Hayatın Satır Araları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hayatın Satır Araları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Ocak 2021 Cumartesi

Kendini bulmanın yolu derdini bilmekten geçiyor

"Dermân arardım derdime
Derdim bana dermân imiş."
- Niyazî-i Mısrî

Modern zamana dair yapılan değerlendirmelerin biri ve sanırım en önemlisi; hız ve hazzı önceleyen, tüketim odaklı ve faydacı bir birey algısı oluşturmuş olmasıdır. Yüz yıl öncesine kadar her milletin; tarihî süreç içerisinde dinî inançları, siyasi yapısı ve kültürel birikimiyle oluşturduğu bir yaşam biçimi vardı. Bu ortak yaşam biçimi milletleri; kılık kıyafetleri, gündelik yaşamları, hayatı algılayışları ve gelecek tasavvurları gibi konularda birbirlerinden ayırırdı. Bir İngiliz’i bir Türk’ten ayırmak için uzaktan bir süre seyretmeniz yeterliydi. Aynı şekilde bir Müslüman’ı bir Hristiyan’dan ayırmak için dinlerini sormanıza gerek yoktu. İnternet ve özellikle sosyal medyayla beraber küresel şirketler bütün dünya insanlarını ortak bir yaşam ve düşünüş formunun içine doğru çekiyor. Dünyanın bir ucundaki giyim tarzı ertesi gün bütün dünyada ortak giyim zevkine dönüşebiliyor. Koreli bir müzik grubu Türk gençlerinin kulak zevkini belirleyebiliyor. Bu yaşam formunun en büyük problemi bir değer yoksunluğu oluşturmasıdır çünkü kapitalizm her şeyin, hatta değerlerin dahi maddi bir ölçüsünün olduğunu varsayıyor. Modern insanın anlam arayışını bu şekilde okuyabiliriz.

Hilmi Yavuz bu değer boşluğuyla ilgili şunları söylüyor: “Değer boşluğu, eğitim sisteminin ‘varlığın, dolayısıyla hayatın bütünüyle barışık değil, onunla kavgalı’ oluşundandır, oysa irfanî bakış, kahrı olduğu kadar lütfu da hayatın kendisi olarak görüyor. Bu bütünlük, bu irfanî bakış, ancak tasavvufla sağlanır.Mahmud Erol Kılıç da aynı konuyla ilgili olarak; “Tasavvufun itirazı, inin hukuka/şekle indirgenmesinedir. Tasavvuf; ruhun, mananın, estetiğin gerekliliğine vurgu yapar.

Mahmud Erol Kılıç, Hayatın Satır Araları adlı kitabında; “Daha çok maddilikle kurulmuş modern insan, kalbinden sürgün insandır; kalp gözü olmayan… Madde ile mana arasında makası açan modernizm, insanı tek kanatlı bir varlık kılmış. Modern insan şimdi daha çok robotik biridir; vicdanın, müteal duyguların kendisine oturmadığı bir makine…” diyor. İnsan şüphesiz ki iki kanatlıdır; vücudu onun maddesi ise ruhu manasıdır. İki kanatlı bir varlık olan insanın uçabilmesi, yani varlığının anlamını bulabilmesi için her iki kanadının da kuvvetlenmesi gerekir. Tasavvuf, insanın ruh kanadını kuvvetlendirirken beden kanadını da zayıflatır (bedenin zayıflığı uçması için bir kuvvettir). Bu sayede her iki kanat da uçmaya hazır hale gelir.

Sanılanın aksine tasavvuf münzevi bir hayatı öngörmez. Halk içinde Hak ile olmak anlamına gelen “Halvet der encümen” prensibi tasavvufta önemli bir prensiptir. Bir dergâha intisap eden derviş, fıtratına uygun bir işle vazifelendirilir. Böylece hem hizmet ederek toplumsal hayatın devamına katkı sağlaması hem de nefsini yenerek manen yükselmesi amaçlanır. Bu açıdan dergâhlarla manastırları aynı kefeye koymak büyük bir yanılgı olur.

Mahmud Erol Kılıç, toplumsal düzenin sağlanması için belirlenen hukuk kurallarının, insan merkezli olmasının önemiyle ilgili şunları söylüyor: “Hukuki sözleşme elbette ki önemli ancak daha öncelikli olan manevi değerleri esas alan bir toplum ruhunun olmasıdır. Felsefi ve dinî referanslı bir toplumu öncelemek lazım. İnsanların suç işlememesi, kurallara saygılı olması ve kişisel tercihlere anlayış göstermesi kanunlarla mümkün kılınacak bir şey değildir. İçsel bir bilincin gelişmesi gerekir. Cuma namazına giderken dükkânın kapısını kilitlemeyen esnafın güvencesi devletin kanunları değil, insanların gönüllerindeki Allah korkusuydu. Günümüz insanının yaşadığı güvensizliğin sebebi de gönüllerdeki Allah sevgisinin yerini dünya sevgisinin, Allah korkusunun yerini ise yoksunluk ve yoksulluk korkusunun almış olmasıdır. “Değerler, insanın sırtını verdiği kabullerdir; bu kabuller, onun referansı olur.” diyor Mahmud hocamız. Günümüzde sırtımızı dayayabileceğimiz değerlerimizi kaybetmeye başladığımız için toplumsal bir güvensizlik ve memnuniyetsizlik hissi yaşıyoruz.

Fatih Türbedarı Ahmed Amiş Efendi; “Bir şeyin olup olmaması senin nezdinde eşit değilse nâkıssın evladım!” diyor. İrfani bakış, başımıza gelen kahra da lütfa da aynı değeri veriyor zira her ikisi de Allah’tan gelmiştir ve ondan gelen baş üstünedir. Ne güzel söylemiş arif; “Kaderden başkaca bir şey olmamakta!” Başımıza gelen musibetlere dövünmek, sahip olduklarımızla yetinmeyip daha fazlası için biteviye mücadele etmek, kendimizi tatmin etmek için sürekli tüketmek ve en nihayetinde kendimizi tüketmek… Bütün bunlar insanın varlığıyla arasının açılmasının bir sonucu. Oysa her an bir imtihanın içinde olduğumuz hakikatini idrak edebilsek ve gönlümüzdeki ışığın aydınlığıyla yürüyebilsek dünyada musibet diye bir şeyin olmadığını da görebiliriz.

Tasavvuf, sadece bireysel bir disiplin ya da sınırlı bir grubun faaliyetleri toplamı değildir. Özellikle Selçuklu-Osmanlı toplumunun oluşmasında, bu toplumun ekonomik faaliyetlerinin belirlenmesinde, askeri sisteminde ve şehirlerinin imarında dervişlerin ve tasavvufun önemli işlevleri olmuştur. Mahmud Erol Kılıç, tasavvufun bu anlamdaki önemiyle ilgili şunları söylüyor: “İslam, tasavvuf filtresinden geçerek demirciler çarşısına, ahi teşkilatına inmiştir. Şeyh efendi, mesleğin formu içinde tasavvufi terbiyeyi vermiş; okun neye işaret ve hedefin ne olduğunu, pehlivanlığın neyi yenmek olması gerektiğini anlatmış.” Günümüzde meslek erbabı olanların iş ahlakından yoksun olmaları nedeniyle en başta güven duygusu zarar görüyor. Güvensiz bir toplum korku ve kaygı üretiyor. Bu korku ve kaygılarımız üzerinden de tercihlerimiz yönlendiriliyor. Özellikle internet üzerinden yapılan alışverişlerde dolandırılmamak için kırk takla atsak da dolandırıcılar kırk birinci taklayı buluyor. “Bizde söz senettir!” anlayışından “Bu devirde babana bile güvenmeyeceksin!” noktasına geldik.

Günümüz modern insanının gerçeklik algısı, düşünce yapısı, tercih ve yönelimleri medya yoluyla şekilleniyor. Doğru-yanlış, iyi-kötü, faydalı-faydasız, gerekli-gereksiz vb. ikilemlerden medyanın yönlendirmesiyle çıkıyoruz. Neye, nasıl inanmamız gerektiğine büyük göz karar veriyor. Mahmud Erol Kılıç bu durumla ilgili; “En son Irak işgalinden önce ve sonrasında filmlerde gördük. Bir buçuk milyon insanın öldürüldüğü Irak’ta Iraklı (insan) görülmedi, oraya öldürmeye giden Amerikalı askerlerin durumlarına dikkat çekildi.” Bu filmler üzerinden Irak işgalini okuyan modern insan Amerika’yı özgürlük savaşçısı ve demokrasi koruyucusu olarak görmeye devam ediyor. Günümüzde uluslararası şirketler ve özellikle sosyal ağlar bu algı operasyonunu çok daha derin bir noktaya taşıdı. Artık ne yiyeceğimize, ne giyeceğimize, hangi siyasi tepkiyi vereceğimize, hangi müziği dinleyeceğimize kadar karar veriyor.

Özellikle son günlerde kadına şiddet ve kadın cinayetleri haberleri gündemimizi fazlasıyla meşgul ediyor. Kılıç, kadına yönelik şiddetin ardında cinsiyet rollerinin değişmesinin olduğunu belirtiyor. Kadın ve erkeğin cinsiyetleri itibariyle sahip oldukları birtakım hassasiyetleri ve ayırt edici özellikleri vardır. Bu hassasiyetleri ve özellikleri itibariyle gelenek içinde her ikisine de ayrı ayrı roller verilmiştir. Kadın ve erkek birbirine eşit iki varlık değil, birbirini tamamlayan iki varlıktır. Dolayısıyla her ikisi de birbirlerindeki eksikliği tamamlayarak bir bütünlük oluşturur. Kadın erkek eşitliği üzerinden oluşturulan bir düşünce sistemi bir araya gelen kadın ve erkeğin birbirini tamamlamasını imkânsız hale getirmiştir. Modern zamanda kadının özellikle iş hayatının içine girmesiyle birlikte bir rol değişmesi yaşanmış ve kadınlar içine girdikleri bu yeni ortamda kendilerini kabullendirmek için erkekler gibi davranmaya başlamışlardır. Öbür taraftan bir erkek olarak kendi cinsiyet rollerini yerine getiremeyen erkek de kadını kendini tamamlayacak diğer yarısı olarak görmek yerine, kendi varlığı için bir tehdit unsuru olarak görmeyi seçmiştir. Mahmud Erol Kılıç bu durumu; “Erkeğin erkek, kadının da kadın olmasında problem yok, problem erkeğin kadına imkân vermemesi veya kadının erkeğe dönüşmesinde…” diyerek özetliyor.

Mahmut Erol Kılıç, Hayatın Satır Araları kitabının üçüncü bölümünde “Anadolu’nun Ruhu” başlığıyla, Anadolu irfanını oluşturan üç mühim ismine işaret ediyor: Mevlâna, Yunus Emre ve Niyazî-i Mısrî. Mevlâna’nın bir vasiyet hükmündeki şu sözleri günümüz insanının gönül yangına merhem olacak olacak mahiyettedir: “Ben size gizli ve aleni Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim. Az yiyip uyumanızı, az konuşmanızı; günah konusunda dikkat kesilmenizi tavsiye ederim. Oruç ve namaza devam etmenizi; şehvetin tehlikelerinden kaçınmanızı ve eziyetlere sabretmenizi tavsiye ederim.” Tüketimin bir ifade biçimi olduğu günümüzde az yiyip içmek düsturu ne kadar büyük bir önem kazanmış durumdadır.

Yaradılanı hoş gördük / Yaradandan ötürü” diyen Koca Yunus, halkın anlayacağı bir dille İlahî hakikatleri dile getirmiş ve bir ömrün aşk ile nasıl yaşanacağının resmini çizmiştir. “Derman arardım derdime / derdim bana derman imiş” diyen Niyazî-i Mısrî ise bizi kendi içimize yönelmeye davet ediyor. Derdi veren, dermanı işaret eder; dermanı işaret edense dertliyi arzulamıştır. Derdine şükreden şifayı Allahtan bulur. Modern zamanlarda da kadim zamanlarda da kendini bulmanın yolu içindeki derdi sevmekten geçer.

Erhan Çamurcu
twitter.com/erhancmrc

31 Ağustos 2020 Pazartesi

Yolun doğrusunu buldun mu gönül?

"Karac'oğlan der ki söyle sözünü 
Hakk'a teslim eyle kendi özünü 
Nâs işine karalama yüzünü 
Yolun doğrusunu buldun mu gönül?"

İnsanın içi, boşluk kaldırmaz. Tıpkı âlem gibi. Ya iyi bir şeyle ya kötü bir şeyle muhakkak dolar, devrini sürdürür. Güzel ve hayırlı olan işlerin birini bitirip hemen diğerine başlamalı. Âleme hoşluk insandan yayılır. "Hoşça bak zâtına" diyor Şeyh Gâlib. "Zübde-i âlemsin" çünkü. Kendimize hoşça bakmak için ne yapacağız? Modern hastalıklar ve türlü krizlerden geçen bir çağda ne yapabiliriz? Mahmud Erol Kılıç hocanın kanaatine tamamen katılarak söyleyebilirim ki çıkış yolu dervişliktir. Yani başka türlü bir yaşam algısı. Başka türlü bir nazarla yeryüzüne bakmak. Başka türlü bir tavırla ömür denen yolu yürümek. 'Sahip olma'nın bataklıklarında değil, 'olma'nın çöllerinde kaybolmak.

Hayatın Satır Araları, ilk kez 2013'te yayınlanmıştı. 7 sene geçmiş. İkinci defa okuma ihtiyacı duydum ve geçen gün başladım. Meğer kitabın satır aralarında neler varmış neler. Böyle olunca hemen şahsi muhasebe yapmalı. 7 sene önce sen neredeydin? Ne oldun? Halin değişti mi? Güzel bir şeyler yapabildin mi? Hayra vesile oldun mu? Şevk verdin mi?

İnsanın araç olarak görüldüğü ve kullanıldığı bir zamandayız. Oysa insan(lık) bir hedeftir. İnsan olmaya geldik. "Nerden gelip gittiğini anlamayan hayvân imiş" diyor Niyâzî-i Mısrî. Daha ne desin... Pâdişâh konmaz saraya, hâne mamûr olmadan.

İnsan, evine misafir gelmeden önce ne yapar? Etrafı havalandırır, dağınıklığı düzenler, dip köşe temizler. En sonunda şöyle bir bakar, "şimdi tamam, buyursunlar" der. İster ki hâneyi güzel bir hâle getirdikten sonra misafir gelsin, mahcup olunmasın, yüz kızarmasın. Bu, ev için böyledir. Peki, bu işin gönül tarafını hiç düşündük mü?

Dünyaya geldikten hemen sonra adım adım, kademe kademe kirlenir insan. Dünyanın ve dünyalığın çamuru bulaşır. Bu kirliliğin maddî tarafları olduğu gibi manevî tarafları da var elbette. Gönül denen o ulu hâne, dünyadan payına düşeni aldıkça paslanır, tozlanır, neticede yaratıldığı ilk günden uzaklaşır. Sadece gün içinde değil, ömrümüz boyunca sürekli düşüp kalkmamız ama bu düşme ve kalkmanın farkında olmamamız; yani gafletin içinde boğulmamız bundan sebeptir. Gönül kirlenirse ve orayı temizlemek için hiçbir gayret gösterilmezse, Mevlâ'dan bize süzülecek olan nice hikmetten ve rızktan mahrum kalırız. Bu mahrumiyet her türlü endişeyi, kaygıyı, sefaleti peşinden getirir. Şurası hiç unutulmamalı: Maddi rızk olduğu gibi manevi rızk da vardır ki esas leziz ve sonsuz olan da budur. Leziz ve sonsuz olandan nasibi alabilmek için Hakk'ın tecelli edeceği gönül hânesini temizlemek gerekir. "Günde yetmiş kez hitâb-ı İrci'î den bî-haber" diyor Salih Baba. Hakk, günde yetmiş kez kulunun gönlüne "Dön bana" nazarıyla bakıyor. Kul bu sesi işitirse ne âlâ. Ancak paslanmış bir gönül ne görür ne de işitir. Yalnız fiziken atan bir kalp ile sağlıklı olduğunu düşünür. Kalp bir gün duracaktır ve "Sizi başlangıçta yarattığı gibi (yine O’na) döneceksiniz" [A'râf:7/29] emr-i İlahi'si gereği doğduğu yerde dirilecektir. Damar yolları tıkanıklığından korkan insan acaba gönül yollarının talan olmasına karşı ne yapabilir? Bir mürşid-i kamilin terbiyesiyle, nefsi tezkiye etmesi gerekir. "Mürşid gerektir bildire Hakk’ı sana Hakk’al‐yakîn / mürşidi olmayanların bildikleri gümân imiş" diyor yine Niyâzî-i Mısrî. Teslim ol, özgür ol, kul ol. Sonra ne mi olur? Parlatırlar, parlatırlar, parlatırlar. Özü'nü meydana çıkarırlar. Hâneler hoş olsun diye. Ondan sonrası "lütfun da hoş kahrın da hoş"...

Mahmud Erol Kılıç, modern zamanlarda kendini bulmayı önemseyenler için yazdığı her bir makalede, bu işin bir terbiye işi olduğunun altının çiziyor. Rehbersiz çıkılacak yolların tehlikelerle dolu olduğu konusunda uyarıyor. Bu noktada bir şeye daha temas etmem gerekiyor. Lütfi Filiz'in adını daha evvel duymuş olsam da ondan geriye kalan dört ciltlik Noktanın Sonsuzluğu'nun dilimizde yazılmış en teferruatlı ve lezzetli tasavvuf kitaplarından olduğunu Mahmud Erol hocadan duymuştum. Derhal edinmiştim. Hâlâ döner döner okurum. Hazret, şiirlerinden birinde şöyle söyler ki tasavvufun neden bir 'ihtiyaç' olduğuna dair cevap gibidir: "Gel kendini bil geçmeden ömrün bu fenâdan / bir mürşide bağlan haber al zevk-i bekâdan / rüzgâr gibi geçmekte günün gafleti, terk et / gir mekteb-i irfâna, oku ilmi Hüdâ'dan."

Üç bölüme ayrılan kitabın ilk bölümünde kaybolan dengeyle birlikte çağdaş insanın yaşadığı değerler erozyonu ele alınıyor. Burada insanın doğumdan ölüme dek bir öğrenci olarak kabul edilmesi gerektiği görülüyor. Asıl mevzu ise öğrencilikten talebeliğe yükselmek: Bir müfredata dayanarak 'verilen'den tatmin olmayıp 'öteler'den haberdâr olmayı istemek. Oraya buraya değil, kendine doğru yolculuk yapmayı göze almak. 'Beklentisiz bekleyiş'in lezzetini yaşamak. 'Bir ulu rüyayı görenler'den olmayı dilemek. Şurası çok mühim: "Tıp eğitimini Allah'ın Şâfi, mimarlığı Musavvir ismiyle karşılamanın inceliğini fark etmek lazım."

İkinci bölümde moda, televizyon ve aile gibi hiçbir zaman gündemden düşmemesi gereken hassas konular masaya yatırılıyor hoca tarafından. Doğum ve ölüm arasında insanın hayatını nasıl anlamlandırması gerektiğine dair ipuçları sunmuyor, zaten bizde var olanı nasıl açığa çıkarabileceğimiz konusunda bir fikir veriyor. "Doğar doğmaz yaşlanmaya başlarız; yaşlandığımız için değil, doğduğumuz için ölürüz. Modern algı, yaşlanmayı bir kayıp görüyor. Halbuki yaşlandıkça, bedenin tesiri azaldıkça ruh açığa çıkar. Bu bir paradoks; insanda, bedenin güçten düşmesi nispetinde manevi taraf belirgin oluyor." diyor hoca. Bazen bir yaşlı görürüz ve 'çocuk gibi' deriz. Ne güzeldir çocuk gibi olmak. Günahsız değil midir çocuklar mesela... Kerbela'nın, Nevruz'un, Kurban'ın insanın iç dünyasında nerelere temas etmesi gerektiğini söylüyor. Bunu yaparken daima irfan dilini kullanıyor hoca, hep olduğu gibi. Ayırmaya değil birleştirmeye geldiğimizi hatırlatıyor. Elbette tüm yazılanlardan herkes başka başka istifade edecektir. Zira: "Arapçada, 'Her sözün yeri, her meydanın eri vardır' diye bir deyim var. Allah'ın ayeti, ârifin, insan-ı kâmilin kalbinde yankılanır. Her sözün bir tek derecesi yoktur; her kalp kendi derecesinde sözü karşılar."

Son bölümde Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin zaviyesi, Yûnus Emre'nin çizgisi ve Niyâzî-i Mısrî'nin söyledikleri eşliğinde Anadolu'nun ruhu ön plana çıkıyor. Bu toprağı mayalayanlar... Onlar aşkın ve ruhun insanlarıydılar. Bu sebeple hakikatin ateşiyle hem yandılar hem de yaktılar. Kulağını ve gönlünü onlardan yana verenler daima kazandılar. Bu kazanç insan olmaktır, insanlıktır. Onun için damar yollarımızı düşündüğümüz kadar gönül yollarımızı da düşünmemiz gerekiyor. Çok yağlı yemeyip çok yalan söylesek mesela, bedenin temiz kalacağını söyleyebilir miyiz? Ruh elbet galebe çalar vücuda. Virânî ne güzel bir emanet bırakmış dillerden gönüllere: "Gafil olma cümle cihan bir vücud / fark edersen aziz, mihman sendedir."

Kitabın başında da sonunda da hep aynı temenni var. Dünyadan ve gerçeklikten kopmamak. Dağda bayırda değil, insanlarla beraberken de Hakk'la beraber olmak. Cümle mahlukatı bir bilerek hizmet etmek ve muhabbet beslemek. Hukuktan bahsederken aşksız kalmamak. Şikayet ederken şükretmeyi unutmamak. Ve sonrasında, ne olursa olsun eyvallah demek, diyebilmek.

"Derviş derken, her şeyden vazgeçip köşeye çekilen, şu şekilde giyinen bir tip düşünülmesin. Bu ezberi terk etmek lazım. Derviş; pasif biri değil, aktif bir öznedir. Teslimiyeti esaret anlamına gelmiyor, aksine özgürlüğe bir vurgudur. Varoluşçu filozofların önemli bir kısmı; özgürlüğün tinsel olduğunu, dolayısıyla istediği şeyi yapmanın özgürlük olmadığını söylerler. Özgürlüğü; 'istenen şeyi yapmak'ta değil, 'yaptığımız şeyi istemek'te ararlar. Özgürlük ile serbest olmak arasında ayrım yaparlar. Derviş, bedene ve güdülere hayır diyebildiğinden ruh insanı olmuş, dolayısıyla güdülerinden özgürleşmiştir. Ve isteyerek, gönlüyle orada olarak eylemektedir. Mecburiyetten orada değildir, kalbi onu orada tutmaktadır. 'Eyvallah!' diyen biridir o. Her şeyi Rabbinden biliyor çünkü 'Kabülümdür!' anlamında 'Eyvallah!' diyor..."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf