19 Şubat 2019 Salı

Faşizmin sıradanlığı

"Alman halkının ezici bir çoğunluğu Hitler'e inanıyordu - hatta Rusya'ya saldırdıktan ve korkulduğu gibi iki cephede de savaşmaya başladıktan, ABD savaşa girdikten, Stalingrad yenilgisinden, İtalya savaştan çekildikten ve Fransa çıkartmalarından sonra bile. Bu ezici çoğunluğa karşı, ulusal ve ahlaki felaketin tamamen farkında olan, sayısı bilinmeyen tek tek insanlar vardı; ara sıra tanıdık çıktıkları ve birbirlerine güvendikleri oluyordu, arkadaşlık kuruyor ve görüş alışverişinde bulunuyorlardı, ama kimsenin isyan planları yaptığı veya isyana niyetlendiği yoktu.”
- Hannah Arendt, Kötülüğün Sıradanlığı

Tarihçiler, ele aldıkları konuların gerçekle olan irtibatını vurgulamak için güzel bir anlatım kurmaktan vazgeçerler. Çoğu zaman bunu beceremediklerinden hiç uğraşmazlar bile. Ele aldıkları konu I. Dünya Savaşı'ysa, ona kitlenirler. Kroonolojik bir okuma. Evet belki genelleme yapıyorum ama maalesef durum bu. Şöyle su gibi giden, meselelerin sosyolojik ve psikolojik boyutlarını da okurken yaşayacağımız bir kitap çıkmaz kolay kolay tarihçilerden. Bu sebeple bir tarihçinin edebiyatla, sosyolojiyle, psikolojiyle olan irtibatı eserlerinin hem sarsıcılığı hem de kalıcılığı açısından önemlidir. Merhum Halil İnalcık da talebelerini bu konuda defalarca ikaz etmiştir. Tarihî bilgiye sadık kalmak, anlatımı güzelleştirmeye ve derinleştirmeye engel değildir.

Tarihi romanların bir çoğundaysa gerçekle bağ aramak için sayfalarca sabretmemiz gerekir. Bazen kuru ve yavan, bazense abartılı ve coşkulu bir anlatım peşinde gerçeği arar dururuz. "Acaba?" ile biter böyle kitaplar. Anlatılanlar ne kadar doğru, yazar tarihi ne kadar ciddiye alıyor, bu meselelerin arka yüzünde neler vardı ve hangileri saklandı diye düşünmemek mümkün olmaz bu tip romanlarda.

Peki otobiyografik bir kitaptan, yani anılardan neler bekleriz? Mümkün mertebe hedef küçültürüz. Göreceklerimiz yazarın anlattığı kadarıyla sınırlıdır. Sürprizler olacaktır illa ama gerilim, stres, tansiyon pek aranmaz. Genelde duygu bol, hüzün sık, şahsî yaralarla süslü metinler bekler bizi. Bunlar elbette eserin değerini düşürmez. Ama insanlar otobiyografik eser okumaktan da biraz bu sebepler yüzünden kaçarlar. Halbuki her metin, yazarının hayal ve düşünce dünyası etrafında sınırlı değil midir? Şiir bile öyle.

Çok uzattım ama Sebastian Haffner, bu uzatmaya değecek bir eser kaleme almış yıllar evvel. Oliver Pretzel, babasının yazdıklarına ancak 1999 yılında ulaşabilmiş, ölümünden sonra evi boşaltılırken. Eğitimli, sıradan bir Alman olan Haffner, 1938'de İngiltere'ye iltica ettikten sonra yazmaya başlamış eserlerini. Bir Alman'ın Hikâyesi, 1939'da yazılmış. Hitler Hakkında Değinmeler kitabı zamanında büyük ilgi görmüş. Yazdığı tarih kitapları, sıradan bir insanın meseleleri tüm basitliğiyle, yani doğallığıyla kavrayıp anlatmasına dayanıyor aslında. Bir Alman'ın Hikâyesi de bu yüzden daha ilk sayfalardan itibaren insanı sarsıyor. Okuyucu faşizmin ve Nazilerin bir ülkeyi, ardından da dünyayı 'bu kadar basit' yollarla nasıl etki altına alabildikleri karşısında ürperiyor. "İnsanlar katılmaya başladılar, önce korkudan, ama insan bir kere katılmaya başladıktan sonra artık bunu korkudan yapmak istemiyordu - bu alçakça ve pespaye bir şey olurdu, değil mi? Bu nedenle de parçası olunan şeyin gerektirdiği zihniyet bilahare tamamlanıyordu. İşte, nasyonal sosyalist devriminin zaferinin ruhsal temelini bu durum oluşturuyordu." diyor Haffner, bu bile yetiyor insana.

1933 seçimlerinde Nazilere karşı %56 oy çıkmıştı. Nazi devriminin tamamlanması için geriye kalan tek şey, halkın sahiden de güvendiği bu %56'lık oyu alan partilerin liderlerinin ihanet etmesiydi. Elbette o da gerçekleşti. Haffner'e göre Naziler bu ihaneti asla şova dönüştürmediler çünkü 'zaferin' değerinin düşmesini istemediler. "Bu ihanet" diyor yazar, "ilk bakışta izahı mümkün olmayan bir olgunun, korkaklardan ibaret olmadığı muhakkak olan bir büyük halkın direnç göstermeden bu yüz karası kepazeliğe teslim olmasının izahını mümkün kılar."

Haffner çocuk yaşlarındayken hemen hemen her çocukta olduğu gibi çevresinde olup biten hadiseler karşısında şaşkındır. 1914-1918, yani Birinci Dünya Savaşı'na dair gözlemlediği, aklında kalan şeylerde özellikle ekonomik krizin ve Sevr Antlaşması'nın büyük etkisi fark ediliyor. Sonrasında 1918 Devrimi, Alman Cumhuriyeti ve Nazilerin ayak sesleri geliyor. Özellikle 1923 yılı Haffner'in hem yaşantısına hem de Almanya'nın vaziyetine dair kritik ayrıntılar içeriyor.
Bu ayrıntıları tarihî bir roman gibi okumak hatadır, bunu söylemeli. Zaten kitabın da böyle bir gayreti yok. Olup biten her şey, tüm hissettirdikleriyle yazılmış. Samimiyetten başka bir amaç güdülmemiş. Ancak bu samimiyet öyle bir dozda ki insan kıyımının, zihin kıyımının, toplum kıyımının her detayı anlaşılabiliyor: "O günleri düşündüğümde başımı avuçlarımın içine almak ihtiyacı hissediyorum. Bugün hangisini kavramak daha güç bilmiyorum: bundan ancak on sene kadar evvel böyle bir şeyin Almanya’da var olmuş olması mı, yoksa on seneden kısa bir süre içinde bütün bunların böyle tamamen, ardında hiçbir iz bırakmadan silinip süpürülebilmiş, yok edilmiş olması mı?"

Kitabın sonunda Haffner'in oğlu Pretzel, Bir Alman'ın Hikâyesi'yle birlikte Nazilerin en sık kullandıkları "Biz hiçbir şey bilmiyorduk, verilen emirleri uyguluyorduk" cevabının da çürütülmüş olduğunu söylüyor. Bu kitapla birlikte Hannah Arendt'in Kötülüğün Sıradanlığı kitabı okunabilir, okunduysa yeniden okunabilir. Çünkü sıradanlık, şiddetin boyutunu hiç düşünülmeyecek kadar artırabiliyor. Unutulmaması gereken bir nokta da çocukluk yaşlarında karşılaşılan ve kafalara kazınan bazı 'mesaj'ların ileride nelere sebep olabileceği: "Kitlelerin ruhuyla çocuk ruhu, tepkileri açısından birbirine çok benzerdir. Kitleleri beslemenin ve harekete geçirmenin yöntemlerinin ne kadar çocukça olabileceğini tasavvur etmek bile zordur. Gerçek fikirlerin, kitleleri harekete geçirecek tarihsel güçlere dönüşebilmeleri için önce bir çocuğun kavrama kabiliyetinin sınırına kadar basitleştirilmeleri gerekir. Birbirini takip eden on senede doğmuş bir neslin kafalarında oluşturulmuş ve dört sene boyunca bu beyinlere iyice mıhlanmış çocukça bir sanrı, yirmi sene sonra pekala ölümcül ciddiyette bir ‘dünya görüşü’ olarak büyük siyaset sahnesine geri dönebilir."

Nitekim öyle de olmuştur: "Nazizm’in kökü hep Alman okul çocuklarının savaşta yaşadıklarında olmuştur, zannedildiği gibi 'cephede yaşananlarda' değil. Nazizm’in gerçek nesli, savaşı gerçekliğinden hiç rahatsız olmadan, fiilen hiçbir zorlukla karşılaşmadan büyük bir oyun olarak yaşamış, 1900 ile 1910 arasındaki on yılda doğanlardır."

Hiç de sinsi olmadan, göstere göstere gelen bir faşizm var ortada ve okuyucu da çoğu zaman "Böyle bir şey nasıl olabilir?" sorusuna cevap arıyor yazarıyla beraber. Şu cümleler bu soruya bir cevap niteliğinde şüphesiz: "1933 Mart’ında milyonlar hâlâ mücadeleye hazırdı... Tek bir örneği bile görülmedi direniş enerjisinin, mertliğin, sağlam duruşun. Var olan sadece panik, kaçış ve döneklikti."

Hitler öncesi Almanya'da net biçimde görülen şey ciddi bir sorumluluktan kaçış ve suç ortaklığı olduğu. Haffner bu tamamlanmamış (ve tamamlansaydı Hitler ve sonraki sürecin detaylarını da öğrenebileceğimiz) kitabının sonunda tüm okuyuculara çok esaslı bir yük emanet ediyor. Bu emanetin adı da ahlak. Üstelik bunu göze sokmadan, ahlakçılık yapmadan gerçekleştiriyor. Kitabı okuduktan sonra anlatılanlar, hadiseler aklınızdan çıkabilir, unutabilirsiniz buna hiç itirazım yok diyor. "Ama hiç anlatmadığım ahlakın unutulmaması beni ciddi şekilde tatmin edecektir.” sözüyle diyeceğini demiş oluyor.

Galiba kitabın en ürküten yanı da yaşananların günümüz dünya siyasetiyle olan benzerliği. Göz göre göre olanlar ve bir yığın suçu yüklenenler ama hiçbir şeyin de farkında olmayanlar. Her yerde bu tip toplumlar yok mu? Yığınlar...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder