13 Eylül 2020 Pazar

Yakın çağın düşüş sancıları

Şule Gürbüz, Öyle miymiş? diye bir kitap yazmış, iyi ki yazmış, var olsun. Eser, İletişim Yayınları'ndan 2016'da çıkmış. Yazar Öyle miymiş? diye soruyor biz de ya öyle miymiş diye gah soruya soruyla cevap veriyor, gah ya işte öyleymiş diyerek sormaya cesaret edemediğimiz soruların cevabını buluyoruz. Yazarın hem Cambridge'de felsefe eğitimi almış olması hem de bir mekanik saat ustası olarak bilfiil çalışıyor olması kitaptaki zaman mefhumunu ince ince tatlandırmasının sebebi olabilir. Yazar zamanın, inancın, ümidin ne olduğunu kafamızda şekillendiriyor. Kitap roman değil, hikâye değil ama hikâyeleri var bir kahramanın fikir sancılarını ele alan. Tür olarak ne olduğunu adlandırmak konusunda zorlansak da iç seslerin yoğun olarak kullanıldığı bir deneme kitabı diyebiliriz. Ya da bu konuda hiç telaşa düşmeden kelimelerin tadını çıkarabiliriz.

Yazarın kafasından geçen kuyruğu birbirine çarpmadan dolaşan var oluşa dair binlerce fikir. Bu tip varoluşsal problemleri ele alan eserlere pek rastlamıyoruz Türk edebiyatında. Bir Nurettin Topçu vardır felsefenin edebiyatta, sanatta olması gerektiğine inanan. Felsefenin, varoluşun edebiyatta olması gerektiğine inanan edebiyatçılarımız var olsa da sayı ve nitelik yeterli değil. Türk aydını modernleşme sorunundan muzdariptir. Ya Batı'ya körü körüne inanılmış, bağlanılmış, ya da ondan tamamen yüz çevrilmiştir. Bu da okuduklarımızın, izlediklerimizin sığ kalmasına sebep olmuştur. Şule Gürbüz çağımızın Türk aydınının karşı karşıya kaldığı bu sorunu aşmıştır. Ne körcesine bir Batı idealine saplanmış ne de dünyada olup biten bunca fikir sancısına gözünü kapatmıştır. Bizim fikir sancımızı yazmış, bizim inancımızı yazmış, bizim dilimizi konuşmuş, hasret kaldığımız Türkçe düşünen yazar olarak bence milli edebiyatta yerini sağlam bir temele oturtmuştur.

Kitabı okurken Albert Camus'nün Düşüş'ünü hatırladım, orada çekilen sancıları Öyle miymiş? 'de sobanın arkasında oturan kız da çekiyor. Bizim milletten böyle bir sancı çekecek insan çıkmaz diye hükmetmişken, kendi içinde buluyorsun o sancıyı çekeni. Bunların hepsini nasıl derleyip toparlamış da kaleminden dökmüş, bir kitaba sığdırmış, doğrusu takdire şayan. Üstelik böylesine zor bir kitabı nasıl olmuş da benzersiz bir Türkçe ziyafetine dönüştürmüş orası da ayrıca alkışlanası. Kitabın dili çok sağlam, üzerinde çok çalışıldığını ve yazarın yıllarca biriktirdiğini gösteriyor. Her yazar biriktirir ama Şule Gürbüz ilk romanı Kambur'dan on sekiz yıl sonra Coşkuyla Ölmek'i yazmış. Onun ardından Öyle miymiş? eseriyle karşımıza çıkmış. Belki bu uzun süre bize onun anlatımının nasıl güçlendiği hakkında bir şeyler söyleyebilir.

Kitap dört bölümden oluşmakta. Birinci bölüm Cennet Varken Cinnet Olabilir mi?. Bu bölüm kısa metinlerden oluşmakta. İnsanı durup düşünmeye davet eden yazılar.

"Dünya, orta halli dünya, insan aşağı seviye, palamutlar eh taze işte, bunlarla oyalan, 'Allah bir' de geç git işte." (s.33)

"Baş suya eğilmeyince, ne dediğini dinlemeyince, taş bir sade kuru taştan sayılınca ve diken değdiğinde hatırlanınca, iz ve ima arayan, kendi ayıbının izini süren kalmayınca, bu sürek avı sade izleri süpürmeye yarayınca, bir şeyleri üzerine alınan olmayınca eşya konuşmayı ve işaret vermeyi bıraktı." (s.40-41)

Her metin üç çiçek ya da üç kuş ismiyle bitiyor. Nedir bunlar diye bir tabiat merakı sarıyor hücrelerinizi. Hikmet arıyorsunuz, bunca varlık sizi Allah'a götürüyor, merak etmeye, hayret etmeye götürüyor, sizi bir anlam arayışına girmeye teşvik ediyor. Eğilip kulak versek bize ne meseller, ne hikâyeler anlatacaklar? Bunca isim verilmiş varlık, bunca zenginlik boşa olmasa gerek. Bu tabiat okumaları tabii ki sığ kalmamalı, kökten etki etmeli. İnsanın ne kadar da unutkan olduğunu da anlatır satırlarında.

"Koca ceviz ağacına çıtırtı der, göle durgun, ineğe munis, koyunun yanında durup bir poz aklını beğenir, azcık puhu kuşuna şaşar, onu da sabah namazından sonra geri yatıp uyuyunca unutur." (s.31)

"Ey Türk genci,
Sen ne zaman gerçekten öleceksin, buhran ne, kıpkızıl yanmak ne, ne zaman bileceksin?" (s.39)

Kitabın ikinci bölümü Hayır Demeden İtiraz. Bu bölümde yaşamak, yaşayabilmek, ölmek, ölebilmek, asıl amaç ne, bunların içinde ne var gibi soruların cevabını çocukluğundan beri içine bakan birinden dinliyoruz. Bir sobanın arkasında oturup okuyan, düşünen bir kız çocuğunun bilincinden akanlarla yol nerelere varıyor, görüyoruz.

"Her ruhun vatanı var, onu bulmak ve oraya ne kadar çorak ve uzak da olsa gidip yerleşmek, oranın lisanını öğrenmek zorunda, ne denildiğini anlamak, ağıtları çözmek zorunda. Ölebilmek zorunda. Ölmeyi kolaylamak zorunda, ölmeyi anlamak zorunda. Tamam da nasıl yaşanacak, nasıl yaşanacak, nasıl yaşanacak, böyleyse neden yaşanacak, neden yaşanacak, ölebilmek için mi? Ölebilmek için yaşanacak. Yaşayabilmek ölebilmenin, yerinde yurdunda ve kendin olarak ölebilmenin yolunu açarsa yaşanabilmiş olacak." (s.90)

Anlatıcının derdi nasıl yaşanacağı, neyle yaşanacağı oluyor. Soruları hep bu yönde olmuş, öğrenebilmek için okumuş, içine bakmış, aramış, bulacağını, bileceğini zannetmiş ama sonunda ölüme, bilmemeye varmış.

"Kendime uzun uzun baktım. Başkalarına uzun uzun baktım. Uzun uzadıya bakacak uzunlukta ve genişlikte fazla bir şey olmadığını yaşayanların ve yaşamanın ince uzun dar bir çizgide arkaya zor dönülür ve görülür bir darlıkta sıkışmak ve güçlükle ve tek yöne iradesiz ve amaçsız bir sıkıntılı yürüyüş olduğunu iyice anladım." (s.50)

İnsanın kendini bulması, tanıması için doğru sorular sorması çok önemlidir. Felsefede de insanı düşündüren sorulardır. Sordukça bir yere varacağınızı sanırsınız, ama öğrendikçe daha da battığınızı hissettiğiniz anlar olur. Schopenhauer çok okumanın insanı ahmaklaştırdığını, zihnini felç ettiğini söyler, bakın Gürbüz ne demiş bu konuda:

"Okudukça anlamayışım içimde anlamamanın artması diyebileceğim bilgi ve anlayış artmasının tam aksi kutbu diye tarif edeceğim ama bir şey tarif etmiş olmayacağım bir kalınlık oluşturuyordu. Anlamayışta derinleşiyordum. Akıl gibi ahmaklık da derinleşebiliyormuş, bunu merak edene karnımı yarıp bu hiçbir şey bitmez çorak araziyi gösterebilirdim." (s. 60)

İç sesin sahibi eleştirmiş, sorgulamış, öfkelenmiş, feryat etmiş, bildiğini zannetmiş, bilemediğini anlamış bir zihnin hezeyanlarını yaşamış. Üzümlü kekte teselli bulmuş, insanlardan tiksinmiş, bir soba arkasına sığınmış.

"Bu dirilik can mıdır? Bu ölülük vefat mıdır, yürümek midir, göçmek midir, öbür dünyaya doğmak bu mudur, öbür dünyadan buradakini boğmak bu mudur? Bilmem ki söyleyeyim, acaba bilsem söyleyebilir miyim, insanın bildikleri söyleyebildikleri midir? Yoksa bilmek feryat mıdır, bilmek söze mi dökülür göze mi, gözden mi dökülür, bu dökülenler nerdedir, birikir mi kurur mu?" (s.59)

Bu bölümdeki isimler ve terimler çok zengin bir argümanın göstergesi sayılabilir. Russell, Weber, İncil, Meister Eckhard, Augustinus, Bach, Kierkegaard, Heidegger, Dostoyevski, Tolstoy, Herodot, Platon, Socrates, Hausmann, Notre Dame, Hz. İsa, Hz. Musa, Nietzsche, Hz. Süleyman, Pascal, Leibniz, Bessiyeli Eyüp, Yunus (a.s), Spinoza, Şeyh Galib, Kaşani, Yahya Kemal, Ziya Osman, Cahit Külebi ve daha nicesi bizi Batı felsefesine, İslam tasavvufuna ve Doğu inanç biçimine götürüyor. Bizim ve Batı'nın fikir macerası arasında derin bir fark olduğunu şu sözleriyle ne güzel anlatmış yazar:

"Şöyle bir rahatça cinnet geçirilmez, kulak burun kesilmezmiş. Memlekette zulmedecek milyonlarca insan varken estağfurullah, insan bu hazineyi bırakıp da kendine zulmetmezmiş. Bu bıçak asla kendine dönmez, bela ise başkasının başına bela olur, sapık ise birisinin sapığı olur, müstakil kendi kendinin sapığına hiç tesadüf edilmezmiş." (s.136)

Cinnet geçirebilirsiniz ama kendinize mukayyet olmak şartıyla.

Doğulunun gönlü vardır, içindeki bir Batılınınkinden çok farklıdır, soruları ve cevapları, onlara biçtiği anlamlar farklıdır.

"İnsan da olmamak istermiş. "İnsan olmak" zaten insan sözü imiş, tanrı bundan bahsetmemiş, kul demiş. İnsan, ruy-i zeminde insan olmaya kalkmış, kendine de bu adı yine kendi takmış. İnsan insan olamaz, tanrı kul ararken ortalık bir ağarır bir kararırmış. Allah bizi niye yarattı acaba diye düşünene verilen açıklama, yani "Bana kulluk etsinler diye yarattım" sözü daha kimsenin damarlarını genişletip içine bir mana sızdırmamış, bunu duyan işiteceğini işitip bir tamam olmamış. Sade yeni bir soru da kalmamış. Öyle miymiş, öyleymiş." (s.141)

Batı fikriyatında insanın ölümü bile bile yaşaması saçmalık olarak düşünülür ama Doğu'da ölümden sonrası için bu dünya bir imtihan yeridir, ama bu fikrin içi boşaltılmış gibidir.

"Zaten örnekleri gördük, imtihanın testlerini çözdük, bilmedik bir şeyden bahsolunmuyor, durian denmiyor ya incir üzüm deniyor. Önceden gidip bizden iyi bahsedecek olanlar, yer yurt hazırlayacak, kefilim diyecek olanlar da var, daha ne olsun, ölüm iki cihan azizliği demişler, değil mi, değil mi, değil miymiş?" (s.156)

Doğu mu demeli biz denilen ahaliye yoksa Anadolu mu orası da çok belirgin değil aslında. Dinde ezoterik bir yaklaşımın var olduğunu ve bunun halka zor geldiğini, herkesin kendi dinini yaratma sevdasına düştüğünün eleştirisi de yapılmakta.

"Bizim millet aslında gerçek hatlı bir gavur bile olamazmış. Asıl isteği abdestsiz, namazsız, ayakkabılarını çıkarmadan ibadethaneye girebileceği, arada da içebileceği, zina suçunun hafifletildiği bir dine mensup olmakmış. Din dar geldikçe bir pili açmak gerekliymiş." (s.122)

Kitabın dördüncü bölümü Sanki Daha Dünkü Cinnet Kuşuyum. Bu bölümde önceki üç bölümün sancısını azaltma havası var. Biraz dil yumuşamış, dalgacı bir havaya bürünmüş, ne yapalım dünyamız bu haldedir, geçip gideceğiz, ama sen yine de bir dur düşün der gibidir. İnsanları yargılamaktan kurtul, şekilden kurtul, öze dön demektedir.

Kelimeler arasında tabiatı hatırlatan bolca unsur vardır. Hayretimizi artıran bu zenginlik, umudumuzu da kamçılamaktadır.

"Sonbahar güvez renkleri, kızıl hünnabi tonları ile her sönüş gibi son alazın resmine bir bakan olursa diye manasını katarak ve sade güzel bulunmasına, önünde gülümsenmesine şaşarak geçiyor. Bir mevsim bir insana yine alışamadan şaşkın geçiyor. Bir ekim ayı iri sapsarı bir çınar yaprağına devriliyor, onun resmi olarak kalıyor. Bir mevsim, güzelim aylar." (s.187)

Biz okuduk nasiplendik, darısı cümlenin başına.

Mevhibe Şenel
mevhibe.senel@gmail.com

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder