"Okuduğum zaman beni kimse kovalamıyor.
Okuduğum zaman kovalayan benim.
Tanrı'nın peşindeyim."
- Deli ve Dahi (2019)
- Deli ve Dahi (2019)
Kafka'nın böcek temsiliyle kendi ruhunu bir nar gibi yarması, Goethe'nin Werther'i intihar ettirerek kendi intiharını engellemesi, Schopenhauer'in klasik metinler okudukça iyileştiğini hissetmesi, Kuran'ın İnşirah, Felak, Nas gibi muavvizeteyn yani sığınma surelerine sahip olması, Tolstoy'un Anna Karenina'yı trenin önüne atıp ruhsal rahatlama gerçekleştirmesi, Dostoyevski'nin içindeki kötümser duyguları Raskolnikof karakteriyle baltalaması harflerin, kelimelerin, cümlelerin ve dolayısıyla kitapların ne muazzam birer sağaltıcı olduğunun ispatıdır.
Şöyle diyor Ahmet Sarı, bu nefis kitabında: "Hurufat her zaman ruha iyi gelir. Edebiyatın terapi olarak devreye girdiği yer burasıdır. Dilin, ister şifahi olsun isterse de yazılı olsun insana dokunduğu, insana tesir ettiği bilinmektedir. Dilin insanı dönüştürdüğü fikri reddedilemez. Yazının çıktığı kaynak nasıl bir ruh taşıyorsa, yazının varacağı uğrak yeri de bir ruh olacaktır. İşte bu yüzden yazı ve söz yürekten yüreğe vararak canlılık bulur."
İki Yunanca sözcüğün birleşmesinden oluşuyor bibliyoterapi. Biblion, yani kitap. Therapia, yani sağaltma, iyileştirme. Bu durumda bibliyoterapi de kitapların vesilesiyle iyileşme anlamına geliyor, kitapla terapi. Yeryüzünün belki de en eski ve gündemden asla düşmeyecek bir iyileştirme biçimi. Ahmet Sarı; kelimelerin, kitapların, yazarların izini sürerek, teselliyi ve umudu edebiyatta arayanların nasıl şifa bulabildiğine dair bir öz sunuyor. Edebiyatın insanlara güç, iyilik ve kuvvet veren tarafının nerede bulunabileceğine dair bir yol açıyor. Bibliyoterapi bu anlamda üzerine gidilmesi gereken bir mesele. Dinden siyasete, sanattan psikolojiye kadar edebiyat ve üslup hayatımızın her yerinde önem arz ediyor, kıymet buluyor. Kimi zaman hutbelerin daha akıcı ve anlaşılır olması gerektiğini söyleniyor, kimi zaman bir siyasetçi şiire dayanarak anlatmak istediğini izah ediyor. Ressamların mektuplaşmaları ve psikologların edebiyatçılarla olan yakınlaşmaları birçok okur için en lezzetli metinleri oluşturuyor. İşte tam da burada Sarı'nın dediği gibi insanın varoluşunu anlamlandırma, anlamlı kılma girişimleri ön plana çıkıyor. Şu iki paragrafa dikkat edelim:
"İnsan farklı metinler, farklı konular, farklı olaylar okuyarak insanlık durumu (conditio humana) denilen bir geniş halkanın içine kendini entegre eder. Bu insanlık durumu sadece kendi ruhunu değil dünyadaki bütün ruhları da kapsadığından okunan metin boyunca tarif edilmez bir mut, varlık mutu elde edilir. İnsan tekinin mutluluğunun da sıkıntısının da aslında doğada yaşayan evrensel bir mutluluk ya da sıkıntı olduğu bilinciyle kitap okuyarak rahatlama edimi insanın bir anlamda kendini çoğaltması durumu olarak görülebilir."
"Yitirilmiş cennetin dünyada yaşayan insanın ruhunda bir yara olduğunu söylemek abartı sayılmaz. İnsan dünyada yitirilmiş bir cennetin oyuğuyla yaşar. Ontolojik, varoluşsal yaramız bizim budur. Dünyada bu ontolojik yarayı dindirmek, doldurmak insanın kendini bilmesi, kendi içine gerçekleştirebildiği deruni yolculuklarla mümkündür."
Edebiyatın iyileştirici yönünü konuşurken yazma eyleminden bahsetmek de gerekiyor. Ahmet Sarı kitabında sık sık yazarların yazma sancılarına ve yazma niyetlerine de temas ediyor. Yazıyı kendine bir yük edinen herkesin yalnızlıkla boğuşması ve boğuşmayı kazanması gerekiyor. Bunun sonucu fildişi kuleye mi varır yoksa kulübeye mi ona yazar ve imkanları karar verir. Can Yücel için orası mutfak masasıdır. Ahmet Mithat Efendi için İstanbul'un bir yakasından diğer yakasına geçilen bir gemidir. Thomas Mann ve Stefan Zweig için masadır. Ne olup bitiyorsa yazarın yazma araçlarıyla buluştuğu yerde olur. Sarı'nın hatırlattığı gibi Thomas Bernhard'ın Şapka'sındaki başkarakter nasıl "yazarak, yazarak, yazarak" kendi deliliğinin önüne geçmeye çabalıyorsa, Robert Walser'in de kafa hastalığını ve kendine has çılgınlıklarını yazarak törpülediği bir gerçektir. Philip Roth'u Anatomi Saati adlı romanındaki paragrafa buyur ediyor yazar bizi:
"Yaka şiirini okumak için kitabı kitaplıktan aldı. İçinde belki de kendi yakasını düzenlemede ruhunu rahatlatabilecek bir şey bulma ümidindeydi. Ortak kaderimizin betimlenmesi yoluyla acılarımızın azaltılması, onun hafifletilmesi genelde büyük edebiyatların işleri sayılırdı."
Mine Özgüzel'in çok sevdiğim ve devamını yazmasını samimiyetle beklediğim kitabı Edebiyat Terapi hakkında okur okumaz bir yazı yazmıştım. Buradan yola çıkarak şunu diyebilirim ki iyi kitaplar insanı nasıl 'düşünme'nin yollarına çıkarıyorsa aynı zamanda 'yazma'nın da cesaretini veriyorlar. İyi edebiyatın harekete geçirici bir yönü var, hem de çok kuvvetli bir yönü. Burası bezginlik, korkaklık ve tembellik kabul etmeyen bir yer. Okumak, beklemek, düşünmek, çalışmak ve yazmak insan varoluşunu donatan, anlamı nerede arayacağı konusunda aklın şifrelerini çözen en değerli çabalar. Bibliyoterapinin sadece iyi metinler üzerinde değil, kötü ve hatta insanı kahreden metinlerde de geniş bir iyileşme, silkelenme imkanı sunduğunu hatırlatıyor Ahmet Sarı. Neticede yazı bir ruh taşıyor ve onun varacağı yer de başka bir ruh: "İşte bu yüzden yazı ve söz yürekten yüreğe vararak canlılık bulur."
Psikolojiyle edebiyat arasındaki ilişki ve buna dair üretilen denemeler, mektuplar, romanlar hep özel ilgimi çekmiştir. Edebiyatın İyileştirici Gücü, konuya dair sunduğu örneklerle de oldukça zengin. Ahmet Sarı özellikle bu konuda şimdiye kadar yaptığı okumalar ve düşünceleri eşliğinde bizi hem okumanın hem de yazmanın, yani bibliyoterapinin sonsuz bahçesine davet eder gibi yazıyor:
"Freud'un, Jung'un, Lacan'ın karşısına geçen aktarıcı (hasta) nasıl serbest çağrışımla derdini anlatırsa, yazar da okura derdini öyle anlatır. Bir psikiyatra giden hastanın nasıl bir bilinçaltı varsa, yazarın da bilinçaltı okura aktardığı metinlerde saklıdır. İyi bir okur, analizant gibi yazarın, ya da metnin göğünde anlatıcının bilinçaltını çözmeye çalışır. Bu metnin bilinçaltıdır. Hasta psikiyatra aktardıkça nasıl rahatlarsa, yazar da anlatıcılar yardımıyla okurlara anlattığında öylesine bir rahatlama içine girer."
"Freud'un, Jung'un, Lacan'ın karşısına geçen aktarıcı (hasta) nasıl serbest çağrışımla derdini anlatırsa, yazar da okura derdini öyle anlatır. Bir psikiyatra giden hastanın nasıl bir bilinçaltı varsa, yazarın da bilinçaltı okura aktardığı metinlerde saklıdır. İyi bir okur, analizant gibi yazarın, ya da metnin göğünde anlatıcının bilinçaltını çözmeye çalışır. Bu metnin bilinçaltıdır. Hasta psikiyatra aktardıkça nasıl rahatlarsa, yazar da anlatıcılar yardımıyla okurlara anlattığında öylesine bir rahatlama içine girer."
Ahmet Sarı'nın şu sıkıcı döneme ferahlık sunan kitabı Edebiyatın İyileştirici Gücü'nü okuduktan hemen sonra Deli ve Dahi filmini izlemenizi öneririm. Her ikisi de çok iyi hissettirecektir. Çünkü terapi, tesellidir.
Yağız Gönüler
Değerli Yağız Hocam, emeğinize sağlık. Hakikaten güzel bir yazı olmuş. Ahmet Hoca farklı türlerde yazabilen nadir edebiyatçılardan. Onun hem şiir hem hikaye hem de araştırma türündeki eserlerinden sonra bu kitabı biz okurlara iyi gelecektir. En yakın zamanda, şimdiye kadar olduğu gibi, edebiyatın o sağaltıcı gücünü tekrardan duymak adına bu kitabı okuyacağım. Kaleminiz daim olsun. Muhabbetle.
YanıtlaSil