31 Ağustos 2020 Pazartesi

Yolun doğrusunu buldun mu gönül?

"Karac'oğlan der ki söyle sözünü 
Hakk'a teslim eyle kendi özünü 
Nâs işine karalama yüzünü 
Yolun doğrusunu buldun mu gönül?"

İnsanın içi, boşluk kaldırmaz. Tıpkı âlem gibi. Ya iyi bir şeyle ya kötü bir şeyle muhakkak dolar, devrini sürdürür. Güzel ve hayırlı olan işlerin birini bitirip hemen diğerine başlamalı. Âleme hoşluk insandan yayılır. "Hoşça bak zâtına" diyor Şeyh Gâlib. "Zübde-i âlemsin" çünkü. Kendimize hoşça bakmak için ne yapacağız? Modern hastalıklar ve türlü krizlerden geçen bir çağda ne yapabiliriz? Mahmud Erol Kılıç hocanın kanaatine tamamen katılarak söyleyebilirim ki çıkış yolu dervişliktir. Yani başka türlü bir yaşam algısı. Başka türlü bir nazarla yeryüzüne bakmak. Başka türlü bir tavırla ömür denen yolu yürümek. 'Sahip olma'nın bataklıklarında değil, 'olma'nın çöllerinde kaybolmak.

Hayatın Satır Araları, ilk kez 2013'te yayınlanmıştı. 7 sene geçmiş. İkinci defa okuma ihtiyacı duydum ve geçen gün başladım. Meğer kitabın satır aralarında neler varmış neler. Böyle olunca hemen şahsi muhasebe yapmalı. 7 sene önce sen neredeydin? Ne oldun? Halin değişti mi? Güzel bir şeyler yapabildin mi? Hayra vesile oldun mu? Şevk verdin mi?

İnsanın araç olarak görüldüğü ve kullanıldığı bir zamandayız. Oysa insan(lık) bir hedeftir. İnsan olmaya geldik. "Nerden gelip gittiğini anlamayan hayvân imiş" diyor Niyâzî-i Mısrî. Daha ne desin... Pâdişâh konmaz saraya, hâne mamûr olmadan.

İnsan, evine misafir gelmeden önce ne yapar? Etrafı havalandırır, dağınıklığı düzenler, dip köşe temizler. En sonunda şöyle bir bakar, "şimdi tamam, buyursunlar" der. İster ki hâneyi güzel bir hâle getirdikten sonra misafir gelsin, mahcup olunmasın, yüz kızarmasın. Bu, ev için böyledir. Peki, bu işin gönül tarafını hiç düşündük mü?

Dünyaya geldikten hemen sonra adım adım, kademe kademe kirlenir insan. Dünyanın ve dünyalığın çamuru bulaşır. Bu kirliliğin maddî tarafları olduğu gibi manevî tarafları da var elbette. Gönül denen o ulu hâne, dünyadan payına düşeni aldıkça paslanır, tozlanır, neticede yaratıldığı ilk günden uzaklaşır. Sadece gün içinde değil, ömrümüz boyunca sürekli düşüp kalkmamız ama bu düşme ve kalkmanın farkında olmamamız; yani gafletin içinde boğulmamız bundan sebeptir. Gönül kirlenirse ve orayı temizlemek için hiçbir gayret gösterilmezse, Mevlâ'dan bize süzülecek olan nice hikmetten ve rızktan mahrum kalırız. Bu mahrumiyet her türlü endişeyi, kaygıyı, sefaleti peşinden getirir. Şurası hiç unutulmamalı: Maddi rızk olduğu gibi manevi rızk da vardır ki esas leziz ve sonsuz olan da budur. Leziz ve sonsuz olandan nasibi alabilmek için Hakk'ın tecelli edeceği gönül hânesini temizlemek gerekir. "Günde yetmiş kez hitâb-ı İrci'î den bî-haber" diyor Salih Baba. Hakk, günde yetmiş kez kulunun gönlüne "Dön bana" nazarıyla bakıyor. Kul bu sesi işitirse ne âlâ. Ancak paslanmış bir gönül ne görür ne de işitir. Yalnız fiziken atan bir kalp ile sağlıklı olduğunu düşünür. Kalp bir gün duracaktır ve "Sizi başlangıçta yarattığı gibi (yine O’na) döneceksiniz" [A'râf:7/29] emr-i İlahi'si gereği doğduğu yerde dirilecektir. Damar yolları tıkanıklığından korkan insan acaba gönül yollarının talan olmasına karşı ne yapabilir? Bir mürşid-i kamilin terbiyesiyle, nefsi tezkiye etmesi gerekir. "Mürşid gerektir bildire Hakk’ı sana Hakk’al‐yakîn / mürşidi olmayanların bildikleri gümân imiş" diyor yine Niyâzî-i Mısrî. Teslim ol, özgür ol, kul ol. Sonra ne mi olur? Parlatırlar, parlatırlar, parlatırlar. Özü'nü meydana çıkarırlar. Hâneler hoş olsun diye. Ondan sonrası "lütfun da hoş kahrın da hoş"...

Mahmud Erol Kılıç, modern zamanlarda kendini bulmayı önemseyenler için yazdığı her bir makalede, bu işin bir terbiye işi olduğunun altının çiziyor. Rehbersiz çıkılacak yolların tehlikelerle dolu olduğu konusunda uyarıyor. Bu noktada bir şeye daha temas etmem gerekiyor. Lütfi Filiz'in adını daha evvel duymuş olsam da ondan geriye kalan dört ciltlik Noktanın Sonsuzluğu'nun dilimizde yazılmış en teferruatlı ve lezzetli tasavvuf kitaplarından olduğunu Mahmud Erol hocadan duymuştum. Derhal edinmiştim. Hâlâ döner döner okurum. Hazret, şiirlerinden birinde şöyle söyler ki tasavvufun neden bir 'ihtiyaç' olduğuna dair cevap gibidir: "Gel kendini bil geçmeden ömrün bu fenâdan / bir mürşide bağlan haber al zevk-i bekâdan / rüzgâr gibi geçmekte günün gafleti, terk et / gir mekteb-i irfâna, oku ilmi Hüdâ'dan."

Üç bölüme ayrılan kitabın ilk bölümünde kaybolan dengeyle birlikte çağdaş insanın yaşadığı değerler erozyonu ele alınıyor. Burada insanın doğumdan ölüme dek bir öğrenci olarak kabul edilmesi gerektiği görülüyor. Asıl mevzu ise öğrencilikten talebeliğe yükselmek: Bir müfredata dayanarak 'verilen'den tatmin olmayıp 'öteler'den haberdâr olmayı istemek. Oraya buraya değil, kendine doğru yolculuk yapmayı göze almak. 'Beklentisiz bekleyiş'in lezzetini yaşamak. 'Bir ulu rüyayı görenler'den olmayı dilemek. Şurası çok mühim: "Tıp eğitimini Allah'ın Şâfi, mimarlığı Musavvir ismiyle karşılamanın inceliğini fark etmek lazım."

İkinci bölümde moda, televizyon ve aile gibi hiçbir zaman gündemden düşmemesi gereken hassas konular masaya yatırılıyor hoca tarafından. Doğum ve ölüm arasında insanın hayatını nasıl anlamlandırması gerektiğine dair ipuçları sunmuyor, zaten bizde var olanı nasıl açığa çıkarabileceğimiz konusunda bir fikir veriyor. "Doğar doğmaz yaşlanmaya başlarız; yaşlandığımız için değil, doğduğumuz için ölürüz. Modern algı, yaşlanmayı bir kayıp görüyor. Halbuki yaşlandıkça, bedenin tesiri azaldıkça ruh açığa çıkar. Bu bir paradoks; insanda, bedenin güçten düşmesi nispetinde manevi taraf belirgin oluyor." diyor hoca. Bazen bir yaşlı görürüz ve 'çocuk gibi' deriz. Ne güzeldir çocuk gibi olmak. Günahsız değil midir çocuklar mesela... Kerbela'nın, Nevruz'un, Kurban'ın insanın iç dünyasında nerelere temas etmesi gerektiğini söylüyor. Bunu yaparken daima irfan dilini kullanıyor hoca, hep olduğu gibi. Ayırmaya değil birleştirmeye geldiğimizi hatırlatıyor. Elbette tüm yazılanlardan herkes başka başka istifade edecektir. Zira: "Arapçada, 'Her sözün yeri, her meydanın eri vardır' diye bir deyim var. Allah'ın ayeti, ârifin, insan-ı kâmilin kalbinde yankılanır. Her sözün bir tek derecesi yoktur; her kalp kendi derecesinde sözü karşılar."

Son bölümde Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin zaviyesi, Yûnus Emre'nin çizgisi ve Niyâzî-i Mısrî'nin söyledikleri eşliğinde Anadolu'nun ruhu ön plana çıkıyor. Bu toprağı mayalayanlar... Onlar aşkın ve ruhun insanlarıydılar. Bu sebeple hakikatin ateşiyle hem yandılar hem de yaktılar. Kulağını ve gönlünü onlardan yana verenler daima kazandılar. Bu kazanç insan olmaktır, insanlıktır. Onun için damar yollarımızı düşündüğümüz kadar gönül yollarımızı da düşünmemiz gerekiyor. Çok yağlı yemeyip çok yalan söylesek mesela, bedenin temiz kalacağını söyleyebilir miyiz? Ruh elbet galebe çalar vücuda. Virânî ne güzel bir emanet bırakmış dillerden gönüllere: "Gafil olma cümle cihan bir vücud / fark edersen aziz, mihman sendedir."

Kitabın başında da sonunda da hep aynı temenni var. Dünyadan ve gerçeklikten kopmamak. Dağda bayırda değil, insanlarla beraberken de Hakk'la beraber olmak. Cümle mahlukatı bir bilerek hizmet etmek ve muhabbet beslemek. Hukuktan bahsederken aşksız kalmamak. Şikayet ederken şükretmeyi unutmamak. Ve sonrasında, ne olursa olsun eyvallah demek, diyebilmek.

"Derviş derken, her şeyden vazgeçip köşeye çekilen, şu şekilde giyinen bir tip düşünülmesin. Bu ezberi terk etmek lazım. Derviş; pasif biri değil, aktif bir öznedir. Teslimiyeti esaret anlamına gelmiyor, aksine özgürlüğe bir vurgudur. Varoluşçu filozofların önemli bir kısmı; özgürlüğün tinsel olduğunu, dolayısıyla istediği şeyi yapmanın özgürlük olmadığını söylerler. Özgürlüğü; 'istenen şeyi yapmak'ta değil, 'yaptığımız şeyi istemek'te ararlar. Özgürlük ile serbest olmak arasında ayrım yaparlar. Derviş, bedene ve güdülere hayır diyebildiğinden ruh insanı olmuş, dolayısıyla güdülerinden özgürleşmiştir. Ve isteyerek, gönlüyle orada olarak eylemektedir. Mecburiyetten orada değildir, kalbi onu orada tutmaktadır. 'Eyvallah!' diyen biridir o. Her şeyi Rabbinden biliyor çünkü 'Kabülümdür!' anlamında 'Eyvallah!' diyor..."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder