Çemberlitaş'taki Sultan II. Mahmud Türbesi'ne girdiğinizde, devletin her kademesinden insanın kabriyle karşılaşmanız mümkündür. Burada yatan zatlardan biri de Osmanlı İmparatorluğu'nun en kritik döneminde sadrazamlık makamında bulunmuş olan Said Halim Paşa'dır. Hayatına baktığımızda sözünü sakınmayan, imparatorluğun ve yöneticilerin krizlerini yazmaktan ve çözümler üretmekten kaçınmayan bir münevver profili görürüz.
1863'te Kahire'de doğan paşa, Kavalalı Mehmed Ali Paşa'nın torunlarındandır. İsviçre'de siyaset bilimi okumuş ve beş dil öğrenmiştir. Bu yazıda bahsedeceğimiz eserin orijinali de Fransızcadır. Yani paşa, Osmanlı İmparatorluğu'nun savaşa girişini ve o günkü vaziyetini Fransızca olarak yazmıştır. II. Abdülhamid döneminde Şûrá-yı Devlet'e tayin olunsa da İttihatçılarla olan münasebetinden dolayı takip altına alınınca vatanından ayrılmak durumunda kalmıştır. Uzun yıllar Avrupa'da ve Mısır'da yaşamış, II. Meşrutiyet'in ilanından sonra Türkiye'ye geri dönmüştür. İttihatçıların arzusu üzerine 1913'te sadrazam olmuştur. Yani I. Dünya Savaşı esnasında memleketin başbakanıdır. 1917'de sadrazamlıktan istifa ettikten sonra 1919'da savaş suçluları arasında yer aldığından Malta'ya sürülmüştür. İki yıl boyunca bir İngiliz esir kampında kalan paşa, sonrasında Roma'ya yerleşmiş, 1921 yılında bir Ermeni komitacı tarafından burada şehit edilmiştir.
Said Halim Paşa, dönemin 'İslâmcı' aydınlarındandır. İmparatorluğun gerileme sebeplerinden en önemlisi olarak Batı düşünce sistemindeki kalıpların olduğu gibi alınmasını ve bunun halk tabanında hiçbir karşılık almaması olarak görür. Başta "Buhranlarımız" olmak üzere yazdığı birçok makalede düşüncelerini aktarırken imparatorluğun krizleri sert bir dille eleştirmiştir. Anayasa, onun en sert eleştirdiği meseleyi oluşturur. Anayasa için "ülkenin sosyal ve siyasal durumuyla, ruh haliyle, inançlarıyla ve gelenekleriyle asla uyuşmayan bu anayasa, millî varlığımız için ciddî bir tehlike hâlini almıştır" dese de başbakan olmuştur. Said Halim Paşa'ya dair özgün ve kuvvetli bir metin okumak isteyenler İsmail Kara'nın Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi isimli eserinin birinci cildine bakabilirler. Burada Kara'nın üzerinde dürdüğü en hassas konu paşanın anayasa üzerine yorumlarıdır. Bu yorumlar arasından bir kelimeyi çekip çıkarmak gerekirse, o kelime de imparatorluk yöneticilerinin anayasa konusundaki "aldanmış" hâlleri olacaktır.
Ocak 2019'da Kronik Kitap tarafından ve Fatih Yücel'in çevirisiyle neşredilen Osmanlı İmparatorluğu ve Dünya Savaşı, Said Halim Paşa'nın Fransızca yazdığı bir eser. Dönemin tam da içinden olan paşanın tanıklıklarıyla şu konulara doğrudan cevap bulunabiliyor: Türkiye, Dünya Savaşı'na nasıl girdi ve niçin katıldı? Karadeniz hadisesinde neler oldu? Savaş sonrasında Bab-ı Âli'nin iflası nasıl gerçekleşti? Mustafa Kemal Paşa'nın stratejisi doğrultusunda İngiltere ve Fransa düşmanlığı arasındaki farklar nelerdi? İngilizlerin Yakın Doğu siyasetinde Türkiye'de hangi faaliyetler planlandı ve gerçekleştirildi? İngiliz siyasetinin hataları neler oldu? Türkiye ve halifelik meselesi nasıl yorumlanmalı?
"Türkiye, içinde bulunduğu tecrit yüzünden, neredeyse tüm Avrupa’yı temsil eden iki tarafın dışında kalmış bir ülke olarak; adaletsizlik ve istismarın her türlüsüne katlanmayı sürdürmekteydi. Bu dayanılması zor duruma son verebilmek için, Türkiye’nin söz konusu taraflardan birine katılması gerekmekteydi. Rusya’nın mevcudiyeti sebebiyle Üçlü İtilaf ’a katılma imkânı yoktu. Geriye kalan tek ihtimal olan Üçlü İttifak’a dahil hususunda ise bir mâni bulunmamaktaydı." diyerek, Türkiye'nin o dönemki vaziyetini gayet net biçimde anlatıyor. Akıbeti için ise şu yorumu getiriyor: "Almanya’nın Türkiye’ye ittifak teklif ettiği esnada, Saraybosna Cinayeti çoktan vuku bulmuştu ve Üçlü İttifak ile Üçlü İtilaf arasındaki ilişkiler gergin bir hâle gelmişti. Yine de hiç kimse, bu gerginliğin Avrupa halklarının tamamının çok korktuğu ve ne pahasına olursa olsun kaçınma yollarını aradığı umumî savaşa yol açacağını tasavvur edemezdi. Almanya’nın yaptığı ittifak teklifini Arşidük Ferdinand Suikastı’nın yol açtığı vaziyet nedeniyle reddetmek, netice itibariyle Türkiye için can sıkıcı ve aynı zamanda da tamiri imkânsız bir hata olurdu."
Tarih kitaplarında çok basit bir meseleymiş gibi aktarılan Goeben ve Breslau meselesi ise paşanın yorumlarıyla oldukça ciddi bir boyut kazanıyor. Almanların ve elbette İttihatçıların türlü manevralarla yürüttükleri bu mesele, gerçekten de bir savaşa giriş stratejisi olarak görünüyor satırlarda. Almanya ile Avusturya-Macaristan büyükelçilerinin Türkiye'den Rusya’ya savaş ilanı istemeleri karşılığında paşa "Memleketin topraklarının genişliğinden ve ulaşım zorluklarından bahsederek, seferberliğin tamamlanabilmesi için uzun bir zaman gerektiğini ve netice itibariyle Osmanlı Hükûmeti’nin o zamana kadar tarafsızlığını kesinlikle korumaya mecbur olduğunu" izah etse de durum değişmemiş, bir emr-i vaki söz konusu olmuştu.
Savaşa katılma noktasındaki tarafsız kalma baskısına dair "tarafsızlığa katlanmak, Türkiye için, yalnızlığa ve tamamen hareketsiz kalmaya mahkûm olmak ve sonuç itibariyle de, sadece kendi imkânlarıyla gerçekleştirmede yetersiz kaldığı millî müdafaasını düzene sokmak için mutlaka ihtiyaç duyduğu yardım ve destekten mahrum kalmak demekti" yorumunu yapan paşa, savaşın nihayetine dair oldukça önemli ifadelerde bulunuyor: "Türkiye’yi mütarekeden sonra silahlanmaya zorlayan sebepler onu dünya savaşına katılmaya mecbur eden sebeplerin aynısıdır. Ne o zaman ne de bugün üzerine düşenleri yerine getirmeseydi de kaderi değişmeyecek ve millî varlığının her hâlükârda sona erdiğini görecekti. Türkiye, bugün Allah’ın lütfu ve evlatlarının hayran olunacak sadakati sayesinde varlığını korumak için hâlâ mücadele edebiliyorsa, bağımsız, hür ve müreffeh bir istikbali güvence altına almayı da bilecektir. Bunun sebebi de, 1914’te görevini kavrayarak harekete geçmesi ve savaştığı korkunç kuvvete yılmadan karşı koyma cesaretini göstermesidir."
Kitabın en sarsıcı tarafı halifelik ve Mustafa Kemal Paşa üzerine olan sayfalarda gizli. Şunu net biçimde söyleyebilirim ki Said Halim Paşa'nın hem dönemin Müslüman aydınlarının hem de Mustafa Kemal Paşa'nın şahsına dair şaşırtıcı derece (fizikî özelliklerinden özel yaşantısına kadar) fikirleri son derece kritik bir öneme sahip. Günümüz 'İslamcı' köşe yazarlarının her fırsatta 'İslamcılığı' sebebiyle övdükleri paşanın özellikle de Sultan Vahdeddin'e dair yaptığı yorumların ciddiyetle üzerinde durulması gerekiyor. "Vahdeddin, savaşın ve mağlubiyetin getirdiği tüm felaketlerin kaynağı olup ülkesine en büyük iyiliği yapabilecekken, en büyük kötülüğü yapmıştır." diyen paşanın devam eden sayfalardaki şu cümleleri de buraya almak elzem:
"Alçakça ve saçma sapan şahsî hesaplara boyun eğip, gizlice İngiltere’yle anlaşmış ve Osmanlıcılığın en azılı düşmanı ve Türk aleyhtarı ittifakın önderi olmuştur. Mutlak iktidar ihtirasıyla gözleri dönmüş ve vezinsiz beyinde zulüm illeti şeklini almış itimatsızlıktan doğan şahsiyet zaaflarına maruz kalmış, Osman’ın tahtının hâlihazırdaki aşağılık sahibi, kendini Millî Teşkilat’ın en azılı rakibi olarak görmekteydi. Hakikatte ise, Teşkilat’ın İtilaf Kuvvetleri’ne gösterdiği tepki, Sultan’ın despotluk temayülleri aleyhinde zuhur eden bir karşıtlıkla beraber kendini göstermekteydi. Fakat bununla o sadece Sultan’ın otoritesini anayasa sınırları içerisinde tutmaya çalışmaktaydı. Aslında Vahdeddin sadece ağabeyi Abdülhamid’in zulüm taraftarı politikalarını devam ettirmek için tahta çıkmış gibi gözükmekteydi, bunun haricinde o ağabeyinin kötü bir kopyasından ibaretti. Abdülhamid’in entrika kabiliyetine sahipse de, Allah’ın bir lütfu olarak, onun zekâsından nasibini alamamıştı. O da, ağabeyi gibi “Benden sonra fırtına,” demekteydi. Millî Teşkilat’a her türlü saltanat aleyhtarı niyetleri atfederek, Vahdeddin İngiltere ile ittifak kurmuştu; fakat bunu yaparak bir despot olarak yönetmek istediği İmparatorluğun parçalanmasına ve köleleştirilmesine yardım etmekte olduğunu bilmemekteydi."
Said Halim Paşa'nın Mustafa Kemal Paşa'ya dair yaptığı yorumlardan şu satırları da devamını merak ettirme gayesiyle buraya alıyorum:
"Mustafa Kemal gırtlağına kadar sefalete batmış olmakla suçlanmaktadır. Bu doğru değildir. Belki sefa meraklısı olabilir. Ancak millî davada kendine düşen vazifeyi yerine getirmiştir ve kötü alışkanlıklarından feragat etmiştir, bu da göz ardı edilebilecek bir davranış değildir. Onun hayatı bugün son derece namuslu ve muntazamdır (...) O ne olursa olsun, iyiyle kötünün, zaaf ve kuvvetin, fazilet ve zaafların bir karışımı dahi olsa, Türkiye ona sadece hayranlık ve takdirini arz edebilir. Yine de ne yaparsa yapsın onun hakkını ödeyemez. Hayatta kalışını ve diğer milletlerin nezdindeki itibarını tekrar kazanışını ona borçludur. Yine de bu muazzam başarısında milletin payının onunkinden daha büyük olduğunu eklemeyi ihmal etmeyelim. Millet ona sonuna kadar kullanması için bitmek tükenmez bir kahramanlık ve coşku zemini hazırlamıştır. Eğer o bir zanaatkâr ise, millet de elindeki âletidir, tevazuu sebebiyle eşsiz niteliğinin farkında olmayan bir âlettir. İşi aslına bakılırsa, Türkiye’nin kurtuluşu ve onu sönüp kaybolan parıltısıyla hâlihazırda son iki yüz yıllın acı ve mahcubiyetlerinde kurtaracak talihine doğru yönelişi milletin ve tabiatın mümtaz kıldığı evladının vasıflarının bir araya gelmesi neticesinde gerçekleşmiştir."
Kitabın konu başlıkları eşliğinde net biçimde cevapladığı soruların dışında ekler bölümünde de oldukça önemli sayfalar var. İlki Türkiye ve Düvel-i Muazzama (1856-1914) meselesine dair. İkincisi Said Halim ve Mehmet Talat paşalar kabinelerinin Divan-ı Âli'ye sevkleri üzerine tutulan tutanaklar. Dönemin gerilimi tam manasıyla bu tutanaklarda. Üçüncü ek ise "Türkiya'nın Harb-i Umumi'ye İştirakindeki Sebepler" başlığını taşıyor. Kitap ne kadar önemli bir kaynaksa, bu ekler de o derece önemli birer kaynak.
Kitabı dilimize kazandıran Fatih Yücel, takdim yazısında "Said Halim Paşa bu kitabı, bilhassa Milli Mücadele ile alakalı kısımlarını, 13 Eylül 1921’de zaferle neticelenen Sakarya Meydan Muharebesi’nden, -savaş esnasında Şark vilayetlerindeki olaylardan mesul tutularak gönderildiği- sürgün yeri Malta’dan ayrılarak Roma’ya gidişinden sonra yazmıştır. Kitabının müsveddesini muhtemelen, 30 Aralık 1921’de Ermeni bir çeteci tarafından katledilmesinden çok kısa bir süre önce tamamlamıştır." diyerek bizi tarihimizin en kritik yıllarına dair birinci ağızdan yapacağımız tanıklığa hazırlıyor. Her yönüyle akıcı, süratle okunabilen, sarsıcı bir kitap Osmanlı İmparatorluğu ve Dünya Savaşı. Önce paşanın bu eserinde yer alan fikirleri tartılmalı, özümsenmeli. Ondan sonra da üzerinde dura dura yorumlanmalı. Şahsına ve siyasî duruşuna dayanma faslı bu kitapla bitmeli.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Paylaşımınız için teşekkür ederim.
YanıtlaSil