Sanayi devrimi, teknolojik gelişmeler derken 20. yüzyılın başına gelindiğinde ufukta cennetvari bir gelecek tasavvuru vardı. Ama tahminlerin ötesinde bir şey oldu. Pozitif bilimi elinde bulunduran bilim adamları Hitler adındaki katilin elinde birer canavara dönüşüp aydınlanma çağını fersah fersah gerilere götürüp tüm dünyayı emsali az görülmüş katliamlara tanık ettirdiler. Büyük bir kaosun ortasında yangın yeri oldu dünya.
Bilimin ve sanatın bireyler ve toplumlar üzerindeki etkisi ve gücünü görmek için bakan gözlere sahip olmak yeterli. Ne yazık ki kafası hep yıkım üzerine çalışan çılgınlar da bunun farkında. Her devrimde ya da her darbede olduğu gibi başlangıç ateşi yakıldıktan sonra işin asıl kısmı yani gelişme dönemi darbeyle aynı kafadan sanatçılar eliyle filizlenir ve serpilir. Geri kalanlar ise bir dikta rejiminin çirkinlikleriyle yüzleşmek zorunda kalır. Tıpkı Şili’deki Pinochet darbesinde olduğu gibi.
Otobiyografik öğeler taşıyan romanıyla Uzak Yıldız romanı bize darbenin şiir yolu ile meşrulaştırılmasını, sanatla siyasetin kirli ilişkisini anlatıyor. Bir yandan da Şili’de Pinochet darbesi ile edebiyatla uğraşan gençlerin alt üst olan hayatlarını değiniyor. Şiir atölyelerinde kendilerini keşfetmeye çalışan genç solcu şairlerin dünyası darbeyle birlikte bambaşka bir boyuta geçiyor ve baskı her boyutuyla hissediliyor. Genç şairler bu acı gerçekle yüzleşmek zorunda kalıyorlar. Darbe öncesinde iki rakip şiir atölyesine katılmak konusunda yazarın ifadesiyle “uzlaşmaz bir ayrım” yokken yani demokrasi rüzgârları eserken darbeyle her şey tersine dönüyor. Ne yazık ki darbecilerin gözüne ilk görünen de sanatçılar ve entelektüeller oluyor. Tüm bu karmaşada edebiyat atölyelerinin tuhaf çocuğu alaylı bir şair darbenin ertesinde sanatına aradığı mecrayı buluyor ve ruhunu halkına şiddet uygulayan darbecilere satıyor. Ve bu yolla dehşet dolu yeni bir “şiir” yaratıyor. Tuhaflığı sadece mizacıyla ilgili değil. Carlos Weider’i asıl tuhaf yapan şiirlerini kullanmış olduğu bir uçakla gökyüzü yazması.
Uzak Yıldız romanından da anlıyoruz ki dünyanın her yerinde darbeler aynı yere varıyor. Kısaca söylemek gerekirse “faşizmin tarihi tekerrürden ibaret”.
Romanın diline değinmek gerekirse darbenin gölgesinde kıstırılmış bir dimağın ifadeleri nasıl olursa anlatıcının tonu da öyle. Muğlak ve biraz şaşkın. İfadeler genellikle “öyleydi galiba, öyle olması lazım, belki de öyle olmuştur” gibi belirsizlikle bitiyor. Darbe sonrasında kendini hapiste bulan şair-anlatıcının ruh halini şu cümlelerle anlıyoruz: “Halk Birliği’nin cankurtaran sandallarının battığı günlerde hapse düştüm. Tutuklanma koşullarım sıradandı, groteks de diyebiliriz; ancak sokakta, kafeteryada ya da yataktan kalkmak istemediğim odamda değil de hapiste olmam sayesinde, Carlos Wirder’in ilk şairane eylemine şahit oldum; tabii o zamanlar ne Carlos Weider’in kim olduğunu ne Germendia kardeşlerin başına gelenleri biliyordum.” (sf. 35)
Ayrıca yine hikâyenin atmosferine uygun olarak romanda sürekli kaybolan kişiler, ölenler ve arananlar yer alıyor. Bu da okuyucuyu darbe atmosferine yaklaştırıyor.
Bolano’ya da değinmeden edemeyeceğim galiba. Çok sevdiği ve önemsediği Şili’ye daha fazla dayanamayarak Avrupa’ya iltica eden Bolano burada geçimini bekçilik, mevsimlik işçilik ve bulaşıkçılık gibi işlerle sağlarken bir yandan da şiirler, öyküler kaleme alır. İki çocuğunun dünyaya gelmesinden sonra ise daha iyi para getiren romana ağırlık verir. Başta Dostoyevski olmak üzere birçok sevdiğimiz yazarın yazgısı maalesef burada da bizi buluyor. Kendini daha çok şair olarak gören Bolano kuşağının en önemli yazarlarından biri olarak görülüyor.
Kitabı bizle buluşturan ise Zerrin Yanıkkaya çevirisiyle Can Yayınları. Yazarın bir başka eseri olan Vahşi Hafiyeler isimli romanının da aynı yayınevinden çıkacağı haberini paylaşmış olayım.
Kenan Yusuf Taşkın
twitter.com/knnysf
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder