9 Ağustos 2020 Pazar

Okurluk, yazarlık, çocukluk, edebiyat ve hayat

Bir öykücü olan Faruk Duman’ı ilk olarak Ve Bir Pars, Hüzünle Kaybolur romanıyla tanıdım. Daha sonra araştırdığımda ise romanda ziyade öykü yazdığını, Can Yayınları’ndan neşredilen, ortalama yüz sayfalık birçok öykü kitabına ve daha az sayıda romana sahip olduğunu gördüm. Yazarın okuduğum ilk kitabı, öykülerini de görme isteği vermiş olacak ki, birçok öykü kitabını alıp okumaya başladım. Gerek kendine özgü dili, gerek üslûbu edebiyatımız için özgün bir yazar olduğunu hemen belli ediyordu. Daha sonra yazarın iki tane de deneme kitabının olduğunu fark ettim: Adasız Deniz ve bu yazının konusu Tom Sawyer’ın Kitap Okuduğu Kulübe. Normalde yazarların kitaplarını elimden geldiğince kronolojik sırayla okumaya çalışırım fakat bu kitap hem ismiyle hem de kitapçıda incelerken açtığım rastgele sayfalardaki konularıyla hemen ilgimi çekti. Çünkü fark ettim ki roman, araştırma, felsefe kitaplarından sonra iyi bir deneme kitabı okumayı özlemişim. Aslında bunun genel bir özlem olduğunu düşünüyorum çünkü artık edebiyatımızda salt deneme yazarlarının ve kitaplarının çok azaldığını düşünüyorum. Deneme diye okuduğumuz birçok şey anı veya araştırma tarzı kitaplardan oluşuyor. Duman’ın kitabı hem başlıklarıyla hem de bu başlıkların içeriğinin dolduruluş şekliyle tam bir deneme kitabı özelliklerini taşıyor.

Orhan Pamuk’un Manzaradan Parçalar’ını anımsattı bana Tom Sawyer’ın Kitap Okuduğu Kulübe. Orhan Pamuk da kitabında hem edebiyattan hem hayattan hem günlük işlerinden bahsetmişti. Faruk Duman da edebiyatı temel alarak okurlara kendini açıyor. Tabii ki kitaplardan yoğun olarak bahsedilen bir deneme kitabı bu ancak okurluk, yazarlık, çocukluk gibi birçok konuyu da kendi perspektifinden aktarıyor.

Bir yazarın dilinin, anlatımının, üslûbunun kaynağını her zaman merak etmişimdir. Genel olarak da şair, romancı ve öykücüler anı ya da deneme kitapları yazmadığı için bunları küçük söyleşilerinden çıkarmaya çalışırım. Faruk Duman’ın öykülerinde kurduğu o düşsel, zaman zaman gerçeküstücü, somutu bir kenara bırakıp soyutla devam edilen öykülerinin kaynağını kitabın ilk denemelerinde yakalıyor okuyucu. Psikolojideki hemen her şey gibi bunun da kaynağı, o engin deniz çocukluk:

Anlattığımız öykülere kendimizi öyle kaptırırdık ki, gece yarısına doğru akasya ağaçlarından kara gölgeler sarkardı. Bir köşede ak bir keçi peyda olur, hayvan yanımıza sokularak bir zaman sonra bizimle konuşmaya başlardı. Soluğumuzu tutarak dinlerdik onu. Bazen küçükler hafiften ağlamaya başlar, titreyerek bize sokulurdu. Onları anlatılanların yalnızca birer hikâye olduğuna inandırmak için akla karayı seçerdik. Hoş, keyfimizi kaçırırdı bu. Çünkü hikâye, üzerine titrenilesi bir şeydir; büyüsü hemen kaçıverir ve baştan alındığında asla aynı tadı vermez.

Kitabın ilk denemelerinde yazarın çocukluğunu görüyoruz. Çocukluğunda da hayale, düşsel olana ilgi duyan ve çocukluğunu, denemelerinden anladığımız kadarıyla reel dünyaya kendini kaptırmadan yaşamaya çalışan Duman’ın öykülerindeki ironik ve metaforik anlatımın kaynağı bu çocukluk yıllarıdır. Evet, her çocuk bir yere kadar adına o gerçek dediğimiz dünyadan uzak yaşar ancak bunu ileriki yıllarda yazıya dökmez. Duman iyi ki de çocukluğundaki düşseli öykülerine yansıtmış.

Araya girip bir bilgi vermek istiyorum: Faruk Duman’ın denemelerinde sadece edebiyat yer almıyor. Mesela bir kaz denemesi de kitapta kendine yer bulmuş. Bildiğimiz hayvan olan kaz. Çünkü bunun da sebebi Duman’ın çocukluğundan bahsederken o dünyanın kısmen de olsa gerçeklerinden de bahsetmesi. Kazıyla ünlü bir bölgede doğan Duman için bu hayvan hayatında bir yer etmiş olacak ki, bir deneme kitabında müstakil bir şekilde, biraz da mizahi bir şekilde yer almış:

Kaz etinin sert olduğu, destanlara geçmiştir. Kaygusuz Abdal, ‘Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz,’ diyor. Yanlış tarifle yola çıkmış olmalıdır. Yine de Kars usulü kaz başka. Yiyene, bu kutsal tadı bilene, afiyet olsun.

Kitabı, Orhan Pamuk’un Manzaradan Parçalar’ına benzetmiştim. Çünkü mezkur kitabında Pamuk klasik eserler hakkında da kısa denemeler yazmıştı. Örneğin, Dostoyevski’nin veya Stendhal’ın eserleri ilk aklıma gelenler. Faruk Duman da bu kitabında farklı yazarların öykü kitapları veya tek öyküleri hakkında inceleme yazıları yazmış. Belirtmek isterim ki bu yazılar, yazarın kitap hakkındaki öznel yargılarından ziyade iyi birer eleştiri yazıları olarak okunmalıdır. Bir örnek vermem gerekirse İnan Çetin’in Kureyş’in Kurtları kitabı hakkındaki yazısını söyleyebilirim. Ayrıca sadece eser incelemesi değil, çocukluğundan bu yana hayatında ve yazım sürecinde kendinde yer eden yazarlar hakkında da inceleme yazılarını ihmal etmemiş Duman. Bu yazılarına zaman zaman anılarını da eklemiş. Biz de bu anılar sayesinde yazarın kişisel hayatına, hadi şöyle diyelim, hayatının magazinsel yönüne daha çok dâhil oluyoruz.

Bu kitap öznel yazılardan oluşuyor. Şurası şöyle olmalı, bu fikir yanlış gibi yargılar yapılmamalı bence. Ancak Duman’a, kullandığı bazı ifadeler yönünden itirazım olacak. Dil Devrimi adlı deneme bu itirazlarıma sebep olan kısım. Her fikri savunabilir yazar, hiç sorun olmaz okurlar için ancak yapılan bir şeyi veya bir fikri savunurken hâlâ ‘gericiler’ gibi, milattan öncesinde kalmış olması gereken ifadeleri kullanması ne yazara ne denemeye bir şey kazandırır. 2015’te ilk baskısını yapmış bir kitapta (2. Baskı, YKY, 2020) görülen bu ifadeler zaten kutuplaşmış bir toplumda negatif bir etki oluşturmaktan başka bir şeye yaramayacaktır. Ancak maalesef, biraz da genelleyerek söylüyorum, Can Yayınları bünyesinden bu tip ‘şey’lerin toplumun bir kısmı için kullanıldığını zaman zaman görüyoruz.

Son bir noktaya değinip yazıyı bitireceğim. Günümüzle ve muhtemel ki dünyanın bundan sonraki gidişatında hayatımızda olacak bir konuyla da ilgili bir saptama yapıyor yazar: Yabancıya duyulan öfke. Bunu da ilginçtir, leopar hakkında yazdığı bir denemenin içine başarılı bir şekilde yerleştiriyor. Fakat aşağıya alıntılayacağım sözleri diyen yazarla, ‘gerici’yi yabancılaştıran yazar maalesef ki aynı kişi:

Ben yaban hayatına bakışımızla (kent dışı doğal hayatı bu biçimde adlandırıyorlar) topluma ve başka toplumlara bakışımız arasında benzerlikler bulunduğuna inanıyorum. Yabancı, ne yaparsak yapalım, korku kültürümüzü besliyor ve cahil iktidarlar da bu durumu körüklemekte bir sakınca görmüyorlar. Leopara duyulan cahilce öfkeyle yabancıya duyulan öfke birbirine benziyor. Ama zaten bu ikisinin kaynağı da aynı değil midir? Leoparı kıskanırız. Güzeldir, güçlüdür, kendine güveni tamdır ve adaleti bilir. Buna benzer bir aşağılık kompleksi bizim cahillerimizde, yarı aydınımızda, yarı zenginimizde ve tüm bu sıfatları bir arada taşıyan politikacılarımızda da bulunur. Bu nedenle imrendiğimiz yabancıya şiddetimizi saklayamayız.

Böylece kadına şiddeti, yabancıya şiddeti leopara şiddetin yanına koyuyorum. Böyle bir manzara kime umut verebilir ki?

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

1 yorum:

  1. merhaba. haddim olmayarak, anlamadığım için birşey soracağım. "maalesef..." diye ifade ettiğiniz cümleden yazarın doğru olmayan birşey yaptığını çıkarsıyorum ama ne ifadenizden ne de alıntıdan bu sizce "doğru olmayan" şeyin ne olduğunu anlayamadım. cahilliğime bağışlayın.

    YanıtlaSil