahman sıfatıyla arşı kuşatmıştır. Dünyada bu sıfatla, ahirette Rahim ismiyle mütecellidir. Rahman'da kayıt yoktur. Çanak, feyze kabil hale gelme durumunu ifade eder. Kulun yapabileceği şey hazırlanmaktır. Ki buna talep, edene de talip tabir edilir. Müritle eşanlamlı olan bu kelimeden anlarız ki, insan sadece ister ama asıl murad eden Allah'tır. İnsan diler fakat gerçekleşen murad-ı İlahi'dir. Nisan yağmuru da evrensel sembollerdendir. Sedef bedendir, inci kalptir. Nisan yağmuru inhisar kabul etmeyen kalbin kökenini simgeler. Kalp, insandaki İlahi merkezdir. Namaz ve hac arzın merkezi olan Kabe'ye yönelinerek eda edilir. Zikirde ise insan kendindeki İlahi merkeze yani kalbe doğru bükülür. Kalp, beytullahtır. Bir kutsi hadiste, 'yer ve gökler Beni kuşatamadı, ancak inanmış kulumun kalbi kuşattı' buyrulmuştur.

Ayverdi, sorular sorar ama ardından tecahül-i arif yaparak, 'biliyorum ama yine de soruyorum' der. Yusufcuk'un bir başka metni şöyle açılır: 'Herkes bu meydana bir zafer için gelir, ben ise sade Sana yenilmek için geldim.' Bu cümle yalnız başına bize sufiliğin hal dilini ele verir niteliktedir. İnsanla İlahi hakikat arasındaki en büyük engel insanın kendisidir. İnsan kendisinden tümüyle kurtulmaksızın İlahi feyze kabil hale gelemez. İbn Arabi, secdede Efendimiz'in sürekli yaptığı duayı hatırlatır: 'Allah'ım beni nur kıl' O'na göre Efendimiz burada, 'Allahım beni Sen kıl' demektedir. en-Nur, Allah'ın isimlerindendir ve 'beni nur kıl' diyen, gerçekte, 'beni benden al, Kendi sonsuz ve mutlak varlığında yok et' demek istemektedir. Secde madem en yakın olduğumuz yerdir, o halde kendimizi tümüyle aradan kaldırmamız gerekecektir. Ayverdi'nin, 'sade Sana yenilmek için geldim'ini de böyle okumak mümkündür. Bir başka metinde şöyle der: 'Adını sordular. Söyledim. "Tanımıyoruz, kimmiş o?" dediler. Az kaldı perdeyi çekip seni onlara gösterecektim; fakat ihtiyatkar olmayı yine Senden öğrendiğim için vazgeçtim ve düşündüm ki, gösterseydim de göremeyeceklerdi; zira perdelerin kalktığı ezel gününde onlar Seni görmüşlerden olsalardı, şimdi burada, "Tanımıyoruz" demezler ve demir asa demir çarık, bu kainatın tek görülecek görülmemişini arar ve bulurlardı." Yusufcuk'un bu metninde Samiha Ayverdi muazzam bir hakikati tek cümlede tasvir eder. Ezel bilişikliği dediği bu temaya kitapta sık sık döner: "Ezel gününün divane yolcusunun parmağına dünyaya gelirken bir yüzük takmış, sonra da, 'bunu hırsızlar çalacaktır; sen gene onu ara bul" demiştin. İlk sözün pek çabuk çıktı. Gözümü bu aleme açar açmaz, onun parmağımdan çalınmış olduğunu gördüm. Çaldıran da ben, arayıp bulacak olan da bendim." Burada tevhit hakikati dile gelir. İkilik aradan kalkar.

Mutlak tekliğin ifadesi olan başka bir meselinde Ayverdi, 'henüz zaman yaratılmamışken insan sözü edilmeye değmez bir varlıktı' mealindeki haberle, 'başlangıçta Allah vardı ve O'nunla birlikte bir şey yoktu' hakikatini birleştirir: "Dünya şekilsiz bir yığınken, ne toprak, ne su, ne ateş birbirinden seçilmeden ve mükevvenat henüz tasavvur ve yaratılış teknesinde yoğurulmadan Sen vardın." Mutlak tekliğin hayret makamındaki seyircisi ve aşk yolcusu olarak da insanı anar: "Ve ben hep başım kapının eşiğinde, Senin hayranın olarak aşk rüyalarımı görürdüm." Ayverdi'nin bu metinlerinin çoğu naz makamında kaleme alınmıştır. Yazar nazdan niyaza niyazdan naza gider gelir. "Bugün Sensizliğe tahammülüm yok" der, "beni kendimden geçir, sarhoş et." Bu dileğe erişinceye kadarki serencamını ise kozmik bir hikaye olarak anlatır: "Ruhum bir kalıbın esiri olmadan evvel, elimi bir el tuttu ve bana güneşleri, seyyareleri, semavatın acaibini gezdirip seyrettirdi. Nihayet bir aleme getirerek : 'İşte misafir olacağın yer...burası dünyadır' dedi. Böylece kimsenin kimseyi görmeden çalışıp didindiği bu patırtılı aleme ben de katıldım." Bu, insanın İlahi varlıktan kesret alemine inişinin hikayesidir. İnsan ebedi sessizlikten gürültülü bir arza inmiştir. Ve su ile sarhoş olacak düzeye gelinceye kadar bu hengame içerisinde yuvarlanacaktır.

Her metninde ayrı bir hikmetin dile geldiği Yusufcuk'tan şimdi de istiğna makamında yazılmış bir meseli analım: "karşına dua etmek için oturup ellerimi açtım. Ne garip ki yüzünü görünce bütün isteklerim, sam vurmuş bir ağacın yaprakları gibi kavrulup döküldü. Bilmem niçin evvelden bu mukadder neticeyi bana haber vermedin? Ben dua mahalli değil, aşk ocağıyım demedin?" Rabiatü'l-Adeviyye bir gün hastalanır. Acılar içindeyken Bayezid çıkagelir. 'Niçin Rabbinden şifa dilemiyor, bu acıyı çekiyorsun?' diye sorar. Rabia, 'O'nun muradı bu iken niçin aksini isteyeyim, bu ayıp değil mi?'diye cevap verir. Dua, Şeyh el-Alevi'ye göre Allah ile kalben aracısız haberleşen kamil veliler için gereksizdir. Ayverdi'nin bu metni gerçekten de üstün bir yetkinlik düzeyinden yazılmıştır. Buna arifler Zat meşrebi derler. Zaten ins anın manevi seyrinde gezinin zirvesi Zatiyyet düzeyidir. Bu bölüme fark-ı evvel tabir edilir. Mahlukiyetten Zatiyyet hakikatine uruc eden veliler oradan tekrar nüzul ederler ki bu da fark-ı sani olarak isimlendirilir. Seyr-i sülukunu tamamlamış kamil veliler ümmiyyun, safiiyyun ve zatiyyundur. Ümmiyun, sanıldığının aksine cahil anlamına gelmez, okur yazar olmayan manasını içermez, ümmiyyundan kasıt, insanın kensi kişisel algısını ortadan kaldırmasıdır. İlahi Hakikat'e açık ve hazır hale gelmek için bu şarttır. Safiyyun ise kalbin ve hafızanın saflığından kinayedir. Neşati'nin, 'ettik o kadar ref-i taayyün ki Neşati / ayine-yi pür-tab-ı mücellada nihanız' ifadesindeki 'mücella' mazmunu bunu ima etmektedir. Ayna saf ve cilalı olmaksızın İlahi Hakikat'i kusursuz biçimde yansıtamaz, aktaramaz. Zatiyyun olmak ise, yerden semaya, beşeri gerçeklikten semavi hakikat'e doğru bir gezinin gerçekleştirilmesini işaret eder. İnsan arza nüzul etmiş, inmiştir. Kudsi Kelam da arza tenezzül etmiştir. İnsan hayattayken bu inişin simetrik bir gezisini gerçekleştirmek durumundadır. Bu geziyi gerçekleştirenlere zatiyyun denir. Zatiyyun olan kimse artık merhume Ayverdi'nin yukarıda andığım metninde ifade ettiği hale ulaşmıştır. Sürekli Rabbinin müşahadesiyle meşgul hale gelmiş ve O'nunla arasındaki haberleşme kanalları tümüyle açılmıştır. Rabbinin müşahadesine mahzar olan kimse için O, artık bir dua makamı değil, bir aşk ocağıdır. Bu, makama muhabbetullah tabir edilir. Muhabbetullah marifetullahı netice verir. Tam da burada muhabbet, aşk ve şevk merdivenlerinden söz etmek yerinde olacaktır. Muhabbet, kuşun uçmaya çalışmasıdır. Aşk kendi kanatlarıyla uçabilmesidir. Şevk ise en üstün düzeydir ki, bu, kuşun kanadı kırıldıktan sonra da uçmaya gayret edişidir. Çünki bu düzeye erişen kişi bilir ki, kendisi Rabbine kendi kanatlarıyla ulaşamaz, ancak Rabbi, el-Karib adıyla kendisine yakınlaştırabilir. Bu makamda ise ancak insan aşkla dolar.

Yusufcuk'taki bir metin bize bu hakikati olağanüstü bir saflık ve açıklıkta anlatır: "Küçük kız! Mektebe başladığın gün, hocan ilk iş olarak sana harfleri öğretmişti. Az sonra bu öğrendiğin harfleri birbirine çatma temrinleri yaptın ve böylece kelimeler meydana çıktı. Sonra bunları sıraladın ve ibare oldu. Böylece de okumayı söktün. Artık büyüdün, mektep bitti. Şimdi yeni bir dersaneden içeri giriyorsun. Ben de sana ilk iş, bu kitapsız kalemsiz kazanılan ilmin baş harflerini öğreteyim: Gülümseme ve utanma. İşte yavrum bunlar, aşk kitabının ilk harfleridir.". Ayverdi, burada hem hakikatin zahiri ve Batıni boyutlarından söz açmakta hem de aşm mesleğinin mahiyetinden konuşmaktadır. Zahir, batının dış boyutudur. İbn Arabi hazretleri, Fütuhat'ta şöyle der: Şeriat, Hakikat'in örtüsü veya perdesi değildir, bizatihi kendisidir. Hakikate geçmek için, bizzat şeriata nüfuz etmek gerekir.' Bu bize, zahirin batından ayrı bir olgu olmadığını, onun bir boyutu, bir yönü olduğunu gösterir. Demek ki batına geçmek esastır ve bunun yolu da zahirden geçmektedir. Zahirde kalmayıp batına nüfuz etmek gerekir. Batın aşktır. Aşk yolunda ise insanı ıstırap karşılar. Ayverdi şöyle der: "Istırap denen bir harf vardır ki, bunu hepsinden evvel öğrenmeye çalış; zira onu ihtiva etmeden mana kazanmış hiçbir kelime, hiçbir cümle yoktur." Bu, bize aşk şarabıyla sermets olanların en üstünü ve bir aşk şehidi olan Hallac-ı Mansur hazretlerini hatırlatır. Ölümünden birkaç gün önce, zindanda kendisini ziyarete gelen Cüneyd-i Bağdadi hazretlerine şöyle der: "Yarından sonra beni öldürdüklerinde, sen medresene dön ve üzerindeki sufilik hırkasını çıkararak müderrislik cübbesini giy. Çünkü aşk yolunda, şehitlik kaçınılmazdır. Bu meslekte insanın kendi kanıyla alacağı abdestle kılacağı iki rekat namaz üzerine farzdır." Istırap sözcüğü, aşk yolundaki şehitliği ima etmektedir. Bu mazmun, 'ölmeden evvel ölünüz' hadisinden kaynaklanır. Ayverdi, meselinde küçük kıza son olarak şöyle seslenir: "Eğer ıstıraba yer vermemiş bir ibareye rastlarsan, korkma; 'bunun aşk kitabında yeri yok' diye haykır."

Buna 'bela' da tabir edilir. Bela da inisiyatik bir mazmundur. Nitekim Hallac-ı Mansur hazretleri şöyle demiştir: 'Sultanlar, bir iklimi (mülkü, vatanı) fethettiklerinde, yeni bir iklimin, vatanın fethinin arzusuyla yanıp tutuşurlar. Biz ise, yıllardır Senden gelecek bir belanın umuduyla yanıp yakılmaktayız.' Bela'yı hem Rabbin bir ilahi lütfu, bir bağışı olarak okumak hem de 'beli/evet' manasına yormak mümkündür. Bu ise, 'rıza'yı taleb etmektir. Rıza makamı, sadece Allah'ın kuldan değil, kulun da Allah'tan razı olmasını içerir. Bu makam, yetkinlik düzeylerin üst basamaklarındandır. Pir Sultan Abdal hazretleri, bir nefesinde, "güzel aşık cevrimizi çekemezsin demedim mi / bu bir rıza lokmasıdır yiyemezsin demedim mi?" demek suretiyle, 'rıza'nın ne denli ulaşılması güç bir makam olduğunu belirtmiştir.

Rıza, kulun her şeyden razı olması, Rabbinin her tecellisini bir lütuf olarak kabullenmesidir. Musibetler, yokluklar, yoksulluklar, yalnızlıklar, acılar, ayrılıklar, ölümler, her türlü maddi ve manevi sıkıntıları can ve başla benimsemesi ve şükr makamında bulunmasıdır. Sâmiha Ayverdi, Yusufcuk'taki bir anlatısında bunun batınına doğru sızarak şöyle der: 'Gidenin yerine benzerini getirmek gayreti, işte insanların tesellisi. Ama o bazen daha cesur, daha pervasız davranarak, insanoğlunun bu körü körüne sarıldığı, başını göğsünde dinlendirdiği, ya da hizmetine çağırdığı 'teselli' adlı cariyeyi, ezel künyesinde rastladığı ismiyle çağırır: 'gaflet'.' Bu metnin alt okunması yapıldığında 'teselli'nin Batıni hakikatinin rıza, 'gaflet'in ise 'tevekkül' olduğu anlaşılacaktır. Razı olmak teselli bulmak değildir. Rıza, 'artık öyle olur ki Ben kulumdan kulum Benden razı olur' hakikatinin sırrıdır. Ya da 'ey nefs, artık Razı olmuş bir halde Rabbine dön' nidasındaki sırdır. Nefs, dünyaya inerken yaşadığı irtifa kaybını, simetrik bir geziyle, yani manevi bir miracla taçlandırdıktan sonra rıza makamına uruc eder. Bu halde Rabbine dönen nefs artık 'safiyye' olmuştur. Gaflet ise, kulun Rabbinden nisyanıdır. Sufiler 'ben'lik duygusundan bir zerre kalmış ise kulun gafletten kurtulamamış olduğunu ifade ederler. Gafil olan tevekkül makamına erişemez. Tevekkül, insanın aradan çekilmesidir. Zira insanla Rabbi arasındaki engel kendisidir. Cüneyd-i Bağdadi hazretlerine Seriyü Sakati hazretlerinin söylediği şu söz bunu ifade eder: 'Senin varlığından daha büyük bir günah yoktur.' Ayverdi, metinde, 'Teselli'yi bir cariyeye benzetmek suretiyle hem teşhis sanatı yapmakta hem de tesellinin baştançıkarıcılık niteliğine atıfta bulunmaktadır.

Yine 'aşk'a ilişkin bir başka metinde, onun belirleyici işleviyle ilgili bir vurgu yer alır. Bunu Ayverdi, 'müstebit' kelimesiyle ifade eder. Aşk gerçekten de tüm bağları yıkarak kendi bağlarını kurar. Bu onun kozmik niteliğidir. Ayverdi şöyle der:

"Konuşuyorduk. İçimizden biri sordu:
-Tarihin kaydettiği en müstebit hükümdar kimdir?
Her ağızdan bir isim çıkmaya başladı. Saydılar, söylediler. Fakat sorgu sahibi bunların hiçbiriyle tatmin olmuyordu. Bir ara göz göze geldik. Bana,
-Niçin sesin çıkmıyor? Sen de bir şey söylesene, dedi.
Zaten ben de söylemeye hazırlanıyordum. Yavaşça,
-Aşk! Dedim.
"

Ayverdi bu hakikati ifade ederken, aşkın ezelden ebede tahtında tek rakibi olmaksızın saltanat sürüp buyruk yürüttüğünden bahs açmaktadır. Zaten sonunda, 'bunu, bu aşikar zaferi koyup uzaklara gitmek ne reva' diyerek, 'aşk imiş her ne var alemde' gerçeğini tahkim etmektedir.

Varlığın mayası aşktır. Varoluşun sırrı aşktır. Evren aşktan doğmuştur. Varlığın merkezinde hakikat-ı Muhammediye bulunur. Bütün muhabbetler muhabbet-i Muhammediyedendir. 'Muhammetten hasıl oldu muhabbet / Muhammetsiz muhabbetten ne hasıl' diyen şair bu sırdan konuşmaktadır. Yusufcuk'un bir metninde Sâmiha Ayverdi, insanı balçıktan yoğuran ve ona nefesinden üfleyen Yüce Rahman'ın soluğunun rüzgarı oluşumuzdan söz eder: "Sana soruyorum dostum, beni bu dünyaya kim davet etti? Anamla babam mı? Haşa. Onlar, ezel tasarrufunun zavallı bir aletinden başka nedir? Sahibim bir mucize göstermek istedi; gitti bir dağ başından bir avuç toprak alıp yoğurdu ve ona kendi nefesini üfleyerek dünyaya fırlattı. Bu çamur, dünyada bir ananın babanın çocuğu oldu. Adına da adımı verdiler. Yalan söylemiyorum; ben, onun nefesinin bir rüzgarıyım ve beni bu dünyaya, uğrunda binbir alemi terk ettiğim bu ses, bu nefes sahibi çağırdı.". Bu anlatıda insanın zuhurundan söz açılmaktadır. Aziz Mahmud Hüdayi hazretleri, Muhammed'in Zuhuru adlı eserinde bu ezeli hikayeyi anlatır. Sufilerin çokça rağbet ettiği bir kutsi hadiste Rabbimiz şöyle buyurur: 'Gizli bir hazine idim, bilinmeyi sevdim. Bu sırla mahlukatı yarattım.' Mahlukatın eşrefi olan insan varlık aleminde en son zuhur edendir. Çünkü insan meyvedir. Varlığın özüdür, özetidir. Kainatın kalbidir. Allah'ın yeryüzünde halifesidir. Allah insana soluğundan üflemiştir. Rahman'ın nefesi insanın ruhudur. Gerisi kemiktir, kıldır. Sufiler ruhun bedene tenezzül edişinden söz açarlar. Ruh, ten kafesinde mahpustur. Bu sıkışma, ruhun ölmeden evvel ölme isteğiyle yanıp tutuşma, özgürleşme arzusunu da beraberinde getirmiştir. Adamah kelimesi ibranicede kırmızı toprak anlamına gelir. Adem yani insan kızıl topraktan karılmıştır. Rahman, insanın çamurunu bir rivayette dörtbin sene yoğurmuştur. O'nun katındaki bir gün bizim katımızdaki bin yıl gibidir. Allah Adem'in çamurunu iki eliyle yoğurmuştur. Yani Celal ve Cemal yönüyle. Allah'ın iki eli de sağ elidir. Yani, Allah'ta baskın olan Cemal boyutudur. Çünkü Allah gökleri ve yeri altı günde yarattıktan sonra Rahman sıfatıyla arşı istiva etmiştir. O'nun rahmaniyeti dışında hiçbir varlık kalamaz. Bundan kinaye, İbn Arabi hazretleri, Allah'ın iki eli de sağ elidir buyurur. Ayverdi, metnin devamında, yere nüzul eden çamura üflenen soluğun Sahibi'ne seslenerek şöyle der: "Ben de ne ham ne toy bir adamım. Onun uğrunda binbir alemi bağışlamak da nedir? Bu ses beni yerimden, yurdumdan, saltanat ve daratımdan koparmışsa çok bir şey mi? Bu davete karşı ben kim oluyorum? O dile, tarife gelmeyen ferman sahibi, kolumdan tutup dünyaya sürüklerken, elini elimden koparmaya kıyamayarak, kendi de beraber geldi. Daha ne isterim, söyleyin ben ne isterim daha?"

Bu isteğin sonuçlarından olmak üzere bir başka Yusufcuk kıssasında Sâmiha Ayverdi, 'secde'den bahseder. Secde kulun Rabbi'yle buluştuğu yerdir. Buna menzil denir. Alak suresindeki 'secde et, yakınlaş' buyruğuna uyan kul, Rabbine doğru iner. Rabbi de kuluna doğru tenezzül buyurur. Ve bir yarıyol karşılaşması gerçekleşir. Buna nüzuldan, inişten kinaye menzil denir. Ayverdi şöyle der: "Rabbim, sanırlar mı ki, ben secde ederken, taşa, toprağa baş koyarım? Hayır, eğilen başım, o kaskatı yerde senin aşkının yumuşak dalgalarına karışır."

Bu cümle gerçekten de zengin bir atıf alanına sahiptir ve okuma imkanlarına açıktır.

Secde ubudiyeti simgeler. Secdeye varmak üzere kulun eğilmesi Rahman'ın gecenin üçte birinde dünya semasına inişini simgeler. Bir rivayette Allah gecenin üçte birinde dünya göğüne değin tenezzül buyurarak, 'yok mu Benden bir şey dileyen, vereyim' şeklinde nida eder. Namaz kul ile Rabbi arasında ortak bir münacattır. Yine bir kutsi hadiste Rabbimiz şöyle buyurur: 'Ben, namazı kulumla aramda ortak bir münacat kıldım. Onun yarısı Bana yarısı kuluma aittir.' İbn Arabi hazretleri bundan hareketle, mesela Fatiha'nın namazda vacip kılınmasının hikmetinden de söz ederek, surenin ilk üç ayetinin Allah'a diğer dört ayetinin ise kula ait olduğunu söyler. Zira 'sadece Sana ibadet eder sadece Senden yardım dileriz' ifadesi kula aittir ve Rabbine racidir. Kıyam, Rububiyeti simgeler. Rüku, ubudiyeti sembolize eden secde ile Rububiyeti simgeleyen kıyam arasında berzahtır. Secdede insan kendi benliğinin sınırlarını tümüyle terk ederek Rabbinde müstağrak olmaya çalışmaktadır. Bu istiğrak halini Sâmiha Ayverdi, 'İlahi aşkın yumuşak dalgaları'nda kaybolmak şeklinde ifade etmektedir.

Bu kayboluş nasiptir. Bunu bir başka metninde Ayverdi şöyle dile döker: "İnsanoğlunun kulağını bükmek, nasihat vermek boştur; kıssadan hisse çıkarmak da boştur. Bu cihanda nasihat, nisan yağmuru gibi bol bol yağar, sel gibi akar. Ama nerede o sadef ki, ağzını açsın da yuttuğu bu damlayı inciye tebdil etsin. Her hadise, içinde hissesi olan bir kıssadır. Ama nerede o göz ki, bu dolaşık ve sırlı yazıyı söküp heceleyebilsin.". Bu uyarı bize, muhasebe günü gelmeden nefsimizi hesaba çekmemiz gerektiğini de hatırlatır. Her olayın içinde hissesi olan bir kıssa olması bir ayetin anlam denizindendir. Varlıklar Allah'ın birer delili, birer ayetidirler. Her şey bize O'nu söylemektedir. Hiçbir şey yoktur ki, O'nu ham ile tesbih etmesin. O halde kainat kitabının birer kelimesi olan varlıklar ve olaylar bizim için birer hakikat habercisidir. Yusufcuk'un bir meselinde Ayverdi bizi adeta tüm perdeleri kaldırarak yokluk hakikatiyle yüzyüze getirir:

"Zaman zaman hislerimin kapısını çalan, aldırış etmezsem zorlayan bir el vardır. Ona,
-Kimsin, ne istiyorsun? Derim.
Cevap yerine içeri bir el uzanır. Düşünürüm. Para istemeyen, mala, rızka tamah etmeyen bu avuca ne koyacağımı uzun uzun düşünürüm ve düşüncelerim bir karara bağlanamayınca da, sualimi hiddetle tekrar ederim. O belki dalgınlığıma, belki unutkanlığıma, belki de gafilliğime küsen, fakat gene de tesir ve halavetini eksiltmeyen sesiyle,
-Yokluk! Der.
"

Yokluk, inisiyatik sözlükte 'fena'yla karşılanır. Acz, fakr, kusur vb. ıstılahlar da bu kavramın anlam dünyasına aittir. Bu tarik, yani acz ve fakr yolu, Allah'a ulaşmada en etkin, en kısa ve tehlikesiz yoldur. Beka fenadan geçer. Varlığa yoklukla ulaşılır. İnsan yok olmadan Rabb belirmez. İnsan azaldıkça ve yok oldukça Rabbine yakınlaşır, Rabbi katında değeri artar.

Bu metnin yüzeyinde maddi varlık-yokluk muhasebesi görünse de gerçekte fakrın hakikati anlatılmaktadır. Sonunda Ayverdi, 'varlık anında verilen, yokluk olmaz ki vereyim... Yokluk anında varlık bulunmaz ki, 'gel al' diyeyim' diyerek varlığın yokluktan geçtiğini bildirmektedir.

Hikmetin dili sembol ve sükuttur. Yusufcuk'ta bu hakikat de bizi karşılar: "Bana, 'söyle' deme. Bugün susmak istiyorum. Sözlerimi gönlümün kınına sakladım; söyle, diye üstüme varma. Şayet sana uyar da onları çekip çıkarırsam, el sürenin parmakları doğranır."

Sükut da bir haldir ve veli seyri sülukun bir yerinde buna uğrar. Halvet zaten sessizliğin yurdudur. Orada beşeri olan susar, İlahi olan konuşmaya başlar. İnsandaki ilahi merkez olan kalbin konuşması sükuttur. Hallac-ı Mansur hazretleri bir kezinde şöyle demiştir: "Dillerin konuşması, kalplerin helakindendir."

Metnin devamında Sâmiha Ayverdi, kalbe doğmayan bir hakikatin dile gelmemesi gerektiğini hatırlatır: "Bana, 'söyle' deme. Sen söyle, sen haber ver ki ben neyim? Hangi göklerin hangi köşesinden bu dünyaya damladım?". Bu aynı zamanda, 'ya hayır söyle veya sus' uyarısının da tevili gibi görünmektedir.

Büyükler, 'dert ağlatır, aşk söyletir' demişlerdir. Muhabbet olmaksızın söz kemale ermez. Kemale ermeyen söz hayrı taşımaz. Ayverdi bu hakikati şöyle dillendirir: "Rabbim, senin takat getirilemeyen ateşinle kavrulup yanarken, söyleniyor, haykırıyor, inliyor, feryad ediyorum. Beni divane diye, biçare diye de olsa dinleyenler var. Rabbim, senin ateşinle kavrulup da yanmamak, yanıp da haykırmamak, inlememek olur mu? Ama bu ateş içine düşeni kendisine benzettiği, varlık tezahürleri içinde bir avuç kül olduğu, sözü, feryadı, şikayet ve şekvayı, bilinmez bir rüzgar, bilinmez nerelere sürüp götürdüğü zaman, söyleyememek ıstırabı ile ben ne yapayım? Söyle bana o kıyamet lahzasının lisanını olsun öğret!"

Yusufcuk'un hemen tüm metinleri inisiyasyon sözlüğünün ıstılah ve manalarıyla doludur. Modern zamanlarda yaşamış veli bir yazarın kaleminden dökülen bu eserin tekke-tasavvuf edebiyatı geleneği içinden okunması ve yorumlanması gerekmektedir. Şerhi gerektiren bu metinler toplamı, bize yitiğimiz olanı, hikmeti aktarmayı deniyor. Sözü ona bırakıyorum:

"Bana tarif edilmeyeni et' dedin. Bu nasıl mümkün olur Devletlim?

Bilirim, hep olmazları oldurur, muhalin başını imkan tarağıyla tararsın. Ama gene de insaf et Devletlim, bende o taşları su gibi akıcı, bulutları kaskatı dondurucu, ateşleri bahar rüzgarına çevirici kudret nerede, söyle nerede?

Acaba tarif edilmeyeni et, derken, yedi cehennemi yakıp kül edecek bu gönül ateşini mi dile getirmemi istedin? Ah Devletlim, sana evvelce de söylemiştim. Güneşler doğar batar, yıllar yılları, devirler devirleri kovalar; dünya seyrinde, kainat devrinde, sadık köleler gibi, şaşmadan, durup dinlenmeden, eskiyip yenilenir. Ve bu bir yandan ölüp bir yandan dirilen cihan, yiğitlerin kuvvetleri, cihangirlerin pazuları, zeka ve idrak hamlelerinin harikaları ile mamur olup ahenklenirken, her zorluğu yenen, her müşkili başaran insanoğlu bir aşık gönlünün o kendini ve kainatı yağmaya veren yanıklığını dile getiremez.

İzin ver Devletlim, izin ver de bu akşam, lafza gelmez bir kıyametin karşısında her zamanki gibi derin derin susayım.
"

Sadık Yalsızuçanlar