18 Ağustos 2020 Salı

Tarihçiler ve tarih dersleri neden sıkıcıdır?

Müstesna tarihçilerimiz var elbette ama bunlar hemen her alanda olduğu gibi ilk akla gelenler değil. İlk akla gelenlerse, kolayca tahmin edilebileceği gibi ekran yüzü görmüş, insanların duymak istedikleriyle iktidarların olmasını istedikleri arasındaki açığı tarihten örneklerle kapatma işini iyi becerebilmiş, basiti karmaşık karmaşığı basitleştirerek ilgi çekmeyi başarabilmiş kimseler.

Konu ne olursa olsun ve de tarihi gerçeklik ne derse desin asla boşa düşmeyen, diğer bir deyişle yaş tahtaya basmayan ve bütün bunlar için tarihin engin derinliklerinde her durum için sayısız olay bulup her koşulda kendi konumlarını güçlendiren bir tarihe inanan, bugünün eksikliklerini tarihle kapatan, “geçmiş satıcısı”, mahir ticaret erbabı.

Bu kişiler, bugüne tarihten bakmak, bulanık olana ışık tutmak ya da geçmişin bugünkü yeniden şekillenişini aydınlatmak yerine tarihi bugüne uyduran, güncel tartışmaların dışına çıkmayarak bu tartışmalara derinlik kazandırmak için tarihi bütünüyle araçsallaştırırken bir yandan da tarihsel olayları ve isimleri kullanarak kendi görüşlerine otorite kazandırma hünerine sahip kimseler. Toplumun tarih eksikliğini kapatırken bu arada kendi eksiklerini de tarihle kapatan hünerli eller. Tarihten bugüne gelmek yerine bizi tarihe götürerek istedikleri gibi bir geçmişi birlikte üretmemiz için popüler hale getirerek hem bugünü hem de geçmişi kurtaran kahramanlar ya da!

Benim tarih hocalarım hep sıkıcı kimselerdi. Bu ülkede bunun bana özgü bir kötü şans olmadığını da gayet iyi biliyorum. Tarihin çok önemli ve tekerrürden ibaret olduğunu, ondan ders almak gerektiğini (hiç ders alınsaydı tekerrür eder miydi tarih!), tarih bilincimizin çok ama çok eksik olduğunu oysa bizim gibi büyük tarihten gelen milletlerin herkesten çok tarih bilmesi gerektiğini ve buradan hareketle, bugün olamayan, yapılamayan, ters giden, başa çıkılamayan ne varsa bunun ana nedeninin tarihimizi iyi bilmemek ve ona sahip çıkamamakla ilgili olduğunu hamasi bir içerikle söyleyen, yaşadığı hayata karşı heyecansız ve hatta öfkeli insanlardı çoğunluğu. Bir çoğu dalga konusu olur, öğrenci sohbetlerinin aranan mizah malzemelerini sağlarlardı.

Biraz da bu hocaların söylediğinin tersinin daha doğru olabileceğine dair içimde beliren sezginin etkisiyle, kişisel olarak bu yaygın, toplumun tarih bilincinin “eksikliği” klişesine hep temkinli yaklaşmayı seçtim. Bu toplum, tarihi bilinçli bir şekilde bilinç dışına atıyor olabilir mi diye düşünüp hep. Geçmişe gidip bugünkü meselelerin cevabını orada aramaktan ve bugünü tarihin doğrusal bir uzantısı saymaktansa onu bugünde yeniden şekillendirip canlı ve yaşanır kıldığını ama bunu açıklayamadığını, tahrif etmeksizin dönüştürdüğünü ama bunun anlatısını yapamadığını çünkü yeterli edebi ve felsefi derinliğe ulaşamadığını düşündüm ve de. En büyük eksikliğinse iktisat tarihi, savaş tarihi, gündelik hayatın tarihi ve hatta siyasi tarihten çok düşünce tarihi alt başlığında olduğunu hissettim. Bizde en az olan tarihçi türünün düşünce tarihçisi olduğunu gördüm zaman içerisinde (Gerçekten de bizde düşünce tarihçisi diye biri var mı?)

Birkaç gün önce, başka bir nedenle Stefan Zweig’ın Geleceğe Güven kitabını karıştırıyordum ki bu sorularımın pek çoğunu cevaplayan “Tarih, Bir Yazardır” yazısıyla karşılaştım. “Tarihle ilk karşılaşmamız okulda olmuştu” diye başlayıp, “Okul çağındaki çocuğa ilk ve en önemli dersi verme görevi hep tarihe düşer” diye devam eden bu yazı bizde tarih bilincinin neden olmadığını açıklıyordu. Okullarda okutulması gereken şey, basmakalıp bilgilerle ve klişelerle dolu sıkıcı oldu-bittiler değil insanlığın “en bilge yazarı” olan tarihin heyecan verici anlatımı ve her an yeniden şekillenen bugünün tarihle buluşması olmalıydı.

Zweig, okul yıllarındaki asık suratlı ve sıkıcı tarih öğretmenlerinin anlattığı tarihi hiç sevmediğini, hepimiz gibi sırf zorunlu olduğu için durumu idare ettiğini, “Tüm kaosu düzene sokup güzel bir şeymiş gibi önümüze koymuştu” dediği derslerin tarihine ısınamadığını anlatırken bir yerde şöyle der:

Fakat arada sırada öyle olaylar vardı ki, serüvenleri andırdıkları için kitabımızın sayfalarını hızlı hızlı çevirerek coşkuyla okumuş, hayal gücümüzü zorlamış, anlatılanları gözümüzün önüne getirmiş, hayran kaldığımız kişileri kahramanlaştırmış, hatta onların rolünü üstlenmiştik. Kendimizi kimi zaman Konradin, İskender, Sezar veya Alkibiadis gibi hissetmiştik.” (s.170).

Bu gayet normaldir ona göre. Genç insanları heyecanlandıran, gözlerinde büyük kahramanlar yapan o isimlerin tarihte elde ettikleri zaferlerle ünlenmiş kişilerdir. Başka bir ifadeyle, gençlik, zaferden, büyük kahramanlıklardan ve başarılardan hoşlanır. Gençlik tam da böyle bir şeydir oysa belki de tarih bunun tam tersidir! (Buradan bakınca tarihçiliğimiz hep genç!)

Zweig için tarih bir yazar gibidir; yaratıcı ve bunaltıcı, üretken ve verimsiz, sıra dışı ve çok olağan: “Bizler için önceleri bir öğretmen olan tarih, ileriki yıllarda acımasız bir kronikçi, hatta bazı anlarda bir yazar oluverir. Evet, her zaman değil, sadece bazı anlarda. Her yazarın yaşamının her anında, yirmi dört saatinin her dakikasında sürekli yazar olmadığı gibi.” (s.171)

Tıpkı bir yazarın yazabilmesi için sayısız verimsiz gün geçirmesi, uzun durağanlıklardan geçmesi ve güç kazanmasının gerekmesi gibi yani. “Goethe’nin ‘Tanrı’nın gizemli atölyesi’ dediği tarihten [de] her zaman büyük, heyecan verici, sarsıcı ve etkileyici olaylar yaratıp kahramanlar çıkarmasını talep etmek de çok anlamsızdır. Hayır, tarih de sürekli olağanüstü insanlar, insanüstü büyük kişiler çıkaramaz. Onun da yaratıcılığı sınırlıdır, ara vermesi gereken süreçler vardır. Tarihi, sürekli kurşunlar sıkılan, gerilimi yüksek, her sayfası heyecan dolu bir polisiye roman sananlar onu yanlış tanımışlardır.” (s.171).

Zweig’a göre, tarih zaman zaman tekrarlanıyormuş gibi görünse de gerçekte kendini hiç tekrarlamaz: “O kimi zaman benzerliklerle oynar. Çünkü, elinde o kadar çok malzeme vardır ki, gerektiğinde bu tükenmez kaynaktan istediğini seçer ve yeni durumlar yaratır. Evet, tarih hiçbir zaman ve hiçbir yerde kendini tekrarlamaz. O sadece iletir, değiştirir, aynı melodiyi başka tonda çalan bir müzisyen gibi çalışır. Tabii arada sırada yaşanan kimi benzerliklerle bizleri şaşırtır. Fakat sadece şaşırtır. Tarihin bu üstünkörü oyunlarına aldanan ve tarihteki benzeri örneklere güvenerek kararlar veren politikacılarla devlet adamlarına acımak gerekir.” (s.175).

Zweig için tarih tekrarlanamadığı veya tekrardan ibaret olmadığı gibi -ya da tam da bu nedenle- geleceğin tarihinde olup bitecekleri önceden görmek de mümkün değildir. İlerde ne olacağını kimse hesaplayamaz bu yüzden. O tıpkı bir tiyatro eseri veya romandaki beklenmedik sonlara benzer şekilde sürprizlerle doludur. Hatta, belki de esas işlevi insanı şaşırtmak ve bu dünyanın yaratıcısı ve belirleyicisinin o olmadığını anlatmaktır. “Bu nedenle bizler hiçbir zaman geleceği belirleyemeyeceğiz” dedikten sonra bir kez daha Goethe’ye başvurarak şöyle der Zweig:

‘Hasretini çekeceğimiz bir geçmiş yoktur’ der Goethe. ‘Geçmişin unsurlarından oluşmuş sürekli bir yeni vardır.’ Tarih tekrarlanamaz, o sadece başarılı bir sanatçı gibi benzerliklerle oynar, hiçbir zaman eskileri tekrarlamaz, hep yeni şeyler yaratır. Yaratıcılığı için ona gerekli olan ve hiç tükenmeyen tek madde dünyadır. Tanrı da ona bütün özgürlükleri vermiştir. Her şeyin kurallar ve sınırlar içinde olduğu dünyada özgür ve egemen olan odur. Tarih bu özgürlüğünden çok akıllıca bir biçimde yararlanır. Evet, erişemeyeceğimiz bu yazarın karşısında saygıyla eğilelim! O hep ustamız olacak.” (s.176).

Zweig için tarih, “Hem coşkulu hem de dokunaklı anlatımı çok başarılı kullanan bir yazar, bir sanatçıdır. O kibirli değildir, sadece büyük olayları ele almaz. Başarılı bir polisiye veya dedektif romanı yazmaktan da hiç çekinmez…Dünya tarihi [tıpkı kendi tarihimiz gibi] çok kapsamlı, bütün sayfaları dolu dolu, baştan sona okunabilecek devasa bir kitap değildir. Yüzlerce sayfası ya boştur ya da okunamayacak şekilde bozulmuştur. Oralar ancak kimi bağlantılar ve düşlemlerle doldurulabilir. Tabii tarihteki bütün bu gizemli bölümler, ‘boşluklar’, onları doldurmak isteyen hayal gücü yüksek bir yazar için çok çekicidir. Tarihi olayların eksik yerlerini, bazı bağlantıları da kullanarak kendi düşüncesine göre yorumlar…tarihte tek ve zorunlu bir gerçek yoktur. O, en ufak bir olayda bile önümüze birbirinden çok değişik gerçeği, görüşü ve iletiyi koyar.” (s.177-181).

Başa dönersek, bizim gibi ülkelerdeki ana tarih sorunu, bu alanın belki en yüksek yaratıcılığa ve hayal gücüne ihtiyaç duyması ama buna karşın en sıkıcıların bu alanı doldurmasıdır. Belki de bu yüzden hayal gücü ve yaratıcılığı hayli gelişmiş bir toplum olarak bizdeki durum, tarihin reddinden çok tarihçilerin reddi ve kendi hikayesini kendi yazma arzusu, bugünü tarihe değil tarihi bugüne uydurmama çabası ve bir gün yazacağı eseri için verimsiz gibi görünen bir güç toplama zamanlarıdır.

Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder